12- Yûsuf SûresiRahman ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle Fudayl ibnu Iyâd (ö. 187), Husayn ibnu Abdirrahmân es-Sulemî’den; o da Mucâhid ibn Cebr'den olmak üzere: "el-Muttekeen" (Âyet: 31), "Utruc"dur, dedi. Fudayl: "el-Utruc", Habeş dilinde "Mutken"dir, dedi. Sufyân ibn Uyeyne de bir adamdan; o da Mucâhid'den olmak üzere: "Mutken", bıçakla kesilen her şey'dir, dedi. Katâde de: "Ve innehû lezû ilmin = Şübhe yok ki Ya'kûb bir ilim sahibi idi" (Âyet: 68); yani "O bildiği ile amel edici idi" demiştir. Saîd ibn Cubeyr de şöyle demiştir: "Suvâu'l-melik" (Âyet: 72), Fârisî'nin mekkûku, yani mikyâli'dir; bu, iki tarafı birbirine kavuşan ve Acemler'in su içmekte oldukları bir kaptır. İbnu Abbâs: "Levlâ en tufennidûni" (Âyet: 94), "Beni cahilliğe nisbet etmezseniz" ma'nâsınadır, demiştir. İbn Abbâs'tan başkası: "Gayâbetun " (Âyet: 10) senden birşeyi gayb eden her şey "Gayâbe"dir. "el-Cubbu' duvarı örülmemiş kuyudur. "Biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanıcı değilsin" (Âyet: 17), "Sen bizi tasdik edici, doğrulayıcı değilsin"; "O tam erginlik çağına girince kendisine hüküm ve ilim verdik" (Âyet: 22). Buradaki "Eşüddehû", "Noksanlığa başlamadan önceki en olgun çağı" demektir. Bu, müfredde ve cemi'de bir tek lafızla olur, bu sebeble "Beleğa eşüddehû ve beleğa eşüddehum ( = Olgunluk çağına erişti, olgunluk çağına eriştiler)" denilir. Bâzıları da "Eşüdd" lafzının tekili "Şüdd"dür, dediler. "el-Muttekeu" (Âyet: 31), "Yaslanılan şey", içmek yahut konuşmak yahut da yemek yemek için üzerine yaslandığın masadır. Bu tefsir ile "Mutteke' = Nârenciye"dir diyenin sözünü ibtâl etti. Zîrâ Arab kelâmında "Mutteke"' lâfzının "Narenciye" ile tefsir edilmişliği yoktur. Bunun Narenciye olduğuna kaail olanlara karşı hüccet getirdiği şeylerden biri de şudur: "Mutteke"'nin yastıklar nev'indendir diyenlere gelince, onlar evvelkinden daha şerrli bir görüşe kaçmışlardır. (Bâzıları da) tâ'nın sükûnu ile; bu ancak "Mutku"dur dediler. "Mutk" da ancak "Bazr"ın kenarıdır, kadının fercindeki dilcik denilen kabarcığın kenarıdır (yani, o kadından sünnet edilen yerdir). Kadın için "Metkaau" ve "İbnu Metkaae", "Sünnet edilmemiş" ve "Sünnet edilmemiş kadının oğlu" denilmesi, bu "Metk" lafzındandır. Şayet burada "Utrucc" (yani "Narenciye" cinsinden bir meyve) varsa, şübhesiz o, üzerine yaslanılacak olan masadan sonra vardır. "Kad şeğafehâ" (Âyet. 30), "Sevgi yüreğinin zarına işlemiş"; "Beleğa ilâ şığâfihâ ( = Kalbinin iç zarına ulaştı)" denilir. "Şığâf" kalbin kılıfıdır. Amma ayn harfiyle okunuşa gelince o, "Sevgi ve aşk gönlünü kaplamış, gönlü aşkla yakılmış kimse" ta'bîrindendir. "Asbu ileyhinne" (Âyet: 33) "Onlara meylederim" demektir. "Edğâsu ahlâm " (Âyet: 44), "Karmakarışık düşler, hiçbir tevîli ve ma'nâsı olmayan düşler" demektir. "ed-Dığs", kuru ottan ve benzeri şeylerden elin dolusu bir demet şeydir. Ve "Eline bir demet al da onunla vur" (Sâd: 44) sözü, bu demet ma'nâsındandır; bu, "Karışık ruyalar" kavlinden değildir. "Edğâs" lafzının tekili "Dığs"tır "Nemîru", "Zahire getiririz"; "Nezdâdu keyle baîrin", "Bir devenin taşıyacağı mikdâr zahire de artırırız". Bunlarla şuna işaret ediyor: "Zahire yüklerini açtıkları zaman sermâyelerini kendilerine geri gönderilmiş buldular. Ey babamız, daha ne istiyoruz, işte sermâyemiz de bize geri verilmiş; biz bununla tekrar ailemize zahire getiririz, kardeşimizi koruruz, bir deve yükü zahire de artırırız, dediler" (Âyet: 65). "Âvâ ileyhi" (Âyet: 69) "Yûsuf, kardeşi Bünyâmîn'i yanına aldı"; "es-Sikaaye" (Âyet: 70), "Su içilen kap". "Tefteu Yûsufu tezkuru", "Hâlâ Yûsuf’u anıp duruyorsun"; "Haradan", "Hastalanmış olacaksın", yani "Gam seni eritiyor"; "Hâlâ Yûsuf'u anıp duruyorsun. And olsun ki, sonunda ya kendinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helâke uğrayanlardan olacaksın, dediler" (Âyet: 85). "Tehassesû", "Haber arayın" demektir; " (Yâ'kûb:) Oğullarım, gidin, Yûsuf'la kardeşinden haber arayın. Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zîrâ hakikat şudur ki, kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez, dedi" (Âyet: 88). "Müzcâtun", "Az şey"; "Ve ci’nâ bi-bidâetin müzcâtin = Biz az bir sermâye ile geldik" (Âyet: 88). "Allah'ın azabından bir kaplayıcı" (Âyet: 107): Herşeyi kaplayıcı olan umûmî bir azâb "İstey'esû", "Ümîd kestiler" ma'nâsına; "Lâ tey'esû min ravhıllâhi","Allah'ın ravhı; ümîd" ma'nâsınadır; "Allah'ın rahmeti ve nefeslendirmesi" demektir. Ümîd kesmemenin ma'nâsı ümîd etmektir. "İzâ'stey'esû minhu ve halasû neciyyen - Artık ondan ümîdierini kestikleri zaman fısıldaşarak" (Âyet: 80), yani suçlarını i'tirâf ettiler (yahut: Gizlice bir tarafa çekildiler), demektir. "en-Neciyy" "Gizlice fısıldaşan" demektir. Cem'i "Enciyetun"dur. "Yetenâcevne","Gizlice konuşurlar" ma'nâsınadır. Bunun tekili "Neciyyun"dur. Bunda tekil, tesniye, cemi’, müzekker ve müennes birdir; hep "Neciyy" ile ifâde edilir. Çünkü aslında masdardır. Bazen de "Enciye" şeklinde cemi'lenir. 1. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: " (Rabb'in seni öylece beğenip seçecek, sana rüyâ ta'bîrine âid bilgi verecek), sana karşı da Yakûb hanedanına karşı da nimetlerini - daha evvelden ataların İbrahim'e ve İshâk'a tamamladığı gibi -tamamlayacaktır.” Ayet:6) 4734 Abdullah ibn Omer (radıyallahü anh) 'den (şöyle demiştir): Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ''Kerîm oğlu, kerîm oğlu, kerîm oğlu kerîm, İbrâhîm oğlu, İshâk oğlu, Ya'kûb oğlu Yûsuf'tur" buyurmuştur. 2. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: “And olsun ki Yûsuf'un ve kardeşlerinin haberlerinde, soranlar için nice ibretler vardır" (Âyet: 7). 4735- Bana Muhammed (ibn Selâm) tahdîs etti. Bize Abdete ib-nu Süleyman, Abdullah -Ebû Zerr nüshasında: Ubeydullah- el-Umerî'den; o da Saîd ibn Ebî Saîd'den haber verdi ki, Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Rasûlüllah'a: — İnsanların en kerîmi, en şereflisi kimdir? diye soruldu. O da: — "Allah katında insanların en kerîmi, en muttaki olanlarıdır" diye cevâb verdi, Sahâbîleri: — Biz sana insanların dîn ve ahlâkça en şerefli olanını sormuyoruz (soyu yönünden en kerîm olanını soruyoruz), dediler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): — "O yönden insanların en kerîmi, Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın peygamberinin oğlu, Allah'ın Halil’inin oğlu olan Allah'ın Peygamberi Yûsuf'tur" buyurdu. Sahâbîler yine: — Biz Sana bunu da sormuyoruz, dediler. Rasûlüllah: — "Sizler Arab'ın ma'denlerini mi (yani nisbet olunup övünegeldikleri asıllarını, köklerini mi) soruyorsunuz?" deyince, onlar: — Evet, bunu soruyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): — "Câhiliyet devrinde hayırlı olanlarınız, dîni iyi anladıkları ve amel ettikleri müddetçe İslâm devrinde de hayırlı olanlarınızdır" buyurdu. Bu hadîsi Ubeydullah el-Umerî'den rivayet etmekte Ebû Usâme Hammâd ibn Usâme, Abdete ibn Süleyman'a mutâbaat etmiştir. 3. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: "Ya'kûb: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır, dedi" (Âyet: 18) "Sevvelet", "Süsledi" demektir. 4736 Yûnus ibn Yezîd el-Eylî tahdîs edip şöyle dedi: Ben ez-Zuhrî'den işittim. O da şöyle dedi: Ben Urve ıbnu'z-Zubeyr'den, Saîd ibnu'l-Müseyyeb'den, Alkame ibn Vakkaas'tan ve Ubeydullah ibnu Abdillah'tan, iftiracılar onun hakkında söylediklerini söyledikleri ve Allah'ın da kendisini berî kıldığı zamanki Peygamber'in zevcesi Âişe hadîsini işittim. Bu dört râvîden herbiri bana bu hadîsten birer bölümü tahdîs ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe'ye hitaben: — "Eğer sen bu isnâdlardan berî isen, yakında Allah seni beri kılar. Ve eğer böyle bir günâha yaklaştınsa Allah'tan mağfiret iste ve Allah'a tevbe et" buyurdu. Âişe dedi ki: Ben de şunları söyledim: — Vallahi ben bu vaziyette bir misâl bulamıyorum, ancak Yûsuf'un Bâbası Ya'kûb'u örnek buluyorum: (Yûsuf'un kardeşleri Yûsuf'un gömleği üzerinde yalan bir kan lekesi getirdikleri zaman) Ya'kûb, oğullarına: Hayır, nefisleriniz size bir işi süslemiş, bir fitneye sürüklemiş. Artık bana düşen güzel bir sabırdır. Sizin şu anlatışınıza karşı yardımına sığınılacak, ancak Allah'tır, dedi. Bu esnada Allah: "O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir, onu sizin için bir şerr sanmayın; bilakis o sizin için bir hayırdır" kavlinden i'tibâren on âyeti indirdi (en-Nûn 11-20) 4737 Ebû Vâil şöyle dedi: Bana Mesrûk ibnu’l-Ecda' tahdîs edip şöyle dedi: Bana Âişe'nin annesi olan Ümmü Rûmân tahdîs edip şöyle dedi: Âişe'yi ateşli hastalık yakalamış olup, benim beraberimde bulunduğu sırada Peygamber (içeri girdi de): — "Belki Âişe'nin bu hastalığı kendisi hakkında söylenmekte olan hadîsten dolayıdır" buyurdu. Bu sırada Âişe yatağından doğrulup oturdu ve şunları söyledi: — Benim meselimle sizin meseliniz, Ya'kûb ile oğullarının meseli gibidir: "Sizin vasıf yapageldiğiniz o sözlere karşı kendisinden yardım istenilecek olan ise ancak Allah'tır” 4. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: "O'nun bulunduğu evdeki kadın onun nefsinden murâd almak istedi, kapıları sımsıkı kapadı ve: Sana söylüyorum, beri gel! dedi" (Âyet:23) Ve Ikrime: "Heyte leke", Havran dilinde "Helümme" ma'nâsınadır, dedi. Saîd ibnu Cubeyr de: "Taâle ( = Beri gel)" ma'nâsınadır, dedi 4738 Şu'be, Süleyman ibn Mıhfân'dan; o da Ebû Vâil'den tahdîs etti ki, Abdullah ibn Mes'ûd (radıyallahü anh): Kadın "Heyte leke" sözünü söyledi, demiş; ardından: "Biz o kelimeyi, ancak bize öğretildiği gibi okuruz" gerekçesini ilâve etmiştir. "Mesvâhu" (Âyet:23), "İkaamet yeri"; "Elfeyâseyyidehâ" (Âyet: 25), "İkisi efendisini buldular"; "Innehum elfev âbâehum dallın" (es-sâffât: 69), "Çünkü onlar atalarını sapkın kimseler bulmuşlardı"; "Bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhiâbâenâ" (el-Bakara: 170) "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, dediler"; "Bel acibtu ve yesharun" (es-sâffât: 12)"Ben taaccûb ettim, Halbuki onlar alay edip eğleniyorlar" 4739 Abdullah ibn Mes'ûd (radıyallahü anh)' şöyle demiştir: Kureyş, Peygamber tarafından İslâm Dîni'ne girmekte geciktikleri zaman, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): — "Yâ Allah, Yûsuf'un yedi yılı gibi yedi yıllık bir şiddet ile bunların belâsını başımdan at da, onlarla uğraşmayayım" diye duâ etti. Bunun üzerine onları öyle bir kıtlık senesi yakaladı ki, herşeyi kökünden silip giderdi. O derecede ki, onlar kemikleri bile kemirip yediler, hattâ bir adam göğe bakardı da kendisiyle gök arasında (açlığından ileri gelen göz zayıflığından dolayı) duman gibi birşey görmeğe başlardı. Allah: "O hâlde semânın apâşikâr bir duman getireceği günü gözetle" buyurdu. Yine Allah: "Biz bu azâbı biraz açıp kaldıracağız. Fakat siz hiç şübhe yok ki, tekrar dönecek olanlarsınız” (ed-Duhân: 10-16) buyurdu. İbn Mes'ûd: Kıyâmet günü onlardan azâb açılıp kaldırılır mı? O açlık yüzünden görülen duman da "el-Batşe", yânı çok büyük şiddetle çarpıp yakalamada geçmiştir, dedi 5. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: "Melik adamlarına: Onu (Yûsuf'u) bana getirin, dedi. Bunun üzerine Yûsuf'a elçi gelince: Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru neydi, kendisine sor. Şübhe yok ki, benim Rabb’im onların fendini hakkıyle bilicidir, dedi (Hükümdar o kadınları toplayıp:) Yûsuf'un nefsinden kâm almak istediğiniz zaman ne hâlde idiniz (Onun size karşı bir meylini hissettiniz mi)? Dedi. (Kadınlar:) Hâşâ, Allah için biz onun üstünde bir fenalık bilmedik, dediler” (Âyet: 50-51). "Hâşâ”, bir tenzih ve istisnadır. "Hashasa", "Açığa çıktı" demektir 4740 Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah Lût Peygamber'e rahmet etsin. Yemin olsun O zâten çok sağlam bir kaleye sığınıyordu... Eğer ben zindanda Yûsuf'un kaldığı gibi uzun zaman hapis kalsaydım, onu hapisten çağırmağa gelen kişinin da'vetine hemen icabet ederdim. Biz İbrahim'den daha haklıyız. İbrahim: Ey Rabb 'im, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demiş; Allah: "Buna inanmadın mı yoksa? Demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin yatışması için istedim, diye söylemişti (el-Bakara: 260)" 6. BâbYüce Allah'ın Şu Kavli: “Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri vakit." (Âyet: 110). 4741 İbn Şihâb şöyle dedi: Bana Urve ibnu'z-Zubeyr haber verdi ki, kendisi Âişe'ye "Nihayet rasûller ümîdlerini kesecek hâle geldikleri vakit..." kavlini sorarken, Âişe aşağıdaki cevâbları vermiştir. Urve dedi ki: Ben Âişe'ye: — Rasûller yalana mı nisbet edildiler yahut tekzîb mi edildiler? Diye sordum. Âişe: — Tekzîb edildiler, dedi. Ben Âişe'ye: — Rasûller kavimlerinin kendilerini tekzîb ettiklerini kesin bilmişlerdir, bu, zann ile değildir? Dedim. Âişe: — Evet, hayâtıma yemîn ederim ki, onlar bunu kesin olarak bilmişlerdir; zannetmemişlerdir, dedi. Ben yine Âişe'ye: — Rasûller kendilerine yapılan yardım va'dinde aldatıldıklarını zannettiler, dedim. Âişe: — Bundan Allah'a sığınırım. Rasûller bunu Rabb'lerine zannedici değildir, dedi (ve "Kuzibû" şeklinde şeddesiz okumayı reddetti). Ben Âişe'ye: — Öyleyse şu âyet nedir? Dedim. Âişe: — Bunlar rasûllere tâbi' olan kimselerdir ki, Rabb'lerine îmân etmiş ve rasûlleri de tasdîk etmişlerdi. Fakat üzerlerindeki belâ uzamış ve zafer de kendilerinden gecikmiştir. Nihayet rasûller, kavimlerinden kendilerini yalanlayanların îmâna gelmelerinden ümîd kesecekleri hâle geldikleri ve yine rasûller, kendilerine tâbi' olanların da kendilerini yalanlayacaklarını zannettikleri vakit, işte tam bu sırada, Allah'ın yardımı ve zaferi rasûllere gelmiştir, dedi. 4742 ez-Zuhrî şöyle demiştir: Bana Urve haber verip şöyle dedi: Ben Âişe'ye: — Belki bu "Kuzibû" şeklinde şeddesizdir, dedim. Âişe: — (Böyle şeddesiz okumaktan) Allah'a sığınırım, dedi. |