Geri

   

 

 

 

İleri

 

24- en-Nûr Sûresi

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle

"Min hilâlini" (Âyet: 43), "Bulut katlarının aralarından";

"Sena berkıhi" (Âyet: 43), "Onun şimşeğinin parıltısı, ziyası"; "Müz’ınîyne" (Âyet: 49), "İtaat ediciler olarak"; "el-Mustahz'ye, yani "İtaat edici"ye "Muz'ınun" denilir. "Eştâten" (Âyet: 61), "Dağınık dağınık"; "Şettâ", "Şettâtun", "Şettun" bir ma'nâya olup, "Dağınık" demektir.

İbn Abbâs:

"Sûretun enzelnâhâ (ve faradnâhâ) (Âyet: 1) "Bu indirdiğimiz ve beyân ettiğimiz bir sûre" ma'nâsınadır, dedi.

İbn Abbâs'tan başkası şöyle dedi:

Sûreler cemâatine "Kur'ân" ismi verildi. "Sûre"ye de, diğerinden kesilmiş olduğu için "Sûre” ismi verildi. Sûrelerin bâzısı bâzısına, yani birbirlerine yaklaştırılıp yanyana birleştirildikleri (bağlandıkları) zaman, bu sûreler topluluğuna "Kur'ân" adı verildi. Sa'd ibnu Iyâd es-Sumâlî şöyle dedi:

"el-Mişkât", Habeş dilinde "Duvarda öte tarafa geçmeyen bir oyuk"tur.

Ve Yüce Allah'ın şu; "İnne aleynâ cem'ahu ve kurânehu = Şübhesiz onu (göğsünde) toplamak ve onu (dilinde akıtıp) okutmak bize âiddir" (el-Kıyâme: 17-18) kavli: Onun bâzısını bâzısıyle te'lîf etmek bize âiddir. "Fe izâ kara'nâhu fettebi’ kur’ânehu", "Biz onu topladığımız ve te'lîf ettiğimiz zaman, sen onun kur’ânına, yani onun içinde toplanmış olan şeylere uy, Allah'ın sana emrettikleri ile amel et, nehyettiklerinden de vazgeç" demektir.

"Onun şiirinin kuranı yoktur" denilir ki, bu "Onun şiiri için bir te'lîf yoktur" demektir. Bu sûreler topluluğuna "Furkaan" ismi de verildi. Çünkü o, hakk ile bâtıl arasını iyice ayırır. Kadın için: "Mâ karaat bi-selen kattu = Kadın, içinde çocuğun gelişeceği ince deriyi asla toplamadı" denilir ki, bu, "Kadın karnında bir çocuk toplamadı" demektir

Dedi ki: "Farradnâhu", "Biz onda çeşit çeşit birçok farizalar indirdik" ma'nâsınadır. Bunu şeddesiz olarak "Faradnâhu" okuyan kimsenin okuyuşuna göre ise: "Biz hem sizin üzerinize, hem de sizden sonra gelecek nesiller üzerine onu farz kıldık" buyurur demek olur.

Mucâhid şöyle dedi:

"Yâhud henüz kadınların gizli yerlerine muttali' olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler" (Âyet: 31), kendileri küçük olduklarından dolayı kadınların gizli yerlerini bilmeyen çocuklara göstermesinler demektir.

eş-Şa'bî de: "Gayri uli’l-ırbeti", "Kadına hiçbir ihtiyâcı olmayan kimse"dir, dedi, Mucâhid ise: O, kendisine karnından başka düşüncesi olmayan ve -kadınlar üzerine kendisinden korkulmayan kimsedir, dedi. Tâvûs da: Bu, kadınlar hususunda kendisinde hiçbir ihtiyâç bulunmayan ahmak kişidir, demiştir

1. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli:

"Zevcelerine zina iftirası atan, kendilerinin kendilerinden başka şâhîdleri de bulunmayan kimselere gelince, onlardan herbirinin yapacağı şâhidlik, kendisinin hakîkaten doğru söyleyenlerden olduğunu Allah'a yemîn ile (dört defa tekrar edeceği) şâhidliktir" (Âyet: 6).

4792 Bize el-Evzâî tahdîs edip şöyle dedi: Bana ez-Zuhrî, Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs etti: (Aclân oğulları'ndan) Uveymir (ibnu'l-Hâris ibn Zeyd), yine Aclân oğulları'nın seyyidi olan Âsim ibn Adiyy'e geldi de:

— Bir kimse karısıyle beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zina edeni öldürmeli, siz de onu (kısâsen) öldürmeli misiniz? Yoksa bu kimse nasıl yapmalı? Bu konuda siz ne dersiniz? Diye bu müşkil mes'eleyi benim için Rasûlüllah'a sor, dedi.

Bunun üzerine Âsim, Peygamber'e gelip:

— Yâ Rasûlallah! Diye (söze başlayıp) sordu.

Fakat Rasûlüllah bu sorulardan hoşlanmadı (ve bu soruları ayıpladı). Sonra Uveymir, Âsim ibn Adiyy'e (:Rasûlüllah ne söyledi? diye) sordu. O da:

Rasûlüllah böyle sorulan çirkin gördü ve ayıpladı, diye cevâb verdi.

Bunun üzerine Uveymir:

— Vallahi ben vazgeçmem, bunu Rasûlüllah'a bizzat kendim sorarım, dedi.

Akabinde Uveymir gidip:

— Yâ Rasûlallah! Bir adam karısıyle beraber bir kişiyi (zina üzerinde) bulsa, kadının kocası zina eden erkeği öldürmeli, sonra siz de (kısas olarak) onu öldürmeli misiniz? Yoksa bu koca nasıl yapmalı? Diye sordu.

Bu soru üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

— " (Ey Uveymir!) Senin ve kadının hakkında Allah Kur'ân (âyeti) indirmiştir" dedi.

Ve bu kadın ile kocaya, Allah'ın kendi Kitâbi'nda isimlendirdiği şekilde la'netleşmelerini emretti. Ve ilk önce erkek, karısına karşı la'netle yemîn etti. (Sonra da kadın, kocasına karşı bundan iki başlık sonra gelecek hadîste bildirildiği şekilde yemîn etti.)

Sonra Uveymir:

— Yâ Rasûlallah! Bu kadını nikâhımda tutarsam, ona zulmetmiş olurum, deyip kadını boşadı.

Ve Uveymir ile karısının bu vak'asından sonra la'netleşen çiftlerin -kocanın boşamasıyle- ayrılmaları bir sünnet, yani kaanûn oldu. Sonra Rasûlüllah, mecliste bulunanlara:

— "Bakınız! Eğer bu kadın -vücûdu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba- kıyafette bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına zina isnadında doğru söylediğini sanırım. Eğer kadın keler fasilesinden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şübhesiz Uveymir'in, kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım!" buyurdu.

Sonra kadın, Rasûlüllah'ın Uveymir'i doğrulayıcı yollu tasvîr ettiği şekilde çocuk getirdi. Bu sebeble çocuk sonra anasına (Havle kadına) nisbet edilir oldu.

2. Bâb

"Beşinci (şehâdet)de eğer yalancılardan ise, Allah'ın la'neti muhakkak kendisinin üstünedir1" (Âyet: 7).

4793 Fulayh, ez-Zuhrî'den; o da Sehl ibn Sa'd'dan şöyle tahdîs etti: Bir adam Rasûlüllah'a geldi de:

— Yâ Rasûlallah, bir adam, karısının beraberinde başka bir adamı görüp de onu öldürür, siz de onu kısas olarak öldürür müsünüz, yoksa o koca nasıl yapacak? Bu hususta re'yin nedir? Dedi.

Bunun üzerine Allah o kadın ile kocası hakkında Kur'ân'da zikrolunun la'netleşmeyi indirdi. Akabinde Rasülullah, o kocaya:

— "Senin ve kadının hakkınızda hükmedilmiştir" buyurdu.

O koca ile kadın la'netleştiler, ben de Rasûlüllah'ın yanında hazır bulunuyordum. La'netleşme ardından adam kadından ayrıldı. Böylece la'netleşen karı-koca arasında ayırma yapmak bir sünnet oldu. Kadın gebe idi. Uveymir kadının gebeliğinin kendisinden olmasını reddetti. Kadının doğurduğu oğlan, anasına nisbetle çağrılır oldu. Sonra mîrâs hususundaki sünnet de çocuğun anasına vâris olması, anasının da o çocuk tarafından Allah'ın kadına ta'yîn ettiği hisseye vâris olması şeklinde kaanûn oldu

3. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli:

“O kadının, billahi zevcinin muhakkak yalancılardan olduğuna dört defa şehâdet etmesi, kendisinden bu cezayı def eder" (Âyet: 8).

4794 Bize İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle tahdîs etti: Hilâl ibnu Umeyye, Peygamber'in huzurunda, karısına Şerik ibn Sehmâ ile zina etti diye söz attı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Hilâl'e:

— "Beyyineyi (yani dört şahidi) hazırla, yahut sırtına hadd vurulur" buyurdu.

Bunun üzerine Hilâl:

— Yâ Rasûlallah! Bizim birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şâhid aramağa mı gidecek (Şahidi getirinceye kadar işini görüp savuşmaz mı)? Diye i'tirâz etti.

Peygamber:

— "Sen beyyineyi hazırla, aksi takdirde arkana zina iftirası cezası (seksen deynek) vurulur" demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl:

— Sen'i hakk ile gönderen Allah'a yemîn ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum. Ve emmim ki, Allah muhakkak benim arkamı hadden kurtaracak bir vahy indirecektir, dedi.

Bu sırada hemen Cibril indi ve Peygamber'e "Zevcelerine zina isnâd edenler... " âyetini “Eğer doğru söyleyenlerden ise'' kavline kadar okudu. Bunun üzerine Peygamber ayrıldı da kadına haber gönderdi. Kocası Hilâl de gelip hazır oldu. İlk önce Hilâl (yukarıda geçtiği gibi dört) şehâdet ve yemîn etti. Peygamber:

— "Şübhesiz ki, Allah ikinizden birinizin muhakkak yalancı olduğunu bilmektedir. Şu hâlde ikinizden tevbe edecek ve la'netleşme yemininden dönecek olan var mıdır?" buyuruyordu.

Sonra Hilâlin zevcesi ayağa kalktı, (dört kerre) Allah adiyle, Allah'ı şâhid kılarak yemîn etti. Beşinci yemine sıra geldiğinde mecliste hazır bulunanlar kadını durdurdular da:

— Bak kadın, bu beşinci yemîn, azâbı vâcib kılıcıdır, diye hatırlatma yaptılar.

Râvî İbn Abbâs dedi ki: Bu hatırlatma üzerine kadın biraz ağırlaşıp durakladı. Hattâ biz kadını yemîn etmekten vazgeçecek ve geriye dönecek sandık. Sonra kadın kendini toparladı da:

— Ben (şimdiye kadar şerefle yaşamış olan) kavim ve kabîlemi, bundan sonraki günlerde rezîl ve rüsvây etmem! Dedi ve la'netleşme yemînini yerine getirdi.

Bunun ardından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

— "Bu kadına bakınız! Eğer gözleri sürmeli, iki kıçının iki kıynağı iri, baldırları kalın tipte bir çocuk getirirse, çocuk Şerîk ibn Sehmâ'ya âiddir" buyurdu.

Kadın da hakîkaten böyle bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Peygamber:

— "Eğer Allah Kitâbı'mn (la'netleşme) hükmü geçmemiş olsaydı (yânı o hüküm yerine getirilmemiş olsaydı), benimle bu kadın için elbette bir muamele olacaktı (yani ben bu kadına zina cezası uygulardım)" buyurdu

4. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli: “Beşinci şehâdet de eğer kocası doğru söyleyenlerden ise, muhakkak Allah'ın gazabının kendi üzerine (olmasını söytemesidır)" (Âyet: 9).

4795  Bize amcam el-Kaasım ibnu Yahya, Ubeydullah ibnu Amr'dan tahdîs etti. el-Kaasım bu hadîsi Ubeydullah'tan işitmiş; o da Nâfi'den; o da İbnu Omer (radıyallahü anh) 'den: Bir adam, Rasûlüllah zamanında kendi karısına zina isnâd etti ve o kadının çocuğunun kendinden olduğunu kabul etmedi. Rasûlüllah bu kadın ile kocasına emredip, Allah'ın buyurduğu gibi, birbirlerine karşı la'netleştirdi. Sonra çocuğun kadına âid olduğuna hükmetti ve la'netleşen bu karı-koca arasını da tamamen ayırdı

5. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli: "O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bilakis o, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâh vardır. Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan adam ise; en büyük azâb onundur" (Âyet: 11). "Effak", "Çok yalancıdır.

4796 Bize Sufyân es-Sevrî, Ma'mer'den; o da ez-Zuhrî'den; o da Urve'den tahdîs etti ki, Âişe (r. anha): Onun büyüğünü üzerine alan ve iftirayı başlatan, Abdullah ibnu Ubeyy ibnu Selûl’dür, demiştir

6. Bâb

"Onu işittiğiniz vakit erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin, kendi vicdanları önünde iyi bir zanda bulunup da 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri lâzım değil miydi? Buna karşı dört şâhid getirmeli değil miydiler? Mademki, onlar bu şâhidleri getirmediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancıların tâ kendileridirler" (Âyet: 11-12).

4797- Bize Yahya ibnu Bukeyr tahdîs etti. Bize el-Leys, Yûnus'tan tahdîs etti ki, İbnu Şihâb şöyle demiştir: Bana Urvetu'bnu'z-Zubeyr, Saîd ibnu'l-Müseyyeb, Alkame ibnu Vakkaas, Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Utbe ibn Mes'ûd; beş kişi, Peygamber'in zevcesi Âişe'nin hadîsini, yânı iftira sahiplerinin, kendisi için söylediklerini söyledikleri zaman, Allah'ın Âişe'yi onların dedikodularından temize beri kılması hadîsini haber verdiler. Bu râvîlerin herbiri bana Âişe hadîsinden bir taifeyi tahdîs etti. Bunlardan bâzılarının hadîsi, diğer bâzısının hadîsini tasdîk etmektedir. Maamâfîh bunların bâzısı, Âişe hadîsini diğer bâzısından daha iyi muhafaza edici idi. Urve'nin bana Âişe'den tahdîs ettiği hadîs şudur:

Peygamber'in zevcesi Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kur'a çekmek âdetinde idi. Onlardan hangisinin kur'ası çıkarsa, Rasûlüllah onu beraberinde sefere çıkarırdı.

Âişe dedi ki: Yapmak istediği bir gazvede aramızda kur'a çekti ve bu kur'ada benim adım çıktı. Ben Rasûlüllah'ın beraberinde sefere çıktım. Bu sefer Hicâb Âyeti indikten sonra idi. Ben hevdecimin içinde taşınır ve onun içinde olarak indirilirdim. Bütün yolculuğu bu şekilde yürüdük. Nihayet Rasûlüllah bu gazvesinden ayrılıp da döndüğü ve Medine'ye yaklaştığımızda (bir yerde konakladı, gecenin bir kısmını orada geçirdi, sonra) geceleyin hareket edilmesini bildirdi. Hareket emrini verdikleri zaman ben kalkıp (hacetimi yerine getirmek için yalnız başıma) ordunun konakladığı bölgeyi geçtim. Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Baktım ki, Yemen boncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu.

Benim yol nakliyâtımı yapmakta olan kimseler gelip benim hevdecimi yüklemişler ve hevdecimi, binmekte olduğum deve üzerinde götürmüşler. Onlar beni hevdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif hafif idiler, şişmanlamazlardı; et ve yağ onları ağırlaştırmazdı. Çünkü az yemek yerlerdi. Bu sebeble bana hizmet edenler, hevdeci yüklemek üzere kaldırdıklarında, hevdecin ağırlık derecesinin farkına varmayarak yüklemişler. Ben de küçük yaşta taze bir kadın idim. Bu yüzden deveyi kaldırmışlar ve çekerek yürümüşler. Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde ben ordu birliklerinin konakladıkları yerlere geldim, fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevâb veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni hevdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler, diye düşündüm. Ben bu düşünce ile yerimde otururken gözlerim bana galebe etmiş de uyumuşum.

Safvân ibnu'l-Muattal es-Sulemî sonra ez-Zekvânî arkadan gelmekle, (askerin kalmış olan eşyalarını toplamak ve diğer konak yerine götürerek sahihlerine vermekle) görevli idi. Bu zât, askerin arkasından sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Bu zât beni perdelenme emrinden önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn=Biz muhakkak Allah'ın mülküyüz ve biz ancak O'na dönücüleriz" (el-Bakara: 156) istircâ' sözlerini söylemesiyle uyandım. Uyanınca hemen ferâceme bürünüp yüzümü örttüm. Allah'a yemîn ederim ki, o bana bir tek kelime söylemedi, ben de ondan "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn " istircâ' sözünden başka hiçbir kelime işitmedim. Devesini ıhtırıp çöktürdü. Benim binmem için devenin ön ayağına bastı, ben de deveye bindim. Safvân, bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kaafile konak yerine indikten sonra, öğle sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada hakkımda (iftira ederek) helak olan helak olmuştur. İftiranın büyüğüne ve çoğuna girişen Selûl kadının oğlu Abdullah ibnu Ubeyy olmuş. Müteakiben Medine'ye geldik.

Medine'ye geldiğimizde ben bir ay hasta oldum. Meğer bu sırada insanlar, iftira sâhiblerinin sözlerine dalmışlar. Ben ise bunlardan hiçbir şeyin farkında olmuyor, bilmiyordum. Yalnız hastalığımda beni işkillendiren birşey vardı: Rasûlüllah'tan, hastalandığım başka zamanlarda görmekte olduğum lütuf ve şefkati bu hastalığımda görmüyordum. Ancak Rasûlüllah yanıma giriyor, Selâm veriyor, sonra da (adımı anmadan): "Hastanız nasıl?" diyor, sonra da ayrılıp gidiyordu. İşte bu hâl beni işkillendirip üzüyordu. Fakat ben şerri hissetmiyordum. Nihayet hastalığım yeni sıhhat bulup henüz nekaahat devresine girdikten sonra, dışarıya çıktım. Benimle beraber Mıstah'ın annesi de Medine dışındaki sahalara doğru çıktı. Oraları bizim hacetimizi def ettiğimiz yerlerdi. Oraya biz ancak geceden geceye çıkardık. Bu âdet evlerimizin yakınında helâlar edinmemizden önce idi. O zamanlar bizim hâlimiz ibtidâî Arablar'ın sahrada helâya çıkma hususundaki nezâhetine benziyordu. Biz evlerimizin yanında helâlar edinmekten eziyetlenip incinirdik.

İşte ben Mıstah'ın anası ile dışarı çıkıp gittim. Bu kadın, Ebû Ruhm ibnu Abdi Menâfin kızıdır. Annesi de Sahr ibnu Âmir'in kızıdır ki, bu kadın da Ebû Bekr es-Sıddîk'ın teyzesidir. Bu Ebû Ruhm kızının oğlu da Mıstah ibnu Usâse'dir. Orada işimizi bitirdikten sonra ben ve Mıstah'ın annesi, evimden tarafa dönüp gelirken Mıstah'ın annesinin ayağı yün yahut keten çarşafı içinde sürçtü. (Arablar arasında bir felâket zamanında söylenmesi âdet olan "Düşmanın helak olsun" duası yerine) Bu kadın:

— Mıstah helak olsun! Diye, oğluna beddua etti.

Ben de ona:

— Ne kadar fena söyledin! Bedir'de hazır bulunan bir kimseye mi sövüyorsun? Dedim

Kadın bana:

— Âh şu saf taze! Sen onun söylediği sözü duymadın mı? dedi.

Ben:

— O ne dedi ki? Diye sordum.

Bunun üzerine o bana iftira sâhiblerinin sözünü söyleyip haber verdi. Artık hastalığımın üstüne bir hastalık daha arttı. Evime dönünce yanıma Rasûlüllah geldi, Selâm verdikten sonra:

— ''Hastanız nasıl?" diye sordu. Ben de:

— Ebeveynimin yanına gitmem için bana izin verir misin? dedim.

-Âişe: Ben o sırada bu haberi ebeveynim tarafından tahkik etmek istiyordum, demiştir.- Rasûlüllah bana izin verdi. Ben de ebeveynimin yanına geldim ve anam (Ümmü Rûmân)a:

— Ey anacığım! İnsanlar ne konuşuyorlar? Dedim. Annem:

— Ey kızcağızım! Kendini üzme, sen kendi nefsini ve sağlığını düşün. Vallahi bir erkeğin yanında sevgili, parlak, güzel bir kadın olsun ve onun birçok ortakları bulunsun da, onun aleyhinde çok lâf etmesinler; bu pek nâdirdir, dedi.

Âişe dedi ki: Ben de:

— Subhânallah! İnsanlar bunu mu konuşmaktalarmış? Dedim.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine bu gecenin tamâmında ağladım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmiyor, gözüme de hiç uyku girdiremiyordum. Sonra ağlayarak sabaha ulaştım. Rasûlüllah da o sabah Alî ibn Ebî Tâlib'i ve Usâme ibn Zeyd'i yanına çağırmış. Vahiy gecikince ailesi ile ayrılması hususunda onlarla istişare etmek istemiş.

Âişe dedi ki: Usâme'ye gelince, o, Peygamber'in ailesinden bilip durduğu berâeti ve Ehlu Beyt için gönlünde besleyip durduğu sevgiyi Rasûlüllah'a tavsiye ve işaret etti de:

— Yâ Rasûlallah! Onlar Sen'in ehlindir. Biz onun hakkında hayırdan başka birşey bilmeyiz, dedi.

Amma Alî ibn Ebî Tâlib'e gelince, o da:

— Allah Sana dünyâyı dar etmemiştir. Âişe'den başka kadınlar çoktur. Maamâffh Âişe'nin cariyesi Berîre'ye de sorsan, o da Sana doğruyu söyler, demişti.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine Rasûlüllah, Berîre'yi çağırıp:

— "Ey Berîre! Sen (Âişe'de) sana şübhe veren birşey gördün mü?" diye sordu.

Berîre de:

— Hayır! Sen'i hakk peygamber olarak gönderen Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe'den kendisini ayıplayabileceğim bir kusur olmak üzere kesin olarak şundan fazla birşey görmüş değilim: Âişe yaşı küçük, taze bir kadındı. Ailesinin hamurunu yoğururken uyur kalırdı da, evin besi koyunu gelir hamuru yerdi, demiş Bunun akabinde Rasûlüllah ayağa kalktı da iftirayı en evvel ortaya atan Abdullah ibn Ubeyy ibn Selû’den dolayı o gün söz söylemekte ma'ziretli tutulmasını istedi.

Âişe dedi ki: Kendisi minber üzerinde olduğu hâlde hitâb edip:

— "Ey müslümânlar topluluğu! Ev halkım hususunda bana ezası ulaşan bir şahıstan dolayı bana kim yardım eder? Vallahi ben ehlim hakkında hayırdan başka birşey bilmiş değilim. Bu iftiracılar bir adamın da ismini ortaya koydular ki, bu zât hakkında da ben hayırdan başka birşey bilmiyorum. Bu ismi zikredilen (faziletli) kimse şimdiye kadar benimle beraber olmak müstesna, ailemin yanına girer değildi" demiştir.

Bunun üzerine Ensâr'ın Evs kabîlesinden Sa'd ibnu Muâz ayağa kalkarak

— Yâ Rasûlallah! O kimseye karşı Sana ben yardım edeceğim. Eğer bu iftirayı çıkaran Evs'ten ise, ben onun boynunu vururum. Eğer Hazrec kardeşlerimizden ise yapılacak işi Sen bize emredersin, biz de emrini yerine getiririz, demiş.

Âişe dedi ki: Bu defa Sa'd ibnu Ubâde ayağa kalkmış Bu da Hazrec kabîlesinin büyüğü idi. Ve bu vak'adan evvel iyi bir kimse idi. Fakat bu defa kabile hamiyyeti onu cahilliğe sürükledi de Sa'd ibn Muâz'a karşı:

— Sen yalan söyledin. Allah'ın ebedîliğine yemîn ediyorum ki, sen onu (yani Abdullah ibn Ubeyy'i) öldüremezsin ve onu öldürmeye muktedir olamazsın, demiş.

Bu defa da Sa'd ibnu Muâz'ın amcasının oğlu olan Useyd ibnu Hudayr ayağa kalkarak, Sa'd ibnu Ubâde'ye karşı:

— Allah'ın ebediyetine yemîn ediyorum ki, sen yalan söyledin. Vallahi biz onu elbette öldürürüz. Sen muhakkak bir münafıksın ki, münafıklar hesabına bizimle mücâdele ediyorsun, diye mukaabele etmiş.

Bu suretle Evs ve Hazrec kabileleri ayaklanmışlar. Hattâ birbirleriyle vuruşmaya kasdetmişler. Rasûlüllah ise henüz minber üzerinde dikiliyormuş. Hemen minberden inip onlar sükûta varıncaya kadar onlara yumuşak sözler söylemiş, kendisi de (başka konuşmadan) susmuş.

Âişe dedi ki: Ben o günümü de gözümün yaşı dinmeden ve uyumadan geçirdim.

Âişe dedi ki: Ben iki gece ile bir günü hiç uyumadan ve gözümün yaşı da kesilmeden devamlı ağladığım hâlde, Bâbam ve annem benim yanımda bulundular. Onlar, ağlamak benim ciğerimi parçalayacak sanıyorlardı.

Âişe dedi ki: Bu şekilde ebeveynim yanımda oturdukları, ben de ağlamakta bulunduğum sırada Ensâr'dan bir kadın benim yanıma girmeye izin istedi. Ben de ona izin verdim. O da oturup benimle ağlıyordu.

Âişe dedi ki: Biz bu hâl Üzere iken Rasûlüllah yanımıza girdi, Selâm verdikten sonra oturdu.

Âişe dedi ki: Halbuki Rasûlüllah, bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Rasûlüllah, bir ay beklediği hâlde kendisine hakkımda birşey vâhyolunmamıştı.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah oturduğu zaman Şehâdet Kelimeleri'ni söyledikten sonra:

"Amma ba'du: Yâ Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnâdlardan bert isen, yakında Allah seni muhakkak berî kılıp temizliğini i'lân edecektir. Yok, eğer sen böyle bir günâha yaklaştınsa Allah'tan mağfiret iste ve Allah'a tevbe et! Çünkü kul, günâhını i'tirâf ve sonra Allah'a tevbe ederse, Allah da onun tevbesini kabul eder" dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah bu konuşmasını bitirince (musibetin şiddetli hararetinden) gözümün yaşı kesildi. Hattâ gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama:

Rasûlüllah'a, söylediği söz hususunda benim tarafımdan cevâb ver! Dedim.

Bâbam:

— Vallahi ben Rasûlüllah'a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi. Sonra anneme:

Rasûlüllah'a cevâb ver! Dedim. O da:

— Vallahi Rasûlüllah'a ne diyeceğimi bilmiyorum, dedi.

Âişe dedi ki: Bunun üzerine ben Kur'ân'dan çok delîl okuyamayan küçük yaşta bir taze olduğum hâlde şöyle dedim:

— Vallahi ben kesin anladım ki, siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hattâ bu söz sizin gönüllerinizde yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şimdi ben size beriyim desem, benim muhakkak berîe olduğumu Allah bilip dururken, sizler benim bu sözümü tasdik etmeyeceksiniz. Ve eğer benim muhakkak beri olduğumu Allah bilip dururken ben size fena bir i'tirâfta bulunsam, sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben bu vaziyette sizin için başka hiçbir mesel bulamıyorum, ancak Yûsuf'un babası Ya'kûb'un dediği sözü buluyorum: "Fe sabrun cemîlun. Vallâhul-mustaânu alâ mâ tasıfûn = Artık bana (düşen) güzel bir sabırdır. Sizin şu söylemekte olduklarınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır" (Yûsuf: 18).

Âişe dedi ki: Bundan sonra dönüp yatağıma yattım.

Âişe dedi ki: Ben o zaman kendimin muhakkak beri olduğumu biliyor, Allah'ın da beni muhakkak temize çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi Allah'ın benim hakkımda okunacak bir vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum. Ve şânım da, nefsim de bana âid bir me'sele için Allah'ın tilâvet olunacak bir kelâmla konuşmasından çok hakîr idi. Lâkin Rasûlüllah'ın uykuda bir ru'yâ görmesini ve Allah'ın da o ru'yâ ile beni temize çıkarmasını umuyordum.

Âişe dedi ki: Vallahi Rasûlüllah, oturduğu yerden kalkmamıştı, ev halkından bir kimse de dışarı çıkmamıştı. Rasûlüllah üzerine vahiy indirildi. O'na vahiy inerken olagelen hâl hemen gelip O'nu yakaladı ki, kış gününde bile üzerine indirilen sözün ağırlığından dolayı inci dânesi gibi ter dökülürdü.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah'tan vahiy hâli sıyrılıp açılınca kendisi sevincinden gülüyordu. Tekellüm ettiği ilk söz şu oldu:

— "Yâ Âişe! Azız ve Celîl olan Allah 'a gelince, O seni muhakkak temize çıkardı."

Bunun üzerine annem bana:

— Kızım, Rasûlüllah'a doğru kalk da teşekkür et, dedi. Âişe dedi ki: Ben:

— Vallahi ben O'na doğru da kalkmam, Azîz ve Celîl olan Allah'tan başkasına da hamd etmem, dedim.

Allah, şu on âyetin hepsini indirdi:

"O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şerr sanmayın. Bil 'akis o sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günâhı vardır. Onlardan günâhın büyüğünü üzerine alan o adama da büyük bir azâb vardır. Ne vardı onu işittiğiniz vakit erkek mü'minlerle kadın mü'minler kendilerine güzel zannda bulunsalardı da 'Bu açık bir iftiradır' deselerdi ya! Ona dört şâhid getirselerdi ya! Mademki onlar şâhidleri getiremediler, o hâlde onlar Allah indinde yalancılardan ibarettirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allah 'ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu yaygaralardan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı. O zaman siz o iftirayı dillerinizle birbirinize yetiştiriyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah yanında büyük bir günâhtır. Onu işittiğiniz vakit: 'Bunu söylemek bize yakışmaz, hâşâ, bu büyük bir bühtandır' deseydiniz ya! Eğer siz îmân eden kimseler iseniz, böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor. Ve sizin için âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilen, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. Kötü sözlerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; dünyâda da, âhirette de onlar için pek elem verici bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah 'ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, ya hakîkat Allah çok re’fetli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz neye varırdı)? Ey îmân edenler! Şeytânın adımlan ardınca gitmeyin. Kim şeytânın adımlarına uyarsa, şübhesiz ki o, kötülüğü ve meşru' olmayan şeyleri emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiriniz ebedî temize çıkamazdı. Ancak Allah 'tır ki, kimi dilerse temize çıkarır. Allah hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir" (en-Nûr: 11-21).

Allah işte bu âyetleri benim berâetim hakkında indirince, babam Ebû Bekr, akrabalığından ve fakirliğinden dolayı nafaka vermekte olduğu Mıstah ibn Usâse için:

— Kızım Âişe'ye bu iftirayı söyledikten sonra vallahi ben de Mıstah'a birşey vermem, diye yemîn etti.

Bunun üzerine Allah: "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah 'ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (en-Nûr:22) âyetini indirdi.

Bunun üzerine Ebû Bekr:

— Evet, vallahi ben Allah'ın beni mağfiret etmesini muhakkak severim, dedi ve Mıstâh'a veregeldiği nafakayı tekrar vermeye başladı ve:

— Ben bu nafakayı ondan ebediyyen koparmam, dedi.

Âişe dedi ki: Rasûlüllah zevcesi Zeyneb bintu Cahş'a da benim hâlimi:

— "Yâ Zeyneb! Âişe hakkında ne bilirsin, yahut ne gördün?" diye sormuş,

Zeyneb cevaben:

— Yâ Rasûlallah! Ben kulağımı, gözümü (işitmediğim, görmediğim şeylerden) muhafaza ederim. Vallahi Âişe hakkında hayırdan başka birşey bilmem, diye güzel şehâdet etmiştir.

Bu hususta Âişe: Zeyneb, Rasûlüllah'ın kadınları arasında güzelliği ve Rasûlüllah yanındaki mevkii i'tibâriyle bana rekaabet eden bir kadındı. Fakat Allah onu verâsı sebebiyle (iftiracılara katılmaktan) korudu. Kızkardeşi Hamne bintu Cahş ise Âişe ile muharebeye başladı da (yani iftiraya şiddetle tutunmaya ve iftiracıların söylediklerini hikâye etmeye başladı da) bu sebeble iftira sâhiblerinden helak olanlar içinde helak oldu.

7. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli: "Eğer dünyâda ve âhirette Allah'ın fadlı ve rahmeti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız yaygaradan dolayı sizi herhalde büyük bir azâb çarpardı" (Âyet: 14).

Mucâhid: "Telâkkavnehû" "Onu bâzınız bâzınızdan rivayet ediyordunuz"; "Tufîdûne" de "Söylüyordunuz" demektir, dedi.

4798 Bize Süleyman el-A'meş, Husayn'dan; o da Ebû Vâil'den; o da Mesrûk'tan; o da Âişe'nin annesi Ümmü Rûmân'dan olmak üzere haber verdi ki, Ümmü Rûmân: Âişe'ye atılan iftira atıldığı zaman, Âişe bayılıp yere1 düştü, demiştir.

8. Bâb

"O zaman siz o iftirayı dillerinizle alıyordunuz ve hiçbir bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylüyordunuz ve bunu kolay sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah indinde büyüktür" (Âyet: 15).

4799 İbnu Cureyc şöyle haber vermiştir: Abdullah ibnu Ebî Muleyke: BenÂişe'den "İz telikûnehû bi-elsinetikum " şeklinde okurken işittim, dedi

9. Bâb

"Onu duyduğunuz zaman 'Bunu söylememiz bize yakışmaz- Hâşâ, seni tenzih ederiz. Bu, büyük bir iftiradır' demeniz (lâzım) değil miydi?" (Âyet: 16).

4800 Abdullah ibnu Ebî Muleyke tahdîs edip şöyle demiştir: Âişe (ölüm sıkıntısından) mağlûb olmuş bir hâlde iken, ölümünden önce huzuruna girmek için İbn Abbâs izin istedi. Âişe:

— Bana sena edilmesinden endîşe ediyorum, dedi (de izin vermek istemedi).

Kendisine:

— İzin isteyen Rasûlüllah'ın amcasının oğlu ve müslümânların önde gelenlerindendir, denildi.

Bu sefer Âişe:

— Ona izin verin, girsin, dedi.

İbn Abbâs, Âişe'nin yanına girdikten sonra:

— Kendini nasıl hissediyorsun? Diye hâlini sordu.

Âişe:

— Eğer Allah'a takvâlı olursam hayırdayım, diye cevâb verdi. İbn Abbâs da:

— İnşâallah sen hayırla berabersin. Rasûlüllah'ın zevcesisin. Rasûlüllah senden başka bir bakire ile evlenmedi. (İftira kıssasından dolayı) senin hüccetin gökten indi, dedi.

İbn Abbâs ziyaretini bitirip dışarı çıkarken, içeriye Abdullah ibnu'z-Zubeyr girdi. Âişe ona:

— Yanıma Abdullah ibnu Abbâs girdi de beni sena edip övdü. Halbuki ben unutulmuş birşey olmamı (yani zikredilir birşey olmamamı) arzu etmişimdir, dedi

4801-........ İbnu Avn, el-Kaasım'dan tahdîs etti de: İbn Abbâs radıyallahü anhüma Âişe'nin huzuruna girmek için izin istedi, deyip yukarıdaki hadîsin benzerini söyledi, fakat "Nisyen mensiyyen" kısmını zikretmedi.

10. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli:

"Eğer siz îmân eden kimselerseniz böyle birşeye hayâtta bulunduğunuz müddetçe bir daha dönmenizi size haram kılıyor” (Âyet: 17).

4802 Sufyânes-Sevrî, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan; o da Mesrûk'tan; o da Âişe'den tahdîs etti: (Rasûlüllah'ın şâiri) Hassan ibn Sabit geldi de Âişe'nin huzuruna girmek için izin istiyordu. Mesrûk: Ben Âişe'ye:

— Bu Hassan için yanına gelmesine izin veriyor musun? Dedim.

Âişe (r. anha):

(İftira işine bulaşmış olduğundan dolayı) ona büyük bir azâb isâbet etmiş değil mi? dedi.

Sufyân: Âişe bu sözüyle Hassan'ın gözünün gitmesini kasdediyor, dedi.

Hassan şöyle dedi:

— "Hasânun rezânun mâ tuzennu bi-ribetin Ve tusbıhu garsey min luhûmi'l-gavâfili"

 ( = Hiçbir şübhe ile ittihâm edilmeyen tam akıllı ve iffetlidir. İffetli kadınların etlerinden yemediği için aç olarak sabahlar.)

Hassân'ın bu beytine karşı Âişe:

 — Fakat sen böyle değilsin, dedi.

11. Bâb

"Ve işte size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah hakkıyle bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir' (Âyet: 18).

4803-......Bize Şu'be, el-A'meş'ten; o da Ebu'd-Duhâ'dan haber verdi ki, Mesrûk şöyle demiştir: Hassan ibn Sabit, Âişe'nin yanına girdi de gazel vechi üzere şiir okuyup şöyle dedi:

— Hasânun rezânun mâ tuzennu bi-rîbetin. Ve tusbihu garsâ min luhûmi'l-gavâfili.

Âişe Hassân’ın bu şiirine karşı:

— Sen böyle değilsin (sen iffetli kadınlara gıybet ettin), dedi. Mesrûk dedi ki: Ben Âişe'ye:

— Allah "Onlardan onun büyüğünü üzerine alan kimse" âyetini indirmiş olduğu hâlde sen bu Hassan gibilerinin senin huzuruna girmelerini serbest bırakacak mısın? Dedim.

Âişe:

— Körlükten daha şiddetli hangi azâb vardır? Dedi ve: Şübhesiz bu Hassan, Rasûlüllah tarafından müşriklere reddiye yapar, onu savunurdu, sözünü ilâve etti.

12. Bâb

"Kötü sözlerin îmân edenlerin içinde yayılıp duyulmasını arzu edenler; onlara dünyâda da, ahrette de pek acıtıcı bir azâb vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti, ya hakikat Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı (hâliniz neye varırdı)?" (Âyet: 19-20)

"Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar hısımlarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere vermelerinde kusur etmesin, affetsin, aldırış etmesin. Allah’ın sizi mağfiret etmesini sevmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" (Âyet: 22).

4804- Ve Ebû Usâme söyledi ki, Hişâm ibn Urve şöyle demiştir: Bana babam Urvetu'bnu'z-Zubeyr haber verdi ki, Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Benim hakkımda söylenenler söylendiği zaman ve ben de hiçbir şeyin farkında değil iken, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hitâb etmek üzere ayağa kalktı, Şehâdet Kelimeleri'ni söyledi, Allah'a hamd edip lâyık olduğu şekilde övdü. Bundan sonra:

— "Amma ba'du: Aileme töhmet isnâd eden birtakım insanlar hakkında yapılması gereken işi, bu husustaki fikirlerinizi bana söyleyiniz. Allah'a yemîn ederim ki, ben ailem üzerinde hiçbir kötülük bilmemişimdir. Onların ailem halkına kendisiyle töhmet isnâd ettikleri kimseye gelince, yine Allah'a yemîn ederim ki, ben o adam üzerinde de asla hiçbir kötülük bilmemişimdir. O zât benim evime, ben hazır iken müstesna, asla girmemiştir. Ben bir seferde bulunup evimden gaybubet etmişsem, o zât da muhakkak benim maiyyetimde, benimle beraber gaybubet etmiştir" dedi.

Bunun üzerine Sa'd ibn Muâz ayağa kalkıp:

— Yâ Rasûlallah, bana izin ver de onların boyunlarına vuralım, dedi. Buna karşı Hazrec oğullarından bir adam ayağa kalktı -ki Hassan ibn Sâbit'in anası bu adamın topluluğundan idi- ve Sa'd ibn Muâz'a hitaben:

— Sen yalan söyledin. Dikkat et! Allah'a yemîn ederim ki, eğer o iftirayı söyleyenler Evs kabilesinden olsalar, sen onların boyunlarının vurulmasıyle sevinemezsin, dedi.

Nihayet mescidin içinde Evs ile Hazrec kabileleri arasında bir şerr olması yakınlaştı.

Âişe dedi ki: Ben bu iftirayı henüz bilmiş değildim. Bu günün akşamı olunca ben bâzı ihtiyâcım için dışarıya çıktım. Beraberimde Mıstâh'ın anası da vardı. Yürürken bu kadının ayağı tökezledi de:

— Mıstah helak olsun! Dedi. Ben de ona:

— Ey ana! Sen oğluna mı sövüyorsun? Dedim.

Kadın sustu. Sonra kadın ikinci defa ayağı takılıp sürçtü. Kadın yine:

— Mıstah helak olsun! Dedi. Ben yine kendisine:

— Sen oğluna mı sövüyorsun? Dedim.

Sonra kadın üçüncü kerre ayağı takılıp sürçtü, bu kerre de yine:

— Taase Mıstahum = Mıstah helak olsun! Bedduasını söyledi. Ben de kendisini azarladım. Bunun üzerine kadın:

— Vallahi ben Mıstah'a ancak senin yüzünden sövüyorum, dedi.

Ben de:

— Benim hangi hâlim hakkında? Diye sordum. Kadın bana âid olan hadisi açtı. Ben:

— Bu söz hakîkaten oldu mu? Dedim. Kadın:

— Evet, vallahi, dedi.

Âişe dedi ki: Akabinde ben evime döndüm, öyle bir hâlde ki, düştüğüm şiddetli dehşetten dolayı kendisi sebebiyle dışarı çıkmış olduğum ihtiyâçtan ne az ve ne de çok birşey bulamıyordum

Ben daha çok hasta oldum, Rasûlüllah'a:

— Beni Bâbamın evine gönder, dedim.

O da beni, beraberimde bana hizmet edecek bir oğlanla gönderdi. Ben eve girdim. Annem Ümmü Rûmân'ı evin alt katında, Bâbam Ebû Bekr'i de evin üst katında okur hâlde buldum. Annem:

— Ey kızcağızım, seni buraya getiren sebeb nedir? Diye sordu.

Ben de kendisine sebebi haber verdim ve iftiracıların benim hakkımda söyledikleri sözü de ona zikrettim. Bir de gördüm ki, bana ulaşan gamın benzeri anama ulaşmamış. Annem bana:

— Ey kızcağızım, bu işi kendi üzerinden aşağıda tut (kendini üzme). Allah'a yemîn ederim ki, bir erkeğin yanında sevmekte olduğu güzel bir kadın olsun ve bunun birçok kadın ortakları bulunsun da kadınlar ona hased etmesinler ve onun hakkında söz edilmesin; bu pek nâdirdir, dedi.

Gördüm ki bana ulaştığı derecede anama-gam ulaşmamıştı. Ben anama:

— Bunu Bâbam da bilmiş hâlde mi? diye sordum.

O:

— Evet (bilmektedir), dedi.

Rasûlüllah da bilmiş mi? dedim.

— Evet, (o da bilmiştir), dedi.

Ben "Rasûlüllah" sözünü söyletmek istedim ve ağladım. Bu sırada evin üst katında okumakta olan babam Ebû Bekr benim sesimi işitti de aşağıya indi ve anama:

— Âişe'nin nesi var? Dedi.

Anam:

— Şanında zikredilen şey kendisine ulaşmış, dedi. Bunun üzerine babamın iki gözü yaş akıttı.

— Senin üzerine yemîn ediyorum ki, ey kızcağızım, sen muhakkak kendi evine döneceksin, dedi.

Bunun üzerine ben (hemen evime) döndüm. And olsun Rasûlüllah da benim odama girmiş ve hizmetçi kızdan da sormuştur. Cariyem:

— Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe üzerine hiçbir ayıp şey bilmiş değilim. Ancak şu var ki, o uyuyup kalıyordu da nihayet koyun içeriye giriyor ve onun ekmeklik hamurunu yahut ekmeklik ma'cûnunu yiyordu, dedi.

Cariyemin bu sözleri üzerine Peygamber'in sahâbîlerinden bâzısı onu azarladı da:

— Ey kadın! Rasûlüllah'a doğru söyle! Dedi.

Hattâ sahâbîler Berîre'ye o düşük işi açıkça söylediler. Bunun üzerine cariyem Berîre:

— Subhânallah! Allah'a yemîn ederim ki, ben Âişe üzerine, kuyumcunun hâlis altını üzerine bilmekte olduğu bilgiden başka bir şey bilmemişimdir, dedi.

Bu iş, kendisi hakkında söylenilmiş olan adama da ulaştı. O da:

- Subhânallah! Allah'a yemîn ederim ki, ben hiçbir dişi kimsenin elbisesini asla açmış değilim (yani ben hayâtımda hiçbir kadınla asla cinsî münâsebet yapmadım), demiştir.

Âişe: Ve o zât Allah yolunda şehîd olarak öldürüldü, dedi.

Âişe-devâmla şöyle dedi: Anamla babam hiç ayrılmadan benim yanımda sabahladılar. Nihayet mescidde ikindi namazını kıldırmış olduğu hâlde Rasûlüllah benim yanıma girdi. Sonra anam ile babam beni sağımdan ve solumdan aralarına almış hâlde iken Rasülullah içeriye girdi de, Allah'a hamd edip övdü. Sonra "Amma ba'du" diyerek şunları söyledi:

— "Yâ Âişe! Eğer bir kötülük yapmış isen yahut nefsine zulmetmişsen Allah 'a tevbe et. Çünkü Allah, kullarından tevbeyi kabul eder" dedi.

Âişe dedi ki: Bu sırada Ensâr'dan bir kadın gelmiş ve kapıda oturmakta idi. Ben Rasûlüllah'a:

(Onun anlayışına göre hareminin ululuğuna lâyık olmayan) birşeyi zikretmeye şu kadından hayâ etmez misin? Dedim.

Rasülullah va'zını yaptı. Ben de babama yöneldim de:

Rasûlüllah'a cevâb ver! dedim. Babam:

— Ben ne söyleyeyim? dedi.

Bunun üzerine ben anama yöneldim de:

Rasûlüllah'a sen cevâb ver! dedim. O da:

— Ben ne söylerim? dedi.

Böylece onların ikisi de Rasûlüllah'a cevâb vermeyince, ben Şehâdet Kelimelerisni söyledim, Allah'a hamd ettim ve O'nu lâyık olduğu sıfatlarla sena edip övdüm. Bundan sonra "Amma ba'du" deyip şunları söyledim:

— Vallahi eğer ben sizlere "Ben hiçbir günâh işlemedim" desem -Azîz ve Celîl olan Allah benim muhakkak doğru söyleyici olduğuma şehâdet edip dururken- benim bu sözüm, sizin yanınızda bana fayda verici değildir. Yemîn olsun sizler bu iftirayı konuşmuşsunuz ve bu sizin kalblerinize içirilmiş. Ve eğer ben, Allah benim böyle bir iş yapmadığımı bilip dururken, sizlere "Ben bunu yaptım" desem, sizler muhakkak "Âişe bu işi nefsine karşı ikrar etti" diyeceksiniz. Vallahi ben bu vaziyette kendim için ve sizin için başka bir mesel bulamıyorum. -Tam burada zihnimde Ya'kûb'un ismini araştırdım, fakat onu hatırlamaya muktedir olamadım.- Ancak Yûsuf'un babasını buluyorum ki, o zaman Yûsuf’ un Bâbası şöyle demişti: "Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu söylediklerinize karşı, yardımına sığınılacak olan da ancak Allah'tır" (Yûsuf: 18).

Ve tam saatinde Rasülullah üzerine vahiy indirildi. Bizler sükût ettik. Akabinde O'ndan vahiy hâli kaldırıldı. Ben O'nun yüzündeki sevinci apaçık belirmiş buluyordum. Rasülullah alnındaki terleri eliyle siliyor ve:

— "Sevin yâ Âişe! Allah senin tertemiz olduğunu kesin surette indirmiştir" dedi.

Âişe dedi ki: Ben, olduğumdan daha şiddetli bir şekilde öfkelenmiştim. Ebeveynim bana:

Rasûlüllah'a doğru kalk, dediler. Ben de:

— Vallahi ben ne O'na doğru kalkarım, ne de O'na ve size hamd ederim; lâkin ben, benim berâetimi indirmiş olan Allah'a hamd ederim. Çünkü yemîn olsun ki, sizler o iftirayı işittiniz de onu inkâr etmediniz ve değiştirmediniz! Dedim.

Âişe şöyle der idi: Cahş kızı Zeyneb'e gelince, Allah onu dîni sebebiyle (yani dîndârlığı sebebiyle) korudu da o, hakkımda hayırdan başka birşey söylemedi. Amma onun kizkardeşi Hamne'ye gelince, işte o, helak olanlar içinde helak oldu. O iftira hususunda kelâm edenler ise, Mistah ile Hassan ibnu Sâbit'tir. Münafık olan Abdullah İbnu Ubeyy ise bizzat bu İftirayı eşelemek ve yayılmasını istemek suretiyle ortaya çıkarmakta ve toplamakta olan kimsedir, işte o, "O zümreden günâhın büyüğünü üzerine alan", odur. Ve Hamne'dir.

Âişe dedi ki: Bu sebebden Ebû Bekr, Mistah'ı ebeden hiçbir fayda verici şeyle faydalandırmayacağına yemîn etti. Bunun akabinde Azîz ve Celîl olan Allah: "Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar, vermelerinde eksiltme yapmasınlar... " (en-Nûr: 22) âyetini sonuna kadar indirdi. Bununla Allah Ebû Bekr'i kasdeder. "Bolluk (yani servet) sahibi olanlar, hısımlık sahibi bulunanlara ve fakirlere, vermelerini eksik yapmasınlar": Bununla da Allah, Mıstah'ı kasdeder. "Allah'ın size mağfiret etmesini arzu etmez misiniz? Allah çok mağfiret edici, çok merhamet eyleyicidir" kavline kadar indirdi. Nihayet Ebû Bekr:

— Evet, vallahi ey Rabbimiz, bizler şübhesiz Sen'in bize mağfiret etmeni elbette sever, arzu ederiz, dedi ve Mıstah'a veregeldiği nafakayı tekrar ona döndürdü

13. Bâb

Yüce Allah'ın Şu Kavli: "Başörtülerini yakalarının üstüne (orayı kapayacak surette) koysunlar" (Âyet: 31)

4805- Ve Ahmed ibnu Şebîb şöyle dedi:

Bize babam Şebîb ibn Saîd, Yûnus ibn Yezîd'den tahdîs etti. İbnu Şihâb, Urve'den; o da Aişe'den söyledi ki, Âişe (r. anha) : Allah ilk muhacir kadınlara rahmet eylesin. Allah "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar" emrini indirince, o kadınlar izâr denilen dış elbiselerini yardılar da onlarla başlarını örttüler, demiştir

4806 Bize İbrâhîm ibnu Nâfi', el-Hasen ibn Müslim'den; o da Safiyye bintu Şeybe'den taridîs etti ki, Âişe (r.anha) şöyle der idi: Şu "Kadınlar baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar" âyeti indiği zaman, izârlarını aldılar da onları etekleri yönünden yardılar ve bunlarla başlarını örttüler, demiştir.