Geri

   

 

 

İleri

 

B. RUKN-İ SÂNİ: Sünnet

Ahkâm-ı Şer’iyye dört delile müstenittir ki, birincisi kitaptır. Ahkâm-ı şer’iyyenin asıl me’hazı kitabullahtır. Fakat ikincisi olan sünnet-i nebeviye dahi Kur'ân-ı Kerimi mübeyyin ve şeriat-ı mütahhareyi mukmil olmak itibariyle ahkâm-ı şer’iyyeye delil olmuştur. Bundan sonra üçüncü bir delilimiz daha vardır ki, yine Kur'ân ve Sünnete istinatla ümmetin icmaı yani icma-i ümmettir.

Bundan sonra bütün vukuat ve havadis nusus-i sabitede münderiç olmadığndan re’y ve kıyasa nazar ve istidlâle ihtiyaç takarrur ediyor ki, işte bu da dördüncü olarak kıyas-ı fukahadır. Bu dahi edile-i şeriyyeden oluyor.

Dedik ki, (Sünnet) delâil-i şer’iyyeden biridir.

Sünnet, Lûgat-i Arapta tarikat ve âdet mânasınadır. Meselâ (filân kavmin sünneti budur) demek (Filân kavmin âdeti budur) demektir.

İstilâh-i ilm-i usûlda: Nebiyi Zişan Efendimiz hazretlerinden Kur’ân’ın gayri olarak bilihtiyar şeref sadır olan şeydir.

Eğer bu bir (kavil) olursa buna (hadis-i şerif) denildiği gibi (sünnet-i kavliye) de denilirdi.

Nasıl ki, hadis, hadis denilince zilme tebadür eden sünnet-i kavliyedir. Eğer şeref sadır olan şey bir (fiil) ise_ zelle, fiil-i tab-ı hâsais-i nebi, beyân-i mücmel müstesna olmak üzüre_ Nabiyyi Zişanımızın hükm-i şeriye delâlet edecek suretteki efali dahi sünnet ve medar-i hükm-i şer’i olduğundan buna da (sünnet-i fiiliye) denilir.

Eğer nebiyi Zişan Efendimiz ümmetinden südurunu müşahede buyurdukları veya müttali oldukları bir kavil veya fiili red ve inkâr buyurmazlar, tesbit ve takrir buyururlarsa işte bu da bir sünnettir ki, buna da (Sünnet-i kakririye) denilir. Şu halde (sünnet) üç sınıfa kaksim olunur.

Sünnet-i kavliye

Bühhek-i fiiliye

Sünnet-i takririye

Mademki akval ve efal-i risalet penahileri bu suretle ümmet için medar-i istinat oluyor ve biz sünneti, edile-i şeriyedendir diyoruz. O halde bu sünen-i seniyenin ve tarik ile sadir olduğunu tetkik etmek ve bunun için de Vahy9i bilmek lâzım gelir. Çünkü Nebiyi Zişan Efendimizden şeref sadır olan sünnetler hep vahiy tarîkıyla şeref zuhur etmiştir.

Vahiy: Biri zâhir ve biri bâatın olmak üzere ikiye taksim olunur. Vahy-i zahirin işbu kısm-ı evvelidir.

Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Fendimizin Cenabı Hak tarafından tebliğ-i ahkâma memur melek olduğunu teyekkûn buyurduğu bir melekten istima’ buyurmalarıdır ki, işte Kur'ân-ı kerimin nüzulü bu suretle olup vahyi zahirin işbu kısm-ı evlâdır.

Resûl-i Ekrem Efendimizin yine melek vasıtasiyle ve fakat (kelâm) olmıyarak yalnız meleğin işaretiyle mahzar oldukları vahiylerdir ki, hadis-i kudsî dediklerimiz de işte bu kısma dahildir.

Nitekim Resûl-i Müçteba Efendimiz yani Ruh-ül Kudüs kalbime ilka etti de dedi ki,; hiçbir nefis bu Âlemde mevti idrak etmez. Ta ki, rızkını istikmal edinceye kadar. Meal-i münifinde olan hadis-i şerifde bu kısma vechi işaret vardır.

İlham-ı ilâhi ile kalb-i nübüvvet Penahilerine yakinen lâyıh olan şeylerdir. İşte bunlar da vahy-i zahirin üçüncü kısmını teşkil ederler.

İşte vahy-i zÂhirin bu aksam-ı selâsesi umum-i ümmet-i muhamınediye için hüccet olup bunlarla ihticac olunur ve bunlara ittibâ’ ümmet üzerine vâcip olur.

Lâkin mahzar-i ilham olan evliyaullahın ilhâmı, ancak kendileri için hüccet olup, diğerlerine hüccet olamayacağından bunları ilhâm-ı Nebevi ile karıştırılmamalıdır. İlhâmı Nebevi hem kendileri hakkında ve hem de âmme-i ümmet hakkında hüccettir.

Vahy-i bâtın dahi Resûl-i Ekrem Efendimizin içtihad ve teemmülle nail ve vasıl oldukları ahkâmdır.

Bundan da anlaşılıyor ki, Hakk-ı Nebevilerine (içtihad) dahi câizdir. Resûl-i Zişan Efendimiz hazretleri bir taraftan mahzar-i vahiy ve ilhâm oldukları gibi diğer taraftan dahi içtihad yani (vahy-i Bâtın) suretiyle de telkin-i ahkâm buyurabilirler.

Ulema-i Eşâireden bazılariyle ekseri mutezile Risaletpenah Efendimizden içtihadı men etmişlerdir, delilleri de nass-ı celilidir ki, buna Binâen Resûl-i Zişan Efendimizin sünneti, ancak vahiy neticesi olacak, içtihatta hata ve sevap cizdir. Halbuki hakk-ı nübüvvette hata nasıl tecviz olunur diyorlar.

Lâkin İmâm-ı malik ve İmâm-ı Şafiî ve âmme-i ehl-i hadis ile ekser-i Hanefîye içtihadın hakk-ı nebevide dahi cevazına kail olmuşlardır. Çünkü mademki sair Enbiya hakkında câiz ve belki vâkidir. Niçin Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında da câiz olmasın? Vakıa Resûl-i Ekrem Efendimiz cümlesinden efdaldir. Amma nübüvvette Enbiya-i saire ile zahiren müsavidirler.

Eğer Nübüvvet mani-i içtihad olsa, sırf vahye iktisar eylese sair Enbiya hakkında dahi içtihad câiz ve vâki olmamak lâzım gelirdir. Halbuki fıkra-i âtiye bu babta Davut ve Süleyman (aleyhisselâm.) gibi iki Nebiyi Zişanın keyfiyet-i içtihatlarını tasvir ediyor.

Bir kavmin koyunları bir cemaatin ekinini ifsat etmişlerdi. Ekin sahibi Hazret-i Davut (aleyhisselâm.) ın huzuruna gelerek dâva etti ve murafaa oldular. Davut (aleyhisselâm.) koyunları ekin sahibine hükmetti. O vakit küçük oğlu olan Süleyman (aleyhisselâm.) ki, onbir yaşındaydılar. Muhakemede hazır bulunuyorlardı. Pederlerine ihtaren dediler ki, tarafeyne daha muvafık olan bir hüküm vardır. Koyunu yine ekin sahibine vermeli, fakat tarlayı da koyun sahibi almalı ve tarla eksi haline gelinceye kadar koyunlar ekin sahibinin, tarla dahi koyun sahibinin yanında kalmalıdır.

O vakte kadar da ekin sahibi koyunların sütünden ve yününden intifa eylesin, Tarla yevm-i ifsadındaki hâlet-i aslîyesine avdet edince her kavim yine kendi malını alsın…

Hazret-i Davut (aleyhisselâm.) bu reyi daha isabetli bularak hükmü o şekilde imza buyurdu. İşte görülüyorki Hazret-i Davut’un ve gerek Hazret-i Süleymanın şu hükümleri (içtihadî) idi. Eğer Nübüvvet alelıtlâk surette içtihada mâni-olsaydı ulülazım peygamberlerden sayılan Hazret-i Davut ve Süleyman (aleyhisselâm.) haklarında dahi içtihad câiz olmamak lâzım gelirdi. Halbuki işte görülüyor kim hem câiz ve hem de vakîdir. Binâenaleyh nebiyi Zişanımız hakkında dahi içtihad câiz olmalıdır.

İçtihatta hata câizdir, itirazına da deriz ki, vakıa hata olabilir. Fakat Hakk-ı Nübüvvette (hata) istimrar etmez. Bizimle resuûl-ü Kiramın hatası arasındaki fark; onların derhal tembih ve irşat olunarak hatalarının zevali bizim hatamızın ise üzerimizde kalmasıdır. Onlar da hata müstemir olamaz. Asıl memnu olan hata, hakk-ı Nübüvvetpenâhiye sığıştırılamıyan hata böyle müstemir olan hatalardır.

 (Bilâkis Resûl-i Ekrem Efendimizin istimrar buyurdurkları bir içtihadın isabeti büsbütün kati’ ve yakın kesbeder. Çünkü eğer hata olsaydı istimrar etmeyecekti. Binâenaleyh ümmetin içtihad-ı Nebiye muhalefeti kat’a câiz olmaz.)

Bundan başka Resûl-i Ekrem Efendimiz habler ve emsaline müteallik olan ekseri umurda Sahabe-i Güzînle müşavere buyururlardı: Bu müşavereleri de rey istihsali içindi. Demek rey ve içtihada cevaz varmış ki, böyle yapıyorlardı. Şimdi nassın ademi halinde Sabahe-i Güzînle istişare ve onların re’yi ile amel Zati Nübüvvetpenâhileri için amel câiz olunca bütün re’ylerden akva ve ekmel olan re’y ve içtihad-ı nübevvetpenahileri ile de amel evla ve edeldir.

Lâkin indel-Hanefîyye en muhtar tarik; (aleyhisselâm.) Efendimizin evvelâ vahyi zahire intizarları ve vahiy munkadi’ olur veya teehhur ederse o vakit içtihatla telkin-i ahkâm buyurmalarıdır.

Zaten hâdisatı âlemde dahi tarik-ı hüküm böyle değil midir? Bir hâdise vâki olunca evvelâ nusus-u kavanine bakılır. Eğer o hâdise hakkında mansus bir hüküm yoksa bit-tabi’ hâdise yüzüstü kalamayacağından re’y ve içtihada müracaatla mesele hallolunur ve sonra o içtihad diğer bir kanuna zemin olur.

İşte Kavanin-ı ilâhîyede dahi böyledir. İptida vahiy intizar olunur, nüzül-ü vahiy memul olacak b. ir zaman geçince o vakit içtihad tecviz olunur. Bundan da anlaşılıyor ki,, vahy-i zâhir ile vahyi bâtın içtima ederse vahyi zâhir tercih olunur.

Dedik ki, (sünnet) üç kısımdır:

Sünnet-i kavliyedir ki, Nebiyi Zîşan Efendimizden sadır olan akvaldir. Ve buna

(Hadis-i şerif) dahi derler.

Sünnet-i fiiliyedir ki, buna da ümmet üzerine hüccet ve ahkâm-ı şer’iyyeye mehazdır. Fakat bu fiil ef’ali kasdiyeden olmalıdır, la ankasdın meselâ hâlet-i Nevmde sâdır olan fiiller hariç kaldığı gibi zelle ve ef’âli tabiîyeden ma’dut fiillerle beyan-i mücmel kabilinden olan ve kezâ zat-i Nübüvvet penahilerine muhsuss olan efal dahi sünnet-i fiiliyeden hariç kalır.

Zelle; lûgaten yürürken ayak kaymak ve söylerken hata etmek mânasınadır

Cümlelerinde olduğu gibi. Zelle bu suretle mastar olduğu gibi isim dahi olur ki,, işte bu makamda isimdir. (Zelle) usûl ıstılâhıında hattizatında gayrı maksut olup tarik-i mübahın neticesi olan bir fiil-i haramın ismine derler. Aslen, zaten o fiil haram ise de failince o fiili icra maksut değildir. O halde böyle bir fiil esasen ma’siyet olamaz. (Meselâ yolda yürümek mübahtır, fakat her nasılsa yürürken ayağımız kayıverse işte bu bir zelle olur, mücib-i muahezedir. Hatta bu suretle ayağımız kaymakla birisinin küfesini devirirsek bize zıman lâzım gelir) .

Mamafih Enbiya-i İzam Hazeratı günahtan mâsumdurlar. Fıtratı mukaddeseleri icabınca onlarda Allahü Azimüşşana karşı masiyet yoktur. Fakat bunlardan da zelle sadır olabilir. Eğer enbiyadan böyle bir zelle sadır olacak olursa tariki mübahtan münteç olarak bir fiil-i memnu işlemiş bulunurlarsa o fiil iktidaya Salih değildir. Maazalik, Enbiyayı Kiram zellenin vukuunu kendileri beyan ederler, veyahut taraf-i Bâriden kendilerine beyan olunur.

Kasas sûresinde mastur olduğu ve âyet-i kerimesinin delâlet ettiği veçhile Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ın araya girmesi bir fiili mübah idi.

Lâkin o dokunmanın neticesi olarak mingayri kastin veut bulan katil bir fiil-i memnudur ki, işte buna (Zelle) derler.

Kezâlik Âdem (aleyhisselâm) ın ekl-i şecereye mübaşereti dahi (Zelle) kabilindendir. İşte Nebiyi Zişan Efendimizden de böylece bir zelle sadır olmak muhtemeldir. Fakat bu zelle dahi bir fiil olduğu halde mühtedabih olamaz. Bir hükm-i şeriye mehaz addedilemez. Bunun gibi Resûl’ü erkemden sehven ve nisyanen vuku bulan bilcümle efal, yani efal-i gayri kastiye iktidaye Salih olamaz. Efal-i tabiyeden olan fiiller ki, yemek, içmek, kalkmak ve oturmak gibi bil-ittifak mübah olan şeylerdir. Bunlar dahi iktidaye Salih olamaz yani bunlara iktida müstahsen olmakla beraber mütahattem değildir. İktida etmemekle ümmet muatep olmaz.

Beyan-ı mücmel kabilinden olan efal dahi sünnet-i fiiliyeye dahil olamaz. Çünkü bu beyan mübeyyene tâbidir. Eğer mübeyyen vâcip ise, beyan dahi vâcip, mübeyyen mübah ise beyan dahi mübah olur. Onun için beyan-i mücmel sünnetin gayridir. Mesalâ

Âyet- kerimesi mücmel olup kat’-i yedin nereden olacağı bu âyeti celileden anlaşılamıyordu. Nebiyi Zîşan Efendimiz kat’ın nereden olacağını ridayı Safvanı sirkat eden sarıkın yedini tam bileğinden kestirmekle beyan buyurdular. Fakat bu beyan sünnet-i fiiliyeye değil, kitab-ı kerime mülhak oldu.

Hasais-i Nebi ki, zat-ı nübüvvet penahilerine muhtas bir takım efaldir. Kendilerine karşı vâcip ise de bize göre vâcib-ül iktida değildir. Duha veteheccüd namazları gibi. Biz onları kılmazsak öğle veya ikindi namazlarını kılmamış gibi muatab olmayız. Bizim için bu efal-i nebeviyeye iktida mutahattem değildir.

Kezâlik Resûl-i Ekrem Efendimiz dörtlerine tefaddülen verilmiş olmakla bizim için iktidaya Salih olamaz (zaten şirket-i ihtisasa mânidir.)

İşte efal-i Nebeviyeden bu saydığımız dört müstesnadan maadâ olan efal-i Nebeviye muktedabih olmaya Salih olduğu gibi onlar üzerine dahi ahkâm-ı şer’iyye bina olunur. Ve bu efale de (sünnet-i fiiliye) denilir.

Bir de bu efalin eğer sıfatları malûm ise bakılır; eğer bu fiil hakkı Nebîde vâcip idiyse ümmeti hakkında da vâcip hakkı Bebîde müstehap ise ümmet hakkında da müstehap veya mübah olur. Yani ümmet dahi ibadetlerde ve ibadetlerin gayri de fiillerin malû olan sıfatlarına göre bir delil-i husus ümmetin bu hükümden hurucuna delâlet edinceye kadar iktida eyler.

Velhasıl; kaideyi esasiye, sıfatları malûm olan efal-i Nebeviyenin hükmü yalnız zat-i nübüvvet penahilerine muhtas olmayıp ümmetleri dahi bunda müşterektirler. Bir fiilin mesalâ eğer farz olduğunu beyan buyururlarsa o bizim için dahi farzdır. Eğer fiilin mendup olduğu bilinirse o fiil bizim için de menduptur. Fakat delil-i huruç ve delil-i husus gibi bir sârif bulunacak olursa o vakit bu kaideyi asliyeden udûl edilir de bu efalin hükmü zat-i nübüvvet penahilerine muhtas kalır. Eğer bu efalin Nebiyi Zişanımız hakkındaki sıfatları bilinmezse o vakit ednay-i müteyekkin (İbahe) olduğundan ona haml olunarak bize dahi ittibaı câiz olur.

Sünnet-i takririyedir ki, ümmetinden sudurunu görüp de bilârettin sükûü ....... buyurdukları kavil veya fiildir.

Takrir; tesbit mânasınadır. İşte Nebiyi Zişânımız dahi münkerattan olmadığı bilinen bir şeyi görüp de veya muttali olup da sükût buyururlarksa o fiili tesbit ve takrir buyurmuş olurlar ki, bununla da sünnet-i takririye vücut bulmuş olur. Lâkin dediğimiz gibi o şey hakkında münkerattan olmamak kaydı muteberdir. Yoksa münkeratta_ meselâ esnâma ibadet, ateşe ve yıldıza ibadet gibi şeylerde_ itilâdan sonra sükûtları tesbit ve takrir addedilip de onların da mübah olduğuna delil teşkil edilemez. Hülâsa:

Sünnet, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazret-i Den şeref sadır olan kavil, fiil veya takrirdir.

Sünnet-i kavliye ile bilhassa hadîs-i şerif ve sünnet-i fiiliye ile zelleden ve fiil-i tab’iden ve beyan-ı mücmelden ve zat-ı akdeslerine mahsus olandan maada fiil-i kasdi ve sünnet-i takririye ile ümmetinden sudurunu görüp de bilâ inkâr sükût buyurdukları fiil veya kavil murattır.

Haber

Geçen derste söylediğimiz veçhile sünnet üç kısımdır:

Birincisi; Sünnet-i kavliyedir ki, buna (hadis-i şerif) de denilir.

Sünnet- i Kavliye: Mebâhis-i Mühimmeyi cami’ olduğundan bunun için (aksam-ı haber) namiyle bir mebhas-ı mahsus teşekkül etmektedir.

Sünnet-i kavliye için dedik ki, Nebiyi Zişan (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizden sadır olan akval-i nebeviyedir. Bu akval dahi birer haberdir. Böyle bir haberin bizden başlıyarak zaman-ı nübüvvet panahiye kadar (meselâ filân filândan, filân filândan rivâyet etti de dedi ki,; Nebiyi Zişan Efendimiz şöle buyurdular) diye bir tarik-i istinadı vardır. Şu halde kavli Nebevi ile zat-ı akdes-i nübüvvet penahi arasında bir istisal mevcut demektir. Yani bizden ta zat-i kutsî sıfat-ı risâlet penahiye kadar o haberin bir ittisal umûr-i nisbiyedendir. Şu kitap şu kitaba muttasıl olunca, o kitap da bu kitaba muttasıl olur. Bu tabiîdir. Lâkin istilah-ı muhaddisinden olan (ittisal) dan maksut, taraf-ı nübüvveten taraf-ı âhara kadar olan ittisaldir. Mamafih biz-zarûre ravi-i âhırdan dahi yukarıya doğru haberin ittisali vardır.

Haber üç kısımdır:

Birincisi; İttisali, her cihet-i şüpheden beridir. Buna (mütevâtir) denilir.

İkincisi; ittisalinde sureten şüphe vardır ki, buna (meşhûr) denilir.

Üçüncüsü; ittisalinde sureten ve mânen şüphe vardır ki, buna da (ahad) denilir.

1. Haber-i Mütevâtir

Haber-i mütevâtir: Kizp üzerine ittifaklarını âdeten akıl tecviz etmiyen cemaatin haberidir (mecelle 1676) nakl-i Kur'ân, a’dadı rekât, mekadir-i zekât gibi.

Haber-i mütevâtir öyle bir haberdir ki,, o haberin zat- i nübüvvet penahinden bize kadar ittisali her cihet-i şüpheden berîdir. Öyle bir ittisal ki, her cihetle şüpheden varestedir.

Tevâtür; zaten lûgat-ı Arapta tetabu’ mânasına olduğundan haber-i mütevâtir, haber-i mütetabi’demektir. Âsâri selâsede birbiri ardında cemaat derecesinde olan ravileri gelip haber verdiklerinden bu isim verilmiştir. Haber-i mütevatirin Nebiyi Zişan Efendimize ittisali kâmildir. Hatta buna (Kâmil-ül ittisal) dahi derler ki, ne zahiren ne de hakikaten ittisalinde şüphe yok demektir. İşte (haber-i mütevâtir) dediğimiz haber böyle bir haberdir. Şimdi de bu ilim istilâhınca haber-i mütevatirin neye denildiğini tarih edelim.

 (Haber-i mütevâtir) öyle bir haberdir ki,; haberin sudur ettiği cemaatin böyle bir haberde kizp üzerine ittifaklarını akıl tecviz etmez. Yani böyle bir haberden menfaat celbi ve mazarrad def’i gibi kizp ihtiyarını mûcip arada bir delil yoktur, akıl onların kizbini câiz görmüyor. Bu cemaat kizp üzerine ittifak etsinler de haber versinler bunu tecviz etmiyor. Lâkin aklın bu suretle ademi tecvizi o haberin kizp olmasının imkânı zâtisine nazaran değildir. Çünkü akıl muhalata kadar olan şeyleri de mümkün addedebilir. Fakat âdeten akıl bu cemaatin kizp üzerine ittifaklarını tecviz etmiyor. Meselâ bir hakikatin diğer hakikate mungalip olması imkânını akıl hiçbir surette tecviz etmez. Fakat bu o kabilden değildir. Bunun imkânı zatisi vardır. Lâkin âdete nazaran akıl bunu miyar-ı âdete koysa, böyle bir haberde kizbi tecviz etmez. Bu kadar adamlar müttefik olsunlar, bil-ittifak kizbi îsâl etsinler. Bu söz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in sözüdür desinler. Bunu câiz görmez. İşte böyle olan bir habere (Haber-i mütevâtir) derler.

Aklın bu suretle bu haberin kizbini adem-i tecvizi: (Bu muhbirlerin hepsinin haberde teyekkunu şarttır. Bunların her birerleri haberlerinin sıtkını teyekkün etmişlerdir. Hiç şüphesiz bildikleri için böyle naklediyorlar ve tabiîdir ki, kizp üzerine ittifak edemezler) diye vicdanen tertibi mukaddemata lüzum görerek bir adem-i tecviz değildir. Çünkü böyle bir cemaatin haberde bu suretle ilm-i yakiniyle müteyekkin olması şart değildir. Bazılarının suret-i kat’iyede bilmesi lâzım ise de diğerlerinin teyekkunları şart değildir. Teyekkun etmese bile verilen haberde o kadar itimadı var ki, onların da hiç şüphesi kalmıyor. İşte bu da kâfidir. İş bu mertebeye gelince o habere (haber-i mütevâtir) denilir.

Kezâlik, aklın bu suretle cemaatin kizp üzerine ittifaklarını âdeten tecviz etmemesi muhbirlerin adeden hasır ve ta’dada gelmemelerinden ileri de gelmez. Zira cemaatin adeden hasır ve ta’dada gelmemesi şart değildir.

Kezâlik akıl, bu kizbi muhbirlerin adeleti olmasına mebni tecviz etmez. Yani akıl âdil olan bir cemaat nasıl ihtiyarı kizp etsin diyerek bunların kizpte ittifaklarını tecviz etmez, mânasına bir tevâtür dahi maksut değildir. Zira bunu da lüzumu yoktur.

Veyahut akıl, muhbirlerin yerleri ve vatanlarınca olan ihtilâflarını görerek bu kadtar halk, beyinlerinde bir münasebet olmadığı cihetle kizp üzerine ittifak edemezler. İşte bunun için de haberleri (mütevâtir) dir demez. Zira muhbirlerin yerleri ve vatanları muhtelif olsun olmasın (tevâtür) de bunun dahli yoktur.

Kezâlik, muhbirlerin içinde gayri Müslim bulunması da zarar vermez. Çünkü hülâsa edersek görürüz ki, haberi mütevatirden maksat o haberden bir (İlm-i zarurî) husûlünü teminden ibarettir. Haber, o mertebe kuvvetli olmalıdır ki, işitenlerce (ilm-i zaruri) hasıl olmalıdır. Nasıl ki, Kostantiniye fethinde kostantin’in ölümünü haber veren bir gayri Müslim idi. Bununla beraber mevcut olan gaziler ve umera-i askeriye bu haberi kanaat-i kâmile ile telâkki ettiler. Bu haberden onlara ilm-i zaruri hasıl oldu. Acaba! Diye şüphe bile etmediler…

İşte buraya kadar haber-i mütevatire dair söylediğimiz şeyler mutlak olarak (haber-i mütevâtir) hakkındadır. Şu kadar ki, bu haberi verenler bir cemaat olmalıdır. Yoksa bir iki kişinin haberine mütevâtir denilmez, muhbirlerin adedi de çok olacak, fakat ne kadar bir çokluk olacağı muayyen değildir. İşitene bir ilm-i zarurî temin edecek kadar çokluk bulunmakta kâfidir.

Meselâ beş- on hacı Hicazdan avdette bir vakıa haber verseler derhal onun vukuunun sıhhati hakkında bir ilm-i zaruri hasıl olmaz mi? Veyahut camii şerifte namaz kılarken halk dağılıverse de ne oldu diye sorunca bir hâdise, bir cinâyet vuku buldu deseler, bunda şüphe eder miyiz? Mukırrı köyüne giderken vagonda birisi hastalanınış, vefat etmiş deseler buna derhal inanınaz mıyız? Görüyorsunuz ya bunları işitince bizde nasıl bir ilm-i zaruri hasıl oluyor. İşte haber verenler de adet-i beyyineden fazla bir çokluk bulunmalı ve asıl maksat olan (ilm-i zaruri) dahi ihbarları ile hasıl olmalı ve akıl âdeten bunların kizipte ittifaklarını tecviz etmemeli. Amma bu kizbin imkân-ı zatisi olur. Lâkin bu itibarla değil belki akıl, âdeten bunların kizipte ittifaklarını tecviz etmemeli. Şu kadar ki, meselâ karn-ı sâni ravilerinden her biri o haberi karn-i evvel ravilerinden ahz ve telakki etmiş olmalıdır. Eğer karn-ı sâni ravilerinden bazıları o hadîsi diğerlerinden yani karn-i evvel ravilerinden o hadîsi ahz ve telâkki eden hem asırlarından rivâyet etmiş olurlarsa o hadîs, hadîs-i mütevâtir olmaz.

Velhasıl hadîs-i mütevatirin ravileri kurun-i muteberinin

Hadîs-i şerifine işarettir. Her birinde kizp üzerine tevaddu’ ve tevafuklarını âdeten akıl tecviz etmeyen cemaat olmalıdır.

Nakli Kur'ân, âdad-ı rek’at, mekadir_i zekât bu kabildendir. Kur’-an’ın bize nakli tevâtürün en vâzih misalidir. Kur'ân-ı kerimin kelâm-ı ilâhî olarak Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) nazil olduğu, bunun Kur'ân olduğu, diğer bir mahlûk sözü olmadığı, Peygamberin de kendi kelâmı olmadığı asr_ı nebeviden beri bize haber veriliyor. İşte bu haber bu saydıklarımız için ilm-i yakini ifade ediyor.

Çünkü bu ittisalinde hiç şüphe olmayan bir haberdir ki, karn-i sahabe ve karn-i tâbiin ve kurun-itebeu tâbiin de kizp üzerine ittifaklarını aklın âdeten tecviz etmediği cemaat ve nakl-i habere Salih olan dühad-ı ümmet bize bunu haber verdiler.

Kezâlik (adad-i rek’at) ve mücmel olan âyet-i zekâtı mübeyyin olan

Hadîs-i şerifi dahi tarîk-i tevâtürle bize vasıl olarak bizde ilm-i zaruri hasıl eylemiştir.

2. Haber-i Meşhûr

Haber-i meşhûr: Evveli ahad gibi olup, sonra asrı sâni ve saliste müştehir olan haberdir. Haf üzerine mesh hadis-i şerifi gibi.

Haber-i meşhûr: ittisalinde sureten şüphe olan haberdir. Yani karn-i evvelde haber, haber-i ahat ikinci ve üçüncü karinlerde kizp üzerine tevâtür ve ittifakları mutasavver olmayan cemaatin haberidir.

Haber-i mütevatirin ittisali bilvücuh şüpheden berîdir. Lakin haberi meşhurun ittisalinde sureten şüphe vardır. Zira karn-i evvelin haberi, haber-i ahattır. Ma’nen şüphe yoktur. Zira karn-i sâni ve sâlisde cemaatı kesireden mütevâtir olmuştur. Bunun da şer’iyyatta misali haf üzerine mesh hadîs-i şerifidir.

3. Haber-i Ahad

Haber-i ahad: Vahidin vahitten veya vahidin cemaattan veyahut cemaatın vahitten nakleylediği haberdir.

Haber-i ahad: İttisalinde sureten ve mânen şüphe olan haberlerdir. Fakat haber-i ahad denilince mutlaka râvi bir kişi olacak zannında bulunmamalıdır. Vahidin vahitten naklettiği haber haber-i ahattan olduğu gibi, cemaatın vahitten naklettiği haber de haber-i ahadtır. Bir nevi haberlerde kûrûn-i selâseden hiçbir karinde cemaat haylûlet etmiyor.

Şu halde râvisi vâhid olan bir haberin cemaattan nakledilmesiyle haber, vahitlikten çıkmaz ve cemaatin vahitten naklettiği haber dahi haber-i ahattır.

İşte şimdiki beyineler dahi iki şahsın haberi olmakla beraber haber-i ahattan addolunurlar.

*

* *

Aksam-ı haberin tarifleri bitti. Şimdi de bunların hükümlerini görelim:

Mütevatirin hükmü

Mütevatirin hükmü: Biz-zarûre yakîni mucip olmaktır.

Kurun-i selasede râvilerinin kizp üzerine ittifaklarını aklın tecviz etmediği haber-i mütevatirin hükmü: Samia biz-zarûre ilm-i yakîn hasıl etmektir. Bize bir haber vasıl olunca onun tesiri ilm-i yakîn ifade etmesidir. Merâtib-i ilimden biri olan ilm-i yakîn ifade etmesidir. Merâtib-i ilimden biri olan ilm-i yakîn dahi bir şeyin bütün kuvvetiyle idrat edilmesi onda teyekkun olunmasıdır ki, havas-ı hamse ile idrak olunan ilimler bu kabildendir.

Bir de mertebe-i zan suretiyle bilinen şeyler vardır ki, bunlardaki ilim vicdanen Sıtkı kizbine galip olmak suretiyle müteyekkindir.

Bir de (Mertebe-i şek) vardır ki, onda sıdk u kizp müsavidir.

Bir de (mertebe-i vehim) vardır ki, onda bir tarafın galip olmasına mukabil diğer taraf mecruhtur. İşte bu mecruh vehm olup taraf-ı racih dahi (zan) dır.

Velhasıl haber-i mütevâtir vasıl olunca telâkki edenlerin kalblerinde ve vicdanlarında bir ilim hasıl olur ki, o bir ilm-i yakîndir.

İlm-i yakîn dahi nazarî ve zarurî olmak üzere iki kısma ayrılır.

İlm-i yakîni nazarî: İstidlâle tertib-i mukaddemata ve muhakemat-ı vicdaniyeye mütevakkıftır.

İlm-i yakın-ı zarurîde ise tevsid-i mukaddimeteyne hacet olmıyarak biz-zarûre ilim hasıl olur.

Meselâ bizim müşahedata olan ilmimizde nazar ve istidlâle ihtiyacımız yoktur. Bir ikinin yarısıdır, iki kere iki dört eder ilminde olduğu gibi bunlarda dahi nazar ve istidlâle ve tertib-i mukaddemata lüzum yoktur. Binâenaleyh müşahedatımızdan ve havas-ı zahire-i sairemizle olan mahsusatımızdan bir ilm-i yakîn istihsali için vicdanımızda tertib-i mukaddemata mecbur ve muhtaç olmayarak bunlar hakkında öyle bir ilm-i yakîn hasıl ederiz ki, işte bu bizim için biz-zarûre bir ilim olur.

İşte haber-i mütevatirin verdiği ilim dahi hem yaki ni ve hem de zarurîdir. Çünkü nazar ve istidlâle ehil olmayanda dahi böyle bir ilim hasıl olabilir. Meselâ on yaşında bir çocuk tertib-i mukaddemata ehil olmadığı halde onun için dahi (ilm-i zarurî) hasıldır. Çocukların da biz-zarûre bildikleri şeyler vardır. Eğer her ilm-i yakîn nazar ve istidlâle tevakkuf etseydi böyle nazar ve istidlâle ehil olmayanlar için ilm-i zarurî hasıl olmamak lâzım gelirdi. Halbuki onlar içinde hasıldır.

Hindistan’da ulemadan geçinen Semine ve Berahime namında bazı kabail vardır ki, bunlar risaleti inkâr ederek haberi, esbab-ı ilimden addetmezler, her şeyde mahsusatla amel etmek isterler. Sofustâiye mezhebi de böyledir. Fakat bu, bedahete karşı bir inkârdır. Eğer biz haberi ortadan atsak, haberle bir şeyin sübutunu farz etmesek insan o vakit kendi kaklını bilmemiş anasını ve babasını tanımamış olur. İnsanın mai mehinden mahlûkiyeti haberle sabittir. Kendi evlâdımızı görerek bunu muayene edebilirsek de kendimizin oluşunu haberle biliriz. Bu, mahsus değildir. Kezâ biz bu din-i mübinin hak olduğunu, ne ulvî bir din olduğunu haberlere müsteniden biliyor ve teyekkun ediyoruz. Haber eğer esbâbı ilimden olmasa biz bunu bilebilir miyiz? Sonra biz de gideriz, dünya da gider!. . Çünkü bizim sebeb-i hayatımız olan bir takim edviye ve et’ime vardır ki, bunların içerisinde mühlik ve zehirleyici olanları da vardır. Biz bunları nasıl anlarız. Her birini tecrübe ile bilmeye kalkışsak her tecrübede vücudumuzu helâk olmuş görürüz. Halbuki bunlar bize haber verilmiştir. Böylece anamızı babamızı bilmekliğimiz de hep haber neticesidir. Biz kendi çocuklarımızı kendimiz terbiye ediyoruz. Ya bizi de terbiye eden peder ve validemizdir diyemeyiz. Çünkü sokağa atılan çocukları da terbiye ediyorlar. İhtimal ki, bir çocuğu bulan terbiye etmiş ve süt anne elinde büyümüştür. Ona pederinin ve vâlidesinin kim olduğunu haber vermelidir ki, onları bilsin, benim annem babam filânlardır desin. Haberi ortadan atmak mukteza-i aklı sarahaten inkâr etmek olur. Binâenaleyh bu fikir merdut ve batıldır.

Meşhurun hükmü

Karn-i evvelde haber-i ahad kabilinden olduğu halde sâni ve Saliste haber-i cemaat olan meşhurun hükmü: Te’sirde tumaninet zannı mucip olmaktır. Demek ki, haber-i meşhûr meratib-i ilimden mertebe-i zanni ifade ederse de bu zanda bir itmi’nan ve kalbi teskin edecek derecede bir kuvvet vardır. Zaten itminan-i kalb dediğimiz şey de budur. Bir şey hakkında ibtidâ kalbe bir helecan gelir, sonra diğer bir şey o helecanı durdurur, onu kaldırırsa o vakit kalbe bir itminan gelir ve haber-i meşhurda dahi bu hal vardır.

Tumaninet, nefiste müdrikat hakkında husûle gelen ziyade-i tavtin ve teskindir. Eğer müdrik olan şey zaten umûr-i zanniyeden ise itminan ve tumaninet o zannı kuvvetlendirir, nefis bu itminan ile sükûnet bulur. Eğer müdrek olan şey yakıniyattan ise hakkındaki itminan tezayüt eder. Meselâ biz Mekke-i Mükerremeyi görmeden onun vücudunu biliriz, kalbimizde bunun için bir şek yoktur. Çünkü o buk’a-i mukaddesenin mevcudiyeti bize tevâtüren haber verilmiştir. Şu kadar ki, biz Mekke-i Mükerremeye gitsek de bir de re’yel ayn görsek bu surette evvelki bilgimiz ve yak3ınimiz tezayüd eder de kalben mutmain oluruz.

Nasıl ki, ........ âyet-i celilesinde kemâl-i yakîne işaret vardır.

Demek ki, yakiniyatta tumanînet ziyade-i yakîni ve kemâl-i yakîni ifade eder, zanniyatta ise o zannı kuvvetlendirir ve zan ciheti tereccüh eder. Hemen hemen o ilim hadd-i yakîne vasıl olur ki, haber-i meşhurun tumaninet ifade etmesinden maksat da budur.

Haber-i meşhûr-i tumaninet zannı ifade eder. Çünkü ikinci ve üçüncü kanlerde kizpte ittifakları mutasavver olmayan cemaatin haberidir.

Haber ibtida haber-i ahad derecesinde olduğu için kalbin ıstırabı vardı, helecanda idi (belki bu söz mişkat-i nübüvvetten çıkmamıştır) diyordu. Fakat o ahadın ayan-i ümmetten işrak-ı nübüvvetle alavechil kemal müstenir olmuş, ashab-ı güzinden olduğunu düşünmekle beraber karn-ı sâni ve salisteki tevâtürü dahi helecanını ref'etti, kalbe bir sü­kunet geldi. İşte böyle bir helecanın mertebe-i sükununda haber-i meşhurun ifade ettiği ilim, tumaninet-i zannı müfittir diyoruz. Eğer karn-ı sâni ve saliste bu şöhret olmasa ve ıstırab-ı vicdani baki kalsaydı o halde haberin verdiği ilim büsbütün mertebe-i zanda kalır, haber-i ahad gibi olurdu.

Haber-i mütevatirin eseri mademki bizzature ilimdir, münkiri tekfir olunur. Fakat hadis-i meşhurun eseri tumaninet-i zan olunca cahidi ikfar olunmazsa da izlal ve tefsik olunur. Böyle bir hadis-i Nebiyyi Zi­şandan kizp üzerine ittifakları mutasavver olmayan cemaat işitmediğinden inkarı haşa tekzib-i Nebeviyye müeddi olmayarak mûcib-i küfür olmazsa da böyle bir haberi kabul ettiklerinden dolayı ulema-i kiram ha­zeratını tahtieye ve bu sözün Nebiyyi Zişan Efendimizin sözü olup olmadığında teemmülsüzlükle ithamlarına müeddi olacağından ve tahtiye ise bid'at ve dalalet olduğundan münkiri idlal ve tefsik olunur.

Haber-i ahadın hükmü

Ravileri hiçbir karında haddi tevâtüre baliğ olmayan haber-i ahadın hükmü: Yalnız ravi hakkındaki şurut-i mutebere olarak (amel) den ibarettir. Şu kadar ki, tevâtürde muhbirler hakkında hiçbir şart yokken haber-i ahad ile amelin sıhhatinde bazı şartlar vardır. Bunlardan biri mefkud olursa amel dahi vacip olmaz. Demek ki, kendisinde bu şerait tahakkuk eden haber-i vâhid ilim cihetiyle galebe-i zannı mucip ve mazmunu gerek vücûb ve gerek nedib olsun onunla amel vacip olur. Lakin münkiri tekfir olunmaz, eğer itikadı mucip münkiri de tekfir edilirdi. Şu kadar ki, münkiri yine tadlil olunur. Çünkü habere taarruz olunmasa bile muhbir olan ulema-i kiram tahtie edilmiş demektir.

Şartların birincisi akıldır.

Bununla sagir, ma’tuh ve mecnunun haberleri hariç kalır. Vakıa sagirin bahusus mümeyyiz olduğu surette aklı mertebe-i kemale karin ise de asim olmayacağını mükellef olmadığını bildiğinden yalan söylemesi muhtemeldir.

Şartların ikincisi İslamdır.

Ravide islamın iştiratı, yalan söyleyeceğinden hazeren değildir. Çünkü kizb cemi' edyanda memnudur. Belki gayri müslim bulunanlar taassub-u diniyeye kapılarak şer-i mübini hedme saidirler. Bu, umûr-i tabiiyedendir. Binâenaleyh umûr-i diniyede onların şahadeti makbul olamaz.

Şartların üçüncüsü Zabıttır.

Bu da dört şeyin bir araya gelmesiyle tahakkuk eder:

1) Hakk-ı simadır ki, ravi hiçbir şeyi kaçırmayarak kema hüve hakkehü kelamı işitebilmiş olmalıdır. Meselâ mihrab-ı Nebevide (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz bir hadis-i şerif tekellüm buyurdukları sırada saff-i nialde bulunan sahabeden birisi bittabi o hadisi tamamı ile işitememiş olacağından (hakk-ı Sima) tahakkuk edemez. Binâenaleyh şart-ı (zabıt) tahakkuk edemeyeceğinden onun rivâyeti ile amel câiz olmaz.

2) Hakk-ı manadır ki, ravi ala sebil il kemal kelamın manasını anlamalıdır. Çünkü rüvat-i hadis için nakli bilma'na tecviz edilmiştir. İhtimal ki, ravi hadisin lâfzını bırakır da mealen nakil ve beyan eder. Şu halde ravi ala sebil il kemal lâfız-i hadisin manasını anlamış olmalıdır ki, sözü ile amel edilsin. Eğer manasını anladığına emniyet olmazsa şüphesiz sözü amel-i mucip olmaz.

3) Hıfz-ı lâfızdır ki, ravi vus'u mertebede lâfz-ı hadisi hıfza çalışmış olmalıdır.

4) Murakabedir ki, ravi hin-i edaya kadar hıfzda sebat etmiş olmalıdır.

Bu saydıklarımız zaptın kısmı zahirisidir. Zaptın bir de manevi kısmi vardır ki, o da yalnız meânî-i lugaviye değil, hükm-i şer'iye esas olan maani-i fikhiyyesini de bilmektir. İşte (zabt-ı kamil) ancak bununla tahakkuk eder.

Şartların dördüncüsü de adalettir.

Yani ravinin din ve siretinde istikamet bulunmalıdır, din ve aklı, heva ve şehveti üzerine galip mürecceh olmalıdır. Bununla beraber adalet bir heyet-i hafiye olduğundan bu babta bazı alamat-ı zahiriye olduğundan vaz olunmuştur.

Evvela: Ravi kebairden müçtenip olmalıdır.

Saniyen: Sağairde musir olmamalıdır.

Salisen: Hısset-i nefse delâlet edecek sağairden müctenip olmalıdır.

- Bir lokmayı sirkat gibi.

Rabien: Hisset-i nefse dalli mubahattan da muhteriz bulunmalıdır.

- Güvercinle oynamak, erazil ile toplanınak gibi.

Bu umûr-i erbaadan müctenip olan kimse (adil) farz edilmiştir.

Bu dördüncü şartın, neticesidir ki, fasıkın mestur ül halin (fisk ve adaleti meçhul) haberi makbul olmaz. Ve ta'dat ettiğimiz şartlardan biri mefkut olursa o haber şayan-i vusuk ve itimat olup da bir hükm-i şer'iye delil ittihaz edilmez

Buna nispetle haber-i meşhurun kuvveti daha ziyadedir. Haber-i meşhurda ...... dahi câizdir. Meselâ (evvelce de geçti) İbni Mes'ud hazretlerinin rivâyet ettiği .......... kaydi haber-i meşhûr ile sabit olduğundan biz bunu kitaba ziyade ettik, rnucibiyle de amel ediyoruz. Halbuki haberi ahad ile ......... câiz olunmaz.

Acaba haber-i vahidin ameli mucip olması alel ıtlak mı cereyan eder? Meselâ kıyas ile tearuz eder veya raviler arasında fakih olan ve olmayan bulunursa, yine hepsi bir seviyede mi tutulur? Hayır bu hususta şerait-i raviden başka hal-i ravi nazar-i dikkate alınır, ravinin haline kıyas ve diğer bir haberle tearuzuna göre bunların ifade ettiği hüküm tebeddül eder. Binâenaleyh aksam-ı haberden sonra hal-i raviden de bervech-i ati bahse lüzum görülmüştür.

Beyân-ı Hal-i Râvi

RAvi; rivâyet-i hadis ile ma'ruf veya gayri ma'ruftur. Ma'ruf ve fakih olduğu surette rivâyeti kıyasa muvafık olsun olmasın kabul olunur.

Ma'ruf olup da fakih olmadığı surette rivâyeti kıyasa asla muvafık olmazsa red olunur.

Hadisi rivâyet eden zat ya rivâyet-i hadis ile ma'ruf ve müştehirdir veyahut değildir. Rivâyet-i hadis ile ma'ruf ve müştehir olunca ya fakih ve müçtehittir veya değildir.

“Görülüyor ki, burada fakahetten maksut: Mertebe-i içtihada baliğ ve vasıl bir ilimle muttasif olan zevat-i kiramdır. Yoksa bizler gibi (fakih) ler değil. Asrımızda iyi ilim bilenlere fakih ıtlakı hakiki bir ıtlak değildir. Fakih burada müçtehid demektir ki, bunun da ne mertebe alim olması lazım geleceğini inşaallah içtihad bahsinde görürüz.

Şimdi hadisi rivâyet eden zevat eğer hem hadis-i şerif rivâyetiyle ma'ruf, hem de ilimleri mertebei içtihada meaziyadetin vasıl ise "Hu­lefai Raşidin, Abadile (Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Ab­dullah İbni Mes'ud ve Abdullah İbni Amr) Zeyd İbni Sahit, Muaz İbni Cebel ve Ayşe (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) hazeratı gibi. "

Rivâyet ettikleri hadis kıyasa muvafık olsun olmasın kabul ve kıyasa tercih olunarak mûcibi ile amel olunur.

Şöyle ki, bu haber eğer kıyasa muvafık ise hüküm yine o habere muzaf kılınmakla beraber kıyas dahi o hükmü te'yit ve takviye etmiş olur. Kıyasa muhalif olursa nazar olunur: Eğer bu haberle kıyasın bey­nini cem ü te'lif kabil olursa telif olunur. Bu suretle ikisi ile de amel edilmiş olur. "Meselâ lâfz-ı haber amma kıyas, hassa delâlet ediyorsa hass, amını tahsis eder, denilerek ikisinin de hükmü gözetilmiş olur" lakin beyinlerini tevfik ve te'lif mümkün olmazsa o halde haber-i vâhid tercih olunarak kıyas reddedilir. Çünkü haber-i Resûlün aslında şek ve şüphe yoktur. Haber kavl-i resûldür, haberi sadıktır. Onun hata olması ihtimali yoktur. Yalnız şüphe tarik-i nakil ve rivâyetindedir. Yani sek arızi nakildedir, yoksa zat-i haberde degildir. Hatta aynı haber bize tevâtüren gelmiş olsaydı o vakit hiç şüphemiz kalmazdı.

Halbuki kıyasın aslında yani hükmün mebniyyun aleyhi olan illetinde şüphe vardır. Zira, kıyas asıldaki hükmü fer'a nakil ve ta'diye demek olup nas ve icma' tahakkuk etmedikçe bu naklin isabeti kestirile­mez. Meselâ bir kilo buğdayın iki kilo buğday ile mübadelesi memnu'dur. Çünkü fazla kalan bir kilo bedelsiz kaldığından riba ve haram olur ve bu memnuiyet mensustur. Fakat enval-i ribeviyenin bu suretle müba­delesini men eden ........ hadis-i şerifini tet­kik eden müctehidin-i kiram fazla ve bedelsiz kalan, Meselâ bir kilo buğdayın sebeb-i memnuiyeti hakkında şari'ce illeti hürmet ne olabileceğinde ihtilaf ettiler. Fukaha-i Hanefîye istimbat ettiler ki, illet-i talırim ........ dir. Binâenaleyh bu illet başka bir şeyde dahi bulunursa arpa ve buğday hakkındaki hükm-i memnuiyeti kıyasen o şeye dahi nakl eylediler. Meselâ pirincin keyfiyet-i beyi meskutun anh­tır, hakkında bir nass yoktur. Fakat bunun dahi mislinden fazla mübadelesi kıyasen memnudur. Çünkü asil olan buğday ve arpadaki illet-i talırimdir ki, cinse mukarin keyliyettir. Bu illet burada da pirinç hakında müşterektir. Lakin bizim bu kıyasımız bir emr-i kat'i midir? Keyil ve cinsin illiyeti mütehakkik midir? Eğer böyle olsaydı müçtehitler arasında bu babta ihtilaf çıkmazdı. Halbuki Şâfiiler illet-i talırim olarak ........ i malikiler dahi "idhar ve ihtiyat" i buldular. Eğer bulduğumuz illet emr-i kat'i olsaydı hiçbir itilaf kalmazdı. Olabilir ki, buğdayın buğdayla mübadelesinde illet-i riba keyl ve cins olur yani bu illet aslında eder fer'ide bulunmaz veya fer'ide hükm-i hürmetin intikaline mani bir şey olur da illet-i riba bulunmuşken hükm-i memnuiyet fer'ide bulunmaz. Demek ki, kıyasta şüphe asıldadır, vasıfta değildir. Halbuki haber-i ahatta şüphe yalnız tarik-i naklindedir. Binâenaleyh aslında olmayan haber aslında şüphe olan kıyasa tercih olunur

Kezâlik haber-i mütevâtir meşhurun, kıyasa ruçhanı daha kat'idir. Haber-i vahidin kıyasa muvafık olsun olmasın ameli mucip olması ravisinin fakih ve ma'ruf olmasıyla meşrut iken haber-i mütevâtir ve meşhurda bu gibi kuyut dahi yoktur.

Ravi Ebu Hureyre (1) ve Enes (2) (R. anhuma) gibi ma'ruf olup da fakih yani ilimleri mertebe-i içtihada olmadığı surette; bakılır.

Eğer rivâyeti asla kıyasa muvafık olmazsa yani ekiseden herhangi biri­ne tatbik etsek muhalif düşer, hiçbir kıyas ona hüküm verdiremezse red olunur.

Bu reddin sebebi şudur ki,:

Rivâyet-i hadis için nakil bil manaya da cevaz gösterilmiştir. Yani yalnız mana-i hadisi hıfz ederek onu rivâyet eder. Eğer ravi, fakih ol­mazsa ihtimal ki, naklettiği lâfız ile maksad-ı nebeviyi ifade edemez. Binâenaleyh ravi ma'ruf olsa bile ilmi mertebe-i içtihada vasıl olamadığı surette naklettiği haber eğer hiçbir kıyasa muvafık olmazsa red olunarak kıyasla amel olunur. Çünkü esas haberin vâhid olması sebebiyle ibtida-i naklinde mevcut olan şüphe üzerine bir de maksad-ı nebevinin ifade edilememesi şüphesi inzİmâm eder ve bu hal böyle bir şüpheyi zaid eden vareste olan kıyasla ameli mucip olur.

Burada Mebâhis-i atiyeye mukaddime olmak üzere söyleriz ki,: Ri­vâyet-i hadis mühimmat-i umurdandır. Hatta ekabir-i ümmet dahi öyle sık sık hadis rivâyet edemezler korkarlardı. Çünkü kelam-ı nebevi dahi mertebe-i icazda olup, bütün ahkâm-ı belagat bu akval-i şerifede dahi mündemiç idi. Fazla olarak rivâyet-i hadiste nakil bil manaya da cevaz gösterilmiş idi. Bu cevaza mebni lâfz-ı nebevinin kuvvetini başka bir lâfız ile nakil ve edâ fevkalade mühim ve mu'tena bir şey oldu. Buna bir mi­sal olarak diyebiliriz ki,: Şimdi bazı iradat-i seniyye tebliğ olunuyor. Bunların taraf-ı padişahiden sadır olduğu gibi bir lafzen ve harfiyyen tebliği sureti var. Bir de o mealde olmak üzere keyfiyet-i tebliği var. Mealen tebliğ ile de sadır olan iradeyi tebliğ tahakkuk ederse de her hal­de mübelliğin ......... kuvvetini bilerek hiçbir şey kaçırmadan tebliğ etmesi icap eder ki, bunun da ne kadar mutena bir şey olduğu teyakkun olunabilir. Binâenaleyh ehadisi nebeviyenin dahi mişkat-ı nübüvvetten sadır olduğu veçhile edâsının dereceyi ehemmiyeti tebadür ve teazum eder.

Dedik ki, ravi ma’ruf olup da fakih olmadığı surette rivâyeti kıyasa asla muvafık olmazsa red olunur. Bunun misali Ebu Hureyre (radıyallahü anh) dan mervi olan hadis-i mısrattır.

Haber-i vâhid olan bu hadis asla kıyasa muvafık olmadığından mer­dut ve burada kıyas müreccahtır.

Araplar devenin, koyunun sütü çok görünsün diye memesini birkaç gün sağmayarak şişirirlermiş ki, böyle bir koyuna da ‘Şat-i misrah’ tesmiye olunur.

İşte böyle bir koyun hakkında Ebu Hüreyre şu hadisi rivâyet ediyor: ........

Yani: [Bir kimse koyun iştira etse de onu çok süt verir zannettiği memesini şişirilmiş bulsa iki nazarla üç güne kadar muhayyerdir. Ya kendisine nazar eder ve razı olur, koyunu alı koyar veyahut bayie nazar eder, koyunu istemez, kazap eder de reddeder ve fakat koyunla beraber bayie bir ölçek de hurma verir] İşte kıyasa asla muvafık olmayan ci­het, hadisin şu son fıkrasıdır.

İşte hadis rivâyetinde ma'ruf olmakla beraber hulefa-yı raşidine nispetle fakih olmayan Ebu Hureyrenin naklettiği şu hadis hiçbir kıyasa muvafık olmadığından red olunur. Çünkü burada ğıbin varsa da tağrir bulunmadıkça bize göre müşteri muhayyer olmaz. Fakat tağrirde olur­sa müşteri hıyarı ğıbin ve tağrir ile muhayyer olur. Müşteri muhayyer olduğu surette koyunun reddi ihtiyar eylerse koyunun istihlak ettiği sütünü zamın olması lazım gelir. Demek ki, sarih olmasa bile yine bu­rada zımnen bir zıman-ı udvan tahakkuk ediyor.

Zıman-ı Udvan-ı sarih: Mağsup mevcut ise aynen reddetmek, değilse mislen ve kıymeten tazınin eylemek idi. Burada da bil kıyas sütün mûcib-i zıman olması illette iştirak sebebiyle udvan-i sarihin hükmüne ilhakından neş'et ediyor. Çünkü bayi', kendi malinin müşteri tarafından is­tihlakına ancak koyunun onun yanında kalması şartıyla razı olmuş idi. Reddetmeseydi udvan tahakkuk etmeyecekti. Mademki akti fesh ile ko­yunu reddediyor o halde anlaşılıyor ki, bilaizin bayiin sütünde tasarruf etmiştir. Binâenaleyh Zıman-ı udvan-ı sarihte olduğu gibi mislini veya kıymetini vermesi icap eder (1) . Halbuki hadisin son fıkrasına göre müşteri koyunu reddetmekle beraber bir ölçek de hurma verecek, lakin bu hurma müstehlik olan sütün ne misli ve ne de kıymetidir. Bu hüküm cemi-i ekiseye mugayir ve muhaliftir. Binâenaleyh red olunur.

Bir de böyle bir haberin bile kıyasa tercihi lazım gelse o halde meşruiyeti ........ nefi celili ile sabit olan kıyasın esasen mer­dut olması lazım gelir. Bu ise câiz olmaz.

Ravi rivâyetiyle ma’ruf olduğu surette hadisi selefte ya gayri zâhir veya zahirdir.

Gayri zâhir ve fakat kıyasa muvafık ise hadis ile kurun-i selasede amel câiz olur, ondan sonra câiz olmaz.

Fakih olmak şöyle dursun ravi eğer rivâyet-i hadis ile de ma’ruf değilse yani ancak bir iki hadis rivâyet etmiş zevattan ise ki, bunlar ilmi usûl-i hadiste (meçhul’ül rivaye) denilir. O halde bakılır, o hadis selefte ya zahirdir, meydana çıkmıştır veya gayri zahirdir meydana çıkmamıştır.

Eğer ravinin rivâyet ettiği hadis gayri zâhir, fakat kıyasa muvafık ise hadis ile kurun-i selasede amel câiz olur, ondan sonra amel câiz olmaz. Meselâ tabiinden bir zat rivâyet ediyor. Fakat asr-ı saha­bede o hadis meydana çıkmamış yahut tebeı tabiinden bir zat hadis rivâyet ediyor. Gerek zaman-ı sabede ve gerek zaman-i tabiin­de o hadis müştehir olmamış, meydana çıkmamış. İşte bu suretle gay­ri zâhir olan ve fakat kıyasa muvafık bulunan hadis ile ancak ........... hadisi şerifi ile mazharı izaz olan, kurun-i selbede amel “İmâm-ı A’zam hazretlerine göre câiz olur, amma vacip olmaz. Çünkü; bu kurunun ricali hep şayan-ı i'timat olan eazım-i ümmetten idiler. Elbette bunların bu haber-i nebevi ile amellerinde bir veçhi vecih vardır. Elbette bir teveihe mütemessiktirler. Lakin hayr'ul kurunun güzeranından sonra böyle bir veçh-i vecih takrir edecek zaman dahi geçmiş olduğundan artık böyle bir hadis ile amel câiz olmaz ki, İmâme­ynin kavli de budur.

Nitekim teskiye-i şuhut hakkında dahi İmâm-ı A'zamla İmâmeyn arasında böyle bir ihtilaf vardır. İmâm-ı A'zam Hazrrtlerine göre trskiye-i şuhut bilata’n lazım eden değildir. Çünkü müşarün ileyh karnide doğmuş ve karn-i saliste içtihada başlamıştı ve o vakit nas beynin­de fısk ve kizp henüz şayi olmamış. Binâenaleyh teskiye-i şuhuda lüzum görmediler, lfi. kin ihtilaf ve tebeddülatı zamaniye sebebiyle hal-i asır değişti. Halkın adaletinde şüphe hasıl oldu. Binâenaleyh ihtilaf-ı asır ve zaman kabilinden olmak üzere İmâmeyn ta'n edilsin edilmesin şuhudun teskiyesine ihtiyaç gördüler.

İşte böyle meçhul-ü rivaye bir zatın rivâyet ettiği selefte gayri zâhir bir hadis le hayr-ul kurunda ameli câiz ve o halde hüküm dahi ha­dise muzaf olursa da ondan sonra bu hadis ile amel câiz olmaz.

Rivâyetle ma'ruf olmayan ravinin rivâyet ettiği hadis-i selefte: zâhir ise nazar olunur:

Selef o hadisi ya kabul veya sükut etmişler veyahut beyinlerinde red ve kabule dair ihtilaf vaki olduğu halde o raviden onu sıkat nakletmişlerse kıyasa da muvafık olmak şartıyla bu rivâyet kabul olunur.

Amma selef ret etmişlerse rivâyeti dahi ret olunur.

 (1) Rivâyetle ma'ruf olmayan zatın naklettiği hadis, selefte zâhir ve müştehir olmakla beraber kabul edilmiş ise buna diyecek yoktur. O vakit bu hadis mücmeun aleyh olur, yani hem hadis hem de icma-ı üm­met hadisin hükmüne medar kılınır.

 (2) Eğer selefte zâhir ve müştehir olan bu hadis hakkında selefi bir şey dememişler, sükut etmişlerse yine kabul olunur. Çünkü bu sü­kut kabul addedilmese selefin sükut olunmayacak yerde sükut etmele­rinden dolayı taksirle itham olunmaları lazım gelir ki, bu merduttur. Sükutları delâlet eder ki, selef o haberin sıhhatine şahadet etmişlerdir. Zi­ra ma’raz hacette sükut beyandır. Selefin kabul ve tasdiki beyan-i zaru­ret tariki ile mevcut ve sabittir.

 (3) Eğer selef zâhir ve müştehir olan bir hadis hakkında ihtilaf etmişler, yani kimisi hadisi kabul, kimisi etmemiş ise o vakit nazar olu­nur. Bu hadisi. Sıkat-i ümmet nakil ve rivâyet etmiş midir etmemiş mi­dir? Eğer sıkat-i ümmet tarafından nakil ve rivâyet olunmuşsa hadis kıyasa muvafık mıdır değil midir? Eğer hem sıkat tarafından rivâyet edilmiş ve hem de kıyasa muvafık bulunmuşsa yine hazretlerinin naklettiği hadis bu kabildendir. Beru’ namında bir kadını Hilal b. Murre isminde birisi mehir tesmiye etmeyerek tezevvüç etmişti. Fakat kabl-ed duhul zevc vefat ettiğinden kadının mehir alıp alamayacağını Abdullah İbni Mes'ud. hazretlerinden istifda ettiler, müşa­rün ileyh defaten defaten cevap veremerek telaş göstermişler ve bir ay kadar düşündükten sonra mehr-i misil ile hükmetmişlerdi. O sırada Ma’kal b. Sinan ayağa kalkarak Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz dahi bu veçhile kaza buyurdular demiş ve bu haber Abdullah İbni Med'ud hazretlerini derece-i nihayede sevindirmiştir. Çünkü hüküm ve kazası kazayı nebeviye muvafık çıkmışlardır. Mir’ata nazaran İbni Mes'ud hazretlerinin hükmettiği vak'a başkadır Asıl Makal İbni Sinanın ......... demesi bunu teyit etmiştir.

İşte bu hadisin ravisi rivâyet-i hadis ile ma’ruf olmamakla beraber haberi beyne es-Sahabe şayi olmuş ve fakat kabulünde ihtilaf hasıl olmuştur. Çünkü bunu Abdullah İbni Mes’ud hazretleri kabul ettiği halde Cenabı Ali (kerremallahü veche) reddetmişlerdir ve hatt .......... buyurmuşlardır. Şu kadar ki, bu hadisi Makal İbni Sinan’dan başka İbni Mes’ud, Alkame ve Mesruk ve daha sıkat-i ümmet nakil ve rivâyet eylemişlerdir. Diğer taraftan bu hadis bizim kıyasımıza dahi muvafıktır. Zira mademki mevt sebebiyle iddet vacip oluyor demek ki, mehrin teekküdü hususunda mevt dahi duhul gibidir. Mademki duhul ile tesmiye-i mehir olmasa bile mehri misil vacip oluyor. Mevt ile de ala tarikil kıyas mehri mislin vücubu tezahür eder.

Lakin şafiye göre mehir nefsi akitle vacip olmaz, ancak bitterazi takdirle ya gaza-i gazi ile yahut makut-ün aleyhi istifa ile vacip olur. Burada ise bitterazi takdir-i mehir bulunmadığı gibi kaza dahi yoktur. Makut-ün aleyh dahi salimen Zevceye avdet etmiştir. Binâenaleyh mücerret nikah mukabilinde bir ivaz verilmek lazım gelmez, kablel kabız mebiin helaki gibidir ki, semeni sakıt olur.

Halbuki indel Hanefîye mehir nefsi akitle vacip olur. Vati’ mevt ile teekküt eder. Binâenaleyh bu hadisin bizim kıyasımıza muvafık olduğundan ve kabulünü mucip esbap dahi mevcut bulunduğundan onu ret etmez mûcibince amel ederiz.

 (4) Eğer selef zâhir ve müştehir olan bu hadisi ret etmişlerse o halde hiçbir hüküm ifade etmez. Fatıma Binti Kays tarafından rivâyet olu­nan hadis gibi. Güya bu kadın demiş ki,, zeveim beni talâk-ı selase ile tat­lik ettiği vakit huzuru nübüvvet penahide arz-ı macera ettim. Benim için mehri misil hüküm buyurmadılar. Bu hadis bu kabilden bir hadiseye is­tiştah zımnında Hazret-i Faruk (radıyallahü anh) a nakil ve rivâyet olundukta, müşârun ileyh ile daha birçok sahabe bunu ret etmişlerdir. Hatta Hazret-i Ömer ......... buyurmuşlardır. Çünkü bu haber Esteîzübillah ........ gibi lüzum-ı takdiri Nass-i Kuran’la mübeyyen olan nafaka ve süknayı nefyetiyor. İşte bu suretle merdut olan hadis ile dahi amel câiz olmaz.

Velhasıl görülüyor ki, Eslaf-ı Kiram hadis denilince derhal onunla amel edileceğine kail olmamışlardı. Muhbirin haiz olması lazım gelen şerait-i şahsiye ve mezaza-yı zatiye ile beraber halini de nazarı itinaya alarak bir hadisin taarruz vaktinde nasıl bir hüküm ifade edeceğini sen­cidei mizan tetkik eylemlerdir.

Ravi ve rivâyet şerait-i matlubiyeyi cami olunca hadis ile amel vacip ve hükmü şer’i o hadise muzaf olur. Meselâ hıyar-ı ayb ile müşterinin meb’i reddi halinde zamanı redde kadar olan müddet için bayıa zıman vermek icap etmeyeceğine, çünkü mebi' müşteri yedinde bulun­dukça zımanı tahtında bulunduğuna ...... hadis-i şerifi delâlet ediyor ki, işte bu hükm-i şer’i bu hadise muzaf olmuş demek olur.

İşte bu tetkikat hiç şüphe yok ki, hasais-i islamdandır. Başka türlü olamaz. Kürre-i zeminde yaşayan islamdan maada milel ve akvamın han­gi birinde bu kavaid ve zavabıt vardır? Bugün her birinin hali biliniyor, hangi birinde bu tetkikat görülüyor. Dersimizin şu safahatını yalnız okuduklarımıza bir zabıta olmak üzere değil, hatta siyasiyata varıncaya kadar her şey hakkında vesile-i irfan ve muhakeme bilmeli ve ibret­bin olmalısınız.

Beyân-ı İnkıtâ'

Rivâyet olunan hadis bizden ta tlaraf-ı nübüvvet penahiye kadar vasıl ve muttasıl olursa müsned, hadis-i muttasıl derler. Yok eğer böyle muttasıl ve müsned olmazsa o vakit o hadise hadis-i munkatı denilir.

Munkatı' hadis iki türlüdür:

1. Zâhir

2. Bâtın

Zâhir irsaldir ki, bu ilim ıstılâhıınca ravi ile mrviyun anh beyninde­ki vasıtayı terktir Bu nevi hadise mürsel denilir.

İrsal; lugaten eteği salıvermeğe yani takyit etmemeye denilir. Fa­kat istilahen irsal ulema-i usûl ile ulema-i hadis arasında başka başka manalarda isti'mal edilmiştir.

Ulema-i usûle göre irsal; alel ıtlak ravi ile merviyyun anh beynindeki vasıtayı terktir ve böyle vasıtanın terkiyle rivâyet olunan hadise dahi mürsel denilir.

Ulema-i hadise göre müsned olmayan ehadis üçe taksim olunur.

1) Tabiinden bir zatın kendisiyle zat-ı nübüvvet penahi arasındaki bir vasıtayı yani sahabiyi terk etmesine irsal ve böyle bir hadise de mürsel denilir. Meselâ ravi asr-ı nübüvveti idrak etmediği halde doğrudan doğruya ....... diyor. Nasıl ki, İbrahim en-Neha’i ve Hasan-ı Basri Hazeratı bu suretle ehadis nakletmişlerdir.

2) Ravi eğer raviyeyn arasındaki vasıta-i vahideyi terk ederse ona da inkita' ve böyle bir hadise munkatı’ derler. Meselâ Hazreti Ebu Hureyreyi idrak etmeyen bir zatın “Ebu Hureyre dedi ki,; (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle şöyle buyurdu” demesi gibi “burada raviyeynden birisi yani ravi-i evvel bizzat vasıtayı terk eden ravidir. Ravi-ı sâni dahi Ebu Hureyre'dir. ”

3) Ravi eğer birden ziyade vasıta terk ederse ona da “hadis-i muaddal” tesmiye ederler.

İşte muhaddislerin müsnet olmayan ehadisi şu veçhile taksim etmelerine mukabil biz fukaha ve usûlliyyin her üç kısma da –irsal- ve öyle bir hadise de-hadis-i mürsel- diyoruz.

Acaba hadis-i mürseller alel-ıtlâk kabul olunur mu ve bir hüküm hakkında bunlarla istişhat olunsa senet ve hüccet olurlar mı? Bunu bilmek için bu kabil mürselleri bir takım aksama ayırarak tetkik etmek gerekir.

Mürsel Dört Kısımdır

1-Mürsel-i eshabi

2-Mürsel-i karn-ı sâni ve sâlis

3-Her asırda mürsel-i adil

4-Min vechi mürsel ve min vechi müsnettir.

Kısmi evvel: Bil icma kabul olunur.

Kısmi sani : Hanefîyye indinde kabul olunup indeş-Şafiyye ret olunur.

Kısmi sâlis: Meşayih-i Hanefîyye indinde muhtelefun fihtir.

Kısmi Rabi: Kavl-i sahihde makbuldür.

1-Mürsel-i sahabidir ki, Ashab-i Güzinden bir zatın vasıtadan bahsetmeyerek doğrudan doğruya irsal ettiği ehadis-i şerifedir. Bunlar bil-ittifakkabul olunur. Ve bunda hiçbir niza yoktur. Meselâ Ashab-ı Güzinden Hazreti Ömerül Faruk ( radıyallahü anh) ........ diye bir hadis-i şerif naklettiği halde bilahare bu hadisin Hazreti Ömer’ce mişkat-ı Nübüvvetten iktibas edilmediği ve Meselâ Hazret-i Ebu Bekir’den işitildiği anlaşılırsa yine bu irsal sima’a haml olunarak bil-ittifak kabul olunur. Vakıa biz biliyoruz ki, Hazret-i Ömer bunu bizzat fem-i Resûlullahtanahz etmedi. Hazret-i Ebu Bekir’den almış iken vasıtayı terk ederek doğrudan doğruya Resûlullah şöyle buyurdu diyor. Lakin mademki Eshab-ı Güzin mukarenet-i nübüvvet penahi ile mümtaz ve müşerriftirler. Naklettikleri ehadisi nefsül emirde işitmemiş olsalar bile biz yine onları simalarına hamleder ve kizp ihtimali mutasevver olmamasına Binâen aynı ile işitmiş gibi addederiz.

Burada denilebilir ki,: O halde böyle bir hadisi <Mürsel> addetmekte ne mana vardır. Madem ki, işitmiştir diyoruz, o halde hadis müsnet olmalıydı. Fakat bazı ashabın Peygamber Efendimiz ile musahabeti kalil olarak diğer ashaptan bir hadis telakki etmiş bulunması varittir. İşte eğer böyle bir rivâyeti itlak ederek bir hadis-i şerif nakleder ve rivâyetinde vasıtayı tasrih etmezse her ne kadar irsal ihtimali bulunsa bile yine ravinin sahabeden bulunması rivâyetinin sima’a hamlini müsteveip olur.

Acaba sahabi kimlerdir?

Usûliyyunun muhtarına göre Nebiyi Zişan Efendimiz’i müşahede ile müddeti medideti medide sohbet, hayay-ı kıymet-i Nebeviyede bulunarak sünneti resûle ittiba’ ve kendilerinden ahkâm-ı celile –i islamiyeyi iktibas ve telakki eden mü’mindir.

Bazılarına göre de: Nebiyyi Zişan Efendimizi velev bir saat müşahede ile nailisaadeti dareyn olan bahtiyardır ki,, işte bu makamda bu son rey müreccahtır.

2-Mürsel-i Karn-ı sâni ve salistir ki, Hanefîyye indinde kabul ve indeş-Şafiiye ret olunur. Meselâ: tabiin ve tebei tabiinden olan bir muhaddis bir hadis-i şerif irsal eylese, bize göre makbuldür. Çünkü:

Evvela; bu yolda tabiinden olan birçok sikat-i ümmet ehadis-i şerife irsal ettiler ve naklettikleri ehadis kabul olunarakhakkında icma’hasıl oldu. İcma’ise bir delildir ki, makbuldür.

Meselâ Hasan-ı Basri, İbni Müseyyeb ve Şabi gibi pek çok sikalar hadis irsal ettiler de tabiin bunları bila inkâr kabul eylediler.

Keza tabeu tabiinden adaletleri de şahadet’i peygamberi ile sabit olduğundan irsal hususunda her iki karnin farkı yoktur. Hatta bazıları <Redd-i merasil bir bid’attır iki yüz senesinden sonra şai oldu dediler. >

Saniyen: Ravinin terk ettiği vasıta, yani merviyyünanh elbette <adl>olacaktır. Farzımız böyledir. Eğer farzı muhal olarak onu <adl>addetmeyecekolsak o halde ravi için ittisali kat’ederek hadisi irsal kizp ve tedlis olmuş olur ki, hiçbir vakit hayrul kurun ricali kizp ve tedlis ile itham edilemez.

Meselâ Hasan- ı Basri hazretlerini İbn-i Mes’ud hazretlerinden telakki ettiği bir hadisi nakil ederek doğrudan doğruya <Resûlullah şöyle ve şöyle buyurdular>dese, bu hadis makbuldür. Çünkü her ne kadar İbni Mes’ud ‘dan bahis yok ise de muhakkaktır ki, o <adil>’dir. Eğer onu adil farz etmesek Hasan Basri’nin ittisali kat’ ederek hadis irsal etmesi, hile ve tedlis olmak lazım gelir. Bu ise ehl-i karneynden mutasavver değildir.

Salisen: Biz öyle bir ravi farz ediyoruz ki, onların ahadı nas hakkındaki kizp ve iftirayı kabul etmeleri kat’iyyen zan olunmaz. Biliyoruz ki, ravi adil olacak, kendisinde istikamet-i din ve siret bulunacak, ahat hakkında Meselâ <filan> kendisine bir şey söylememişken <filan bana şöyle söyledi> diyemeyen, kizp ve iftiradan içtinap eden bir zat, Peygamber bana şöyle ve şöyle söyledi diye teyakkün etmediği bir hadisi nasıl irsal edebilir. Onlar böyle bir su’i zanna mahal midirler? Muttasıf oldukları ahval itibariyle kendilerinden ahat hakkında böyle bir kizp etmeleri muhalattandır. İşte bu üç delile Binâen bize göre mürsel karn-ı sâni ve sâlis makbul ve muteberdir. <Hatta bunun içindir ki, indettearuz mürsel-i karneyn hadis-i müsnedin fevkindedir. >

Lakin İmâm-ı Şafi hazretleri buna muhaliftir ve delilleri de şunlardır:

1-Ravinin sıfatı malum olmazsa hadisini kabul etmiyoruz. Yani sıfatın cehaleti rivâyetinin kabulüne mani oluyor. Halbuki irsalde ravini yalnız sıfatı değil, zatı dahi meçhuldür. Binâenaleyh zat ve sıfatın beraber cehaleti takdirinde o rivâyetin adem-i kabulü evleviyetle sabit olur. <Lakin müşarün ileyh mürsel-i sahabiyi kabul ediyor. Çünkü onlar şeref-i sohbet-i nebeviye ile mümtaz idiler. >

2-İrsal-i Karn-ı sâni ve saliste kabul edildiği surette her asırda dahi kabul edilmek lazım gelir. Zira zamanın ne tesiri var? <Fasit olan zaman değil ehl-i zamandır!>

3-İrsal kabul olunduğu halde isnatta fayda kalmaz. Meselâ filan filandan o da filandan rivâyet ederek dedi ki, Rasulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle şöyle buyurdu, demek suretiyle vasıtalara ne hacet. Madem ki, terk-i isnat caizmiş, mesa’ varmış, o halde isnatta ne fayda var. Bunları kaldırmalı, varsın bütün ehadis münkatıa olsun. Halbuki ekabir-i ümmet isnat ile pek çok ehadis naklettiler. Bunların ise abes ile iştigali adeten mümteni’dir. Şu halde faide-i isnat terettüp etmek için irsal câiz olunca isnat müfit olmamak icap eder.

Birinci delile cevap:

Her ne kadar irsalde merviyyün anh meskutun anh ise de ravice bunun zat ve sıfatının meçhul olması lazım gelmez. Eğer meçhul farz olunsa o halde zikrinden sükut ettikleri zattan gafletlerini kabul etmek icap eder. Halbuki sıka böyle bir gafletle itham olunamazlar. Birşeyi zikretmemek o meskutun anhın zat ve sıfatını bilmemeyi müstelzim olmaz. Zat ve sıfat bilinir de yine zikrinden sükut olunur, bu gün dershaneye filan ve filen geldi diye gelenler ta’dat olunduğu vakit bunun mevhum-ı muhalifinden filan ve filanın da gelmediği anlaşılır. Halbuki bu sükut o gelmeyen talebenin derse olan mesailerini mesleklerini bilmemeyi müstelzim midir.

Şimdi zatının zikrinden sükut, o şahsın cehalet sıfatını istilzam etmez ve sıkat-i ümmet böyle bir gafletle itham edilmez. Eğer demiş olsaydı ne yapacaktık? İmamı Şafi dahi beraber olduğu halde bil-ittifak rivâyetini kabul edecektik. İşte burada da öyle söylemiş gibi addolunur. Zira aksi halinde ravinin gafletini kabul etmek icap eder, bu ise merduttur.

İkinci delile cevap:

Karneynde hadisi mürselin kabul olunması asrımızda dahi kabulünü istilzam etmez. Çünkü evvela zamanın tesiri inkâr olunmaz. Saniyen hüsn-ü şahadet-i nebevviyye bu iki karn hakkındadır. Afak-ı alem-e münteşir olan revayih-i nübüvvet-i karneyn ricali daha yakından istişmam ediyor ve müstefiz oluyorlardı. Ahit uzadıkça revayih-i saadet dahi münkatı’ olmaya yüz tuttu. Bu hal müşahedeten dahi sabittir. Zaman ilerledikçe ahlâkta dahi tebettülat görülüyor. Asr-ı Saadette tebaüt ettikçe ahlâkı ifsat edecek ahval dahi teakup ediyor. Demek ki, bu itibarla zamanın dahlü tesiri inkâr olunamaz. Binâenaleyh zamanın tesiri yoktur denilemez.

Üçüncü delile cevap:

İrsal kabul olunmakla, isnadın faydası kalmayacağını biz teslim edemeyiz. Çünkü meratib-i nakliyeyi bilmek için bunun mühim faydası vardır. Eğer iki hadis-i müsnet taarruz edecek olursa ravilerinin mertebesine göre hadisin sıhhat ve kuvvetini tahkik ve takdir ederiz. Meselâ bir hadisi Hazret-i Ömer, bir hadisi de Ebu Hureyre nakletse de bunlar yekdiğerine taarruz eylese, nakillerin mertebesini bildiğimiz için biz Hazret-i Ömer’in hadisini kabul ederiz. Çünkü müşarün ileyh hem rivâyetle maruf hem de fakih müçtehittirler deriz. İşte görülüyor ki, isnadın dahi faydası vardır. Eğer bütün ehadis münkat-i olmuş olsaydı, meratibi nakle, meratib-i rivat bilinemezdi. Bunların bilinmesinde ise mühim fayda vardır.

3-Her asırda mürsel-i adildir ki, makbuliyeti Meşayih-i Hanefîyye indinde muhtelefun fihtir.

Yani Kurun-i selaseden sonra asrımıza gelinceye kadar her hangi bir karnda adaletinden şüphe edilmeyen bir zatın mürseli acaba kabul olunur da onunla amel edilir mi? Elbette kurun-i selaseden sonra dahi <adl> vardır ya. Adalet eşhasta yine vaki ve müstekardır.

Bazı ulema ez cümle kerhi bu irsalin kabulüne dahi zahib olmuşlardır. Zira hadisi nakleden öyle bir adildir ki, o eğer sözünü başkasına isnat etse biz yine kizp ihtimalini kabul etmeyecektik. Halbuki mürsel Cenab-ı Nebiyyi Zişana isnat-ı hadis ettiği vakit sözünü evleviyetle kabul etmemiz lazimeden olur.

Bazı ulema bu cümleden <İbni Eyyan> dahi karneynden sonra zamanın tesirine Binâen ahlâk-ı ümmette zâhir olan fesat sebebiyle bu irsali kabul etmiyorlar ve karneynde irsalin kabulüne o zamanlar hakkındaki Şehadet-i Nebeviyi sebep gösteriyorkar, diyorlar ki, karneyn ricali; merviyyun anhın haline vakıf olmayarak irsal, adet hükmüne geçmiştir. Meğer ki, mürselin irsal eylediği ehadisi onun müsnet olarak zikrettiği ehadis gibi sıkat-i ümmet nakil ve rivâyet etmiş olalar. O halde bunlar dahi kabul olunur. Meselâ İmâm-ı Muhamıned hazretleri –ki, İmâm-ı Ebu Yusuf gibi karn-i rabi ve Abbasiye ricalindendir. -mürsel olarak bir takım ehadis rivâyet etmiş ve merasilini sikat-ı ümmete nakil ve rivâyet ederek telak ki, bil kabul eylemişlerdir. İşte bu kabil merasil yine makbul olur.

4-Bir cihetten müsned ve diğer cihetten mürsel olan ehadistir ki, kavli sahihte makbuldür.

Merasili kabul edenler bunu da kabul ederler. Fakat merasili kabul etmeyenler bunun makbul olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Böyle bir yüzden mürsel ve diğer yüzden müsned olan hadisi kabul etmeyenler dediler ki, bir cihetten inkita’ sebebiyle hasıl olan inkita’ metruk olan merviyyun anhi cerha delâlet eder. Cerh ise ta’dilden evladır. Yani irsal suretiyle husûle gelen inkita’ merviyyun anhın adaletini cerh menzilesindedir. Müsneden rivâyet ise onu ta’dil mesabesindedir. Burada cerh ile ta’dil taarruz etmekle cerh müreccah olur.

Bir de hakikati irsal, hadisi kabule mani olunca şüphe-i irsal dahi ihtiyaten o hadisi kabule mani sayılmalıdır.

Şu kadar ki, merasili kabul etmeyenlerin hemen umumi bir cihetten mürsel diğer cihetten müsnet olarak mervi olan ehadisi kabul edip dediler ki,:

Mürselen rivâyet, ravinin halinden sakit ve müsneden rivâyet ravinin halinden natik olup, sakit ise, natıka muarız olamayacağından böyle bir hadisin kabulü münasip olur. Binâenaleyh, bir ravi bir hadisi, mürsel, diğer ravi, yine o hadisi müsned olarak rivâyet ettiği veyahut aynı ravi bir hadisi bir defa müsned diğer defasında mürsel olarak rivâyet eylediği takdir de her ne kadar ihtilaf var ise de esas olan böyle bir hadis makbul olur. Meselâ ……hadis-i şerifini (İsrail İbn-i Yunus) müsned olarak rivâyet eylemiştir. Halbuki Şu’be ve Süfyan-ı Servi mürsel olarak nakleylemişlerdir.

Şimdi şu hadis bizce makbul olmakla beraber hass bahsinde geçtiği veçhile aleyhimizde delil olamaz. ………âyeti kerimesinde Zevcenin bizzat akd-i nikaha mübaşereti mantık olmakla ahad tarîkıyla sabit olan bu hadis nass-ı Kur’ân’a muarız olamaz.

İnkitâ-ı Bâtın: Ya nakilde noksan veya menkûlde kendisinden akva’bir delile muareze sebebiyle hasıl olur.

Meselâ hadis-i şerif müsned olarak rivâyet olunur, raviler zikredilir, lakin nakil ve raviler de vücudu labud olan şartlardan biri ( akıl, İslam, zabit ve adalet) mefkut olursa gerçi sureten muttasıl ve müsned olursa da bu hadis batınen ve nakilde ki, noksan sebebiyle münkatı’ olmuş olur.

Yahut bu suretle inkita bulunmaz, nakil şeraitini müstecmi’ olur. Fakat hadis kendisinden daha kuvvetli bir delile muâraza sebebiyle yani menkûlde ki, noksan itibariyle muntakı’ olur.

Muareze dahi ya sarahaten olur. Fatıma binti Kaysin rivâyet ettiği hadisin kitaba, şahit ve yemin ile kaza hadisinin beyyinenin müddai ve yemininin münkir üzerine teveccühünü ifade eden hadis-i meşhura muarezesi gibi… Yukarıda zikri geçmişti ki, Fatıma binti Kays ( beni zeveim talâk-ı selase ile tatlik ettiği ve huzuri risalette arz-i macera eylediğim vakit Nebiyyi Zişan Efendimiz benim için nafaka ve sükna takdir buyurmadılar.) diye bir hadis rivâyetetmişti. Bu hadis gerçi zahiren muttasıl ve nakili dahi şeriatınıcami’dir. Fakat manen ve batınen münkati’tı’dır. Çünkü nakilde değil menkûlde noksan vardır. Bu da kendisindendaha kuvvetli bir delile muarezesi cihetiyledir. O delil dahi ........ âyeti celilesidir ki, rivâyet olunan hadis, bu âyeti kerimeye sarihen muarızdır. Şimdi bu hadis kendisinden daha kuvvetli bir delil ile yani kitap ile taarruz etmiş olduğundan onunla amel câiz olunmaz.

Muâraza bazen böyle kitapla olduğu gibi, bazen da sünnetle ilgili olur. Meselâ kazada beyyinenin müddei ve yeminin münkir üzerine teveccühü ...... hadis-i meşhuru ile sabittir. Halbuki İbn-i Abbas hazretleri (Nebiyyi Zişan Efendimiz’in bir şahit ve bir yemin, yani müddainin yeminiyle kaza buyurduklarını) rivâyet ediyor. Burada nakilde noksan yoktur. Fakat menkûl – ki, haber-i ahadır – kendisinden daha kuvvetli bir delile – ki, haber-i meşhurdur – sarahaten muâraza sebebiyle manen ve batınen münkatı’ olmuştur. Binaanaleyh biz bununla amel etmeyiz. Vech-i muâraza dahi şudur ki,: Cenab-ı Şari’ cemi’ imanı münker üzerine tahsis etmiş ve cemi’i beyyinenin de müddeayi ihtisasını beyan buyurmuştur. Çünkü; ....... lâfızları min cihet-it-terkip müpteda ve lam-ı istiğrak ile muareftirler. Şu halde yemin ancak münkir üzerine olur.

Saniyen: Şari’ hasımı ikiye taksim etmiştir.

Müddai

Münkir

Hücceti de (1) beyyine (2) yemin olmak üzere ikiye ayırmış, cinsi yemini münkir ve cinsi beyyineyi dahi müddaiye hasreylemiştir.

Şimdi bu taksim kat’-i şirketi müstelzim olup yemin ile beyyinenin bir cihette içtimaına manidir. Zira kısmet şirkete münafidir. (Fakat Şafiiyye İbn-i Abbastan mervi olan şahit ve yemin ile kaza hadisine itimat etmişlerdir.)

Yahut muâraza delâleten olur. Belvayı amın da hadisin şuzuzu ve ashab-ı kiramın onu nakilden irazı gibi.

Bazen de ahad tarkiyle gelen hadis, kendisinden daha kuvvetli bir delile sarahaten değil delâleten muarız olur ve bu halde dahi o hadis batinen münkati’ olarak amelden iskat edilir. İşte bu belvayı amın da hadisin şuzuzu bu kabildendir.

Filhakika belvayı amın da hadisin şâz olması delâleten bir muazaradır. Çünkü Peygamberi Zişan Efendimiz tebliğ-i ahkâma me’murdurlar. Herkesin bilmesi lazım gelen bir hadiseye ait olan hadis-i şerifleri nasıl olur da şâz ve mestur kalabilir. Öyle bir hadise ki, amıne-i ehli tevhide onun hükmünü bilmek lazımdır. Böyle amınenin müptelası olduğubir şeyde hadis mestur kalabilir mi?Onun yalnız bir iki kişiye rivâyetinin ihtimali var mı? Zati Nübüvvet Penahileri tebliğ makamında bulunurlarken o havadis amınenin müptela olduğu havadis rüzgardan iken, ona dair bir hadis rivâyet olunuyor ki, onu başkası bilmiyor . İşte bu hal ohadise hükmünün hilafına olarak kendinden daha kuvvetli bir delile delâleten muâraza sayılıyor. Zira bu hadis ile madem ki, beynel Ashab şayi’ olan bir hadisenin vücûb ve nedip gibi hükmü sabit oluyor. Böyle bir hükmün ashab için gizli kalması adeten müstahildir. Şu halde o hadisin beynel Ashap Şayi’ olmaması ve onların bununla temessük etmemesi daha kuvvetli bir muarızın vücuduna delil olmakla, şâz olan yeni beynel Ashap iştihar etmemiş bulunan bu hadis manen ve batinen münkatı’ ve amelden sakit olur. (Meselâ Hazret-i Peygamberin namazda besmeleyi cehren tilavet ettiğine dair Ebu Hureyrenin naklettiği hadisin her tür mükellefin ahkâmını bilmesi lazım eden olan hadisattan olduğu halde’ emr-i dine ihtİmâmları müsellem olan ashap beyninde iştihar etmemesi bu hadisin kendinden akva bir delile muâraza sebebiyle tercih olunduğunu gösterir.)

Kezâlik belvay-ı amında hadisin şuzuzu nasıl ki, kendinden akva bir delile muarız bulunmesına delâlet ediyorsa, öyle bir hadisi Ashab-ı Kiramın nakil ve rivâyetten irazi dahi o hadisin munkatı’ olduğuna delâleten delildir.

........ rivâyetinden iraz etmişler. Eğer bu haberi de kuvvetli görmüş olsalardı rivâyetinden iraz etmezlerdi. Meselâ Nebiyyi Zişan Efendimizin………………buyurdukları rivâyet olunduğu halde sahabe sabi üzerine zekâtın vücubunda ihtilaf ederek Ali ve İbn Abbas (radıyallahü anh .) Mezhebi Hanefî de olduğu gibi sabinin malından zekâtın lazım gelmeyeceğine ve İbn Ömer ve Ayşe (radıyallahü anh) dahi Şâfiî Mezhebine olduğu gibi zekâtın vücubuna zahib oldular. Hiçbiri şu hadisi nakil ve rivâyet edipte bununla istişhat etmediler. Binâenaleyh bu hal delâlet eder ki, bu hadis ya gayri sabittir veyahut müevveldir.

Beyân-ı Ta'n

Hadise ta’n ya merviyyun anhdan veya gayrisinden olur.

Hadise ta’n ve itiraz, hadise dokunmak demektir. Eğer bir hadis hakkında bir ta’n ve bir itiraz vuku bulursa o hadisin ne dereceye kadar merdut olacağını da bu bahiste tetkik edeceğiz.

Şimdi bir hadisi ta’n eden ya merviyyun anh bizzat kendisidir veyahut başka birisidir. Hadise itiraz eden bizzat merviyyun anh ise bu da yedi kısma ayrılabilir. Çünkü bu ta’n ve inkâr ya kavlen olur veya fiilen olur.

Kalben inkâr dahi ya (1) nefi cazimle veya (2) tereddütle veyahut (3) te’ville olur. Fiilen inkâr ise ya (4) ravinin kalb-er rivaye hilafiyle ameli veya (6) hilafiyle ameli tarihinin meçhul bulunmasıyla veyahut (7) mûcibiyle amelden imtinaı suretiyle hasıl olur. İşte bunların hükümlerini birer birer tetkik edeceğiz:

Merviyyun anhın kendine nispet olunan rivâyeti nefi ve inkarı hadisi bil-ittifak cerhtir.

Tereddütü ve bir manada zâhir olan hadisi gayri zahire hamlile te’vili muhtelifun fihtir.

Gayri zahire te’vili muhtemilattan bakıyı redtir.

Yakinen muhalifiyle ameli kendisinden rivâyetten sonra ise cerhtir. Rivâyetten evvel olduğu veya ne vakit olduğu bilinemediği surette cerh değildir.

Hadis ile amelden imtinaı hilafiyle amel gibidir.

1-Merviyyun anhın kendine nispet olunan rivâyeti nefi ve inkarı bil-ittifak cerh’tir. Meselâ ravi Hazret-i Enes’e Hazret-i Ömer’den rivâyeten bir hadis naklediyor, o da Hazret-i Ömer’e soruyor. Hazret-i Ömer eğer ( Ben böyle bir hadis söylemedim.) diye cezmen nefi ve inkâr ederse o hadis bil-ittifak mecruh olur ve artık onunla amel olunmaz. Çünkü bir taraf hadisin naklini ve sıhhatini söylemekte ve diğer taraf bunu neft eylemekte olmasına nazaran elbette her iki tarafın birinde kizip ihtimali mevcuttur. Halbuki cerh ve tadil muarız olduğu vakit daima cerh tarafı tercih olunur. Binâenaleyh böyle bir hadis mecruh ve amelden sakit olur. Mamafih bu cerh ve tadil sebebiyle ravi ile merviyyun anh adaletten sakıt olmazlar, artık mcruh olan hadis hakkında rivâyetleri kabul edilmezse de diğer bir hadis rivâyet ederlerse kabul olunur. Çünkü bunların adaletleri müteyakkındır. Yakın ise şek ile zail olmaz. Nasıl ki, iki beyyine taaruz etse bunların biriyle amel olunmaz. Lakin onlar diğer bir hadisede şahadet etseler yine kabul olunur.

2- Merviyyun anhın tereddüdü muhtelifun fihtir.

Yani merviyyun anh kendisine hadis sorulduğu vakit (tefekkür edemiyorum) (hatırlayamıyorum) (böyle bir hadis rivâyet ettiğimi bilmiyorum) derse bazıları bunun cerh olduğuna kail olmuşlar, bazıları da buna ( cerh değildir) demişlerdir.

Meselâ İmamı Ebu Yusuf, Kerhi, Falırulislam, Şemsüleimme, ve sair bazı müteehhirin cerh olduğuna ve İmamı Muhamınet, İmamı Mâlik ve Şafi cerh olmadığına kaildirler.

Hadisi mütereddidin misali: .......... hadisidir. Bunu Süleyman İbni Musa Zühriden o da Ayşe’den nakletmiş ve bilahare İbn Cüreyh Zühri’den sorduğu vakit rivâyetinde tereddüt eylemiştir.

İşte bu hadis İmamı Yusuf’a göre hadis-i met’undur. İmamı Şafi’ye göre mecruh olmadığı içindir ki, nikahta izn-i veli şarttır.

3- Te’vildir ki, iki kısımdır:

Birincisi; Merviyyun anhın bir manada zâhir olan hadisi gayri zahira hamlederek te’vilidir ki, bu muhtelifun fihtir.

Meselâ ravi amın olarak bir hadisi rivâyet ediyor, sonra kendisine müracaat olunduğu vakit tereddüt etmiyor, fakat lâfz-ı âmını tahsis ediyor, tahsis ise hilafı zahirdir.

Şu halde merviyyun anh bir manada zâhir olan hadisi gayri zahire hamlederek te’vil etmiş oluyor. Meselâ müşriklerin hepsini katlediniz diye bir hadis naklettiği ve kendisinden sorulduğu vakit (hayır ben böyle demedim, müstemenlerin ve aceze-i nisvanın ve sıbyanın gayrisini katlediniz dedim) diyor. Amının hasa da ihtimali var ya; işte ravi, hadisi yalnız amının mana-i hususta zâhir olan manasına hamlediyor, yahut ravi mutlak olarak bir hadis naklediyor. Sonra onu mukayyede hamlediyor, mutlakın idlakı üzere cereyanı asıl, zâhir ve mukayyede hamli hilaf-ı zâhir olduğu için bu suretle merviyyun anh bir manada zâhir olan hadisi gayri zahire haml ile te’vil etmiş oluyor.

Şimdi merviyyun anhın bu suretle ta’vilinin makbul olup olmadığında ihtilaf hasıl olmuştur. Kerhi ve eksen-i meşayıh-ı Hanefîye ve İmamı Şafi zâhir hadisin te’vilini kabul etmemişlerdir. Çünkü hadis hadd-i zatında muteber olunca hadis ile zâhir olan mana dahi muteber olur. Te’vile itibar yoktur. Hatta İmâm-ı Şafi ...... buyurmuşlardır.

Bazıları da bu te’vili kabul etmişler ve demişlerdir ki, elbette merviyyun anhın şu te’vili muayyen ve meşhudu olan bir kariniye mübtenidir. Bizzat mişkat-ı nübüvvetten nakl-i hadis eden ravi elbette bir kariniye Binâen hadisi mana-i gayri zahire hamlediyor.

İkincisi: Merviyyun anhın bazı muhtemelatında manası zâhir olmayan hadisi bir manaya te’vilidir ki, bu muhtemelattan bakiyi redir.

Meselâ müşterek, mücmel ve hafi gibi elfâzın bu müteaddit manalara ihtimali vardır. Bunlar bir mana da zâhir değildirler. Bunlar da manayı ancak karine ile takdir edebiliriz. İşte böyle bir lâfız hakkında raviye müracaat olunup da o lâfzın manasını muhtemilatından birine te’vil ederse bu cerh olmayıp ancak lâfzın muhtemilatından baki kalan diğer manaları rettir.

Meselâ ……: Kelimesi hayızla tuhur beynin de müşterektir. Ve bir lâfz-ı mücmeldir. Çünkü gerek tuhur da ve gerek hayız da yani ayrı ayrı olarak tuhur ve hayz manaları bu lâfız ile zâhir değildir. Eğer ravi böyle bir lâfz-ı mücmeli manalarından birisine te’vil eder. Meselâ maksadım (hayızdır) dır derse bu te’vili kendince meşhut ve muayin olan bir kariniye mübteni olmak lazım geleceğinden kabul ve fakat bundan sonra o hadis lâfzın diğer meanisinde reddolunur.

4- Merviyyun anhın rivâyet ettiği hadisin muhalifiyle yakinen ameli eğer rivâyetinden sonra ise cerhtir.

Çünkü; bu hal merviyyun anhın o hadisin mensuhiyetine veya adem-i sübutuna vakıf olduğuna delâlet eder. Yani ba’ der rivaye merviyyun anh o hadisin mensuh olduğuna veya mişkat-i nübüvvetten öyle bir hadis şeref sadır olmadığına vakıf olmuştur da ondan dolayı hilafiyle amel etmiş demek olur. Msela Hazret-i Aişe: ....... hadisini rivâyet ettikten sonra biraderi Abdurrahman İbn Münzerin kerimesini pederi kayıp iken tezviç etmiş idi. Demek ki, Hazret-i Aişe ba’der rivaye hadisin muhalifiyle amel etmiş ve velisi kaybolan bir kızı tezviç etmiştir. Elbette Hazret-i Aişe o hadisin mensuhiyetine veya adem-i suduruna kanaat hasıl etmiştir debunu yapmıştır.

5- Merviyyun anhın kabl’er rivaye hadisin muhalifiyle ameli hadis-i cerh değildir. Çünkü evvelce hadisin hilafıyla ameli henüz o hadise vakıf ve muttali olmadığından neşet etmiştir.

6- Merviyyun anhın rivâyetinin muhalifiyle ameli, ne vakittir bilinmezse yine cerh değildir. Çünkü hadisin hüccetinde şüphe yoktur. Yalnız rivâyetten sonra amel edilmiş olması sebebiyle bu hüccetin sükutunda şüphe vardır. Vakıa eğer böyle olsaydı cerh olacaktı. Lakin kalb’er rivaye amel edilmiş olması da muhtemel değil midir? Şimdi şekk ile yakin zail olamayacağından bu şüphe ile yakinen sabit olan hüccet-i hadis iskat edilemez.

7- Merviyyun anhın hadis ile amelden imtinaı hilafiyle amel gibidir. Yani cerhtir. Zira bu hadisin muktezasıyla ameli terk, hilafıyla amel gibi haram olduğundan eğer mensuh olmasa veya şeref suduru muhakkak olsaydı şüphesiz mûcibiyle amel edecekti.

Ta’n merviyyun anhın gayrisinden olduğu takdirde, ta’in hadis-i metunun kendisine hafa ihtimali olmayan sahabi ise ta’nı cerh’tir. Böyle bir ihtimali varsa cerh değildir. Ve eğer ta’in eimmei hadisten olursa ta’ının mücmel ve müphemi kabul olunmaz.

Ta’ının müfessirine gelince: Ta’n şer’an cerh olması müttefikin aleyh olan bir veçhile müfessir ve ta’in dahi nasıh olursa, o misilli ta’n cerhtir ve illa değildir.

1-Ta’in, hadis-i met’unun kendisine hafa ihtimali olmayan sahabi ise ta’ni cerhtir.

Meselâ Ebu Hureyre Hazret-i Ömer’den bir hadis naklediyor da Hazreti Ebu Bekir dahi bu hadise ta’n ediyor. Elbette Hazret-i Ömer’in bildiğini Hazret-i Ebu Bekir dahi bilirdi. Hadisin zaten kendisine hafa ihtimali yoktur. Eğer hadis sahih olsaydı adetan kendisi için dahi hafi olamazdı.

Eğer o hadis ile amel edilmiş ise bu takdir de hadisin ademi sübutuna hükm olunmaz. Belki siyaset ve maslahata yahut adem-i vücuba veya intisiha mahmul olur. Meselâ zina-i gayri muhsanda hadd-i şer’i ........ hadis-i şerifiyle yüz deynek ve bir sene tagrib olduğu ve zina-i muhsanda dahi hadd-i şer’i ........ hadis-i şerifiyle yüz değnek ve taşla recim olduğu halde hudûd-i şer’iye kendilerine müfavvaz olan Hulefa-i Raşidin Hazeratı şu iki hadisle tamamen amel etmeyerek gayrı muhsan da tagribi ve muhsanda dahi yüz değneği cerh ettiler. Hatta Hazret-i Ömer-ül Faruk gayrı muhsan bir zaniyi nefi ve tağrib etmiş idi. Fakat o kimse irtidat ederek Rumların etti. Eğer tagrib had olsaydı şüphesiz bunu terk etmezdi. Hazret-i Ali dahi bu hadisi ret etmiş buyurmuştur. Eger nefi hadd-i şer’i olsaydı şüphesiz Hazret-i Ali dahi bunu fitneyle tesmiye etmezdi.

Bundan anlaşılıyor ki, Hazret-i Ömer’in ilk tagribi hadis ile amel değil siyaseten vaki olmuştur. Böyle bir hüküm ve tedbirine nası siyanet için yapılır. Zaten Hulefa mesalihi ibat için emr-i siyasete maliktirler.

Kezâlik Hazret-i Ömer Kufe etraf ve nevahisini anveten fetih buyurmuşlarken arazisini beynel ğanimin taksimden imtina buyurdular. Halbuki Rasulü Ekrem Efendimiz Huneyn gazvesinde araziyi beynel ganimin taksim buyurmuşlardı. Bu fiil-i nebevi Hazret-i Ömerce de meşhuttu. Hazret-i Ömer’in muhalefetiyle anlaşılıyor ki, Huneyn gazvesindeki taksim-i nebevi vacip değilmiş. Rasulü Ekrem Efendimiz o vakit öyle münasip görmüşler.

Keza bundan anlaşılıyor ki, İmam-ul Müslim’in hazretleri anvaten bir araziyi feth edince orayı beynel ganimin taksim veya ahali üzerine haraç vaz’ile terk hususatına muhayyerdirler.

2-Ta’in eğer hadis-i met’unun kendisine hafa ihtimali bulunan sahabi ise ta’nı cerh değildir.

Çünkü o hadisin iştimal ettiği hadise nadirattan olduğu için kendisine hafi olmak ihtimali vardır. Meselâ ta’in yılda bir kere şeref-i sohbet-i nebeviye ile müşerref olmuş bir sahabi olabilir. İhtimal ki, kendisi o hadisi işitmemiştir, kendisi için o hadis hafidir.

Meselâ kurenadan bir zat Şevketmeab Efendimizden bir iş hakkında irade alıyor, bu iradeyi mütercimlerden birisi tekzibe kalkışırsa kabul olunur mu? Elbette irade ona hafidir. Elbette kurena buna daha çok muttalidir. Ashab-ı Güzin dahi risaletpenah Efendimizin kurenası demektirler. Fakat bunların cümlesinin Rasulü Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizle sohbet ve mülakatı bittabi bir derece değildir. Ehadisi nebeviyeleri bazılarına hafi olur, bazılarına olmaz. Eğer hafa ihtimali yoksa ta’nı cerh addedersek de hafa ihtimali bulunursa ta’nı cerh addetmek lazım olmaz.

Meselâ Zeyd İbni Halid el-Cuheni Hadisini rivâyet ediyor. Halbuki bu hadisi Ebu Musel Eş’ari ta’n etmiştir. Lakin bu ta’n cerh değildir. Çünkü ta’in kendisine hafa ihtimali bulunan bir sahabidir. Böyle bir hadise nadirattan olduğu için Ebu Musel Eş’ari bu hadisi bilmeye bilir. Diğer tarftan Zeyd b. Halid’den başka Cabir ve Enes (radıyallahü anh) dahi bu hadisi rivâyet, ashab ve tabiin dahi onunla amel etmiş olduklarından delil ve ma’mulumbih olmuştur.

3-Ta’in İsmail Buhari hazretleri gibi eimme-i muhaddisinden olduğu surette bakılır:

Ta’n ve itirazı, ya mücmel ve müphem olur veya mücmel ve müphem olmaz. Eğer bu hadis mecruhtur, bu hadis metruktur gibi ta’n, müphem ve mücmel bir suretle olursa bununla hadisin kuvveti zail olup da ihticactan sakıt olmaz. Zira zâhir-i hal müsliminin ve betahsis-i hayrul kurun ricalinin adil olmasıdır. Şu asıl tan-ı müphem ile terk edilemez. Nitekim böyle müphem bir ta’n, bab-i şahadete bile makbul olmaz.

4 – Eimme-i muhaddisinden olan ta’inin ta’ni müfessiri şer’an cerha salih olmayan bir kelamla vuku bulursa o hadis yine mecruh olmaz. Meselâ bu hadis met’undur, zira ravisi meydanlarda koşan bir adamdır demek gibi.

5 – Ta’in, ta’nı tefsir eder. Fakat bu kelamın cerha salih olup olmadığı mücdehidün fih yani mühtelefunfih olursa o tefsirin cerh olması hakkında ittifak bulunmazsa o hadis yine mecruh olmaz. Meselâ İmamı Ebu Yusuf hazretlerini furu-u fıkıhta tesret-i tevegulleri ve zihinlerini bunlarla dolması sebebiyle cerh etmişlerdir. Fakat bu cerh müfessir olmakla beraber ittifakla kabul olunmamıştır. Zira kesret-i içtihad kuvveti zilmin ve zabt-ı rivâyetin en büyük delilidir. Binâenaleyh ta’n için irad edilecek tefsir müttefekunaleyh bir surette olmalıdır.

6 – Ta’in eimme-i muhaddisinden olur. Ta’nını tefsir eder tefsiri cerha salih olur ve cerha salih olduğu da müttefekun aleyh bulunur ve fakat ta’in taassup ve adavetle ma’ruf ve müştehir bulunursa o hadis yine mecruh olmaz. Meselâ ravafız-ı acemden bir ahund gelmiş bir hadisi red ve nefi ediyor taassubuna ve ehli sünnete muhalefetine Binâen velev ki, makbul bir tefsirle olsun ta’nı kabul edilmez.

7 – Ta’in eimme-i hadisden olur ve ta’nını şer’an cerhe Salih bir kelamla tefsir eder ve bunda ittifak bulunur- Meselâ kizp ve fısk ile tefsir gibi – ve kendisi de ehli adavetten olmayıp (nasıh) bulunursa o vakit cerhi kabul olunur da hadis mecruh olur.

Beyân-ı Mahall-i Haber

Malumdur ki, bir haber, bir muhbir, birde mahall-i haber vardır. Elbette bir haber, bir mahal ister. Haberi gördük, muhbirin de kim olduğunu ahval ve şurutunu nasıl olursa haberlerin kabul edileceğini öğrendik. Şimdi birde mahall-i haber kaldı. Yani muhbirlerin haberi ne gibi şeyler hakkındadır, bu mebhasta da o tetkik edeceğiz.

Burada mevzû bahis olan haber mutlaktır. Gerek Nebi Zişan Efendimizden varit olsun ve gerek gayrisinden,

keza haberden maksut dahi haber-i vahittir, mevzû-ı furu’u amele muktasırdır. Çünkü yakıniyata müpteni olan itikadiyat, ilmi zanniyi ifade eden haber-i ahad ile sabit olamaz.

Mahall-i haber ya hukukullah veya hukuk-i ibaddır.

Mahall-i haber hukukullah olursa bu da iki kısımdır:

1 – İbadat

2 – Ukubat

Mahall-i haber hukuk-i ibat olursa bu da üç kısımdır.

1 – Mahall-i haber ya kendisinde ilzam-i mahz bulunan ukubattır.

2 – Veyahut kendisinde hiç ilzam yoktur.

3 – Veyahut min vechin ilzam bulunan ve min vecih bulunmayan okuttan olur. İşte bu beş kısım mahall-i haberin ahkâmını ve hangilerinde haberin ne gibi şeraitle makbul ve muteber olacağını izah edeceğiz.

Hukukullahtan ibadat kısmı şeraiti bulundukça haber-i vâhid sabit olup ukubat kısmı muhtelefunfihtir.

Hukukullahtan ibadat kısmı akıl, İslam, zabıt ve adalet şeraiti mevcut olmak ; haber, kitap ve sünnete muhalif bulunmamak şartiyle haberi vâhid ile sabit olur.

İbadat dahi ister ibadatı haliseden olsun ki, bu da ya halise-i maksudedir. . salat, zekât, hac, ve siyam gibi veya halise-i gayrı maksudedir, vudu ‘ ve udhiye gibi. Zira vudu’ her ne kadar ibadetten ise de ibadat-i gayri meksudedendir. Çünkü asıl maksut namazdır. Vuzu’ namaza vesile olur.

Keza udhiye dahi abdest gibi vesaildendir. Yoksa makasidden değildir. Ziyafetullaha vesile olduğu için maksut ve meşru olmuştur.

Keza ibadat isterse hem ibadet ve hem ukubet olmakla beraber ibadet ciheti galip olsun.

Kefaret-i fıtırdan başka olan keferet-i zıhar, keferet-i katil ve keferet-i yemin gibi. Bunlarda ibadat ukubetle muhtelittir. Şu kadar ki, ibadat ukubet üzerine galiptir. Çünkü bunlar muhti ve mükreh ve nasın üzerine de vacip olur ve i’zar ile sakıt olmaz. Ma’zur ise müstahakkı ukubet olmayacağından ibadet cihetinin rüçhanı müsellem olur. Vakıa Meselâ kefaret-i yeminde it’am-ı mesakinle muakap oluyor. Lakin zikrettiğimiz veçhile ibadet ciheti ukubet cihetine galip oluyor.

Fakat nahar-i ramazanda iftar sebebiyle vacip olan kefaret-i savmda ukubet ciheti ibadet cihetine galiptir.

Keza ibadat isterse hem ibadet hem de meunet olmakla beraber ibadet ciheti olsun.

Sadaka-i fıtır gibi…Bu ibadet-i mahza değildir. Meunetle külfet ve meşakatle mahluttur. Fakat ibadet ciheti galiptir.

Veyahut ibadat hem ibadet ve hem de meunet olmakla beraber meunet ciheti galip olsun…

“Bundan dolayıdır ki, sabi ve mecnun hakkında dahi öşür vacip olur” mamafih bunda ibadet ciheti de vardır. Çünkü mahall-i sarfi musarrafı guzati müslimindir. Bu öşür muharebeye sarf olunacaktır.

Velhasıl bu saydığımız ibadatın kaffe-i aksamı haber-i vâhid ile sabit olur. Lakin şerait-i erbaa-i sabıka mevcut olmalıdır. Bu surette bunlarda haber-i fasık kabul olunamaz. Çünkü şart-ı adalet mefkuttur.

Kezâlik mesturulhal olanın da haberi kabul olunmaz.

Binâenaleyh bir kimse öğle namazını bitirdikten sonra birisi gelip sen namazı iki rekat kıldın diye haber verse eğer muhbir şerait-i rivâyeti cami olursa namazı iade ve ikmal lazım gelir,

keza sair ibadatta dahi böyledir.

Şu kadar ki, ibadatın içinde bir diyanat kısmı vardır ki, onlarda fasık ile mesturulhalin haberi kabul olunur. Amma bu da suret-i mutlakada değil, taharri şart ve kaydiyle mukayyettir. Yani muhbirin ileyh olan şahıs sade onun haberiyle amel etmeyecek, talırri edecek ve eğer kalbine itminan gelirse o vakit o fasıkın sözü ile amel edecektir. Meselâ, bir kimse abdest alacak iken, fasık veya mesturulhal olan bir şahıs (o ibrikten abdest alma pistir) dese de muhbirin ileyh dahi bu habere mebni teyemmümle namaz kılsa ve sonra suyun tahareti anlaşılsa bakılır: Eğer haber aldığı vakit suyun tad ve levnine bakmış, taharriyatı vicdaniyesiyle muhbirin haberi teeyyüd etmişse namazı makbul olur. eğer böyle bir taharride bulunmamışsa namazı makbul olmaz, iadesi lazım gelir.

İşte ibadatın sırf diyanat kısmında fasık ve mesturulhalin bu gibi haberleri taharri kaydiyle mukayyed olarak makbul olur. çünkü bunda zaruret vardır. Eğer bunlarda dahi udulün ihbar-ı şart olsa haraç lazım gelir. çünkü udul suların tahir olup olmadığını haber vermek gibi umûr-ı hâsise ile meşgul olamaz. Eğer mutlaka onların ihbarı şarttır diyecek olursak ibadatı tazyik etmiş oluruz.

Fakat diyanatın gayri ibadatta ve rivâyet-i hadisde bu zaruret yoktur. Zira herkesin hadis rivâyet etmesine zaten mesağ yoktur. Ahbar-ı şer’iyyede telakki edecek zevat her asrın fuhul-i uleması, ümenasıdır, bu telakki için herkese mezuniyet verilmemiştir. Binâenaleyh ne yapalım bu adam fasıktır amma hadis rivâyet edecek zaruret vardır denemez ve bu zaruret hiçbir vakit teslim olunmıyacağından haraç dahi tahakkuk eylemez.

Mamafih gerek diyanat da, dahil olduğu halde, ibadatta ve gerek ehadisde sabi, ma’tuh ve gayri müslimin haberi kabul edilmez. Zira büluğ, akıl ve islam şartları mefkuttur.

“Hukukullahın ukubat kısmının haber-i vahidle sübutu muhtelefunfihtir. Meselâ hadd-i zina hadd-i kazif, hadd-i şurb ve hadd-i sirkat gibi hudûd-i şer’inye haber-i vahidle sabit olur mu olmaz mı bunda ihtilaf edilmiştir. Bir adam haber verse ki, (filan şArap içti) veya (filan sirkat etti) acaba bu haberle o adam hakkında hadd-i şürb ve hadd-i sirkat ikamesi câiz midir? Değil midir?

Bir reye göre –ki, İmamı Ebu Yusuf ‘tan rivâyet olunmuş ve Cessas dahi bu reyi kabul etmiştir- ukubat dahi haber-i vahidle sabit olur. Çünkü:

Evvela: Beyyine ile amel üzerine (icma’) hasıl olmuştur. Meselâ iki kişinin şahadeti ile kısas sabit oluyor. Halbuki iki kişinin haberi dahi haber-i vahittir. Beyinat dahi haber-i ahada mülhaktır. Mademki beyyine ile amel olunuyor, haber-i vahitle de amel câiz olur.

Saniyen: Recm hakkında nass-ı nebevi (Maiz) hakkında varit ve haber-i ahatla sabit olmuşken bu nassın delâletiyle amel üzerine icma varit olmuş ve Binâenaleyh bu nassın delâletiyle başka zanilere daha recim lazım gelmiştir. Madem ki, haber-i ahatla varit ve Binâenaleyh hükmü zannolan bu hadis ile ukubet sabit oluyor. O halde haber-i vahidin ukubetin her kısmında makbul olması icap eder.

Lakin müteahhırun ulemaya göre –ki, Kerhi dahi bunu ihtiyar etmiştir- haber-i ahatla ukubat sabit olmaz. Çünkü haber-i vahidde –hükmü zan olmak cihetiyle- şüphe vardır, hudut ise şubehatla münderi ve mündefi’ olur. vakı’a ukubat –ı beyyine ile sabit oluyorsa da bu sübat ala hilafil kıyastır. buyrulmuştur. Ala hilafil kıyas varit olan nass ise mevridine maksur olur.

Bir de Maiz hakkındaki nassın delâletiyle başka zanilere dahi recm lazım geliyorsa da delâleti nass kat’idir. Delâlet-i nass ile ukubat sabit olur, fakat haber-i vâhid o mertebede olamaz.

İşte görülüyor ki, hukukullahın ibadet kısmı haber-i vahitle sabit olmakta ise de ukubatın haber-i ahatla sübut veya adem-i sübutunda ihtilaf vardır.

Yukarıda söylemiştik ki, hukuk-ı ibad üç kısımdır:

1 – Hukuk-ı ibadın bey’ ve icare gibi kendisinde ilzam-ı mahz olan kısmında yine şerait-i rivâyetin mer’iyetiyle beraber (velâyet) ve (lâfzı şahadet) (Mecelle: 1684) ve indel imkan (adet) şarttır. (1685)

Bey’ ve icare, hukuk-ı ibaddan ve kendisinde ilzamat bulunan ukuddandır. Bir adam bir malını satar veya icar ederse dönüp de o ukudunu münferiden feshedemez, akdi nafiz ve lazım olmuştur.

İmdi ukud-i ilzamiyeyi müstelzim olan haber dahi mülzem olmalıdır. Mademki akit, akd-i ilzamidir. Böyle bir akdi ilzam edecek haber dahi mülzim olacaktır. İlzam ise bab-i velâyettendir. Velâyete ehil olmayan ilzama ehil olmaz, velâyet ki, bir sözü istesin istemesin gayr üzerine tenfiz etmektir. Haber dahi böyle olmak için muhbirde velâyet ve kudretin vücudu lazimeden olur. Yani muhbirin sözü geçebilmelidir. Haber muhbirin ileyhin arzusuna muvafık olsun olmasın tesirini göstermelidir.

İşte velâyet budur. İmdi haberde velâyet şart olunca bir sabinin ve bir rakikin bu kabil ukuddeki haberleri makbul olmaz. Meselâ birisi bir eyi satın aldığını iddia ve müddaa aleyh inkâr eylese de müddei davasını bir çocukla isbata kalkışsa kabul olunmaz. Çünkü bey ukud-i ilzamiyedendir. Ukud-i ilzamiyeyi isbat edici haberin dahi mülzim olması icap eder, ilzam ise bab-i velâyettendir. Çocukta ise velâyete ehliyet yoktur. İşte şu mukaddimeler onun haberinin adem-i kabulünü istilzam eder.

Vilâyet şart olduğu gibi lâfz-ı şahadet dahi şarttır. Muhbir şahadet ederim ki, evi sattı diyecek, bu da haber-i te’kit için lazımdır. Mademki akid ilzamidir. Gayri ilzam edecektir. Öyle olan bir haber gâyet müekkit olmalıdır. Lâfz-ı şahadet dahi esbab-ı te’kittendir. Çünkü müşahadeden me’huzdur. Hatta Hazret-i Ali buyuruyorlar. Şahadet müşahadeden me’huz olunca şahidin muhbirin bilmediği bir şeye şahadet ederim demesi kabil olmaz. Bir şeyi bilmek türlü türlü sebeblerle olur. Fakat esbab-ı ilmin en eblağı müşahadedir. Haber dahi esbab-ı ilimden ise de müşahade esbabı ilmin en akvası, en edelidir. Mahalli haber dahi mademki bir akd-i ilzamidir, mademki gayri ister istemez o haberle mülzim olacaktır. O halde bu suretle gayri ilzama alet olan haberi te’kit etmek lazım gelir ki, lâfz-ı şahadet dahi işte bu kabil esbab-ı te’kittendir.

Kezâlik velâyet ve lâfz-ı şahadet ile beraber indel imkan adet dahi şarttır.

Gerçi bir haber de iki haber de haber-i ahattan ma’dutturlar. Fakat bey’e ve icare gibi ukudat-ı lazimede yalnız bir haber kafi değildir. Biz bunlarda haber-i te’kit ve takviyeye muhtacız, haber gayri mülzim kılacak bir haberdir. Bununla gayri mülzim kılacağız, haberi ona tesir ve nüfuz ettireceğiz, muhbirin ileyh o haberden ister istemez müteessir olacak. Demek ki, böyle olan bir haberi takviye ve ihkam lazımdır. Nasıl ki, adet dahi esbab-ı ahkâmdandır. Çünkü bir adamın sözüne inanınakla iki adamın sözüne inanınak arasında elbette fark vardır.

Bir hikmeti budur, fakat bunun başka bir hikmeti daha vardır. Mecelle imtihanında size mademki beyinler haber-i vahittir diyorsunuz, haber-i vâhid olmakta (bir) veya (iki) müsavi iken neden beyyinatta (iki) şahit lazımdır diyorsunuz. Bunun hikmet-i akliyesi nedir? Diye sorarlarsa dersiniz ki,:

Müddai, davasında bu nevi bana sattı teslim etmiyor diyor. Müddea aleyh de inkâr ediyor. Müddainin davasını tahlil etsek görürüz ki, o bir haberdir, evin kendisine satıldığını haber veriyor. Münkirinde inkarı bir haberdir. O da satmadığını söylüyor. Demek ki, bu iki haber yekdiğeriyle tearuz ediyor. Hakim ise kat’ı münaza’ayı memur olup bu da bir haberi diğer haber üzerine tercih etmesine mütevakkıftır. Hakim bakıyor ki, bu haberleri tercih edecek bir şeye ihtiyaç var, müddai dahi o aralık bir şahit getiriyor. Şahit müddeinin ifadesini te’yit edince müddeinin haberi racih oluyor. Fakat diğer yüzden de müdei aleyhin zaten müddeinin bu bir şahidine karşı bir şahidi vardır ki, o da beraat-ı zimmetinin asıl olmasıdır. İmdi müddeinin ikame ettiği bir şahitle müddei aleyhin beraet-i zimmeti tekabül ederek suret-i tercihte yine müsavat hasıl oluyor. Müddeinin bir şahidini tercih etsek müddei aleyhinde asıl olan beraet-i zimmeti ona muadil oluyor. Binâeneleyh bunlardan birinin tercihi halinde tercih bila müreccih lazım geliyor. Lakin müddei bir şahit daha ikame ederse kendi iddiası takviyet bulur ve o vakit kendi ciheti tereccüh edr. Çünkü bu iki şahide karşı müddei aleyhin şahidi kalmamıştır. Demek oluyor ki, ;bab-ı şehadette adedin meşrutiyeti canib-i Sıtkı tercih maksadına müstenittir.

Lakin bu adet indel imkan şarttır. Eğer imkan müsait olmazsa adet şart olmaz. Bu takdirde adl-i vahidin ve hatta bir kabilenin bile şahadeti kabul olunur ki, vilâyet ve bekarete rical için itila mümkün olmayan uyub-i nisaya şahadet bu kabildendir.

Meselâ bir odada iki kadın doğursa da çocukların nisbetinde ihtilaf edilse rical için buna itila mümkün olmadığından, ebe kadının haberiyle hangi çocuğun hangi valideye ait olduğunu tayin ve tesbit bizce zaruri olur.

Nikah, mülk-i yemin ve riza’ dahi hukuk-i ibadın kendinde ilzam’-ı sarf olan kısmındandır. Meselâ bir adam bir kadınla tezevvüç ettikten sonra adl-i vâhid (senin aldığın kadın senin süt kardeşindir) diye ihbar eylese bunda ilzam-ı mahz vardır. Çünkü nikah batıl olarak firkat ve iftirak lazım gelecektir.

Keza aldığı cariye için süt kardeşi olduğu söylense bunda da ilzam-ı mahz vardır. Zira zeval-i mülk terettüp edecektir.

Keza, aldığı cariyenin hurretül asıl olduğu söylense, yine ilzam-ı mahz vardır. Zira zeval-i mülk lazım gelecektir. Binâenaleyh bunlarda dahi bey’ ve icarede câri olan şerait-i ahbar muteber ve mer’idir.

2- Hedaya, vedaya, emanete, vekalet ve risalet gibi kendisinde asla ilzam olmayan kısmında temyizden başka bir şarta lüzum yoktur.

Yani bunlar haber-i vahitle sabit olurlar, bunlarda muhbirin yalnız mümeyyiz olması nef’ ile zararı fark eder bulunması kafi olup adalet, İslam, büluğ, adet, lâfz-ı şahadet gibi şartların lüzum yoktur. Çünkü bu ukutta asla ilzam bulunmaz « eğer adalet dahi meşrut olsa son derecede haraç tahakkuk eder. Zira bu gibi muamelat-ı hâsisede daima udül-ü nasp ve istihdam olunamaz. Ekseriya bu gibi hususatta sıbyan ve abidin istihdamı müteariftir. »

Bu sebeple bir şeyin hibe ve vedia veya emanet olduğunu veya kendisinin şahs-ı ahar namına tevkil edildiğini veya hakk-ı şuf’ası bulunan bir evin satıldığını bir muhbir haber verse sözü kabul olunur.

Meselâ bir kimse ahbabına (bir adam) vasıtasiyla hadiye olarak bir seccade ginderse de o da kabul ettikten sonra o seccadeyi satsa ve bilahare tahakkuk etse ki, o hediye değilmiş de başkasının malıymış. Halbuki o zat seccadede yalnız bir haber üzerine tasarruf etmiştir. Acaba kendisine zıman lazım gelir mi, gelmez mi? Zıman lazım gelmez. Çünkü bir şeyin hediye olduğunu ihbarda ne adet ne de şeriat-i saireye ihtiyaç olmayıp, muhbirin yalnız mümeyyiz olması kafidir.

Keza bir adam dışarıya giderken bir sağır-i mümeyyiz vasıtasiyle bir ahbabına emanet olarak Meselâ: yüz lira gönderse mürselun ileyh o parayı bir vedi’a olarak telakkiye me’zundur.

Keza bir sağır’imümeyyiz, bir şahsa gelerek « seni filan adam filan işe vekil etti» dese de, o da bu habere Binâen o işi görse, Meselâ bir şey satın alsa müvekkil namına tasarruf etmiş olur. bunlar öyle şeylerdir ki, kendilerinde asla ilzam yoktur.

Fakat dört yaşındaki bir çocuk tabiidir ki, bu gibi ihbaratta dahi ehli olamaz. Zira mümeyyiz değildir.

3- Azl-i vekil, hivr-i me’zun, fesh-i şirket ve mudarebe gibi kendilerinde bir vecihten ilzam olup, diğer cihetten ilzam olmayan kısmında İmâm-ı A’zam hazretleri indinde muhbir fuzuli (adet) ise yahut (adalet) şarttır.

Muhbir, vekil veya resûl ise bu da şart olmayaıp, adlin gayri haber-i vâhid kabul olunur. İmameyn Hazeratı indinde iş bu kısm-ı sâlis kendisinde asla ilzam olmayan kısm-ı sâni gibidir. Bunlarda min vechi ilzam varsa da, minvechi ilzam yoktur. Meselâ azl-i vekilde yani müvekkilinin vekili azletmesinde minvechi ilzam vardır ve minvechi ilzam yoktur.

Meselâ bir adam diğerine bir mal iştirasına tevkil ediyor. Hakkul gayr tahakkuk etmediği halde bu vekilini azilde salahiyattardır. Binâenaleyh müvekkül henüz hakkul gayr taalluk etmeden vekilini azledecek olsa bu azlin haberi vekile vasıl olduktan sonra artık vekilin müvekkilin bihte tasarrufu câiz olmaz. Mecellede bu cihet mezkur ise de haber-i azlin keyfiyet-i vusûlünden bir bahis yoktur. Acaba bu haberi kim getirirse makbul olacaktır.

Bu muhbirin ya bir şahs-ı fuzulidir; yani müvekklin vekili veya resûlu değildir ve yahut müvekkilin haber-i azlini isale vekil veya resûldur. İmâm-ı A’zam hazretlerine göre: Muhbir eğer fuzuli ise (adet) veyahut (adalet) şarttır. Muhbir bir adam ise recul-i adil olmak veya iki kişi olmak lazımdır. Muhbir eğer müvekkilin azil haberini isale vekil veya resûli ise ne adet ve ne de adalet şart değildir. Yalnız mümeyyiz olması kafidir.

Zira muhbir vekil veya resûl olduğu vakit onun haberi mürsilin sözü gibidir. Zat-ı Mürsil’de şart olmayan bir şeyin onun makamına kaim olan vekil ve resûlde de şart olmaması tabiidir. Meselâ bir adama sen adil olmadığın için vekilini azl edemezsin denilemez. Fasik bir adam dahi gayrisini bizzat tevkil ve bizzat azledebilir.

Lakin eğer muhbir bir fuzuli olursa onun haberini bitabi’ zat-ı müvekkilin haberi gibi telakki edemeyiz. Binâenaleyh ; amelen bişşebiheyn ya adet veyahut adalet şart olur.

 (Amelen bişşebiheyn) diyoruz. Çünkü azl-ı vekile dair fuzulinin haberinde ir yüzden ilzam vardır. Çünkü bu haber vekili müstakbelde tasarruftan men ediyor. Azilden sonra bir şey alırsa müvekkil hakkında muteber olmıyacak ve aldığı şey üzerine kalacaktır. Bu cihetle haber, bir haber-i ilzamidir ve azl-i vekil dahi tasarrufatı ilzamiyeden olur. İmdi azl-i vekil bu vechile tasarrufat-ı ilzamiyeden olunca muhbir hem adil hem de nisab-ı şahadete baliğ olmak şarttır.

Keza azl-i vekile dair fuzulinin haberinde bir yüzdende ilzam yoktur. Çünkü hakk-ül gayır taalluk etmediği halde bir müvekkil vekilini azletmiş olmakla kendi hakkında tasarruf etmiş olur. Bu cihetlede haber bir haber-i ilzami olmaz. Binâenaleyh; ne adet ve de ne adalet meşrut olmaz.

İşte bu gibi ukutta bu itibaratla amelen biş-şebiheyn yalnız (adet) veya yalnız (adalet) gözetilmiştir. Yani fuzuli olan vâhid-i adlin haberi kabul olununca muhbirin vâhid olması sebebiyle canib-i gayri ilzama ve adil olması sebebiyle canib-i gayri ilzama riâyet edilmiş olur.

Kezâlik adil olmayan iki şahid-i fuzulinin haberini kabul etmekle dahi muhbirin iki olmasıyla canib-i ilzama ve gayri adil olmasıyla dahi canib-i gayri ilzama müraat olunmuş olur.

Kezâlik hicr-i mezun –yani velinin ticarete mezun olan sabiyi ve

Kezâlik mevlasını ticarete mezun olan abdini ticaretten nehyi- dahi bu kabildendir. Binâenaleyh; haber-i hicir kendilerine vasıl olduktan sonra tasarrufları ve ticaretleri nafiz olmazki bu yüzden ilzam vardır. Fakat veli ve Mevla kendi haklarında tasarrufta bulunmuş oldukları için, bir yüzdende ilzam yoktur.

Keza fesh-i şirket ve fesh-i müdarebeyi ihbar dahi bu kabil ukuddandır.

Lakin İmameyn hazeratı indinde işbu kısm-ı sâlis, kendisinde asla ilzam olmayan kısm-ı sâni gibidir. Yani muhbirin mümeyyiz olması kafidir. Temyizden başka bir şey şart değildir. Velevki muhbir fuzuli olsun. Zira bu kısm-ı sâlis dahi kısm-ı sâni gibi bab-ı muamelattandır. Binâenaleyh; Tevkil her mümeyyizin ihbariyle nasılki sabit oluyorsa azl-i vekil dahi bir sabi mümeyyizin ihbariyle sabit olmak iktiza eder. Nass tevkile nasıl muhtaçsa azl-i vekilede öyle muhtaçtır. Eğer muhbirde adalet veyahut adt şart olsa nass’ın işleri tazyik edilmiş olur. İmdi böyle bir harc’ı def’için adelet ve adet şart kılınmıştır.