Geri

   

 

 

 

İleri

 

20- Helal İle Amel ve Şüpheli Şeyleri Terk Bâbı

4178- Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr El-Hemdânî rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize babam rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Zeke-riyyâ, Şa'bî'den, o da Nu'man b. Beşîr'den naklen rivâyette bulundu. Şa'-bî: Nu'man'ı şunları söylerken dinledim, demiş: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken işittim (ve Nu'man iki parmağı ile kulaklarına uzanmış):

«Şüphesiz halâl aşikâr, haram da aşikârdır; ama'aralarında bir takım şüpheli şeylervardır ki, onları insanlardan birçoğu bilmez. İmdi bu şüphelerden kim korunursa dîni ve ırzı için berâet almıştır. Her Mm bu şüphelere düşerse harama konar. Korunan bir yerin etrafında hayvan otlatan çobanın hayvanlarını oraya kaçırması yakıncacık olduğu gibi.

Dikkat!.. Her hükümdarın bir mahrûresi vardır. Dikkat!.. Allah'ın mahrûsesİ de haram kıldığı şeylerdir. Dikkat!.. Bedende bir et parçası vardır ki, bu parça işe yarayışlı olursa bütün beden yarayışlı olur; bozuk olursa bütün beden bozulur. Dikkat!.. O da kalptir.»

4179- Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe de rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Vekî' rivâyet eyledi. H.

Bize İshâk b. İbrahim dahi rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Îsâ b. Yûnus haber verdi. Her iki râvi: Bize. bu isnâdla bu hadîsin mislini Zeke-rîyyây rivâyet etti, demişlerdir.

4180- Bize İshâk b. İbrahim de rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Cerîr, Mutarrif'le Ebû Ferva El-Hemdânî'den naklen haber verdi. H.

Bize Kuteybe b. Said dahi rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Ya'kûb yani İbn Abdirrahmân El-Kaarî, İbn Aclân'dan, o da Abdurrahman b. Said’den naklen rivâyette bulundu. Bu râvilerin hepsi Şa'bî'den, o da Nu'-mân b. Beşîr'den, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den bu hadîsi rivâyet etmişlerdir. Şu kadar var ki, Zekeriyya'nın hadîsi onların rivâyetinden daha tamam ve daha uzundur.

4181- Bize Abdühnelik b. Şüayb b. Leys b. Sa'd rivâyet etti.'Dedi ki): Bana babam, dedemden rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Hâlid b. Yezîd rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Saîd b. Ebî Hilâl, Avn b. Abdillah'dan, o da Âmir Eş-Şa'bî'den naklen rivâyette bulundu, ki Şa'bî' Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sahabisi Nu'mân b. Beşîr b. Sa'd'ı Hıms'da halka hutbe îrâd ettiği sırada şunları söylerken işitmiş: Ben Resülullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Helâl aşikâr, haram da aşikârdır. .» buyururken işittim... Müteakiben Zekeriyya'nın Şa'bî'den rivâyet ettiği hadîs gibi tâ «İçine düşmesi yakıncacıktır...» cümlesine kadar rivâyette bulunmuştur.

Bu hadîsi Buhârî «îmân» ve «Büyü'» bahislerinde; Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî «Büyu'»da; İbn, Mâce «Fiten» bahsinde muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir.

Bâzı kelimelerin îzâhı: Müştebihât, şüpheli şeyler demektir. Bu kelime beş şekilde rivâyet olunmuştur: Müştebihât, müteşebbihât, müşebbehât, müşebbihât ve müşbihât. Bunlardan birinci ile ikincinin mânâları müşkilât demektir. Zira birbirine zıd olan iki tarafa da benzer mânâsmadırlar. Yalnız ikinci rivâyette tekellüf vardır. Üçüncü rivâyetin mânâsı hükmü yakînen bilinmeyen şeylere benzeyen demektir. Dördüncü ve beşinci rivâyetler: Kendini helâle benzeten mânâsına gelirler.

Irzî Ebû'l-Abbâs'ın beyânına göre, insanın medih ve zemm yeri demektir. Meselâ: Birisi birinin ırzından bahsetti denirse bunun mânâsı o kimseyi yükselten veya düşüren husûsatını söylemiş demektir. Bu sebeple de ya medholunur ya zemm.

El-Himâ: Korunan yer mânâsına gelen bir isimdir.

Ulemâ bu hadîsin İslâm'da pek büyük bir mevkii olduğuna ittifak etmişlerdir. Bâzılarına göre İslâm'ın üç temel hadîsinden biridir. Diğer ikisi: «Ameller niyetlere göredir.» mânâsına gelen « hadîsiyle:

«Kişinin işine girmeyen şeylere karışmaması iyi müslüman olduğundandır.» mânâsına gelen hadîs-i şerifidir.

Ebû Dâvûd'a göre İslâmiyet dört temel hadîs etrafında devreder. Bunların üçü saydıklarımız; dördüncüsü de:

«Sizden biriniz kendisi için sevdiğini dîn kardeşi işin de sevmedikçe (tam) îmân etmiş sayılamaz.» mealindeki hadîs-i şerifidir.

Ulemânın beyanına göre bu hadîsin yüksek mertebede olmasına sebep ; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bunda yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikâh ve sâireye tenbîh buyurmuş olması ve bunların helâlden olmasına dikkati çekmesi; helâlin nasıl bilineceğine irşâd buyurması; şüpheli şeyleri terk etmeye teşvik etmesidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları korunan bir yeri misal alarak izah etmiş; sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ile bunun kalb olduğunu bildirmiştir.

İbn’l-Arabî (468-543); «Bütün hükümleri yalnız bu hadîsten çıkarmak mümkündür.» demiş; bu sözü îzâh eden Kurtubi de: «Çünkü bu hadîs, helâl, haram ve sair hükümlere; bütün amellerin kalbe bağlı olduğuna tafsüâtiyle şâmildir; işte bu cihetle bütün ahkâmın ona ircaî mümkün olur.» şeklinde mütalâada bulunmuştur.

«Helâl aşikârdır...» cümlesinden nıurâd: deliline bakarak helâlin hükmü beyan' edilmiştir demektir. Haram meselesi de öyledir; yalnız bu iki nev'in delilleri arasında kalmış bir takım şüpheli şeyler vardır ki, bun lar hakkında hangi tarafın delili tercih edileceğini kestirmek güçtür; bunu ulemanın pek azı yapabilmiştir.

Nevevî «631-676» bu cümleyi şöyle îzâh ediyor: «Eşya helâl, haram ve şüpheli şeyler olmak üzere üç kısımdır. Helâlin hükmü mpv-dandadır; gizli bir tarafı yoktur; ekmek ve meyve yemek, konuşmak, yürümek ve saire bu kabildendir. Haramın hükmü de açıktır; içki içmek, kan dökmek, zina etmek, yalan söylemek ve saire gibi.

Şüpheli şeylere gelince: Bunlardan murâd: Helâl veya haram olduğu açık açık belli olmayan şeylerdir. Bundan dolayıdır ki, bunların hükmünü çok kimseler bilmez. Fakat ulemâ yâ nasla, ya kıyâs ve istishâb gibi bir delille bunları bilirler. Bir şey helâl ile haram arasında tereddütte kalır da hakkında nass veya icmâ' bulunmazsa o mesele hakkında müctehid ictihad eder; ve onu şer'î bir delille helâl ve haramdan birine katar. Bundan sonra o şey helâl veya haram hükmünü alır. Bâzan meselenin delili de ictihaddan hâlî kalmaz; bu takdirde vera' ve takva o şeyi yapmamayı gerektirir.

Bir mesele hakkında müctehid hiç bir karara varamazsa ne hüküm verilir?

Kâdî Iyâz’ın usûlü fıkıh ulemâsından naklettiğine göre bu hususta üç mezhep vardır. Bunlardan birinci mezhebe göre o meseleye helâl; ikinciye göre haram hükmü verilir. Üçüncüye göre tevakkuf olunur; yani hiç bir hüküm verilemeyip durulur...»

Buhârî şârihi Aynî bu ihtilâfın meşhur ilmî kelâm meselesine yani şeriat gelmezden önce eşyanın hükmü meselesine ait olduğunu söylüyor. Bu hususta dört mezhep vardır:

1- Esah olan mezhebe göre şeriat gelmezden Önce bir şeyin helâl, haram veya mubah olduğuna hüküm verilemez; zira ehl-i hakk ındinde teklif ancak şerîatle sabit olur.

2- İkinci mezhebe göre helâl veya haram diye hüküm verilir.

3- Üçüncü mezhebe göre verilemez.

4- Dördüncü mezhebin kavli tevakkuftur.

Mâzirî (453-536): «Mekruh olan şüpheli şeyler hakkında helâl veya haram denilemez.» mütaleâsında bulunmuş; başkaları: «Böyle bir şeyi terk etmek takva icâbıdır.» demişlerdir. Hattâbî şüpheli şeylere misâl olarak bir kimsenin malında haram şüphesi yahut ribâ karışmış olması ihtimalini göstermiş ve: «Böyle bir kimse ile alış-veriş muamelesi mekruh olur.» demiştir. Bu bâbta Kurtubî (-656) şunları söylüyor: Şüphesiz ki, ortada açık açık helâl ve haram kılınmış şeylerle helâl veya haram hükmü verilmesi tereddütlü olanlar vardır. İşte deliller bunlar hakkında birbirlerine muâraza etmektedir; müştebihât (şüpheli şeyler) de bunlardır. Bunların hükmü ihtilaflıdır. Bazıları: Haramdır; çünkü harama götürür; demiş. Bir takımları: Mekruhtur; vera' ve takva bunların terkini İcâbeder.» mütaleâsında bulunmuş; bunlar hakkında haram veya mekruh hükmü verilemeyeceğini söyleyenler de olmuştur. Doğrusu ikinci kavildir; çünkü şeriat onları haram olmaktan çıkarmıştır. Bunlar şüphe götüren şeylerdir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): yani: «Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap!» buyurmuştur ki, vera da budur.»

Ulemâdan bazıları: «Şüpheli şeyler helâldir ama vera' ve takva icabı terk edilirler.» demişlerse de Kurtubî bunlara şu cevabı veriyor: «Bu söz doğru değildir; zîra helâl derecelerinin en aşağısı bir şeyi yapmakla yapmamanın müsavi olmasıdır ki, buna mübâh denir; böyle bir şeyde ise vera' ve takva tasavvur edilemez; çünkü bir tarafı diğerine tercih edilmiş; böylelikle o şey mübâh olmaktan çıkmıştır.

Bu takdirde o şeyin ya terk edilmesi tercih olunacaktır ki, mekruh dediğimiz budur; yahut yapılması tercîh edilecektir; buna da mendup diyoruz.

Yukarıda zikri geçtiği verinle delili açık ihtimalden hâli kalmayan tabaklanmış ölü hayvan derisi gibi şeylere gelince: İmâm Mâlik'in meşhur olan kavline göre böyle bir deri temiz değildir; binâenaleyh mayiâttan hiç birinde kullanılamaz; yalnız su için kullanılabilir; çünkü su, vasıflarından biri değişmedikçe pisliği atar. İşte Hazret-i İmâmin vardığı budur.

Ebû Hanîfe ile Süfyân-ı Sevrî (radıyallahü anhûma) nın: «Gökyüzünden yere düşmem benim için “nebîzin azı haramdır” diye fetva vermekten ehvendir; ama kendim onu asla içmiş değilim; içmem de...» dedikleri hikâye olunur.

Demek oluyor ki, bu zevat fetvada tercih ile amel etmiş, fakat kendi şahıslan hakkında takvaya riayetkar kalmışlardır.

Muhakkıklardan biri: Hakime gereken hüküm ahkâm hususunda müslümanlara kolaylık göstermek; kendisi hakkında sıkı davranmaktır; diyerek bu mânâyı kasdetmiştir. Bu vera'ın menşei: Şeriatın metruk hükmü nazar-ı itibara alabileceğini düşünmektir. Bu düşünceden de (bir meselede isabet eden bir kişidir) sözü meydana çıkmıştır ki, İmâm Mâlik'in meşhur olan mezhebi budur. Onun mezhebinde (hilafa riâyet -olunur) sözü burada neş'et etmiştir.»

Hilafa riâyet meselesine İmâm Şafiî dahi kaildir. Bunu birçok meselelerde tasrîh etmiştir.

Aynî diyor ki: «Buraya kadar anlatılanlardan bu hadîste zikri geçen ve korunulması gereken şüpheli şeyler hakkında birkaç kavil hâsıl oluyor:

1- Bir mesele hakkında deliller birbirine muarız olur da şüpheye düşülürse bu gibi yerlerde bir taraf tercih edilinceye kadar tevakkuf yani çekimser kalmak vâcib olur; zîra ortada delîl olmaksızın bir tarafın hükmünü tercîhe kalkışmak haramdır.

2- Şüpheli şeylerden murâd: Mekruhlardır. Hattâbî, Mazirî ve diğer bir takım ulemânın kavilleri budur. Ulemanın ihtilâf ettikleri yerler dahi buraya dahildir.

3- Şüpheli şeyler mubahlardır. Bâzılarına göre kendisinden çeki-nilen helâl demektir. Bu kavli Kurtubî'nin nasıl reddettiğini az yukarıda gördük. Kurtubi burada şunları da ilâve ediyor: «Bu kavil şeriattan malûm olan bir hakikati ortadan kaldırmaya müeddî olur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen dört halîfesi ve ekseri ashabı mubah şeylere rağbet göstermeyip iyi yemeyi, yumuşak elbise giymeyi ve güzel evlerde yaşamayı kabul etmemiş; bunların zıdlarmı yapmışlardır; bu hakikat onların sîretlerinde nakledilmiştir; denilirse, cevap şudur:

Onların bu hâli şer'î bir mûcib bulunup mezkûr fiillerin terkini iktiza ettiğine hamlolunur. Yoksa mubahdan kaçınmamışlardır. Çünkü mubahın hakikati iki tarafın (yani yapıp yapmamanın), müsâvî olmasıdır.

Onlar mekruhtan kaçınmışlardır; ancak bâzan şeriat mekruhu mekruh olduğu için-; bâzan da mekruha vardırdığı için istemez. Nitekim oruçlu bir kimsenin karısını öpmesi bu kabildendir; zîra orucu bozmaya vardırabilir. Onun için de mekruhtur. Bizim buradaki meselemiz de böyledir. Çünkü ashâb-ı kirâm ya dünyaya dalmak suretiyle hâlen, yahut âhi-rette hesaba çekilmek suretiyle ileride korktukları mefsedetlerin başlarına geleceğini anlamışlardır...»

İyi yeyip iyi giyinmek hususunda şafiîyye ulemâsı ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hâmid El-Esferâînî: «Bu taat değildir.» demiş; Taberî taat olduğunu söylemiş; İbn Sabbağ: «Bu iş insanların hâline, ibâdete düşkünlüklerine, maksatlarına, fakirlik ve zenginlikle iştigallerine göre değişir.» mütaleâsında bulunmuştur. Rafiî bu son kavil için: «Doğrusu da budur.» diyor

Vukuu ihtimalden uzak olan şeyleri caiz görerek üzerinde durmak ise kaçınılması istenen şüpheli şeylerden değil vesvese kabîlindendir. Belki mahremi vardır endişesiyle büyük şehirden evlenmemek, ihtimal pislik karışmıştır diye ovadaki suyu kullanmamak, görmeden pislik bulaşmış olabilir düşüncesiyle elbiseyi yıkamak ve sair buna benzer şeyler hep vesvese olup vera' ve takva ile alâkası yoktur. Bu gibi şeyler şeriatın maksatlarını bilmemekten ileri gelir.

«İmdi bu şüphelerden kim korunursa dîni ve ırzı için berâet almıştır...» Yani dîni için noksanlıktan; ırzı için de ta'n edilmekten, dedikodudan berâet hâsıl oldu demektir. Bu cümledeki dîn sözü Allah'a, ırz da İnsanlara teallük eden şeylere işarettir.

«Her kim bu şüphelere düşerse harama konar...» cümlesinin iki mânâya ihtimali vardır. Birinci ihtimale göre bu cümleden murâd: Şüpheli şeyleri çok yapa yapa nihayet harama tesadüf eder; bunu kasden yapmasa bile yapılan işde takrîr varsa günahkâr olur; demektir.

İkinci ihtimal şudur: Bir kimse dikkatsizliği âdet edinir; derken şüpheli bir, şeyi, arkasından daha şüphelisini irtikâb etmeye başlar. Nihayet bile bile harama dalar. Nitekim selef bu mânâda: «Günahlar küfrün postasıdır.» demişlerdir.

İbn Battal; «Bu hadîste hükümleri ihtilaflı olan şüpheli şeylerden korunmayıp onların hürmetini ayaklar altına alan kimsenin ırzı aleyhine dedikodu yolu açtığına delîl vardır.» diyor.

Aynî diyor ki: «Hâsılı ulemâ burada şüpheli şeyleri tefsir Bâbında dört sey söylemişlerdir. Delillerin tearuzu, ulemânın ihtilâfı, mekruh ve mubah olan şüpheliler. Filhakika: Mekruh, helâl ile haram arasında yoldur.» derler. Mekruhu çok işleyen harama düşer. Mubah da helâl ile mekruh arasında bir geçittir. Binâenaleyh onu çok işleyen mekruha yol bulur.

«Korunan bir yerin etrafında hayvan otlatan çobanın hayvanlarım oraya kaçırması yakıncacık olduğu gibi...»

Bu cümle ile şüpheli şeyleri işleyen bir kimsenin hali bir ekinliğin kenarında hayvan otlatan çobanın haline benzetilmektedir. Burada bir teşbîh-i melfuf vardır; zîra malûm olan mahsus bir şeye benzetme yapılmış, mükellef çobana; insanın nefsi hayvanlara; şüpheli şeyler ekinliğin etrafındaki sürüye; Allah'ın haram kıldığı şeyler ekinliğe; şüpheli şeyleri işlemek ekinlik kenarında sürü otlatmaya benzetilmiştir. Vechi şebeh: Korunmamaktan dolayı lâzım gelen cezadır. Bu suretle teşbîh iki tarafı itibariyle melfûf; vechi şebehi itibariyle temsil olmuş olur.

«Dikkat!.. Her hükümdarın bir mahrûsesi vardır. .» cümlesini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) misal olarak söylemiştir. îzâhı şudur: Eskiden Arap hükümdarlarının kendi hayvanlarına mahsus meraları olurdu. Buralara başkaları giremez; girerse cezalanırlardı. Hükümdarın hışmından korkanlar o yerlerin semtine uğramaz; korkmayanlar oralara sokulur; fakat yasak edilen yere farkına varmadan hayvanları girerek cezalanmaktan emîn olamazlardı. îşte bunun gibi Allahü teâlâ’nın da memnu' yerleri vardır ki, bunlar günahlardır. Bunları irtikâb edenler cezayı hak ederler. Şüpheli şeyleri yapmak suretiyle günahlara yaklaşanların o günahlara dalmaları da yakındır.

Bazıları bu misâlin Şa'bî tarafından müdrec olduğunu söylemişlerse de bu iddia doğru değildir. Bâbımız rivâyetinde Hazret-i Nu'mfin (radıyallahü anh)’ın: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’l dinledim» diyerek İki parmağı ile kulaklarına uzanması, hadîsi bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işittiğini sarahaten göstermektedir; cumhûru ulemânın kavilleri budur.

Mudga: Et parçası demektir. Burada kalbe et parçası denilmesi bedenin diğer uzuvlarına nisbetle kalbin küçüklüğünü göstermek içindir. Bununla beraber kalb bedenin sultam mesabesinde olup vücudun salâh ve fesadı ona bağlıdır. O iyi olursa teb'ası mesabesinde bulunan sair âza da iyi olur. Tıbb ilmine göre nutfeden ilk meydana gelen uzuv o imiş. Bütün kuvvetlerin, ruhun, idrakin menşeleri odur. Akıl da ondan başlar. İşte burada kalbin hassaten zikir buyurulması bu mânâlardan dolayıdır.

Hadîs-i şerîf kalbi ıslâha çalışmak, onu fesaddan korumak gerektiğine teTrfden delâlet etmektedir.

Ulemâdan bir cemaat aklın başta değil kalbte olduğuna bu hadîsle istidlal etmişlerdir. Mesele ihtilaflıdır. Şâfiîlerle kelâm ulemâsına göre akıl kalbtedir. İmâm A'zam, Ebû Hanîfe dimağda olduğuna kaildir. Bu meselede felsefe erbâbının kavilleri Şâfiîler'in; tabîblerinki İmâm A'zam'in mezhebine uymaktadır. Tabîbler: «Dimağ fesada uğrarsa akıl da bozulur.» derler.

Nevevî: «Bu hadîste aklın kalbte olduğuna delâlet yoktur.» demiş ve et yememek için yemîn eden bir kimsenin kalb yemekle yemini bozulması meselesini de-lîl getirmiştir. Mamafih Şâfiîler'in bu meselede iki kavli vardır. Birinci kavle göre yemîn bozulur; ikinciye göre bozulmaz; zira kalbe et denilmez; esah olan kavilleri de budur.