Geri

   

 

 

 

İleri

 

14- Namazı ve Hutbeyi Hafif Tutma Bâbı

2040- Bize Hasen b. Rabî' ile Ebû Bekr b. Ebî Şeybe rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû'l-Ahvas, Simâk'den, o da Câbir b. Semura'dan naklen rivâyet etti. Câbir Şöyle dedi:

«Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılardım Onun namazı orta, hutbesi dahi orta idi.»

2041- Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe île İbn Nümeyr rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Muhammed b. Bişr rivâyet etti.

(Dedi ki) . Bize Zekeriyyâ rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Simâk b. Harb, Câbir b. Semura'dan naklen rivâyet etti. Câbir Şöyle dedi:

«Ben Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bir çok namazlar kılıyordum. Onun namazı orta, hutbesi de orta İdi.»

Ebû Bekr'in rivâyetinde: «Zekeriyyâ' Simâk'den» denilmiştir.

Kasd: Orta demektir. Araplar orta boylu adama ve orta halde yaşayışa kasd derler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Hep kim cemaata namaz kıldırırsa hafif futsun!» buyurmuşlardır. Çünkü namazı uzun tutmak bahusus yaz gecelerinde cemaata zorluk verir. Bir de uzatmada bir nevi' tesannu vardır.

İmâm olan kimsenin cemaatin hâlini göz önünde bulundurarak ona göre hareket etmesi gerektiğini evvelce görmüştük.

2042- Bana Muhammed b. el-Müsennâ rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Abdülvehhâb b. Abdilmecîd, Cafer b. Muhammed'd en, o da Babasından, o da Câbir b. Abdillâh'dan naklen rivâyet etti.

Dedi ki:

«Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); hutbe okudu mu gözleri kızarır; sesi yükselir, ve hiddeti artardı. Hatta bir orduyu tehdîdde bulunarak: (düşman) akşama sabah size baskın yapacak diyen (ordu kumandanı) gibi olur; ve şehâdet parmağı ile orta parmağını yan yana getirerek:

«Ben kıyâmete şunlar (in bir birine olan yakınlığı) gibi yakın (bir zamanda) gönderildim.» der; ve şöyle devam ederdi:

«Bundan sonra (malûmunuz olsun ki) sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır. Irşadların en hayırlısı da Muhammed'in irşadıdır. Umurun en kötüsü, sonradan çıkarılanlarıdır. Her bid'at dalâlettir.» der; Sonra:

«Ben her mü'mine kendi nefsinden ileriyim. Bir kimse (ölürken) mal bırakırsa o mal onun yakınlarına âiddir. Fakat borç veya çoluk çocuk bırakırsa bana âid ve benim üzerimedir.» buyururlardı.

2043- Bize Abd b. Humeyd rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Hâlid b. Mahled rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Süleyman b. Bilâl rivâyet etti.

(Dedi ki): Bana Ca'fer b. Muhammed, babasından naklen rivâyet etti.

Dedi ki: Câbir b. Abdüllâh’ı:

«Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in cuma günkü hutbesi şöyle idî: (evvelâ) Allaha hamdü sena eder, sonra onun ardınca sesi yükselmiş olarak konuşurdu... diyerek yukariki hadîs gibi rivâyet ederken işittim.

2044- Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Vekî', Süfyân'dan, o da Ca'fer'den, o da babasından, o da Câbir'den naklen rivâyet etti. Şöyle dedi:

«Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaate hutbe okurken. (Evvelâ) Allaha lâyık olduğu veçhile hamdü sena eyler; sonra:

«Bir kimseye Allah hidâyet verirse artık onu saptıracak yoktur; Allahın saptırdığına da hidâyet verecek yoktur. Sözün en hayırlısı Allahın Kitabıdır.» buyururdu. Bundan sonra râvî hadîsi Sakafî'nin hadisi gibi rivâyet etti.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hutbe esnasındaki hiddeti hakkında Kâdî Iyaz şunları söylemiştir: «Tehdîd eden ve korkutan kimsenin hükmü budur. Hiddetinin artmasından murâd: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hiddetli bir kimse sıfatı takınmasıdır. Bu şekilde hareketi; şeriata muhalif gördüğü bir hareketi yasak etmek için de olabilir. Vaizin sıfatı dahi böyle konuşacağı şeye uygun olmalıdır...»

Nevevî: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in fazla hiddetlenmesi ihtimâl büyük bir inzâr ve tehdîdde bulunacağı zamana mahsustur.» diyor.

Hadîsdeki «saat» kelimesi hem merfû' hem de mansûb olarak rivâyet edilmişse de mansub rivâyeti daha meşhurdur. Bu takdirde kelime mef-ûlü ma'adır.

«Yakrunu» kelimesi dahi bazı rivâyetlerde «yakrinu» şeklinde zapte-dilmiştir. Fakat onun da meşhur ve fasîh olan kıraati «yakrunu» dur.

Sebbâbe: şehâdet parmağı demektir. Bu kelime sebbetmek yani söğ-mekden alınmadır. Araplar söğerken şehâdet parmağı ile işaret ettikleri için ona bu isim verilmiştir.

Kâdî Iyâz'in beyanına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) 'in şehâdet parmağı ile orta parmağını bir yere getirerek: «şunlar gibi...» buyurması ya birbirlerine pek yakın olduklarını temsildir. Yânı şu iki parmağın aralarında nasıl başka bir parmak yoksa, kıyâmetle benim aramda da başka peygamber yoktur; demektir. Yahut aralarındaki müddetin yakınlığını takriben beyandır. Nitekim bir hadîsde:

«Dünyanın Ömrü yedi basamaktır; ben yedinci basamakta gönderildim»

buyurulmuş; başka bir hadîsde,de: « İsrâfîli gördüm. Sûru kapmış; üfürmek için kendisine izin verilmesini bekliyor.» denilmiştir.

«Emmâ ba'dü» İmâm Sîbeveyh'e göre «her ne olursa olsun-» ma'nasına gelir. Bu ta'bir, sözün evveli ile sonunu bir birinden ayırmak için kullanılır. Ferrâ' bunun «emmâ ba'den». «emmâ ba'dü» ve «emmâ ba'dün» şekillerinde okunmasını tecviz etmiştir.

«El-Muhkem» nâm eserde bunun: «Sana ettiğim duadan sonra...» ma'-nasına geldiği bildiriliyor. Bazıları: «geçen sözden sonra» yahut «bana ulaşan haberden sonra» ma'nasına geldiğini söylemişlerdir.

— Bu sösü ilk defa kimin söylediği ihtilaflıdır. Taberânî'nin merfû' olarak rivâyet etti Ebû Mûse’l Eş'arî hadisine göre Hazret-i Davûd (aleyhisselâm)'dır. Bir çok müfessirler bunun «fasl-ı. hıtâb» olduğunu ve Hazret-i Davûd (Aleyhîsselâm)'a verildiğini beyan etmişlerdir. Muhakkak ulemâya göre fasl-ı hıtâb: hakla bâtılın arasını ayırmaktır.

Mezkûr ta'bîri ilk defa Ya'rub b., Kahta rî kullanmıştır; diyenler bulunduğu gibi, Kuss b. Sâide'nin söylediğini iddia edenlerde vardır. Bu gün «emmâ ba'dü» ta'bîri hutbelerde hamdü sena ile hatibin söylemek istediği asıl mevzuun arasında ve tasnîfâtda kullanılır,

«Hüdâ» kelimesi Müslim'in «Sahîh»inde hâ'nın zammîle rivâyet olunmuşsa da başka yerlerde hânın fethî ve dalın sükunu ile «hedy» şeklinde zaptedilmiştir. Herevî, «hedy»i yol diye tefsir etmiştir. Bu tefsire göre hadîsin ma'nası: «yolların en güzeli Muhammed’in yoludur.» demek olur.

Hûda: irşâd ve delâlet ma'nasına, geldiği gibi bâzan: kalpde îman halketmek ma'nasında da kullanılır: «gerçekten sen doğru yola hidayet edersin» âyet-i kerîmesi birinciye,

«Şüphesiz ki sen dilediğine hidâyet veremezsin; lâkin dilediğine Allah hidâyet verir, âyet-i kerimesi ikinci ma'nâya misâldir.

- «Kul kendi fi'linin ve bu meyanda îmân ve hidâyetinin halikıdır» diyen Kaderiyye taifesi «hidayet» keilmesinin her yerde dua ve ir-' şâd ma'nasına geldiğini iddia etmişlerdir. Fakat Teâlâ Hazretlerinin:

«Allah Dar-ı Selâma davet eder; ve dilediğini doğru yola hidâyet buyurur.» âyet-i kerimesi onların bu fâsid mezhebini reddeder. Çünkü âyet duâ ile hidayetin bir olmadığını göstermektedir.

Bid'at: eskiden örneği olmayı pyeni çıkarılan şey demektir. Bu kelime ekseriyetle dînde çıkarılan yenilikler ma'nâsında kullanılır Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: «her bid'aî dalâlettir.» sözü bir âmm-i mahsustur. Bu ifâde ile o: «ekseri bid'atlar dalâlettir.» demek istemiştir

Ulemâ bid'atı: Vâcib, mendûb, haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kısma ayırırlar. Meselâ:

1- Kelâm ulemâsının usulünce deliller tertîb ederek dinsizlere red cevabı vermek ve emsali vazifeler vâcib;

2- İlmî kitaplar tasnif etmek, mektepler ve kışlalar yapmak gibi şeyler mendûb;

3- Muhtelif yemekler ve çeşitli meşrubat kullanmak mubahtır. Haram ile mekruh belli oldukları için onlara misâl vermeye lüzum görülmemiştir.

Nevevî diyor ki: «Söylediklerim böylece bilindikden sonra anlaşılır ki bu hadîs âmm-ı mahsustur. Buna benzeyen sair hadîsler de öyledir. Hazret-i Ömeru'bnü'l-Hattâb (radıyallahü anh)’ın terâvîh hakkında: «Ne güzel bidat bu!» demesi bizim söylediklerimizi te'yîd eder.»

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin:

«Ben her mü'mine kendi nefsinden ileriyim» sözü Teâlâ Hazretlerinin:

«Peygamber mü’minlere kendi nefislerinden İleridir...» âyet-i kerimesine uymaktadır. Buradaki evleviyyetten murâd: daha yakın yahut daha haklı olduğunu bildirmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mü'minlere dâima din ve dünyalarına yarayacak, onları iki cihanda mes'ud edecek şeyleri emreder. Nefis ise tabiatı iktizası şerre daha meyyaldir. Onun içindir ki Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)

«Ben nefsimi temize çıkarmıyorum; zîrâ nefis cidden kötülüğü emredicidir.» demişti.

Ashâb-ı Kiram hakîkaten Resûlü Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizi kendi nefislerinden ileri tutarlardı. Başta Uhud gazası olmak üzere bütün gaza ve seferlerdeki hareketleri bunu isbât eder.

İmâm Nevevî bu hususta; şunları söylemiştir: «Ulemamız diyor ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kimsenin yiyeceğini almaya muztar kalsa o kimsenin pek ziyade ihtiyaç;, bile olsa onu alabilir. Sahibinin hiç bir mumâneat göstermeyip yiyeceği ona vermesi icâbeder. Yalnız bunun vukuu görülmemiştir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) .«Her kim borç veya çoluk çocuk bırakırsa bunlar bana aid ve benim borcumdur» buyurmakla kendinin her mü'mine kendi nefsinden ileri olduğunu tefsir ve izah buyurmuştur. Filvaki' islâmiyetin ilk zamanlarında bir kimse borçlu ölür, de borcunu ödeyecek mal bırakmazsa Resûlü Zîşân (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz onun cenaze namazını kılmaz; bu suretle ashabının nazar-ı dikkatlerini celbederek ihmalkârlıktan onları men' ederdi. Sonraları müyesser olan fütuhat sayesinde müslümanların maddî vaziyetleri düzelince böy-lelerin borçlarını bizzat Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine aldı ve bil fiil ödemeye başladı.

Nevevî bu hususda da şunları söylemektedir: «Böyle bir borcu ödemek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e vacibmi idi yoksa onu sırf lütfü kereminden mi ödüyordu? bu husus ulemamız arasında ihtilaflıdır. Esah olan kavle göre vâcibtir. Bunun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hasâisinden olup olmadığında dahi ihtilâf etmişlerdir. Bâzılarına göre onun hasâisındandır. Binaenaleyh geride hiç bir mal bırakmadan borçlu olarak vefat eden kimsenin borcunu devlet reisinin Beytül-malden ödemesi lâzım gelmez; velev ki Beytülmal Zengin olsun ve bunda daha mühim bir iş de bulunmasın.

«Fakat borç veya çoluk çocuk bırakırsa bana âid ve benim üzerimedir.» cümlesinde hem leffi neşr-i müretteb hem de îcâz vardır. Cümleden murâd: «çocuklarına bakmak bana âid, borcunu ödemek de benim üzerime düşen bir vazifedir.» demektir.

Çocuklara Beytülmalden ilk defa nafaka veren Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) olmuştur. Ebû Bekr (radıyallahü anh) Beytül-malden nafaka verme hususunda müslümanlar arasında fark yapmaz ve: «Bunlar Allah için çalıştılar; binâenaleyh ecirleri de Allah'a âiddir. Bey-tülmaldeki nafaka ise gelip geçici bir arazdır. Ondan iyiler de yer kötüler de. Bu onların amellerinin karşılığı değildir.» dermiş.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bilâkis müslümanlar arasında teremde bulunur: «Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı harbe-' denleri, onunla birlikde düşmanına karşı harb edenlerle bir tutamam.» ermiş. Çocuklara Beytülmalden yiyecek, yağ ve para verir; fakat memedeki çocuklara bir şey tahsis etmezmiş. Hatta bir akşam emmek isteyen bir sabîye rastlamış. Annesi onu emzirmi'yörmuş. Hazret-i Omer (radıyallahü anh) emzirmesini emredince. Kadın': «emzirirsem Ömer buna Beytülmalden bir şey vermez» demiş. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): «Hayır!

Ömer ona nafaka takdir eder.» diyerek çocuğun emmesini te'mîn etmiş. Ondan sonra yeni doğan çocuklara senede yüz dirhem nafaka bağlamış.

2045- Bize İshâk b. İtrâhîm ile Muhammed b. Müsennâ ikisi birden Abdüla'lâ'dan rivâyet ettiler. İbn'l-Müsennâ dedi ki: Bana Abdül'a'lâ —ki Ebû Hemmâmdır— rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Dâvûd, Amr b. Saîd'den, o da Saîd b. Cübeyr'den, o da İbn Abbâs'dan naklen rivâyet etti ki Dımâd Mekke'ye gelmiş. Kendisi Ezd-i Şenûe kabilesinden olup delilere okurmuş. Mekkeli bazı alçakların «Muhammed delidir» dediklerini işitmiş. Bunun üzerine (kendi kendine): «Şu zâtı bir görsem!.. belki Allah ona benim elimde şifâ nâsîb eder» demiş. Sonra ona tesadüf ederek: «Yâ Muhammed! Ben delilere okurum; hem Allah benim elimde dilediğine şifâ ihsan eder. Okumamı istermisin?» demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu mukaabelede bulunmuş:

«Şüphesiz ki hamd Allaha mahsustur. Biz ona hamd eder; ondan yardım dileriz. Her kime Allah hidâyet verirse artık onu şaşırtacak kimse yoktur. Kimi şaşırtırsa onu da hidâyete erdirecek yoktur. Ben Allahdan başka ilâh olmadığına, bir Allah olup şeriki bulunmadığına; Muhammed'in de onun kulu ve resulü olduğuna şehâdet ederim. Bundan sonra. ...» Dımâd:

— Şu sözlerini bana bir daha tekrarla! demiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları ona üç defa tekrarlamış. Bunun üzerine Dımâd: «Vallahi ben kâhinlerin sözlerini de, sihirbazların sözlerini de, şâirlerin sözlerini de dinledim; ama senin şu sözlerin gibi hiç bir söz işitmedim. Bunlar gerçekten deryanın dibine vardı. Ver elini sana islâmiyet üzerine bîat edeyim!» diyerek ona bîat etmiş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Kavmin için de mi?» buyurmuşlar. Dımâd:

(Evet) kavmim nâmına da., demiş. Derken Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (bir tarafa) bir seriyye göndermiş. Bunlar Dımâd’ın kavmine uğramışlar. Seriyyenin kumandanı askerlerine:

— Bunlardan bir şey aldınız mı? diye sormuş. Oradakilerden biri:

— Ben onlardan bir matara aldım; demiş. Kumandan:

— Onu sahibine iade edin; çünkü bunlar Dımâd’ın kavmidir; mukaabelesinde bulunmuş.

Dımâd, Sa'd b. Bekir kabilesine mensûbdur. İsminin Dımâm olduğunu söyliyenler de vardır. Rivâyete nazaran câhiliyet devrinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dostu imiş. Sa'd b. Bekir kabîlesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in süt dayıları sayılır. Çünkü sütannesi Halime (radıyallahü anha) bu kabileye mensûbdur. Kabile İbn İshâk'ın beyânına göre dokuzuncu Hicrî yılında müslüman olmuşdur.

Hadîs-i şerif deki ,«Rîh»den murâd: Delilik ve cin çarpmasıdır. Bâzı rivâyetlerde «Ruhlardan dolayı okurdu.» deni mişdir. Ruhlardan murâd: Cinlerdir. İnsanlara görünmedikleri cihedle rüzgâr gibi olduklarından, kendilerine bazen «rûh», bazen de «rîh» denilmişdir. Binâenaleyh mezkûr cümleden murâd: cin çarpmasından dolayı okuyup üflemekdir.

«Nâûs» kelimesi «Kaamûs» şeklinde de rivâyet e'dilmişdir. Kâdi Iyâz, Müslim'den başka hadîs İmâmlarının, onu hep «Kaamûs şeklinde rivâyet ettiklerini, Müslim'in ekseri nüshalarında ise kelimenin «Kaaûs» olarak zaptedildiğini, Ebû Muhammed b. Saîd ise onu «Tâûs» diye rivâyet ettiğini beyân etmişdir. Lügat ulemâsn dan bâzılarının beyânına göre «Kaamûs»: Denizin ortası; diğer bâzılar na göre: Derin yeri, demekdir. «Denizin dibi» mânâsına geldiğini söyl yenler de vardır.

«Kaaûs» un dahi «Kaamûs» mânâsına geldiğini söyliyenler vardı Müslim'in rivâyetinde burada görüldüğü vecihle «Nâûs» şeklinde zat tedilmişdir. Bu husûsda Ebû Mûse'l-Asgahânî şunları sö; lemektedir: «Sair rivâyetlerde bu kelime: Kaamûs, diye rivâyet edilmişdir. Kaamûs: Denizin ortası ve derin yeri, demekdir. Bu kelime Müslim'in rivâyet ettiği İshâk b. Râhuye'nin «Müsned» ine mevcut değildir.

Müslim'in bu gibi lâfızları rivâyet etmesinin sebebi şudur ki, insan bazen bir kelimeyi arar da, hiç bir kitapda bulamaz ve neticede şaşırır kalır. Müslim benim kitabınıa bakınca bu kelimenin aslının mânâsını anlamışdır.»

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün hutbelerine hamdü sena ile başlar, ondan sonra ekseriya şehâdet de getirirdi. Daha sonra «Enın ba'dü» der ve maksada geçerdi. Konuşması gayet açık, sâde ve k' olurdu. Bütün hutbelerine hamd-ü sena ile başlaması gerek Kitâbullah'a uymak, gerekse bütün nimetleri Allahü teâlâ’nın ihsan ettiği düşünmek nokta-i nazarından pek mâkûl ve yerinde bir hareketdir.

Fahr-i Kâinat (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz hutbelerinde ekseriyetle Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden bahsederdi. Üstelik kendileri, Allah tarafından bir lütf-u ihsan olmak üzere «Cevâmiu'l-Kelîm» yânı sözle pek çok mânâlar ifâde edebilme hasleti bahşolunmuşdu. Bu sebep söylediği sözler, dinleyenler üzerinde dipsiz derya hissi uyandırıyordu. Nitekim Hazret-i Dımâd' üzerinde de ayni te'sîri icra etmişdir.

2046- Bana Süreye b. Yûnus rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Abdurrahmân b. Abdilmelik b. Ebeer, babasından, o da Vâsıl b. Hayyân'dan naklen rivâyet etti.

Dedi ki: Ebû Vâil şunları söyledi: Bize Ammâr hutbe okudu, ama hutbeyi hem kısa; hem de beelîğ bir şekilde okudu. Minberden inince (kendisine).

— Yâ Ebe'l-Yakzân! Hakîkaten vecîz ve belîg bir hutbe îrâd ettin. Biraz daha uzatsan iyi ederdin, dedik. Bunun üzerine Ammâr:

— Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i:

«Şüphesiz ki kişinin namazı uzun, hutbeyi kısa tutması anlayışlı olduğuna alâmetdir. Binâenaleyh siz, namazı uzun tutun fakat hutbeyi kısa kesin. Muhakkak beyânın sihir olanı vardır.» buyururken işittim, dedi.

Bu hadîsin isnadı hakkında Dârakutnî istidrâkde bulunmuş ve: «Hadîsi Vâsıl'dan yalnız İbn Ebcer rivâyet etmişdir. A'meş'in rivâyeti buna muhâlifdir. Hâlbuki A'meş, Ebû Vâil hadisini daha iyi bellemişdir. O, bu hadîsi Ebû Vâil'den, Ebû Vâil de Hazret-i İbn Mesûd'dan rivâyet etmişdir, demişse de, evvelce de gördüğünüz vecihle bu gibi istidrâklerin bir kıymeti yokdur. Çünkü İbn Ebcer mevsuk ve mütemed bir râvîdir. Mevsuk rivâyeti ise makbuldür.

Hadîs-i şerif namazın hafif kılınmasını emreden meşhur hadîslere muhalif değildir. Zira Bâbımızın birinci hadîsinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gerek namazının, gerekse hutbesinin orta derecede olduklarını görmüştük. Buradaki namazın uzunluğundan murâd: Alelıtlak değil, hutbeye nisbetle namazın daha uzun olmasıdır. Yani hutbe esâs itibârı ile kısa olacak; ona nisbetle namaz, biraz daha uzun tutulmakla yine orta dereceyi bulacakdır. .

«Muhakkak beyânın sihir olanı vardır.» cümlesi hakkında Kâdı îyâz iki te'vîl bulunduğunu söylemişdir. Birinci te'vîle göre bu cümleden murâd: Zemm'dir. Çünkü beyânın bâzısı kalpleri cezbeder. Ve adetâ sihirlemiş gibi onları istediği yere çekerek tıpkı sihir gibi günâha girmesine sebeb olur. Bundan dolayıdır ki İmâm Mâlik «El-Mu vatta'» da bu hadîsi mekruh sözler meyânında zikretmişdir. Bu hadîs hakkında onun mezhebi de budur.

İkinci te'vîle göre, bu cümle medh ifâde eder. Çünkü Allahü teâlâ hazretleri kullarına beyânı öğretmiş olmakla imtinânda bulunmuş ve onu sihire benzetmişdir. Zîra sihire olduğu gibi beyâna da kalpler meyleder. Esâs itibârı ile sihir, sarfetmek yani değiştirmek, demekdir. Beyân da kalpleri değiştirerek davet ettiği tarafa çeker.

Nevevî bu ikinci te'vîlin sahîh ve muhtar olduğunu söylemektedir.

2047- Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe AU Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Vekî', Süfyân'dan, o da Abdüla-zîz b. Ruf ey'den, o da Temîm b. Taraf e'den, o da Adiyyu'bnu Hâtîm’den naklen rivâyet etti ki, Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanında hutbe okuyarak:

— Her kim Allah ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak doğru yolu bulmuşdur. Onlara isyan eden ise muhakkak sapmişdır; demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Sen ne fena hatîbsin! (onlara diyeceğine) Allah ve Resûlüne isyan eden İse muhakkak sapmışdır de.» buyurmuşlar.

İbn,;Nümeyr «Gavâ» kelimesini «Gaviye» şeklinde söyledi.

Kâdı îyâz'in beyânına göre, ulemâdan bir cemâat: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hatibe îtirâz etmesi: zamiri ortak kullanarak, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i Allahü teâlâ ile müşterek yaptığı içindir. Zîra tesniye zamiri müsâvaat îcâb eder. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir zaman Allahü teâlâ ile müsavi tutulamı-yacağı cihedle cümleyi tesniye zamiri ile değil, ayrı ayrı isimlerini zikrederek atıf sureti ile tertîb etmesi gerekirdiğini kendisine tembih buyür-muşdur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) başka bir hadîsde:

 (Sizden biriniz Allah ile filan zât dilerse, demesin. Lâkin Allah dilerse sonra filan da dilerse, desin.) buyurmuşlardır.» diyorlar. Fakat Kâdi İyâz bu ta'lîli beğenmemiş, ve şunları söylemişdir: «Doğrusu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in o hatibi nehiy buyurmasına sebeb şudur ki: Hutbelerde esâs, açık ve izahlı olmakdır. Onlarda rumuz ve îşâretden sakınmalıdır. Bundan dolayıdır ki sahih rivâyetlerde sabit olduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kelimeyi söyledimi, iyice anlaşılması için onu üç defa tekrar edermiş. Birinci kavil bir çok sebeplerden dolayı zayıfdır. O, sebeplerden biri de şudur:

Bu gibi tesniye zamirleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bir çok sahîh hadîslerinde tekerrür etmişdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Mü'mine, Allah ile Resûlü başkalarından daha sevgili olmalıdırlar.» buyurmuşlardır. Bu gibi hadîsler çoktur. Mezkûr hadîslerde tesniye zamî-ri kullanması, vaaz hutbesinde söylenmiş olmadıkları içindir.

Bu hadîsler, bir hükmü öğretmekden ibâretdirler. Böyle yerlerde söz ne kadar az olursa, bellemek de o kadar kolaylaşır. Va'z hutbelerinde ise hâl böyle değildir. Onlardan murâd: Söylenilenleri bellemek, değildir. Maksat, ibret almakdan ve nasihati tutmakdan ibâretdir: Ebû Dâvûd'un sahîh bir isnâd ile İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan rivâyet ettiği şu hadîs de ayni müddeâyı te'yîd eder:

«Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bize hacet hutbesini öğretti. Bu hutbe şöyledir: Hamd Allah'a mahsûsdur. Biz, ondan yardım diler; ondan mağfiret niyaz eyler; nefislerimizin şerlerinden Allah'a sığınırız. Allah kime hidâyet verdiyse artık o kimseyi yoldan çıkaracak yokdur. Bir de kîmi şaşırttı ise, ona da hidâyet verecek yokdur. Ben, Allah’dan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim; Muhammed'in, onun kulu ve Resûlü olduğuna da şahidim. Allah, onu hak dînle bir beşîr ve nezir olarak kıyâmetin önünde göndermişdir. Her kim Allah ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak doğru yolu bulmuşdur. Onlara isyan eden ise şüphesiz yalnız kendisine zarar vermişdir. Allah'a hiç bir zarar îraz edemez.»

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashâb-ı kirâm'ma hitabet tâlimleri yaptırmışdır. Sa'd b. Cübeyr tarîki ile Hazret-i Ebû'd-Derdâ’dan rivâyet olunan bir hadîsde:

«Bir defa Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kısa bir hutbe okudu. Sonra: Yâ Ebâ Bekir! Kalk, bir hutbe de sen oku! buyurdu. Ebû Bekir kalkarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hutbesinden daha kısa bir hutbe okudu. Sonra Ömer'e:

— Yâ Ömer! Bir hutbe de sen oku! buyurdu.

Ömer de Ebû Bekir'inkînden daha kısa bir hutbe okudu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha başkalarına da bu minval üzre emir buyurarak hutbeler okuttu. Nihayet:

— Ey Ibnİ Ummi Abd! Şimdi de sen bir hutbe oku! buyurdu. İbn Mes'ûd hemen ayağa kalkarak Allahü teâlâ'ya hamd-ü senadan sonra şunları söyledi:

— Ey cemâat! Rabbimiz Allahü teâlâ'dır. Dînimiz: Azız islâm dîni; -Eliyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e işaret ederek.- Peygamberimiz de şu zâtdır. Allah ve Resûlünün bizim için seçtikleri her haberi biz de beğendik; ona razı olduk. Es-Selamü aleyküm.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

— İbn Ummü Abd isabet etti; İbn Ümmü Abd doğru söyledi, buyurdular.» denilnüşdir.

Kâdi İyâz diyor ki: « Müslim'in iki rivâyetinde (Gavâ) kelimesi vav'ın fetih ve kesri ile zaptedilmiş ise de, doğrusu fetihle okumakdır. Bu kelime, şerre düşkünlük göstermek, mânâsına gelen (gayy)’dan alınmışdır.

Yani İbn Nümeyr'in (gaviye) şeklindeki rivâyetini Kâdi İyâz doğru bulmamışdır.

2048- Bize Kuteybetü'bnu Saîd ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve İshâk-i Hanzalî top dan İbn Uyeyne'den rivâyet ettiler. Kuteybe dedi ki: Bize Süfyân, Amr'dan naklen rivâyet etti. Amr, Atâ'dan, o da Safvân b. Ya'lâ'dan, o da babasından naklen haber verirken işitmiş. Ya'lâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i minber üzerinde:

"Cehennemlikler Sûre-i Zuhruf âyet 77.: Ey Mâlik! diye çağrışacaklar." âyet-i kerimesini okurken işitmiş.

Bu hadîsi Buhârî «Kitâbu Bed'i'l - Halk» in bir iki yerinde ve «Kitâbu't-Tefsîr» de; Ebû Dâvûd «Hurûf bahsinde; Nesâî dahi ayni bahis ile «Tefsir» de muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir.

Mâlik:, cehennemi bekleyen meleğin ismidir. Burada kelime tam olarak zikredilmişse de, Buhârî'nin rivâyetinde «Yâmâli» şeklinde murahham münâdâ yapılmışdir. Murahham olduğuna göre bu kelimeyi «Yâmâli» ve «Yâmâlu» şekillerinde okumak caizdir.

Hadîs-i şerif hutbede kıraatin meşru olduğuna delildir. Bu bâbda ihtilâf yok ise de, bunun vâcib olup olmadığı ihtilaflıdır.

Nevevî, Şâfiîler'i kastederek: «Bizce sahih olan kavle göre vâ-cipdir. Kıraatin en azı bir âyetdir.» diyor.

Yine bu hadîs, cehennemle korkutmanın caiz olduğuna delildir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin hutbede okuduğu âyet-i kerime (Zuhruf) sûresindedir. Bu âyetin biraz yukarsında kıyâmetde mü'minlere yapılacak hüsn-ü muamele ve ikram beyân buyu-rulmakta, ondan sonra küffârın hâllerine geçilmektedir. Onlar hakkında da:

«Şüphesiz ki mücrimler ebedî olarak cehennem azabında kalacaklardır. Kendilerine hiç bir hafiflik gösterilmeyecek; azâb içinde ümitsiz bir hâlde susup kalacaklardır. Onlara biz zulmetmedik fakat onlar kendileri zâlimdiler. Cehennem muhafızına:

— Ey Mâlik! (Ne olur) Rabbin bizim işimizi bitiriversin (yani bizi öldürsün), diye çağrışacaklar; o da:

— Siz mutlaka bekliyeceksiniz. Vallahi biz, size hakkı getirdik lâkin çoğunuz hakkı çirkin gördünüz, diyecek.» buyurulmuşdur.

2049- Bana Abdullah b. Abdirrahmân ed-Dârimî rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Yahya b. Hassan haber verdi.

(Dedi ki): Bize Süleyman b. Bilâl, Yahya b. Saîd'den, o da Amra binti Abdirrahmân'dan, o da Am-ra’nın bir kız kardeşinden naklen rivâyet etti.

Dedi ki: Ben Kaaf sûresini cuma günü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ağzından öğrendim. Onu her cuma minberde okuyordu.

2050- Bu hadîsi bana Ebû't-Tahir dahi rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize İbn Vehb, Yahya b. Eyyûb'dan, o da Yahya b. Saîd'den, o da Amra'dan, o da Amra binti Abdirrahmân'ın kendinden büyük olan bir kız kardeşinden naklen Süleyman b. Bilâl hadîsi gibi haber verdi.

Bu hadîsin senedinde Hazret-i Amra'nın kız kardeşinin, ismi beyân edilmemişse de, hadîs-i şerif yine de hüccet olmağa sâlihdir. Çünkü Amra (radıyallahü anh)'nın kendinden büyük olduğu bildirilen bu kız kardeşi dahi sahâbîyyedir. Ashâb-ı kirâm’ın hepsi âdil ve mevsûk-durlar. Binâenaleyh onlardan herhangi birinin isminin bilinmemesi hadîsin sıhhatine zarar vermez.

Ulemâ mezkûr kadının ezberlemek, için neden Kaaf sûresini ihtiyar ettiğini beyân etmiş ve ezcümle:

«Çünkü bu sûre ölümü, Öldükden sonra dirilmeyi, şiddetli va'zları, te'-kidli yasakları ihtiva eder.» demişlerdir.

Hadîs-i şerif bundan önceki hadîs gibi hutbe esnasında Kur'ân okumanın meşru olduğuna delildir. Yine bu hadîs hutbede Kaaf sûresini veya hiç olmazsa onun bir kısmını okumanın müstehab olduğuna delildir.

2051-) Bana Muhammed b. Beşşâr rivâyet etti.

(Dedi ki):. Bize, Muhammed b. Ca'fer rivâyet etti.

(Dedi ki): Bijte Şu'be, Huheyb'den, o da Abdullah b. Muhammed b. Ma'n'dan, o da Hârisetü'bnu Nu'mân’ın bir kızından naklen rivâyet etti. Şöyle dedi:

«Ben, Kaaf sûresini ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem).'in (mübarek) ağzından belledim. Onu her cuma hutbede okurdu. Bizim tandırımızla, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in tandırı birdi.»

2052- Bize, Amru'n-Nâkıd rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Ya'kûb b. İbrâhîm b. Sa'd rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize babam, Muhammed b. İs-hâk'dan rivâyet etti.

Dedi ki: Bana Abdullah b. Ebî Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm El-Ensârî, Yahya b. Abdillâh b. Abdirrahmân b. Sa'd b. Zürâra'dan, o da Ümmü Hişâm binti Hârisete'bni Nu'mân'dan naklen rivâyet etti. Ümmü Hişâm Şöyle dedi:

«Gerçekden iki sene yahut bir seneden biraz fazla müddet zarfında bizim tandırımızla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in tandırı birdi. Ben Kaaf sûresini ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dilinden öğrendim. Onu her cuma cemaata hutbe îrâd ederken minberde okurdu.

Bu hadîsin senedindeki Sa'dü'bnu Zürâra hakkında Bazıları Es'adü'bnu Zürâra demişlerdir. Fakat Kâdi İyâz'in beyânına göre doğrusu burada olduğu gibi Sa'd'dır. Bütün nüshalarda bu isim Sa'd olarak zikre dilmişdir. Yanlız Hâkim (321-405): «Doğrusu, Es'ad'dır. Bazıları Sa'd olduğunu söylemişlerdir.» demiş ve bunu böylece Buhârî'den rivâyet ettiğini bildirmiş-se de, Buhârî'nin târihinde bunun zıdınm kaydedildiği görülmektedir. Buhârî: «Bu zât'ın ismi Sa'd'dır. Es'ad olduğunu söy-liyenler de vardır. Fakat bu bir vehimden ibâretdir.» demektedir. Bu suretle Hâkim'in sözü kendi aleyhine inkilâb etmiş olur.

Es'adü'bnu Zürâra, Hazrec kabilesinin reisidir. Bu hadîsde zikri geçen Sa'dü'bnu Zürâra onun kardeşidir. Sa'd Yahya ile Amra'nın dedeleridir. Sa'd islâmiyete yetişmişdir. Ancak kendisi bazılarınca münafıklar zümresinden sayıldığı için bir çok siyer ulemâsı onu sahabe meyânında zikretmemişlerdir.

Hadîsin birinci rivâyetinde Hârisetü'bnu Nu'mân’ın kızı Nekire olarak zikredilmişse de, ikinci rivâyetde isminin Ümmü Hişâm olduğu bildirilmişdir. Hazret-i Ümmü Hişâm:

«Bizim tandırımızla, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tandırı birdi.» demekle, evinin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in evine pek yakın olduğuna ve bu suretle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hâllerini herkesden ziyâde vâkıf olup, onları bellediğine işaret etmişdir.

2053- Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Abdullah b. İdrîs, Husayn'dan, o da Umâratu'bnü Rueybe'den naklen rivâyet etti. Rueybe, Bişru'bnü Mervân'ı minber üzerinde ellerini kaldırırken görerek: Allah bu ellerin cezasını vçrsin! Vallahi ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) (duâ ederken) gördüm; ellerini şu kadarcıktan fazla kaldırmıyordu; dediğini söylemiş; ve şehâdet parmağı ile (ne kadar kaldırdığına) işaret etmiş.

2054- Bize bu hadîsi Kuteybetü'bnü Saîd de rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Ebû Avâne, Husayn b. Abdirrahmân'dan naklen rivâyet etti. Husayn: «Ben Bişru'bnü Mervân'ı cuma günü ellerini kaldırırken gördüm. Bunun üzerine Umâratü'bnü Rueybe şunları söyledi...» diyerek yukarıki hadis gibi rivâyet etmiş.

Bu hadîsde fi'le kavil denilmiştir.: Arapçada bu caizdir. Araplar:

«elile şöyle yaptı» ma'nasına: derler. Hadîs-i şerîfden şu hükümler çıkarılmıştır:

1- Hutbede duâ ederken el kaldırmamak sünnettir. İmâm Mâlik ile Şafiîler'in ve diğer bâzı ulemanın mezhebleri budur. Kâdî Iyâz selefin Bazıları ile bâzı Mâlikîler'in el kaldırmayı mubah gördüklerini nakletmiştir. Bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yağmur duası okuduğu cuma hutbesinde ellerini kaldırdığını gösteren hadîsle istidlal ederler.

El kaldırmaya kaail olmayanlar: «Resûlüllah. (sallallahü aleyhi ve sellem) o hutbede yağmur taleb ettiği için ellerini kaldırmıştır; bu arızı bir sebebtir.» derler.

2- Bu hadis Ashâb-ı kirâm'in dîn Bâbında son derece dikkatli davrandıklarım gösterir.