Geri

   

 

 

 

İleri

 

72 – Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Bütün İnsanlara Gönderildiğine ve Bütün Dinlerin Onun Dinile Neshedildiğine İmanın Vücubu Bâbı

402- Bize Kuteybetü'bnü Sa'd rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Leys Said b. Ebû Said'den, o da Babasından, o da Ebû Hureyre'den naklen rivâyet etti ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

«Peygamberlerden hiç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mu'cizelerin misli verilmiş olmasın. Bana verilen (mu'cize) ise ancak Allah'ın bana vahyeftiği (Kur'ân-ı Kerîm) dir. Binaenaleyh kıyâmet gününde ben peygamberlerin en çok tabiî bulunanı olmayı ümid ederim.» buyurmuşlar.

Bu hadisi Müslim buradan başka «Kitâbu Fedâili'l-Kur'ân» ile «Kitâbu't-Tefsir» de; Buhârî «Kitâbu Fedâil'il-Kur'ân» ile «Kitâbu'l-i'tisâm» da tahrie etmişlerdir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in:

«Peygamberlerden hîç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mu'cizelerin misli verilmiş olmasın...»buyurmuş olması gösteriyor ki, her peygamberin mutlaka bir mucizesi olur. Bu mucize doğru olduğu için görenlerin onun doğruluğuna inanmasını iktizâ eder.

İnadlarında İsrar edenlerin inanmaması ona zarar etmez. Cümlenin metninde «âmene» fi'li «alâ» harfi cerri ile müteaddi yapılmıştır. Aslında bu kelime «bâ» yahut «lâm» ile müteaddî olur. Binaenaleyh «aleyhi» yerine «bihî» demek lâzım gelirse de burada «amene» fi'line tazmin yolu ile «galebe çalmak» mânası ifâde ettirildiğinden «âla» ile müteaddi olması caizdir. Mâna şudur: «Beşerin, mislini çürütmeye kaadir olamayıp mağlûp bir halde inandığı mucize, her peygambere verilmiştir.»

Buhârî ve Müslim sarihlerinden Şihabuddin Kastalânî bu cümleyi şöyle izah ediyor: «Her peygambere, dâvasını isbat için zamanına göre bir takım hârikalar verilmiştir. Asâ'nın yılan olması bu kabildendir. Çünkü Mûsâ Aleyhisselâm zamanında sihirbazlık ileri gitmişti. Hazret-i Mûsa'da sihre muvafık olan bu mucizeyi göstererek kavmini imâna muztarr bıraktı İsâ (aleyhisselâm) zamanında tababet ileride idi; ona da tababet nev'inden olan fakat ondan daha yüksek mertebede bulunan bir mucize yani ölüleri diriltme mucizesi verildi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında ise; belagat ileride idi. Araplar kendi aralarında onunla öğünürlerdi. Hatta belagatta başkalarına meydan okuyarak meşhur yedi kasideyi Kâ'be duvarına asınışlardı. İşte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de arapların, o devirde, en kâmil hatipleri bile âciz bırakan ve belâgatleri cinsinden olan Kur'ân-ı Kerim'i getirdi. Ve:

«Bana verilen mu'cize ise ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'ân-ı Kerim) dir.» buyurdu.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yegâne mucizesi Kur'ân-ı Kerîm, olmamakla beraber cümlede hasır edatı kullanarak: «Ancak Kur'ân'dır.» buyurması, onun en büyük mucizesi olduğuna işaret içindir. Yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Kur'ân'dan başka: «Ayın yarılması, güneşin iadesi, mübarek parmaklarının arasından su kaynaya-rak binlerce insan ve devenin içmesi, kelerin konuşması, kütüğün iniltisi, azı- çoğaltması, gaibden haber vererek dediği gibi çıkması ve saire gibi avam ve havâss arasında tevatür derecesini bulmuş pek çok bahir mucizeleri, ve zahir acibeleri vardır. Kur'ân'i Kerim bunların en büyüğü ve en faydahsıdır. Çünkü o dine daveti, hücceti ve gelmiş geçmiş bütün insanların ilimlerini ihtiva etmektedir. Ondan tâ kıyâmete kadar istifâde edilecektir. Onun içindir ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu cümleden sonra: kıyâmet gününde peygamberlerin içinde en ziyâde tabî' ve ümmetin kendisine nasib olmasını temenni etmiştir. Çünkü Kur'ân mucizesi devam edeceği için imânlar dâima tazelenecek ve İslâmı kabul edenler daima bulunacaktır. Diğer peygamberlerin mucizeleri Öyle değildir. Onlar o peygamberlerin hayatlarile sona ermişlerdir.»

Maalesef bu gün bazı dinsizler her fırsatta Kur'ân'i Âzîmüşşana dil uzatmakta, onun — haşa — bir arap düzmesi olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedirler.

Bunların içinde: «Kur'ân'dan ne olacak onu ben de yazarım» diyen yiğitler bulunduğunu da işitiyoruz. Omuzlarının üzerinde kafa değil mankafa dolu birer susak taşıdıklarının bile farkına varamayan bu gafillerle ilmi münakaşaya girişmek abesle iştigâl olur. Böylelere verilecek eri: kestirme cevabı biz yine Aziz Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de buluyoruz:

«Haydi (yiğitler) siz de şu Kur'ân gibi bir Kur'ân getiriverin!..»

Kur'ân'a nazire yazacaklar çoktur; fakat, on dört asırdır yazan yoktur. Neredesiniz be koç yiğitler!.,. Tam 14 asırdır meydan sizin! O kadar kolay bir şeyi hâlâ hazırlayamadınız mı?... Bütün Kur'ân'a nazire yazmak sizi terletecekse, ondan vaz geçtik; hiç olmazsa:

«Kur'ân sûreleri gibi on sûre getirin!..» bu da kâfi... Neye susuyorsunuz; onu da mı yapamayacaksınız? Üzülmeyin canım! hiç olmazsa Kevser sûresi kadar, yanî üç âyetten ibaret

«Kur'ân sûresi gibi bir sûre getirin!..» On dört asırdır va'dlerinizi bekliyoruz. Artık bu kadarciğını da yapamazsanız yazıklar olsun size! Yiğitliği de hatırdınız insanlığı da... Bizim bildiğimiz: yiğit verdiği sözün üzerine can veren adamdır. Yâ dediğini yapar; yâ ölür. Siz hâlâ utanmadan yaşıyor. Sıkılmadan insan arasına çıkıyorsunuz. Eyvanlar olsun size!... Şimdi adam akıllı rezil oldunuz ya biraz beni dinleyin! Sız bu kara sevdadan vaz geçin! Zira imkânı yok yapamazsınız. Güneşe tükürmeye kalkışan yakalarını kirletmekle kalır derler. Değil sizin gibi ismini bile kekelemeden soyleyemeyenler, fasâhat ve belâgatile dünyaya, ün salmış nice koç yiğitler ortaya çıkmış; fakat Kur'ân-ı Kerîm'in icazı karşısında hiç bir şey yapamamış; yabancı köpekler gibi kuyruklarını kısarak ke-mâl-î rezaletle ortadan çekilmişlerdir. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyle'me bu bâbda misâl göstermeye kâfidir. Marifetlerini tarihten öğrenebilirsiniz!...

Ey Muannidler! Bilmiş olun ki Kûr'ân-ı Kerîm'i değiştirmek veya ortadan kaldırmak şöyle dursun. Onun bir harekesine bile dokunamayacaksınız. Neden biliyor musunuz? Çünkü onu muhafaza eden bizzat Allah'tır. Teâlâ Hazretleri sair semavi kitapların muhafazasını o kitaplarla amel edenlere tevdi etmişti. Bugün kitapların hali meydandadır. Kur'ân-ı Azimüşşanı ise bizzat kendisinin muhafaza edeceğini bundan ondört asır önce indirdik biz!.. Hem hiç şü

"Hiç şüphe yok ki o Kur'ân'ı biz indirdik biz!.. Hem hiç şüphe yok ki bîz onu mutlaka muhafaza edeceğiz." Hıcr sûresi âyet: 9. Buyurarak cihana ilân etmiştir. Şurası calib-i dikkattir ki âyet-i kerîmede sekiz on tane te'kid bir araya gelmiştir. Şöyle ki:

1) Bu âyet ismi üstünde te'kid edatı olan «inne» ile başlamıştır.

2) «Inne» nin ismi cem'i mütekellim zamiri olup Allah'a raci'dir. Bu zamirin cemi' olması ta'zim ve te'kid ifâde eder.

3) «Nahnu» zamiri «inne» deki zamirin te'kididir. Yahut müptedadır. Her iki haldede te'kid bildirir.

4) «Nezzelnâ» fiilinin failîde tazim için cemi' sığası ile gelmiştir.

5) Cümle isim cümlesidir, «vav» ile yukarıya atfedilen ikinci cümlede hal yine böyledir yani.

6) «Inne» tahkik ve te'kid edatıdır.

7) «Nâ» cemi' mütekellim zamiridir.

8) «Lehu» car ve mecrur olup kasır ve hasır için müteallakından önce zikredilmiştir.

9) «Lehâfizûn» nın başındaki lâm te'kid ifade eden lânvı haliyyedir.

10) Cümle isim cümlesidir.

Görülüyor ki; bu âyet-i kerîmede tam on tane te'kid vardır. Acaba bunun hikmeti nedir? Hikmetini anlamak için bir nebzecik Maâni ilmine müracaat edelim. O ilim diyor ki: Kendisine söz anlatılan kimse ya hâli zihindir, yani söylenilen şeyi yeni işitir. Yahut biraz bilirde tereddüt halindedir. Fakat hakikati Öğrenmek ister, yahut da bilir de inkâr eder. İşte hâ-lizihin bulunan kimseye o söz hiç te'kidsiz anlatılır. Mütereddit bulunana te'kidli söylemek iyi olur; İnkâr edene ise inkârının derecesine göre bir iki veya daha fazla te'kid vasıtaları kullanarak ifade etmek vaciptir. İlm-i Maâni'nin bize lâzım olan izahatı burada bitti.

Şimdi düşünelim: Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatmak cüretkârlığında bulunan küstahlar şüphesiz ki onu inkâr edenlerdir. Âyet zaten onlara cevap olarak nâzil olmuştur. Arapçada te'kid vasıtaları çoktur. Bunlardan biri de sözü tekrarlamaktır. Âyetteki bu on te'kidi bir an için sözün tekrarı farzedersek mütecavizlere Teâlâ Hazretleri bir şeyi tam on defa tekrarlayarak yani on defa onu ben indirdim ben muhafaza edeceğim buyurarak te'kid etmiş olurki bu iş söz anlayan bir insan için kafasına odunla vurmaktan daha müessirdir. Üstelik te'kid'münkire karşı yapıldığı cihetle on te'kid ona on defa kâfir demeyide tazammun eder. Demek oluyor ki; Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan hainler en azından on kat katmerli kâfirdirler. Bu mâna âyetten kinaye yolu ile çıkarılır.

Âyet-i kerîme iki tarafıda keskin bir kılıç gibi iki şey'e delildir. Yani hem Kur'ân'a dokunmak isteyenlerin dillerini kesmekte hem de belagata Örnek olmaktadır.

Bu bâbta son sözüm şudur: Kuş beyni kadarcık bir beyne sahip olanlar bile düşünürlerse anlarlar ki, on dört asırdan beri bunca düşmandan bir tanesinin Kuf'ân-ı Kerîm'in bir âyetine dahi nazire getirememesi onun mucize olduğuna en büyük delildir.

Nevevî bu hadisin mânası hususunda ulemâdan üç kavil naklediyor:

1 - Her peygambere, kendinden önceki peygambere verilen mucizenin misli verilmiş; ve insanlar ona imân etmişlerdir. Benim en büyük ve zahir mucizem ise, misli kimseye verilmeyen Kur'ân'dır. Onun içindir ki, peygamberler içinde tabiî en çok olan benim.

2 - Benim getirdiğim bu kitap hakkında acep sihir midir yoksa sihre benzer mi diye düşünmeye hayâl-i beşer imkân bulamaz. Çünkü insan sözü kabilinden değidir ki, ona muaraza etmek düşünülebilsin. Ama diğer peygamberlerin mucizelerinde hayale imkân vardır. Meselâ: Mûsâ (aleyhisselâm)’in asası hakkında sihirbazlar hayâle kapılmışlardır. Mucize ile hayali bir birinden ayırmak düşünmekle mümkün olur. Bazan düşünen hatâ eder de ikisini bir zannedebilir.

3 - Diğer peygamberlerin mucizeleri kendi hayatlarile birlikte sona ermiş; bu sebeple onları yalnız o devrin insanları görmüştür. Bizim peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Kur'ân mucizesi ise kıyâmete kadar devam edip gidecektir.

Müslim sarihlerinden Übbî şöyle diyor: «Herkes bu hadiseden murâdi: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tâbi'lerinin çok olması, mucizesinin gayet açık olmasındandır, demişse de, hadisden anlaşılan mâna bu ta'lîlin aksinedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tâbi'lerinin çok olması ancak Allah'ın bir lütfü keremidir. Yoksa başka peygamberlerin, asâ, denizin yarılması, dağın parçalanması, ölüleri diriltme, taştan devecin çıkması gibi mucizeleri umumiyetle halkı inandıracak ve peygamberin etbaîni çoğaltacak mâhiyettedirler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mucizesi ise okunan kelâmdır. Onun mucize olduğu teemmülle anlaşılır.»

Fakat Übbî'nin bu sözüne itiraz edilmiş; ve: «Kur'ân mucizesi herkese zahirdir. Belagat ulemâsı için söz yoktur. Başkalarına gelince: Onlar da bunca din düşmanları bulunmasına rağmen bu kadar uzun bir müddet zarfında ona kimsenin muâraza edemediğini görerek onun mucize olduğunu anlamışlardır. Kur'ân-ı Kerîm muhtelif ulumu, garip kıssaları ve zarif va'zlariyle dünya ve âhiret hayırlarını sinesinde cem' etmiştir. Sonra o kendinin sadık olduğuna bizzat kendisi şahittir...» denilmiştir.

Hadisin sonunda Fahr-i kâinat (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz: «Kıyâmet gününde ben peygamberlerin en çok tabiî bulunanı olmayı ümid ederim.» buyurmuşlar, ki bu da onun bir mucizesidir. Çünkü bu sözü müslümanlarm henüz az oldukları bir zamanda söylemiştir. Sonraları Allah'u Zülcelâl'in inayet ve nusratile müslümanlar nice beldeler fethetmiş; müslümanlarm adedi görülmedik bir şekilde artmıştır.

403- Bana Yunus b. Abdil'a'lâ rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize İbn Vehb haber verdi.

Dedi ki: Bana bunu dahi Amr haber verdi. Ona Ebû Yunus, Ebû Hüreyreden, o da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’den naklen onun şöyle buyurduğunu rivâyet eylemiş:

«Muhammed'in nefsi kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer bu ümmetten bir Yahûdi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.»

Bu hadisin senedinde İbn Vehb'in: «Bana bunu dahi Amr verdi.» demesi. Amr'dan bir çok hadisler rivâyet ettiğine işaret içindir. İmâm Müslim ufak bir tasarrufla: «Bana Amr rivâyet etti» diye bilirdi. Fakat işittiğini olduğu gibi rivâyete son derece dikkât ettiği için bunu yapmamıştır.

Hadis-i şerif, Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönderilmesile bütün dinlerin neshedildiği-ne delildir. Mefhumu muhalifinden anlaşılan mâna: kendisini İslama davet eden bulunmayan kimsenin mazur sayılmasıdır. Çünkü mucizeyi görenler için peygambere imanın yolu müşahede, görmeyenler için de sahîh nakildir. Allah'a iman ise tefekkür ve te'emmül ile olur. Bazıları bu hadisi: «Benim mucizem kendisine tebeyyün eden» diye tefsir etmişlerdir.

Fakat buna: «İmanın şartı mucizeyi duymak değil imana davet olunmaktır.» diye itirazda bulunmuşlardır.

Übbî diyorki: «Şehirlerden uzak yahut yol uğramayan adalarda yaşayıpta kendilerine İslâmiyet tebliğ edilemeyenler mazur olsalar gerektir. Bu, ittifaki bir kaidedir. Çünkü Teâlâ Hazretleri:

"Biz resul göndermedikçe kimseyi azap etmeyiz..." Isra sûresi, âyet: 15 buyurmuştur.

Bu hadis de aynı hükme delildir...» dedikten sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Arap olmayanlardan arapçayı bilmeyen kimseler de kendilerine İslâmiyet için davet ulaşmayanlar hükmündedirler. Fetret devrinde yaşayanlar için inşaallah ileride söz gelecektir».

Ümmetden murâd cemaattır. Hatta Kur'ân-ı Kerîm'de hayvanlara bile ümmet denilmiştir. Bir kişiye de mecazen ümmet denilebilir. Nitekim kitabullahta Hazret-i İbrahim için ümmet denilmiştir. Bu kelime Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e izafe edilirse ona tabî' olanlar kasd-edilir. Burada ondan murâd bilûmum İslama davet edilenlerdir. Hadisde Yahûdi ile Nesranî zikredilmesi bedel tarikiyledir. Binaenaleyh ism-i işaretin mefhum-u muhalifine itibar olunmadığı için mâna yalnız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yaşıyanlara münhasır olmayıp her devir insanlarına âmm ve şâmildir. Yahut Yahûdi ile hıristiyanın zikredilmesi Nevevî'nin de. deği gibi, bunların kitapları varken hüküm bu ise, Ehl-i Kitap olmayanların hükmü evleviyetle böyle olacağına tenbih içindir.

404- Bize Yahya b. Yahya rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Hüşeym Salih b. Salih El-Hemdânîden, o da şâ'bî'den naklen haber verdi. Salih

Dedi ki: Horasan'lı bir adam gördüm; Şa'bî'ye bir mes'ele sorarak dedi ki:

Yâ Ebâ Amir, bizim taraflarda bulunan bazı Horasan'lılar cariyesini azad edip de sonra onunla evlenen bir kimse hakkında: Bu adam kurbanlık devesine binen gibidir, diyorlar. (Ne dersin?) Şa'bi şu cevabı verdi:

— Bana Ebû Bürdete'bnü Ebî Mûsâ, babasından naklen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivâyet etti.

«Üç kişi vardır ki, bunlara ecirleri ikişer defa verilir:

1 - Ehl-i kitaptan olup peygamberine iman eden bir kimse Nebiy (sallallahü aleyhi ve sellem)'e erişir; ona da iman eder;ona da tabî' olur ve tastık eylerse işte bu kimseye iki ecir vardır.

2 - Başkasının mülkü olan bir köle hem Allahü teâlâ'nın hakkını, hem de efendisinin hakkını öderse, ona da iki ecir vardır.

3 - Cariyesi olan bir kimse o cariyeyi besler, gıdasına iyi bakar; sonra onu terbiye eder ve terbiyesini iyi becerir de sonra azad ederek kendisi ile evlenirse ona da iki ecir vardır.»

Bundan sonra şâ'bi Horasanlıya:

Bu hadisi bir şeysiz al! Vaktiyle bir adam bundan daha basit bir mesele için tâ Medine'ye kadar giderdi, dedi.

405- Bize Ebû Bekr b. Ebû Şeybe'de rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Ab-detü'bnü Süleyman rivâyet etti. H.

Bize İbn Ebî Ömer dahi rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Süfyân rivâyet etti. H.

Bize Ubeydullah b. Muâz da rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Babam rivâyet etti.

(Dedi ki): Bize Şu'be rivâyet etti.

Bunların hepsi Salih b. Sâlih'den bu isnâdla bu hadisin mislini rivâyet eylemişler.

Bu hadisi Buhârî «Kitâbu’l-ilm», «Kitâbu'Mtk» ve «Kitabu’l Cihâd» de: Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce de «Kitâbu'n-Nikâh» da tahriç etmişlerdir.

Buradaki Ehl-i Kitaptan kimlerin kasdedildiği' ihtilaflıdır. Bazılarına göre Ehl-i Kitaptan murâd: dinlerini bozmadan kalanlardır. Bunlar dinlerinin aslını muhafaza ederek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e yetişirler ve ona da imân ederlerse kendilerine iki ecir verilir. Dinlerini tahrif edenlere, müslüman oldukları takdirde bir ecir vardır.

Diğer bazı ulemâ: «Hadisin umumu üzere icra edilmiş olması muhtemeldir. Çünkü Ehl-i Kitap, dinlerini tahrif etmiş bile olsalar İslâmiyeti kabul etmeleri iki ecir kazanmalarına sebep olabilir; bu suretle hem tahrif ettikleri dinde iken yaptıkları hayırlar, hem de müslüman olduktan sonra işledikleri hasenat mukabilinde kendilerine ecir verilmiş olur. Nitekim küffârın yaptıkları hayırların müslüman oldukları takdirde zâyi'i olmayacağı bildirilmiştir.» demişler.

Bir takımları: «Eğer hıristiyanlık Yahûdi dinini neshetmiştir, dersek buradaki Ehl-i Kitapdan murâd, yalnız hıristiyanlardır.» demişlerse de Aynî neshi şart koşmaya lüzum olmadığını, çünkü İsâ (aleyhisselâm)’ın bütün beni İsrâile peygamber gönderildiğini söylemiş; ve ona tabî' olmayanlara buradaki ecrin şumûlü bulunmadığını, zira kendi peygamberlerine imân etmediklerini beyan etmiştir.

Kavl-i tahkika göre Kur'ân-ı Kerîm'de «kitap» lâfzı «el-Kitâp» şeklinde elif lamla zikredilmiştir. Buradaki elif lâm ahd içindir. Ve ma'hud kitap mânasına gelir ki, bundan murâd Tevrat'la" İncil de olabilir; sadece İncil kasdedilmiş olması da caizdir. Ve hükümde erkeklere tebean kadınlar da dahildir.

Kirman! hadisde zikredilen üç sınıfın yalnız Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanına mahsus olduğunu söylemiş; ve: «çünkü Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) geldikten sonra Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm) artık onların peygamberi değildir.» demiştir.

Ulemâdan bir zât Kirmanı'nin sözünü, kendilerine davet eriş-meyehler hakkında vârid görmeyerek, üstadının hadisde zikri geçen üç sı-' mf hakkında «Bunların hükmü kıyâmete kadar devam edecektir.» dediğini ve bu sözün daha doğru'olduğunu ileri sürmüşse de Aynî bunu kabul etmemiş; kendisine «Bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönderilmesile Hazret-i İsa'nın daveti sona ermiş; şeriatı kalkmış; ve bütün Ehl-i Kitap ve sair küffâr, kendilerine davet ulaşsın ulaşmasın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daveti altına girmişlerdir. Şu kadar var ki, kendilerine davet erişmeyenlere bil fiil davet vâki'- olmamıştır. Ama bil kuvve onlar bu davetten hâriç değillerdir. Köle ile câriye sahibinin hükümleri ise kıyâmete kadar devam edecektir.» şeklinde cevap vermiştir.

Kölenin, Allah'ın hakkını Ödemesi namaz ve oruç gibi boynuna borç olan ibâdetlerini yapmakla, efendisinin hakkını Ödemesi de hizmetinde bulunmakla olur. Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir. Bu köleye iki ecir verilmekle kölenin ecri efendisinin ecrinden fazla olmuyor mu?

Cevap: Evet olabilir; bunda hiçbir mahzur da yoktur. Kölenin bu cihetten efendisini geçmesi, efendisinin de başka cihetlerden kölesini geçmiş olması dahi mümkündür. «Şu halde vaktile Ehl-i Kitaptan olan bir sahâbinin ecri, büyük ashâb-ı kirâmın ecirlerinden çok olmak aâzım gelir; bu ise bilicmâ' bâtıldır» denilirse, cevabı şudur:

«İcmâ-i ümmet onları bu hükümden tahsis sûretile çıkarmıştır. Binaenaleyh onlar sahabenin büyüklerinden daha fazla me'cur olabilirler. Bu hüküm, sevabı —vaktile— Kitabî olan sahâbinin ecrinden fazla olduğuna delil bulunmayan her büyük sahâbî hakkında böyledir.

Cariyenin te'dib ve terbiyesinden murâd: onun ahlâkını güzelleştirmektir.

Terbiyeyi eyi becermek de: onu azarlayıp döğmeden rifku mülâyemet-le yola getirmekle olur.

Cariyesini âzad ettikten sonra onunla evlenen hakkında bir rivâyette: «Kurbanlık devesine binen.» diğer bir rivâyette:

«Mekke'ye kurbanlık olarak gönderdiği hayvanına binen gibidir.» denilmesi evlenmeyi, yaptığı iyilikten dönmek telâkki ettiklerindendir. Bu suâle Şa'bî güzel bir cevap vermiş; evlenmenin iyilikten dönmek değil, ihsan üstüne ihsan mânasını taşıdığım bildirmiş; ve sözüne şöyle nihayet vermiştir:

«Bu hadisi bir şeysiz al! Vaktile bir adam bundan daha basit bir mesele için tâ Medine'ye kadar giderdi.»

«Bir şeysiz al!» para istemem demektir. Yoksa uhrevî sevabından da vaz geçmiş değildir. Zira ondan daha büyük ücret olamaz.

Filhakika selef-i sâlihin hazerâtı bir meseleyi Öğrenmek için pek uzak mesafeleri göze alırlardı. Hazret-i Câbir (radıyallahü anh)'ın bir hadis için bir aylık uzak mesafeye gittiği; Said b. el-Müseyyeb'in: «Ben bir hadis Öğrenmek için günlerce yol yürüdüm.» dediği rivâyet olunur. Buhârî ve Müslim gibi büyük hadis İmâmları da hadis uğurunda pek çok seyahatler etmişlerdir.