27- Namazdan Sonra Zikrin Müstehab Oluşu ve Sıfatını Beyan Bâbı 1362- Bize Dâvûd b. Ruşeyd rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Velid, Evzâfden, o da Ebû Ammâr'dan (Bu zâtın ismi Şeddâd b. Abdillâh'dır.) o da Ebû Esmâ'dan, o da Sevbân'dan naklen rivâyet etti. Sevbân Şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazından çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve: «Allah'ım, selâm sensin; selâmet de ancak sendendir. Mübareksin. Ey Celâl ve İkram sahibi!» derdi.. Velîd Dedi ki: Evzâî'ye: Bu istiğfar nasıl olacak? dedim. Estağfirullah, estâğfirullah dersin; cevâbını verdi. 1363- Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile İbn Nümeyr rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Muâviye, Asımdan, o da Abdullah b. Hâris'den, o da Âişe'den naklen rivâyet etti. Âişe şöyle dedi: «Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) selam verdiği vakit ancak diyecek kadar otururdu.» İbn Nümeyrin rivâyetinde ibârea vardır. 1364- Bize bu hadisi İbn Nümeyr de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ebü Hâlid (yani El-Ahmar) Asım'dan bu isnâdla rivâyet etti. ve dedi. 1365- Bize Abdülvâris b. Abdissamed rivâyet etti. (Dedi ki): Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Asım'dan, o da Abdullah b. Hâris'den bir de Hâlid'den, o da Abdullah b. Hâris'den rivâyet etti, bunların ikisi de Âişe'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yukarki hadisin mislini söylediğini rivâyet ettiler. Şu kadar var ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diyormuş. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in namazından çıkmasından murâd selâm vermesidir. Anlaşılıyorki selâm verdikden sonra yine bu hadîsde beyân edildiği vecîhle üç defa istiğfar eder, sonra «Allâhümme Ente's-Selâmu ilâh...» dermiş. Selâmın mânası: Bütün kusurlardan ve hudûs alâmetlerinden salim olan; demekdir. Ve Allah'ın isimlerinden biridir. Selâmetle vasıflanmak ancak kendisine zarar gelebilmesi melhuz olan hadis şeylerde yani mahlûkâtda mütesavver olduğundan Teâlâ Hazretleri onlardan daha mümtaz bir şekilde selâmla tavsif edilmiş: «Yâ Rab bizzat selâm sensin, mahlûkâ-tin vasıflandığı selâmet de senden sâdır olur.» denilerek Allahü teâlâ hazretlerinin bütün mahlûkâtdan müstağni olduğu; selâmeti o verdiği ve neticede yine ona râci' olduğu makâm-ı ihtiram da beyân olunmuşdur. Fukahâ bundan sonraki Hazret-i Âişe hadîsi ile istidlal ederek namazda selâm verdikden sonra İmâmın bir parça yer değiştirmesini müstehab görmüşlerdir. Bunun hikmeti ihtilaflıdır. Bâzılarına göre İmâm iken durduğu yer pek faziletli bir yerdir; orada durmak ancak İmâmlık sebebi ile hak edilir. İmâmlık bitince artık İmâmın orada durmaya hakkı kalmaz. Bir takımları: «îmamın yer değiştirmesi onun selâmını işitmeyenler, kendisini görsün diye müstehab olmuşdur.» derler. îmamın namazdan sonra sağ tarafa çekilmesi müstehabdır. Çünkü şerîatda her işe sağdan başlamak müstehabdır. Şâfiîler'den bâzılarına göre: İmâmın yer değiştirmesi o namazdan sonra sünneti müekkede olarak devamlı nafile namaz bulunduğuna göredir. Namazdan sonra sünnet namaz yoksa yer değiştirmek müstehab değildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sabah namazını kıl-dıkdan sonra güneş doğuncaya kadar yerinde oturduğu rivâyet olunmuşdur. 1366- Bize İshâk b. İbrahim rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Cerîr, Mansûr'dan, o da El - Müseyyeb b. Râfi'den, o da MugîratÜ'bnü Şu’be'nin azadlısı Verrâd'dan naklen haber verdi. Verrad Şöyle dedi: — Mugîratü'bnü Şu'be, Muâviye'ye, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in namazdan çıkıp selâm verdikten sonra şunları söylediğini yazdı: «Allah'dan başka hiç bir ilâh yokdur; Yalnız o vardır. Şeriki yoktur. Mülk onundur. Hamd da ona mahsusdur. Hem o her şey'e kaadirdir. Allah'ı mi Senin verdiğine mâm olacak hiç bir kimse yokdur; vermediğini verecek de yokdur; senin katında hiç bir varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir» 1367- Bize bu hadisi Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Kureyb ve Ahmed b. Sinan da rivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Muâviye A'meş'den, o da El-Müseyyeb b. Râfi'den, o da Mugîratü'bnü Şu'be'nin âzadlısı Verrâd'dan, o da Mugîra'dan, o da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen yukarki hadîsin mislini rivâyet etti. Ebû Bekir ve Ebû Küreyb kendi rivâyetlerinde şöyle dediler: «Verrâd, Mugîra o mektubu bana yazdırdı. Onu Muâviye'ye, ben yazdım; dedi.» 1368- Bana Muhammed b. Hatim de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bekr rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İbn Cüreyc haber verdi. (Dedi ki): Bana Abdetü'bnü Ebî Lübâbe haber verdi ki: Mugîratü'bnü Şu'be'nin âzâdlısı Verrâd Şöyle dedi: Mugîratü'bnü Sulbe, Muâvîye'ye: — «Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i namazdan selâm verdiği sırada şöyle derken işitdim... diyerek yukarkilerin hadîsleri tarzında (Hem o her şey'e kaadirdir.) cümlesinden mâdâsmı yazdı. Yalnız bu cümleyi zikretmedi. (Bu mektubu ona Verrâd yazmışdır). 1369- Bize Hâmid b. Ömer El-Bekrâvî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Bişr (yanî İbn’l- Mufaddal) rivâyet etti. H. Dedi ki: Bize Muhammed b. El - Müsennâ dahi rivâyet etti. (Dedi ki): Bana Ezher rivâyet etti. Bunlar hep birden İbn Avn'dan, o da Ebû Saîd'den, o da Mugîratü'bnü Şu'be'nin kâtibi Verrâd'dan naklen rivâyet etmişlerdir. Verrâd: «Muâviye, Mugîra'ya yazdı...» diyerek Mansûr ile A'meş hadîsleri tarzında rivâyetde bulunmuş. 1370- Bize İbn Ebî Ömer El-Mekkî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Abdetü'bnü Ebî Lübâbe İle Abdülmelik b. Umeyr rivâyet ettiler. Onlar da Mugîratü'bnü Şu'be'nin kâtibi Verrâd'ı şöyle derken işitmişler: Muâviye, Mugîra'ya: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işittiğin bir şey yaz!., diye mektup gönderdi. Bunun üzerine o da, ona şu cevâbı yolladı: «Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fi namazda selâm verdikten sonra: «Allah'dan başka hiç bir ilâh yokdur; yalnız o vardır; onun şeriki yokdur; mülk onundur; hamd de ona mahsûsdur; hem o her şey'e kaadirdir. Allâh'ım! Senin verdiğine mâni olacak hiç bir kimse yokdur; vermediğini verecek de yokdur. Senin katında hiç bir varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir.» buyururken işittim. Bu hadîsi Buhârî: «Kitâbü'l - l'tisâm», «Kitâbü'r - Rikâk», «Kitâbü’l. Kader», « Kitâbü’d - Daavat» ve -Kitabü's - Salât- da; Ebû Dâvûd ile Nesâî dahi «Kitabü's - Salât» da muhtelif râvîlerden tahrîc etmişlerdir. Müslim'in, Hâmid b. Ömer El-Bekrâyı tarîki ile tahrîc ettiği rivâyetin senedindeki Ebû Saîd hakkında ihtilâf edil-mişdir. Doğrusu Buhârî'nin rivâyetidir Bu rivâyete göre Ebü Saîd'in ismi Abdu Rabbih b. Saîd'dir. İbn Sek«n (294-353): «Bu zât Hazret-i Âişe'nin süt kardeşinin oğludur.» demişsede ulemâ bunun yanlış olduğunu söylemişlerdir. İbn Abdilberr (368-463), bu zâtın Hasan-ı Basrî olduğunu söylemişdir. Fakat ulemâ bunun da hatâ olduğunu beyân etmişlerdir. Bu yazışma vak'ası geçtiği sıralarda Hazret-i Mugîra Kûfe'de vali bulunuyordu. Kendisini oraya Muâviye (radıyallahü anh) göndermişdi. Rivâyetlerin mec'mûundan anlaşılıyor ki evvelâ Hazret-i Muâviye, Mugîra'ya mektup yazarak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in namazdan selâm verdikden sonra ne okurduğunu sormuş; Mugira (radıyallahü anh) dahi hadîs-i şerif de beyân edildiği vecîhle cevap vermişdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in namazdan selâm verdikden sonra neler okuduğunu bildiren muhtelif rivâyetler vardır. İbn Huzeyme (223-311)'nin rivâyetinde selâm verdikden sonra üç defa: «Allah'dan başka hiç bir ilâh yokdur; Yalnız o vardır; şeriki yokdur; mülk onundur; hamd de ona mahsûsdur; hem o her şey'e kaadîrdir.»- dendiği bildirilmektedir. Bizzat Hazret-i Muâviye'den rivâyet olunan bir hadîsde Muâviye (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i her namaz sonunda selâm verdikçe: «Yâ Rab! Senin verdiğine manî olacak hiç bir kimse yokdur; vermediğini verecek de yokdur. Senin katında hiç bir varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir.» derken işitdim; demişdir. Bir rivâyetde: «Şüphesiz ki Allah'ın öne geçirdiğini arkaya bırakacak kimse olmadığı gibi; arkaya bıraktığını, öne alacak; vermediğini verecek, onun verdiğini vermeyecek de yokdur. Onun katında hiç bir varlık sahibine varlığı fayda verecek değildir. Allah her kime çok hayır vermek isterse onu dînde ffalcîh yapar.» buyurulmuşdur. Bu bâbda Hazret-i Muâviye bizzat kendisi hadîs rivâyet ettikden sonra bu mes'eleyi niçin Mugîra (radıyallahü anh)'a sormuşdur? şeklinde bir suâl hâtıra gelebilir. Cevap şudur: Hazret-i Muâviye bununla mes'eleyi iyice tesbît etmek, hadîsi başka rivâyet eden var mı, yok mu anlamak, kendi rivâyetinde unuttuğu yerler olup olmadığını kontrol etmek istemişdir. Hadîsde mevzûubahis olan namaz mektûbe yani farz olan namazdır. Nitekim bâzı rivâyetlerde bu cihet tasrîh dahi edilmişdîr. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in her farz namazdan sonra zikre ile başlaması bu cümlenin bilittifâk kelime-i tevhîd olmasındandır. Mezkûr cümlenin «Lâ ilahe» kısım «Hiç bir ilah yokdur.» Mânâsına olup Allah'dan başka her şey'den ülûhiyeti nefy etmekde; «illallah» tarafı da «Ancak Allah vardır.» mânâsına ülûhiyeti Allahü teâlâ'ya tahsis etmektedir. İşte bu iki sıfat ile bu cümle kelime-i tevhîd ve kelime-i şehâdet olmuşdur. Ulemâdan Bazıları: «Nefiyden istisna isbâtdır; isbâtdan istisna ise nefiy mânâsını ifâde eder.» demişlerdir, îmanı A'zam'a göre nefiyden istisna isbât değildir. O Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yani «Nikâh ancak veli ile caizdir.» hadîsi ve emsali ile istidlal etmişdir. Çünkü velî bulununca hemen nikâhın tahakkuk etmesi lâzım gelmez. Bunun başka şartları da vardır. Bu husûsda Hazret-i İmâm'a itiraz olunmuş ve: -Şu hâlde kelime-i tevhîd tam tevhîd olamıyor. Çünkü bu cümleden murâd Allah'dan başka her şey'den ülûhiyeti nefiy etmekdir. Bundan ise ülûhiyetin Allah'a sabit olması mânâsı lâzım gelmez. Binaenaleyh tevhidin tevhîd olmaması lâzım gelir.» denilmizdir. Bu itiraza İmâm A'zam tarafından şöyle cevap verilmişdir: «Küffarın bir çokları zihinlerinde ilâh mefhûmu mevcûd olduğu hâlde Allah'a şirk koşmuşlardı. İşte kelime-i tevhîd bu şirk'i nefy için vârid olmuşdur, ve bu bâbda nass'dır. Mezkûr mânâya ibaresi ile delâlet eder; işareti ile de Allah'ın birliğine delildir. Kelime-i tevhîddeki «illâ» «gayru» manasınadır. Cümlenin başındaki «la» cinsden hükmü nefiy eden «lâ-i tebrie» dir. İsmi «ilahe» kelimesidir. Haberi ise mahzûf «mevcudun» kelimesidir. Cümlenin mânâsı: «Allah'dan başka hiç bir ilâh mevcûd değildir.» takdirindedir, «İllâllah» ın nasp edilmemesi bundandır. Yani «illâ» kelimesi burada sıfat vâfö olmuşdur. Sıfat mevsûfuna tâbidir. Burada mukadder olan «mevcudun» kelimesi merfû olduğu için müstesna da mevsûfu gibi merfû olmuşdur. «Vahdehû» kelimesi hâl olmak üzere nasp edilmişdir. Gerçi hâl'in nekire olması şart ise de bunadaki « Validemi» kelimesi şeklinde te'vîl olunmuşdur. «Şeriki yokdur.» cümlesi Allah'ın birliğini te'kîddir. Çünkü birlikle vasıflanan bir şey'in şeriki olamaz.. «Mülk onundur.» cümlesinin manâsı bütün mahlûkaat nevileri onundur demektir. «Mülk» kelimesi «mim» in zammı ile umûmî, «mim» in kesri ile husûsî mânâ ifâde eder. Onun için Bazıları «Melik» in mülk'den; «Mâlik»in milk'den alındığını söylerler. Bir takımları Mâlik kelimesinin melik'den daha belîğ bir sıfat olduğunu söylerler. Bazıları da bunun aksini iddia ederler. «Hamd de ona mahsûsdur.» cümlesinin mânâsı, yerde ve göklerde hamd eden kimler varsa hepsinin hamdleri ve aymları ile arazları ile bütün hamd sınıflan ona mahsûsdur; ondan başka hamd'e lâyık kimse yokdur; demekdîr. Vâkıâ: «Filân kimseye şu iyiliğinden dolayı hamd ettim.» denilirse de buradaki hamd kul'a nisbetle mecazdır. Hakîkatda hamd yine Allah'a âiddir. «Kadir», Allahû Zülcelâl'in isimlerinden biridir. Nitekim «Kaadir» ve «Muktedir» kelimeleri de öyledir. Bundan murâd yerde ve göklerde kudret-i kâmile ancak Allah'a mahsûsdur; demekdir. «Hadîsin sonunda zikri geçen «cedd» kelimesi bâzılarına göre baht, diğer bâzı ulemâya göre ise zenginlik mânâsına gelir. Neteim Hasan-ı Basrî (rahimehullah) dahi onu bu mânâya almışdır. Baht mânâsına göre cümleden murâd: «Hiç bir bahtiyara senin ındinde bahtı yâr olmaz.» demek olur. «Cedd»en murâd dede olduğunu söyleyenler de vardır. Bu takdirde cümlenin mânâsı: «Senin ındinde hiç bir kimseye soyu sülâlesi fayda vermez.» demek olur. «Cedd» kelimesini «cidd» şeklinde okuyanlar da bulunmuşdur. «Cidd-: Çalışmak demekdir. Buna göre hadîsin mânâsı: «Senin ındinde hiç bir kimseye çalışması fayda vermez.» demek olur. Fakat bu mânâyı Taberî kabul etmemişdir. Nevevî bu kelimenin «cedd» şeklinde şöhret bulduğunu mânâsının dahi baht veya zenginlik demek olduğunu söyler. 1371- Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize babam rivâyet etti. (Dedi ki): Bize, Hişâm, Ebû'z - Zübeyr'den rivâyet etti. Dedi ki: İbn Zübeyr her namazın sonunda selâm verdiği vakit şöyle derdi: «Allah'dan başka hiçbir ilâh yokdur. Yalnız o vardır; şeriki yokdur; mülk onundur. Hamd de ona mahsûsdur. Hem o her şey'e kaadirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah'a mahsûsdur. Allah'dan başka hiç bir ilâh yokdur; biz de ancak ona ibâdet ederiz; nimet onun; fazilet onun, güzel sena da onundur. Kâfirler patlasa da dînde samîmi olarak Allah'dan başka ilâh yokdur (deriz) » İbn Zübeyr: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her namazın sonunda bunlarla tehlîl yapardı» demiş. 1372- Bize bu hadîsi Ebû Bekir b. Ebî Şeybe de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Abdetü'bnü Süleyman, Hişâm b. Urve'den, o da azadlıları Ebû'z-Zübeyr'den naklen rivâyet etti ki: Abdullah b. Zübeyr her namazın sonunda tehlîl getirirmiş. Ebû'z-Zübeyr hadisi İbnİ Nümeyr hadîsi tarzında rivâyet etmiş; sonunda: — «Sonra İbn Zübeyr diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her namazın sonunda bu dualarla tehlîl yapardı.» demiştir. 1373- (Bana Ya'kûb b. İbrahim Ed - Devrakî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İbn Uleyye rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Haccâc b. Ebî Osman rivâyet etti. (Dedi ki): Bana Ebû'z - Zübeyr rivâyet etti. Dedi ki: Ben Abdullah b. Zübeyr'i şu minberin Üzerinde hutbe okurken dinledim. Şöyle diyordu: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazın yahut namazların sonunda selâm verdikten sonra buyururdu ki...» diyerek hadisi Hişâm b. Urve hadîsi gibi rivâyet etmiştir. 1374- Bana Mlıammed b. Selemete'l - Murâdî rivâyet ettî. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb, Yahya b. Abdillâh b. Sâlim'den, o da Mû-sâ b. Ukbe'den rivâyet etti, Ona da Ebû'z-Züheyr-i Mekkî rivâyet etmiş ki: Kendisi Abdullah b. Zübeyr'i her namazın sonunda selâm verdikte vu-karki iki râvînin hadîsi tarazında rivâyet ederken dinlemiş; sonunda da: «Bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet ederdi.» demiş. 1375- Bize Asım b. Nadir Et - Teymî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize El- Mu'temir rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullâh rivâyet etti. H. Dedi ki: Bize Kuteybetü'bnü Saîd de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Leys, İbn Adân'dan rivâyet etti. Bunların ikisi de Sümey'den, o da Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivâyet ettiler. (Bu hadîs Küteybe'nindir.) ki: Muhacirlerin fakirleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelerek: Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve daimî nimetleri alıp gittiler, demişler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Neymiş o?» diye sormuş. Muhacirler: — (Ne olacak) onlar da bizim kıldığımız gibi namaz kılıyor; bizim tuttuğumuz gibi oruç tutuyor, (amma) onlar sadaka veriyor; biz veremiyoruz; onlar köle azâd ediyor, biz edemiyoruz» demişler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Ben size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişir; sizden sonrakileri de geçersiniz. Hem hiç bir kimse sizden daha faziletli olamaz; meğer ki sizin yaptığınız gibi yapmış olsun?» buyurmuş. Muhacirler: — Hay hay Yâ Resûlüllah!.. demişler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): «Her namazdan sonra otuzüç kere tesbîh, tekbîr ve tahmîd edersiniz.» Ebû Salih Dedi ki: «Bunun üzerine fakir muhacirler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dönerek; «Mal, mülk sahibi din kardeşlerimiz bizim yaptığımızı işitmiş; bnaun mislini onlar da yaptılar!» demişler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): « (Ne yapalım) Bu, Allah'ın bir fadl-u keremidir; onu dilediğine verir.» buyurmuşlar. Kuteybe'den başkaları bu hadîsde Leys'den, o da İbn Aclân'dan naklen şunu da ziyâde etmişlerdir: Sümey dedi ki: Ben bu hadîsi yakınlarımdan birine söyledimde: — Yanılıyorsun! Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ancak: «Otuz üç kere tesbîh çeker; otuz üç kere tahmîd eder; otuz üç kere de tekbîr eylersin!» buyurmuşdur; dedi. Bunun üzerine Ebû Salih'e dönerek bu mes'eleyî ona da söyledim. Ebû Salih elimden tutarak şunları söyledi: — Allâhû Ekber, Sübhânallah, Elhamdüllillâh; Allâhu Ekber, Sübhânallah, Elhamdülillah... (diye diye) bunların hepsinden otuz üçe varacaksın-» dedi. İbn Aclân Dedi ki: «Ben bu hadisi Recâ' b. Hayve'ye rivâyet ettim; o da onun mislini Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen rivâyet etti.» 1376- Bana Ümeyyetüb'nü Bistâm El-Ayşi rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Yezîd b. Zürey rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ravh, Süheyl'den, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen rivâyet etti ki: Fakîr muhacirler: — Ya Resûlallah! Varlık sahipleri yüksek dereceleri ve dâimi nimetleri alıp gitti...» demişler. Râvî hadîsi Kuteybe'nin, Leys'den rivâyet ettiği gibi anlatmış; şu kadar var ki: Ebû Hüreyre hadîsine, Ebû Salih'in: «Sonra fakîr muhacirler dönerek ilâh...» sözünü katmış. Hadîse şunu da ziyâde eylemişdir: «Süheyl diyor ki: (Zikirler) onbirer onbirer olacak, bütün bunların mec'mûu otuzüç eder.» 1377- Bize Hasen b. Îsâ rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İbn Mübarek haber verdi. (Dedi ki): Bize Mâlik b. Migvel haber verdi. Dedi ki: Ben Hakem b. Uteybe'yi, Abdurrahmân b. Ebî Leylâ'dan, o da Kâ'b b. Ucra'dan, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen rivâyet ederken işitdim. Efendimiz şöyle buyurmuşlar: «Bir takım muakkıbât vardır ki onları her farz namazın ardından söyleyen — yahut yapan— hiç bir vakit haybete uğramaz (Bunlar) otuzüç defa tesbîh çekmek, otuzüç defa tahmîd etmek, otuzdört defa da tekbîr getirmekdır.» 1378- Bize Nasr b. Aliy El-Cehdamî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Ahmed rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hamzetü'z - Zeyyât, Hakem'den, o da Abdurrahmân b. Ebî Leylâ'dan, o da Kâ'b b. Ucra'dan, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen rivâyet etti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar: «Bİr takım muakkibât vardır ki onlan söyleyen —yahut yapan— haybete uğramaz. (Bunlar) her namazın sonunda otuzüç tesbîh, otuzüç tahmîd ve otuzdört tekbîrden ibâretdir.» 1379- Bana Muhammed b. Hatim rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Esbât b. Muhammed rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Amr b. Kays El-Mülâî, Ha-' kem'den bu isnâdla bu hadîsin mislini rivâyet etti. 1380- Bana Abdülhamîd b. Beyân El-Vâsıtî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hâlid b. Abdillâh, Süheyl'den, o da Ebû Ubeyd El-Mezhacî'den (Müslim der ki: Ebû Ubeyd, Süleyman b. Abdilmelik'in âzâdlısıdır.), o da Ata' b. Yezîd El - Leysî'den, o da Ebû Hüreyre'den, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklen haber verdi. (Efendimiz şöyle buyurmuşlar.) «Bir kimse her namazın sonunda Allah'a otuzöç defa tesbîh, Otuzüç defa hamd eder, otuzüç defa da tekbîrde bulunursa bunların mecmuu doksandokuz eder. Yüzün tamâmında da: Allah'dan başka hiç bir ilâh yokdur. Yalnız o vardır. Şeriki yokdur. Mülk onundur; Hamd de ona mahsûsdur; hem o her şey'e kaadirdir; derse günahları denizin kopuğu kadar bile olsa (yine) affolunur.» 1381- Bize Muhammed b. Sabbâh rivâyet etti. (Dedi ki): Bize İsmail b. Zekeriyyâ, Süheyl'den, o da Ebû Ubeyd'den, o da Atâ'dan, o da Ebû Hüreyre'd en naklen rivâyet etti. Ebû Hüreyre: «Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu...» diyerek bu hadîsin mislini rivâyet etmiş. Bu rivâyetlerin hepsi namazdan sonra yapılacak zikri beyân etmektedirler. Fakır muhacirlere dâir olan Ebû Hüreyre hadîsini Buhârî «Namaz» bahsinde; Nesâî «Yevm ve Leyle»de muhtelif râ-vîlerden tahrîc etmişlerdir. Ayni hadîsi Ebû Dâvûd ile Tirmizî de rivâyet ederler. Mezkûr hadîsde mevz-û bahis olan fakır muhacirlerin kaç kişi olduğu bilinmemektedir. Yalnız Ebû Dâvûd'un bir rivâyetinde Hazret-i Ebû Zerr'in gelen muhacirler arasında olduğu Nesâî'nin ve diğer bâzı ulemânın rivâyetlerinde gelen muhacirler arasında Ebû' d-Derdâ (radıyallahü anh)’in da bulunduğu zikredilmektedir. Düsûr: Çok mal mânâsına gelir. Bazıları her şey'in çoğuna düsûr denildiğini söylemişlerdir. Bu kelimenin dâima müfred kullanıldığını söyleyenler bulunduğu gibi tesniye ve cemî hâlinde kullanıldığını da iddia edenler vardır. Bâzı rivâyetlerde düsûr kelimesinin yerine «dûr» denilmişdir. Dûr: Dâr'ın cem'idir. Bu takdirde hadîsden murâd: ev bark sahipleri olur ki netice yine zenginler demekdir. Muhacirlerin fakirleri Ensârm fukarasından daha çokdu. Çünkü mu-hâcirîn-i kirâm Mekke'deki mallarından, mülklerinden olmuşlardı. Suâli muhacirlerin sorması bundan (yani fakirlerinin çok olmasından)'dır Bir rivâyetde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e suâli soran Hazret-i Ebû Zerr; diğer bir rivâyetde Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anhûma) dır. Muhacirlerin suâline karşı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazdan sonra muayyen mikdârda tesbîh, tahmîd ve tekbîrde bulunmak sureti ile muhacirlerin sevap hususunda herkesi geçeceklerini beyân buyurmuşdur. Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: «Bu kelimeler bu kadar kolay ve meşakkatsiz söylendikleri hâlde nasıl olur da cihâd gibi en güç ve en faziletli ibâdetlere müsâvî olabilir? bu suâle şöyle cevap verilmişdir: Fakir olduğu hâlde bu kelimelerin, bahusus hamd'in hakkı olan ihlâsı edâ etmek en faziletli ve en meşakkatli amellerdendir. Sonra sevabın mutlaka me-şakkata göre verilmesi lâzım değildir. Kelime-i şehâdeti söylemekle kazanılan sevap, bir çok meşakkatli ibâdetlerin sevabından daha fazladır. Ulemâ-i kirâmın beyânına göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir lâhza sohbetde bulunmanın hayır ve fazileti hiç bir amelin sevabı ile Ölçülemez. Ve o dereceye başka hiç bir amel ile ulaşılamaz. Bir de fakir muhacirlerin niyetleri, zengin olsalar zenginler gibi amel etmek idi. Bir hadîs-i şerif de beyân buyurulduğuna göre; «Mü'minin niyeti amelinden daha hayırlıdır.» Binaenaleyh bu niyetde bulunan muhacirîn-i kirâma da niyetlerine göre cevap verilecek demekdir. Burada da şöyle bir suâl hatıra gelebilir: Namaz sonundaki zikirleri zenginler de yaptıkları takdirde va'd edilen sevaba nail olurlar. Şu hâlde vaziyet yine muhacirlerin şikâyet ettiği şekilde kalır. Yânî zenginler yine fakirlerden daha faziletli ve sevaplı olurlar. Çünkü zikir hususunda fakirlerle müsâvî olmakla beraber cihâd ve saire gibi meşakkatli mâlî ibâdetlerde onları geçerler? Buna da şöyle cevap verilmişdir: Fakîr muhacirlerin maksadı mutlaka zenginlerden fazla sevap ve derece kazanmak değil; bu derecelere ve ebedi nimetlere kendilerinin de nâü olmalarıdır. Rivâyetlerin ekserisinde namazdan sonra evvelâ tesbîh sonra tahmîd daha sonra tekbîr getirileceği zikredilmişse de bâzı rivâyetlerde tekbîr, tahmîd'den önce zikredilmiş, bâzılarında da tâhmîdin, tesbîhden önce yapılacağı bildirilmişdir. Rivâyetlerdeki bu ihtilâf bu husûsda tertibe riâyet şart olmadığını gösterir. Lâkin yine de işe tesbîhden başlamak ondan sonra tahmîd; daha sonra tekbîrde bulunmak evlâdır. Çünkü tesbîh, Teâlâ Hazretlerinin bütün noksanlıklardan beri olduğunu tezammun eder. Tahmîdde Allahü teâlâ'ya kemâl sıfatını isbât vardır. Çünkü bütün hamd-ü senalar ona âidîr. Ondan sonra sıra tekbîre gelir. Çünkü tekbîrde ta'zîm vardır. Bütün noksanlıklardan münezzeh ve bütün hamdü senalara müs-tahik olan bir zâtı ta'zîmde bulunmak elbetde vâcib olur. îşte bu ta'zîm, tekbîrle edâ olunur. Bütün bunlardan sonra bir de tehlîl getirilerek zikre hitam verilir. Tehlîlden murâd «lâ ilahe illallah ilâh...» cümlesidir. Bu cümle Allah'ın birliğine ve münferid olduğuna delâlet etmektedir. Zikirlerin yerini ta'yîn hususunda bâzı rivâyetlerde: «Her namazdan sonra»; diğer bâzı rivâyetlerde: «Her namazdan sonraki dualar meyânın-da»; bir rivâyet de: «Her namazın peşinde.» denilmişdir. Buradaki namaz tâbiri farz ve nafile her namaza şâmilse de ulemânın ekserisi onu farz na-r maza hamletmişlerdir. Çünkü Bâbımız hadîslerinden Kâ'b b. Ucra rivâyetinde namazdan muradın farz namaz olduğu tasrih edilmişdir. Anlaşılıyor ki, ulemâ mutlak olan sair rivâyetleri bu mukayyed ıivâ-yete hamletmişlerdir. Kâ'b b. Ücra hadîsini Dâre Kutnî mevkuf saymış ve «Merfü' rivâyeti mevkuf rivâyetinden zayıfdır. Çünkü hadîsi mevkuf olarak rivâyet eden râvîler hıfız ve dirayetçe ötekilerden daha üstündür.» demişse de onun bu sözü kabul edilmemişdir. Çünkü bu hadîsi Müslim hep merfû' tarîklerden rivâyet etmişdir. Dâre Kutnî dahi başka tarîklerden onu merfû' olarak rivâyet etmişdir. Hadîsi mevkuf rivâyet edenler Mansûr ile Şu'be ise de onların bile merfû’ veya; mevkuf rivâyet ettiklerinde ihtilâf vardır. Usûl-u fıkıh ulemâsı ile Fukahâya ve hadîs İmâmlarının muhakkiklerine göre hem mevkuf, hem merfû' rivâyet edilen bir hadîse merfû' hükmü verilir. Sahîh olan mezheb budur. Hattâ mevkuf olarak rivâyet edenlerin adedi daha çok bile olsa hadîs yine merfû' hükmündedir. Hâlbuki burada bilâkis merfû' olarak rivâyet edilenlerin sayısı daha çokdur. Muakkıbât: Tesbihler demekdir. Tesbihler birbiri ardından geldikleri için onlara bu isim verilmişdir. Bu Bâbın hadîslerinde zikri geçen tesbihlerin sayısı pek muhtelifdir. Bâzılarında otuzüç adet olacağı tasrîh edilmişdir. Nitekim Ebû Hüreyre hadîsinde böyledir. Nesâî'nin tahrîc ettiği Zeydü'bnü Sabit hadîsinde tesbihlerin yirmibeş; İbn Ömer (radıyallahü anh) hadîsinin bâzı tariklarında onbir, Tirmizî ile Nesâî'nin rivâyet ettikleri Enes hadîsinde on; Enes hadîsinin bâzı tarîklerinde bir; Taberânî'nin rivâyet ettiği Cühenî hadîsinde yetmiş; Nesâî'nin tahrîc ettiği Ebû Hüreyre hadîsinin bâzı tarîklerinde yüz defa tesbîh, tekbîr ve tahmîd edileceği; bu yapılırsa yapan kimsenin günahları denizin köpüğünden bile çok olsa af-vedileceği beyân edilmişdir. Acaba zikir hususundaki bu muhtelif adetlerin hikmeti nedir? Ulemânın beyânına göre bunlardaki hikmet sırrını bilmesek bile her gey'den evvel emre imtisâldir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sözleri hikmetden hâlî değildir. Aynî diyor ki: «Tesbihlerin sayısı hakkındaki ihtilâf şahıslara, hâl ve zamanlara göre değişikdir. Bunlar şöyle îzâh olunabilir: Namazdan sonra bir defa zikirde bulunmayı emretmesi bir adedi en küçük sayı olup ondan aşağı başka sayı bulunmadığın dan dır. Altı defa zikir emredilmesi günlerin sayısı altı olduğu içindir. Binaenaleyh namaz sonunda altı defa zikirde bulunan kimse haftanın her gününde bir defa zikir etmiş ve bütün günlerini zikir bereketi ile doldurmuş gibi olur. On defa zikir tavsiye edilmesi her hayır on kat sevapla mukabele göreceğindendir. Onbir de öyledir. Bunda onun muhakkak olduğuna kat'î sûretde hüküm hâsıl olsun diye bir de ziyâde vardır. Yirmibeş defa zikir tavsiye edilmesi günle, gecede yirmidört saat bulunduğundandır. Onbirde olduğu gibi bunda da yir-midört adedi kat'î olarak anlaşılmak için üzerine bir sayı daha ilâve edilmişdir. Şu hâlde namazdan sonra yirmibeş defa zikr-u tesbîhde bulunan kimse günle gecenin her saatinde zikir etmiş gibi olur. Zikrin otuzüç aded yapılmasının tavsiye buyurulması bu sayı üçle çarpıldığı zaman doksandokuz ettiği içindir. Binaenaleyh bu mikdâr zikirde bulunan kimse Allahü teâlâ'yi doksandokuz ismi ile zikretmiş gibi olur. Zikrin yetmiş defa yapılmasının emir buyuralması bire on hesabı ile yetmişe karşı yediyüz sevap hâsıl olacağı içindir. Nitekim Cühenî hadîsinde bu cihet tasrîh olunmuşdur. Yüz defa zikirden ise çoklukda mubâlega kasdolunmuşdur. Çünkü yüz adedi sayıların üçüncü derecesidir. Bu sayıların hangisinin tercîha şayan olduğu mes'elesine gelince: zikrin her nev'îni otuz üçer defa yapmak yani otuzüç defa «Sübhânallah», otuzüç defa «Elhamdülillah», otuzüç defa da «Allâhu Ekber» demek hepsinden evlâdır. Kâdi İyâz: «Bu Ebû Salih'in te'vîlinden evlâdır.» diyor. Tekbîrlerin sonunda ilâh... denilir ki, bununla yüz tamam olur. Bir rivâyetde tekbîrin otuzdört aded yapılacağı zikredilmişdir. Bunlar mevsuk râvîler tarafından yapılma ziyâdeler olduğu için kabul edilmeleri gerekir. Nevevî'nin beyânına göre; insan ihtiyatla hareket etmeli ve otuzüç defa tesbîh, otuzüç tahmîd, otuzdört. defa da tekbîrde bulunmalı; en sonunda da tehlîli yapmalıdır. Bu suretle ona göre bütün rivâyetlerin arası cem' edilmiş olur. Acaba zikredilen adedlerden az veya çok tesbîh veya tahmîdde bulunulursa va'd edilen sevap hâsıl olur mu, olmaz im? Ulemâdan bâzılarına göre ziyâde veya; noksan kasden yapılırsa vaad edilen sevap hâsıl olmaz. Çünkü olabilir bu adedlerin bir hikmeti ve hâssası bulunur da aded noksan bırakılmak veya ziyâde edilmek sureti ile bu hikmet ve hâssa zayi' olur. Fakat diğer bâzı ulemâ bu mütâlâayı doğru bulmamış istenilen aded dolduruldukdan sonra yapılan ziyâde o aded vâad buyurulan sevabı gidermez; demişlerdir. Bu kavil daha makbul görünmektedir. |