Geri

   

 

 

İleri

 

C. RUKN-İ SÂLİS: İcmâ'

Ahd-i nübüvvette ahkâm-ı şer’iyye mişkat-i nübüvvetten ahz ve iktibas olunurdu. Nebiy-yi Zişan Efendimiz Kur'ân-ı Kerim âyet âyet şerf nazil olur ve ahkâm’ şer’iyyeye me’haz olan bu ayat Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından beyan ve izah buyurulurdu.

Bu suretle vahiy ve ilhama müstenit olan sünen-i seniye dahi edilei şer’iyyeden oldu. Ahd-i nübüvvetten sonra hitâb-ı şar’i bittabi mütaazzir ve vahyi münkatı’ oldu. Halbuki zamanın teceddüdü ile vukuat dahi teceddüt etmekte olduğundan bundan sonra dahi ima’ ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç hasıl oldu. İcma’ve kıyasla da hükm-i şer’i isbatı lazım geldi. Binâenaleyh aslul-usûl kitap ve sünnet olarak bu iki asıldan münşaip olmak üzere icma ve kıyas dahi edile-i şer’iyeden oldular.

Vakıa bir hüküm eğer kitapta mansus ise onunla amel olunur. Kitapta yoksa sünnete bakılır. O da yoksa kıyas ile isbat edilir. Fakat icma dahi müctehitlerin yalnız fikri zatilerinden sanihat-i kalbiyelerinden ibaret değildir. Elbette onlarında birer müstenidleri vardır. Meselâ ashab-ı kiram hazeratı içtihatlarına muhalif olan bazı ahkâmın reddinde ittifak ettiler. Erkan, bünyani millet olan bu zevatın kendilerince münker olan bir hüküm üzerine ittifakları elbette bir delile müstenittir. Çünkü bunlar eazım-ı ümmettirler.

Hadis-i Şerifi dahi bunların icma’ ve içtihatlarındaki isabetin büyük bir delilidir. İşte bu itibarla icma’ dahi edille-i şer’iyyeden biri olmuştur.

İcma’ lugat-ı Arap’da iki manaya gelir.

1-Azim, kasıt ve tasmim manasınadır ki,; nitekim Araplar derler ki, filan hacca azınetti demektir. Bu manaya göre bir adamdan da icma’ tasavvur olunabilir.

2-İttifak manasınadır. Nitekim Araplar derler ki, bu manaya göre de bir adamın azınine icma’ itlak olunamaz.

İttifak için elbette birden ziyade eşhasın ictimaı lazımdır. Fakat bu manalar lâfz-ı Arabînin lügavi manalarıdır. Vazı’ bu lügati manaya vaz’ etmiştir. İstilah-i ulema-i usûle göre:

İcma’: Bir asrın müctehitlerinin bir hükm-i şer’i üzerine ittifakıdır.

. Görülüyor ki, ıstılâhıi manada dahi bir ittifak vardır. Amma bu bir ittifakı mahsustur. Yani mana-i lügavi amın, mana-i ıstılâhıi hasstır. Tarif tahlil olursa görülür ki, icma’ evvela müctehitlerin ittifakıdır. Yoksa ittifak-ı avam bir hükm-i şer’iye senet olamaz. Bundan sonra müctehitlerin ittifak ettikleri şey dahi hem bir hüküm hem de şer’i bir hüküm olacaktır. Binâenaleyh; müctehitlerin bir hükm-i akli üzerine ittifakı icma değildir. Meselâ alemin hudusu üzerine milyonlarla nüfus ittifak etseler alemin hudusu icma’-ı ümmetle sabittir denilemez. Bu nazar istidlale mütevakkıf bir şeydir.

Kezâlik bunların bir hükm-ı gayr-ı dini üzerine ittifakları da icma’ olamaz. Meselâ hint yağı müshildir, sülfato sıtmayı katı’dır, gibi bugün etibbanın ittifak ettikleri hükümler icma’ ile sabit olmuştur denilemez.

Kezâlik; burada (hükm-i şer’i) den maksut hitâb-ı şâri! ile idrak olunabilen umura ait olduğu gibi ahkâm-ı diniyedir. Hitb-ı Şari’ ile idrak olunmıyan hükümler velevki ahkâm-ı diniyeden olsalar bile yine bu husustaki ittifaka icma’ denilemez.

Meselâ sahabe-i kiramın usûle dair olan ittifak, mazide hisle idrak olunabilen umura ait olduğu gibi ahval-i kıyamet ve eşrat-i saate dair olan ittifak dahi müstakbelde bilinebilecek umura mütedairdir. Binâenaleyh bu babdaki ittifaklara icma’ denilemez. Bunlar nakle mütevakkıftır. Bunlarda itimat icma’ değil nakledir.

Görüyoruz ki, icmaın ruknü ittifakmış. Eğer ittifak olmazsa icma’ teşekkül edemez. Fakat acaba nefs-i icma’ mümkün müdür, değil midir? Burada tetkik olunacak dört mevadd-ı nazariye vardır.

1-Esasen nefs-i icma’ yani müctehitlerin bir hükm-i şer’i üzerine ittifak edebilmeleri mümkün müdür, değil midir?

2-İttifakları mümkündür, farz olduğu surette bu ittifaklarının bizce bilinmesine imkan var mıdır, yok mudur?

3-İcma’ mümkün ve bizce vukuf dahi kabil olduğu surette icma’ ile ihticac câiz midir degil midir?

4-icma’ bir hüccet olsa bile kitap ve sünnetin te’siri gibi bir te’siri var mıdır yok mudur?

İşte bunlar icma’ bahsinde hep tetkik olunacak mevadd-i nazariyedendir.

Evvela:

İcma’ mümkündür. Vakı’a Nazzam ve bazı Şi’a tavaifi icma’ için adem-i imkana kail oluyolar. Diyorlar ki,:

Müctehidlerin bir hâdise-i şer’iyede ittifak edebilmeleri o hükmün kendilerine mütesaviyen nakledilebilmesiyle kaimdir. İttifak ancak bu naklin neticesi olan mârifetin müctehitler arasında mütesaviyen tahakkukuyla kabil olabilir. Bu ise âdeten mümtenidir. Çünkü evvelâ müctehitler yek diğerine baid olan memleketlerde bulunuyorlar. Sâniyen hükm-i şer’inin kendilerine tarik-i vusûlü dahi mütehaliftir. Meselâ Bağdat’ta bir müctehide bir hâdise-i şer’iye mektupla veya bir adamın veya üç adamın ifadesiyle vasıl olduğu halde Mağribteki, Endülüsteki, Cezair ve Fastaki müctehitlere dahi hüküm diğer suver ve vesaitle vasıl oluyor. Binâenaleyh; Mûsil olanların muhtelif bulunması hadisenin emr-i vusûlünde dahi ihtilâfı mucip ve bu da husûl-i ittifaka mani olur. Halbuki icma’ hasıl olmak için ibtida-i emirde hâdisenin müctehitlerin cümlesince bir suret-i muttaridede telâkki edilmesi lâzım idi. Buna ise şu saydığımız sebeplerle imkân yoktur.

Biz buna cevap veririz ki,;

Hayır, icma’a imkân vardır. Zira müctehidin-i İzam Hazeratının aktar-ı alemde münteşir ve yekdiğerinden baît bulunmalarıyla ahkâm-ı şer’iyenin kendilerine nakil isal edilmemesi lâzım gelmez. O zevat ki, daima ahkâm-ı şer’iyyeyi işraka sa’y ediyorlar. Bahs ve ictihada mükip bulunuyorlar. Ömürlerini tetkik ve tefahhusla geçiriyorlar.

Sizin bu deliliniz köşe-i inzivaya çekilmiş adamlar hakkında varit olabilir. Fakat bizim farzımız eazım-ı ulema ve mertebe-i ictihada vasıl olmuş zevat-ı kiramdır. Binâenaleyh; bir müctehidin haberini diğerine nakil ve isaldaki imkân, bu zevat için mutasavver ve makbul olur.

Kezâlik, haberin keyfiyet-i vusûlündeki ihtilâf dahi, olsa olsa hükmün bazı dekâyıkında ittifaka mânidir. Yoksa Müctehidin-i İzamın delil-i şer’iye tâbi olan bir hâdise-i şer’iyye hakkındaki netice-i ictihatları yine hükm-i şer’iye müeddi olur.

Sâniyen:

İcma’ın bizce malûm olması da mümkündür. Vakıâ icma’ı münkir olanlar buna da ihtimal vermezler. Derler ki, âdet ulema-i şark ve garbın zat ve nefislerine ait olan mâlûmatı mümteni görürken nasıl olur ki, birçok ihtimalâta maruz olan ictihatlarına vukuf-i tam kesp eylesin.

Fakat bu, zarureten sabit olmuş bir delile karşı ümmeti teşkikten başka bir şey değildir.

İcma’ın bize olduğu gibi vusûlü niçin mümkün olmasın ki, biz bazı muhal gördüğümüz şeyleri kendi tatbikatımıza nazar ederek hallediyoruz. Meselâ ahd-i nübüvveti müteakip asırlarda bir takım vakay-ı harbiye oldu. AraplarEndülüs’e gittiler, Orta Asya’ya geldiler. Acaba bunlar vesait-i nakliyelerini nasıl naklettiler. Böyle bâit yerlerden nasıl ve ne gibi vasıtalarla muhaberatta bulundular. Bize muhal gibi görünüyor, fakat bunlar hep oldu. İmdi nefs-i icma’ mümkün olduğu gibi icma’ın bize vusûlü dahi mümkün ve mutasavverdir. (Eflâtun’un tercüme-i halinde görmüştüm. Atina’dan Mısır’a gelmiş, Mısır’da telemmüz etmiş, oradan İtalya’ya gitmiş, fakat bunlar hangi tarihte oluyor biliyor musunuz? Milâd-ı İsa’dan 3400 sene mukaddem!. . İhtimal şimdi bile bunu yapmaya imkân yokken o vakit acaba nasıl oluyordu. Bizim tatbikatımız mahdut olduğundan böyle şeyleri muhal görüyoruz.)

Elhasıl icma’i ümmette müctehidin-i İzam Hazeratının fiilen bir rarya toplanınaları lâzım olmayıp bunların kavilde veya amelde iştirakları icma’ın in’ikadında kâfi ve bu iştirak ve ittifak dahi mümkün olduğu gibi bizim dahi buna vukufumuz mümkün hatta sabit ve mütasavverdir. Bu suretle icma’ kitap ve sünnetten sonra edille-i şer’iyyeden biri olmuştur.

Bu ittifakın dahi bir (azimet) ve bir de (ruhsat) ciheti vardır. Azimet ki, izar-i ibada mebni olmayarak ibtidâen meşru olan şeylerdir. Ruhsat ki, özre mebni sâniyen meşru olan şeylerdir.

Meselâ şArap içmek bir hükm-i aslî olarak (haram) dır. Fakat mayiattan birine şiddet-i ihtiyaç halinde yani bil-iztırar şArap içmek câizdir. İşte bu cevaz bir özre Binâen meşru kılınmış ve birincisi olan (hürmet) hükm-i asli yani azîmet iken ikinci hüküm sâniyen lâhik olarak (ruhsat) olmuştur. (Vücudu sıhhatli bir adam ramazanda oruç tutsa onun oruç tutması azimettir. Hasta veya yolcu olmak sebebiyle ramazanda oruç tutmayıp bilâre kaza etse şu hüküm “ruhsat” tır.) Acaba bu ittifakın azimeti yani hükm-i aslisi nedir.

Bu ittifakın azimeti:

Cemi-i müctehidinin tekellüm veya amelidir.

Meselâ farz edelim ki, hicretin yüzüncü senesinde Bağdat’ta, Mısır’da, Trablusgarp’ta ve Şam’da mertebe-i ictihada salih ve ilimleri teslim kerde-i enam olan beş müctehid vardı. Bunlara bir hâdise-i şer’iyye vasıl olsa da hepsi birden hiçbiri hariç ve muhalif olmayarak “bu hâdise üzerine şöyle bir hüküm verilmek lâzımdır” diye tekellüm etseler bu bir azimettir ki, buna icma’ı kavlî dahi denilir.

Kezâlik bu müctehidin-i kiram bir amelde ve içlerinden hiçbiri hariç kalmıyarak ittifak etseler meselâ bizzat kendileri akdi müzaraâ, akdi mükasat, akd-i şirket ve mudarebe eyleseler-ki, bunlar hep icma’ ile sabit ahkâmdandır. -bunların böyle bil-ittifak bir amelde iştiraki dahi azimet olup buna icma’-i amelî de denilir.

İşte bunlar icma’ın hükm-i aslisi olmak üzere sabit olur.

Ruhsati dahi bazısının tekellüm veya amali üzere bâkisinin bu hale vukufundan ve müddet-i teemmülde imkizasından sonra sükûtudur. Ki, buna da icma’-i sükûti ismini verirler. Meselâ yine farz edelim ki, bir asırda beş müctehid var, bunlara bir hâdise arz olundu veya öyle bir hâdise müştehir oldu. İmdi beş müctehitten ikisi veya üçü bu hâdiseye müteallik olan hükümde ittifak etseler de diğer iki müctehide bunların ittifaki ve ictihatlarının neticesi isal ve ihbar olunsa onlar da sükût etseler, fakat öyle bir sükût ki, kendilerine bir müddet-i teemmül[1] (1) dahi verilecek, ta ki, o anda sükûtları başka bir şeye ait olmasın mülahazası kestirilmiş olsun.

İşte böyle bir müddet-i teemmül dahi sükûtla geçtikten sonra artık o hüküm yine icma’ ile sabit yani mücmeun aleyh olmuş olur.

Bu (icma’-i kavl-i sükûtî) dir.

Yahut farz edelim ki, müctehitlerin ikisi akd-i müzaraa etti. Sonra bunların böyle bir akde mübaşeretleri diğer müctehitlere ihbar olundu ve aradan da müddet-i teemmül geçti. Eğer bu müddetten sonra da o muhbiri ileyhim olan müctehitler sükût edecek olurlarsa, onların bu sükûtlarıyla yine bir icma’ hasıl olur ki, buna da (icma’-i amel-i sükuti) derler.

İşte müctehidinin müddet-i teemmülle mukayyed olan sükutları ittifakın ruhsat cihetini teşkil eder.

 (Ruhsat) diyoruz. Demek ki, bu bir özre mebni böyle yâd olunuyor. Acaba burada bir mazeret var mıdır ki, (ruhsat) diyoruz.

Evet! Biz burada müctehitlerin sükûtunu zarureten (ittifak) addediyoruz. Eğer bunu ittifak addetmesek o halde müctehitleri bir haktan sakıt farz etmiş olacağız. Haktan sükut ise ......... fetvasınca şeytanet ve melânettir. Eazım-ı ümmet hiçbir vakit haktan sükutla itham olunamazlar. Eğer müddet-i teemmülün mürûrundan sonra sükût eden bu eazımın re’yi başka türlü olsaydı sükût etmezlerdi. Binâenaleyh; sükûtlarının ittifaktan başka bir şeye hamli adeten muhaldir.

İşte bu mahzura Binâen onların sükûtunu kabul ve icma’ addetmek zarurî olur ve bu itibarla icma’ın (ruhsat) ciheti vücut bulur.

Bir mani olmadıkça sükût haram olduğu içindir ki, İmâm-ı Şâfiî hazretleri bazı müctehitlerin tekellüm veya ameli üzerine diğerlerin sükûtunu icma’ addetmiştir. Buyuruyorlar ki,: Sükût ile icma’ın in’ikadı o sükût-u rızaya dalâlet ettiği için; halbuki o sükûtun başka esbap ve mevaniada ihtimali vardır. Câiz ki, bu sükut diğer müctehitlere karşı tevkir ve tazimden veya mütekellim olan müctehidin heybetinden veya başka bir mes’uliyet korkusundan veya kâilin sinnen ekber kadren a’zam, ilmen evfer’ olmasından neşet etmiştir.

Hatta Şafiîye bu babta âsar-ı sahabe ile ihticac ederler. Hazret-i Ömer, zevei gaybûbet etmiş olan bir kadının sû’-i halini işitmiş olduğundan kendisini taht-ı tarassutta bulunduruyorlardı.

Kadın Hazret-i Ömer’in mehabetinden iskat-ı cenin etti. Cenab-ı Faruk sahabe-i kiramdan sordular .......... re’yini verdiler ki, sizin emaret ve hilâfetiniz vardır müeddibsiniz. Maksadınız hayır idi ......... Hazret-i Ali o mecliste bulunuyor, sükût ediyordu. Cenab-ı Faruk sordu ........... buyurdular ki,: Eğer bu ashab ictihat ediyorlarsa hata ettiler. Yok Eğer size gurbiyet için bu reyde bulunuyorlarsa sizi aldatıyorlar. Ben zannederim ki, size gurre lâzım gelir.

İşte bu hâdise delâlet ediyor ki, sükût delil-i muvafakat değilmiş.

Çünkü Hazret-i Ömer ganayimi taksim ettikten sonra beytülmalın hissesi olan humustan fazla olarak nezdinde kalan mal için ne yapılacağını ashabtan sordu. Ashab vakt-i hacete kadar beytülmalde kalsın dediler. Ali (kerremallahü veche) orada hazır ve sakıttı. (Ya Ebelhasan reyin nedir?) diye sorunca cevab verdiler. ............

İşte burada görülüyor ki, mücerret sükût-u kavil rızaya delil olamıyormuş.

Keza Şafiîye bir hâdise daha naklederler.

İbni Abbas feraizdeki (avil) meselesine itiraz etmiş, kendisine sorulmuş ki, Hazret-i Ömer mesele-i avliye hakkında ictihat ettiği vakit sen de huzurundaydın o zaman niçin muhalefet etmedin. Demiş ki,, ben o vakit gençtim. Ömer’in kamçısından korktum da onun için itiraz etmedim.

Biz deriz ki, meşrut olan müddet-i teemmülünde mürurundan sonra mücerret tevkir ve haybet gibi bir sebepten dolayı sükût ile-ki, böyle bir sükut haramdır. -e’azim-i ümmet itham olunamaz. Haktan sükût etmek onların adeti değildir.

Vakıa Hazret-i Ali (kerremallahü veche) yukarıki iki mesele sükût etmişlerse de bu sükûtları setr-i hakikat maksadına müpteni değildir. Belki ashabtan sadır olan fetvaya ihtiramen meclisin sonuna kadar beyan-i re’yi tehir maksadına müstenittir. Memnu’ olan sükût ise bir hakkın fevtini müstelzim olan sükût olup, meclis sonuna kadar ilzam-i sükûtta zaten bir beis yoktur.

Hadis-i derh (kamçı demektir) ise esasen asılsızdır. Zira avi meselesinde beynel ashap pek çok münazara vukua geldiği için meşhurdur. Münazarada ise ashap hakkı beyandan asla çekinmezlerdi. Hazret-i Ömer İbni Abbas’ın fıtnetini kuvvet-i zilmini bildiği için kibar-ı ashap ile beraber onun her meclis-i müşavereye dâvet ederdi. Eğer İbni Abbas’ın böyle bir reyi ve fikri olsaydı sima hakkında elyen-i nass olan Cenabı Ömer’e onu beyan etmekten çekinmezdi.

Hatta rivâyet olunur ki, Hazret-i Ömer Mehirde hadden tecavüzü men buyurmuşlardı. Bir kadın .......... kelâmiyle çok mehir vermenin cvazını söyleyince Cenab-ı Faruk ............. yani herkes hatt-i haclegâh zifafında oturan muhazzerat bile benden fakih imiş buyurmuşlardı.

İmdi hakk-ı kabulde bu derecede ileri giden ve bu kadar leyyünül canip olan bir zatın mehabetinden havf ederek hakkı söylemekten sükut etmek nasıl tassavvur olunabilir.

İbni Abbasın bu sözü doğru olsa bile itizarı, kendi üzerine vacip olmayan Cenabı Ömer’le münazaradan imtinaına mahmuldür. Yoksa yine İbni Abbas hazretleri avl meselesindeki re’y ve mezhebini beyan etmiş olmaz.

Velhasıl bize göre bazı müctehidin tekellüm veya ameli üzerine diğer müctehidlerin müddet-i teemmülden sonra sükûtlariyle icma’ ve ittifak hasıl olur. Aksi halin mahzurlarını yukarıda söyledik.

İcma’da içtihada salih bir ferd-i muhalif kalmamak üzere ittifak şart olup, lâkin ehli-i icma’ın âdet-i tevâtüre baliğ olmaları ve inkıraz-ı asırları şart değildir.

 (1) İcma’da ictihada salih bir fert muhalif kalmamak üzere ittifak şarttır.

 (İctahada salih) kaydiyle ehl-i icma’ olan eazim beyan ediliyor ki,

kaydile fasik ve müptedi olanlar hariç kalır. Bir müctehidin ne gibi evsaf ve şeraiti haiz olması lazım geleceğini de inşallah ictihat bahsinde söyleyeceğiz. İşte (ehl-i icma’) bunlardır.

İcma’ın şartına gelince:

Bu da ferd-i muhalif kalmamak üzere ehl-i icma’ın ittifakıdır.

Binâenaleyh; on müctehitten yalnız birisi muhalif kalsa icma’ mün’akit olmaz. İhtimâl ki, hak o ferd-i vâhid-i muhalifin yerindedir. Demek ki, ekseriyet kaidesiyle icma’ mün’akit olamıyor.

Kezâ mücerret itret-i resûlün, Ehl-i beyt ve Haşimi olanların ittifak etmeleri de icma’ın inikadı için kifâyet etmez.

Kezâ mücerret ehl-i Medine’nin bir hâdise hakkında ittifakına da icma’ denilemez. Vakıâ Nübüvvet Penah Efendimizin zaman-ı saadetlerinden sonra ehl-i Medine’nin tarafı risaletten sadır olmuş sünen-i seniyye üzerine tatbik-i hareket etmiş bulunmaları varit ve Binâenaleyh bunların bu hâdisede ittifakı makbul olabilirse de icma için mücerret (ehl-i medine) sıfatiyle ittifak kâfi olmadığı gibi, böyle bir ittifak için ne ehl-i beyt olmak ne de ehl-i Medine bulunmak şart değildir.

 (2)

Keza ehl-i icma’ın aded-i tevâtüre baliğ olmaları da şart değildir. Çünkü ictihada sâlih zevatın kesret ve gılleti asrın feyiz ve semahetine tâbi bir şeydir. Olabilir ki, bir asır da on-on beş müctehid bulunduğu halde diğer bir asırda iki üç müctehid ancak zuhur edebilir. Ve icma’ın delâil-i şer’iyyeden olması hakkındaki edille-i sem’iyyede adede dair bir kayıt yoktur. Bilâ mûcip bir âmmı tahsis ise câiz olmaz.

 (3) Müctehitlerin husûlü ittifakında asırlarının münkariz olması dahi şart değildir.

Yani (icma’) vardır denilebilmek için ittifak eden müctehitlerin inkırazları beğenilmez. Bazıları derler ki,:

İcma’ ârânın istikrariyle hasıldır. Madem ki, müctehid henüz hayattadır. İhtimal ki, re’yinden dönebilir, ihtimal ise sübut-i istikrare mânidir.

Biz cevaben deriz ki,: Teemmül müddeti geçtikten sonra icma’ inikat eder. Ve bu inikat müstekâr olur. Artık bundan sonra ne kimsenin muhalefeti câiz olur ve ne de müctehidin rücuu muteber olur. Binâenaleyh teemmül müddeti geçtikten sonra böyle bir rücu ihimali tevehhümdür. Böyle bir tevehhüm ibtidâen mevcut iken inikat icma’a mani olmazsa badel inikat velistikrar onun ref’ini asla mucîp olamaz.

Keza buna hiçbir kimse muhalefet edemez. Çünkü: (Cumhura muhalefet kuvve-i hatadandır.) bir kere icma2münakit olduktan sonra arık o hüküm delil-i icma’ ile sabit olmuş bitmiştir. İnkıraz-ı asra ve rücuu tevehhümüne ihtiyaç kalmaz. Bundan başka icma’ın hüccetini gösteren edillede inkıraz-ı asra dair bir şart yoktur. Şu halde bunun iştiratı ziyade alennas demek olup bu ise sahih olamaz. Mezhebi Şafiîyede dahi kavl-i esah budur. Yalnız bir kavl-i inkıraz-ı asrı şart gösteriyor. Fakat bize göre bu şart yoktur. Eğer böyle bir şart mevcut farz olunsa o vakit icma’ın tahakkuku pek çok vakte mütevakkıf olur. Halbuki bu tevakkuf memnu’dur. Zira o halde icma’-ın ibtidaen dahi mün’akit olmaması lâzım gelir ki, bu da batıldır.

Semere-i hilâf şu olur ki,: . İnkıraz-ı asrı şart edenlere göre müctehidin reyinden rücu’ câiz fakat bize ve Şafiîyenin kavli esahhına göre bu rücu’ batıldır.

İhtilâf-ı sabık dahi icma’ lahikâ mâni değildir.

Şöyle ki,: Bir asırda ve bir hâdise hakkında müctehitler iki rey üzerine ayrılsalar hâdisenin hükmü hakkında ittifak edemeseler, sonra aralarında böyle ihtilâf cereyan edip dururken o müctehitler vefat etseler, görüyoruz ki, reyler ittifak edip de bir hüküm hakkında icma’ hasıl olamadan, ârâ istikrar bulmadan vefat ve inkıraz vuku buldu.

Bundan sonra ikinci asırdaki müctehitler, eğer bu iki rey’in biri üzerine ittifak ederlerse bu ittifaklarına karşı (vaktiyle bu hadise üzerine müctehitler arasında ihtilaf câri olmuş ve icma’ hasıl olamamıştır. Binâenaleyh;, sizin bu icma’-i lahikınız muteber değildir.) denilemez.

Çünkü bizim icma’ için aradığımız şey bir asır müctehitlerinin bir fert hariç kalmamak şartiyle ittifakı idi. Bu ise asr-ı sânide mevcuttur.

Meğer ki, icma’ mahalli ihtilâftan hariç üçüncü bir kavil üzere lahik ola.

Demek ki, faraziyemizdeki asr-ı sâni müctehitleri eğer asr-ı evvel müctehitlerinin ihtilaf ettikleri hâdiseden hariç bir kavil üzerine ittifak ederlerse bu, câiz olmaz.

Burada şayan-ı tetkik iki mesele-i esasiye vardır:

1-Asr-ı evvel ricali, iki kavl üzerine ihtilâf ettikten ve beyinlerinde bu hilâf müstekar olduktan sonra ikinci asırdaki müctehitler için asr-ı evveldeki akvalden birini tercih ederek onun üzerine icma’ ve ittifak câiz olur mu, olmaz mı?

Bize göre bu icma’ ve ittifak sahih olur. Fakat bu icma’ı câiz görmeyenler de vardır ve delilleri de şunlardır:

Evvela: Asr-ı sânide farz ettiğiniz ittifak mâdumdur. Çünkü, Farz edelim hicretin ellinci senesinde altı müctehid vardı. Bunlar bir hâdisede ihtilâf ettiler ve bu hilâf beyinlerinde müstekar olduğu halde o müctehitler vefat ettiler. Siz diyorsunuz ki, asr-ı sâni ricali ittifak etseler de bu vefat eden müctehitlerden meselâ ikisinin kavlini tercih edrek bunun üzerine ittifak etseler icma’ ve ittifak hasıl olur. Halbuki buna icma’ ve ittifak denilmez. Zira asr-ı evvelde bu hükme muhalif olan müctehitlerin sözleri meydandadır. Bu sözler ise bir delile müstenit olduğu için bizce muteberdir.

İmdi delillerinin vücudundan sözlerinin de vücudundan kendilerinin vücudu lâzım gelir. Kendileri mevcut olunca da asr-ı sânide farz ettiğiniz ittifak ve icma’ vücut bulamaz. Çünkü mani-i ictima olan (muhalefet) hâlâ bâki demektir. [2]

Saniyen: Farz ettiğimiz icma’ın sıhhati halinde selef tadlil edilmiş olur. Çünkü siz asr-ı evveldeki altı müctehitten üçünün kavlini kabul ediyor, diğer üçünü ret ediyorsunuz. Onların kavlini bu suretle ret, kendilerini dalâlete nisbet etmek demektir. Tadlil-i selef ise haramdır.

Birinci delilin cevabı:

İcma’, ümmet-i Muhamınediyeyi tekrimen hüccet oluyor. Zira bu ümmet dalâlet üzerine icma’ etmez buyuruyorlar. Onun için icma’ ile ihticaç ediliyor. Demek ki, hüccüyet-i icma’ bir eseri-i tekrim ve taltiftir. Acaba bu hürmet ve tekrime ahya mı müstehak olur, yoksa emvat mı? Tabiîdir ki, tekrim ve taltife ahya müstehaktır ve bu taltif ancak onlara taalluk eder.

Siz onların delilleri baki olduğu için sözleri de ve Binâenaleyh kendileri de bakî diyorsunuz. Fakat sizin bu istidlâliniz yanlıştır. Eğer onların delilleri icma’-ı lâhik ile mürtefi’ olmayaydı, o vakit o deliller baki farz olunurdu. Lakin icma’-ı lâhik onları kaldırdı, nasıl ki, hilâfına nass varit olan kıyas muteber değildir.

İkinci delilin cevabı:

Söylediğiniz nisbet-i tadlil, eğer bunların delillerine nazaran ise bu varit değildir. Ziraa onların delilleri icma’-ı lâhikin hudusu zamanına kadar hüccetti. Fakat sonra icma’-i lâhik o delili kaldırdı. Ortada delil kalmayınca delile nazaran onları tadlil dahi varit olmaz. Eğer nefsül emirde onları tadlil kastediyorsanız, tahtıe mânasına olmak üzere bu farzınız külliyen batıl olmaz. Çünkü bir müctehid hata da eder, sevap da eder. Binâenaleyh; kendisini icma’-ı lâhikin ittifak ettiği bir delil hilâfına ictihat ettiği tahtıesinden bir şey çıkmaz.

İkinci mesele-i esasiye şudur ki,:

Asr-ı evvel müctehitlerinin bir hâdisede iki re’ye ayrılarak ihtilâfları üçüncü bir kavlin nefi’ hakkında bir icma’dır. Yani o müctehitler bir hâdise hakkında “ya şöyledir veya böyledir” diye ihtilâf ettikleri vakit bu iki re’y haricinde medar-ı ictihat bir re’y bulunmadığında da ittifak ve icma’ etmiş olurlar.

Binâenaleyh; Asr-ı sâni ricali “bu kavliden birini tercih ederek onun üzerine icma’ edebilirler. Fakat bu iki kavli bırakıp da büsbütün mahall-i ihtilâftan hariç olan bir üçüncü re’y üzerine icma’ edemezler. Çünkü asr-ı evvel müctehitlerinin bahs ve münazarasıyle tahakkuk ediyor ki, o hadise hakkında ancak iki dermeyan edilebilir, üçüncü bir rey makbul olmaz. Bu husus daha asr-ı evvelde iken mücmeûn aleyhtir.

Meselâ meyyitin ceddi varken biraderine de hisse verilip verilmemesi hakkında vaktiyle müctehitler arasında hasıl olan ihtilâf, ceddin istiklâl veya mukaseme suretiyle irste istikakını tâyine dair olduğu cihetle artık sonradan cedd-i irsten malırum etmek üzere akd-i icma’a mesa’ yoktur.

Vaktiyle müctehitler meyyitin ceddi varken biraderine hisse verilip verilmemesi hakkında ihtilâf ettiler. Bir re’ye göre ced, eb gibi olduğundan malın küllisi ced’de verilir, kardeş sakıt olurdu. Diğer bir re’ye göre de miras malı dede ile kardeş arasında müştereken taksim edilirdi. İhtilâf bu suretle istikrar buldu. Fakat sonradan icma’ hasıl oldu. (Ced, eb gibidir.) denilirdi.

Görülüyor ki, bu hususta iki re’y var, ya dede müstakilen varis etmek veya kardeşle beraber mirasta müşterek kılmak ve bundan sonraki asırda ancak bu iki re’yden birisi tercih edilebilirdi. (Yoksa ced’de hiç miras yoktur.) suretinde mahall-i ihtilâftan hariç, üçüncü bir kavil üzerine icma’ lâhik olsa bu makbul olmazdı. Zira asr-ı evvelde ced için ya müstakilen veya müştereken vâris olur denilmesi, üçüncü bir re'yin olmayacağına delil idi. Bu suretle ced’din büsbütün mirastan malırumiyeti üzerine artık hiçbir icma’ varid olamaz.

Kezâlik emval-i ribeviyede illet-i riba’ beynel müctehidin muhtelefun fihtir. Bize göre illet-i riba, keyl-i meâl cinstir. Şafiîyeye göre taam meal cinstir. Mâlikiyeye göre idhâr meal cinstir. Görülüyor ki, müctehitler illet-i ribada ihtilâf etseler bile onun bir cüz’ü olan (cins) de ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh bir dördüncü re’y olmak üzere riba’ için bidunil cins bir illet bulmak ve bunda ittifak etmek kabil olamaz. Hilâf-ı sâbık, böyle bir icma’-i lâhika mani olur. Zira böyle bir re’y müttefekün aleyhi nefy eder. Zaten müctehitlerin ihtilâfları dördüncü bir kavlin nefyi hakkında icmaı demektir.

Kezâlik, sebîlinin gayrisinden hudus-i necîs halinde, meselâ bir adamın bir yerinden kan aktığı surette Şafiîyeye göre orayı yıkamakla taharet hasıl olur. Bize göre yıkamak kafî olmaz tecdid-i vüdû’ lâzım gelir. Görülüyor ki, vücûb-i tathirde bu iki rey müttehittir. Biri yıkamakla taharet hasıl luyor diyor. Biri abdest ile taharet hasıl olur diyor. Bundan sonraki bir asırda müctehitler bu hâdisede taharet için hiçbir şey lâzım gelmez diye icma’ etmiş olsalar makbul olmaz. Zira evvelki ihtilâf bir kavl-i sâlisin nefyi üzerine (icma’) demekti.

Böylece anaya –zevc Zevcenin vücûdu takdirinde- mirastan (sülüs-ü kül9 mü yoksa (sülüs-ü mâ yebka) verileceği muhtelefun fihti. Sonra (sülüs-ü mâ yebka) verileceğinden icma’ hasıl oldu. Şimdi bir üçüncü re’y çıkıp da (ana) zevc meâl ebeveynde, (sülüs-ü mâ yebka) ve zevc meâl ebeveynde (sülüs-ü kül) alacak diyemez. Sonraki icma’ ya ikisinde de (sülüs-ü mâ yebka) veya ikisinde de (sülüs-ü kül) alacağına mütedair olmalıdır.

Kitap ve sünnet gibi, icma’ ile dahi alâsebilil yakîn hüküm sabit olur.

Ehl-i İcma’ bir hükm-i şer-i üzerine icma’ edince acaba bunun hükmü nedir? İcma ile dahi kitap ve sünnet kat’iyyen ve yakînen hüküm sabit olurmu, yoksa icma’ kıyas gibi delil-i zannî midir?.

İcma ile dahi kitap ve sünnet gibi alâsebil-il yakîn hüküm sabit olur. Binâenaleyhn icma’ ile sabit olan bir hüküm inkâr edilse onun münkiri teklif olunur.

Hülâsa avârızdan kat’-ı nazar ve bihaseb’il asıl icma’ yakin ifade eder. nasıl ki, kitap ve sünnette dahi avârızdan kat-ı nazarı asıl olan katı’ ve yakin ifade etmeleridir.

 (Kitabın avârızına âyat-ı müevvele misâl olacağı gibi sünnetin avârızına da haber-i vâhid misâldir. Haber-i resûlde hiç şüphe yoktur. Yalnız nakil ve rivâyetinde şüphe vardır.)

İcma’ dahi böyledir, eğer mücmeünaleyh olan bir hükm-i şer’i bize tevâtüren nakil ve i’Sal olunursa bu icma’ın sübutu tevetür tarîkıyla olur. Tevâtüren menkûl icma’ ise bir icma’ı kat’îdir. Eğer nakil ve i’sal tarik-i ahad ile olursa o vakit icma’ dahi icma’i zanni olur. Meazalik asıl itibariyle icma’ bir hüccet-i kat’iyyedir.

İcma’ ile vücut bulan hükm-i şer’î ehl-i icma’ın kendi re’ylerinden ibaret değildir. Elbette icma’ bir senede müstenit olacaktır. Eğer icma’ re’yt ile olmuş olsaydı (kıyas) olurdu. Binâenaleyh; medar-ı ittifak olacak bir sebep ve bunu isnat edecek bir sebep bulunmadıkça, ehl’i icma’ın ittifakı âdeten müstehil olacağından, bir hüküm hakkında bunların ittifakı lâbud olarak bir sened-i şer’i ve bir delil-i sem’iye, isnad-ı lâzimeden olur. İmdi ehl-i icam’ın istinat ettikleri delil, eğer bir sened-i kat’i ise, o vakit icma’ ile tahakkuk eden hüküm o delil-i kat’iye müstenit olur. İcma’a müstenit olmaz. Bu halde icma’ senedi takviye ederek artık o delil hakkında ihtilâf haram olacağı gibi, bundan sonra o senedin keyfiyet-i delâletine dair olan bahisler dahi sakıt olur.

Filhakika icam’ın huccet-i kat’iyesini aklen isbat sırasında usûliyyun derler ki,; eğer icma’ bir huccet-i kat’iye olmasaydı onun bir delil-i kat’i üzerine takdimine sabahe icma’etmezlerdi. Zira kitap ve sünnete muzaf olan bir delilin aslında nesha ihtimali bulunduğu halde icma’ın aslında nesha hiç ihtimal yoktur. Fakat bu isabat yine mücmeunaleyh olan bir delilin vukuunu gösterir. Bizim bahsimiz icma’ın ne vakit müstakil bir delil teşkil edeceğini söylemektir.)

Velhasıl bir hükümde icma’ eğer bir delil-i kat’iye müsterit olarak vücut bulmuşsa. İcma’ orada müstakillen delil ve hüccet olamaz. İcma' müstakillen delil ve hüccet olmak için icma’ müstenedi delil-i zannî olmalıdır. Bu halde icma’ o delil-i zanniyi kuvvetlendirir. Ve hüküm dahi o vakit o delil-i zanniye değil, belki icma’a müstenit olur.