Geri

   

 

 

İleri

 

28 Kur'ân-ı Kerim On Ayrı Bakımdan Mucizedir

1- Arap dilinde olsun, başka dillerde olsun, alışılmış bütün anlatım üslup­larından farklı ve ayrı, harikulade eşsiz bir anlatım. Çünkü Kur'ân-ı Ke­rim'in üslubunun şiirle bir ilgisi yoktur. Zaten üslubunu bu şekliyle düzen­leyen yüce Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır:

"Biz ona (Muhammed -sallallahü aleyhi ve sellem.-)e şiiri öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. "(Yasin, 36/69)

Müslim'in Sahih'inde de rivayet edildiğine göre, Ebu Zerr'in kardeşi Uneys, Ebu Zerr'e şöyle demiş: Ben Mekke'de senin dinin üzere Allah tarafın­dan peygamber olarak gönderildiğini ileri süren bir adamla karşılaştım. Ona: Peki insanlar ne diyor, diye sorunca şöyle dedi: Onlar şairdir, kahindir, sihirbazdır diyorlar. -Uneys şair birisi idi.- Ben, kahinlerin sözlerini dinlemişimdir. Onun sözü kahinlerinkine benzemiyor. Söylediği sözleri şiir çeşitle­rine, vezinlerine vurdum, ancak benim tesbitime göre, hiçbir kimsenin dilin­den dökülen şiire benzemiyor. Allah'a yemin ederim, şüphesiz ki o doğru söy­lüyor ve onu itham edenler yalan söylemektedirler.[187] [140]

Aynı şekilde Utbe b. Rabia da -ileride yeri gelince beyan edileceği üze­re- Fussilet sûresini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem.)'ın ağzından dinleyince bu sözün sihir de olmadığını, şiir de olmadığını itiraf etmiştir. Dili oldukça iyi bilen fesahat ve belagatta belli bir yeri bulunan Utbe dahi Kur'ân-ı Kerim'in benzeri bir sö­zü hiçbir şekilde işitmediğini itiraf ettiğine göre bu, fesahati gerçekten bilen ve gerçek manada fasih olan her türlü sözü bütün şekilleriyle söyleme gü­cü bulunan Utbe ve onun benzerlerinin Kur'ân'ın i'cazını itiraf ettikleri an­lamına gelir.

2- Arapların da kullandıkları bütün anlatım şekil ve üsluplarından farklı üslupta olması.

3- Hiçbir insanın hiçbir şekilde gerçekleştiremiyeceği şekilde akıcılık, fe­sahat ve belagat. Bunu yüce Allah'ın:

"Kaf, o çok şerefli Kur'ân'a yemin ede­rim...." (Kaf, 50/1) âyeti ile başlayan sûrenin tümünde, yine yüce Allah'ın:

"Halbuki arz bütünüyle, Kıyamet gününde onun kabzasındadır." (ez-Zümer, 39-67) âyetinde ve ordan itibaren sûrenin tümünde, yine yüce Allah'ın:

"Kat'iyyen Allah'ı zalimlerin yaptıklarından gafil diye sanma." (İbrahim, 14/42) buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadarki buyruklar üzerinde iyi­ce düşünelim.

İbnu'l-Hassâr der ki: Şanı yüce Allah'ın hak ilah olduğunu bilen, böyle bir anlatım ve akıcılığın ondan başkasının hitabında sözkonusu olamayacağını da bilir. Dünya krallarının en büyüğü olanın dahi:

"Bugün mutlak egemen­lik kimindir?" (el-Mumin, 40/12) demesi, hiçbir şekilde düşünülemeyeceği gibi:

"O yıldırımları gönderip onunla dilediğini çarpar." (er-Ra.'d, 13/13) de­mesi dahi düşünülemez.

Yine İbnü'l-Hasssâr der ki: Söz düzeni (nazım) üslub ve akıcılıkla kapsam­lı ifadeler (cezalet) her sûrede hatta her âyette bulunan özelliklerdir. Bu üç özellik ile her bir âyet, her bir sûre insanların diğer sözlerinden ayırdedilmek-tedir. Bu üç özellik ile de insanlara karşı meydan okumuş ve aciz bırakılmış­lardır. Bununla birlikte icazın diğer yönleri ona eklenmeksizin, başlı başına her sûrede bu üç özellik bulunmaktadır. İşte, üç kısa âyetten meydana ge­len Kevser sûresi, Kur'ân-ı Kerim'in en kısa süresidir. İki gaybî durumu ih­tiva etmektedir. Birincisi, Kevserden, onun büyüklüğünden, genişliğinden, çevresindeki kapların çokluğundan haber verilmektedir. Bu Hazret-i Peygamber'i tasdik eden kimselerin, diğer peygamberlere uyanlardan daha çok oldukla­rına delalet etmektedir. İkinci bir husus ise, Velid b. Muğire'ye dair verilen haberdir. Âyet-i Kerimenin nüzulü sırasında çokça mal ve çocuk sahibiydi. Çünkü hak söyleyen yüce Rabbimizin şu buyrukları bunu gerektirmektedir:

"Benim yalnız olarak yarattığım, kendisine alabildiğine mal ve hazır bu­lunan oğullar verdiğim, oldukça uzun ömür verdiğim kimseyi, bana bırak!" (el-Müddessir, 74/11-14) Daha sonra ise yüce Allah, onun malını çocukları­nı helak etmiş ve böylelikle soyu kesilmişti.

4- Herbir kelime ve her bir harfin yerli yerince kullanıldığında bütün Araplar, ittifak etmişlerdir. Böyle bir kullanım hiçbir Arabın tek başına gerçekleş­tirebileceği bir iş değildir.

5- Daha önce hiçbir kitap okumamış, sağ eliyle yazı yazmamış, ümmi bir kimse tarafından dünyanın ilk günlerinden itibaren (Kur'ân'ın) nazil olduğu zamana kadar meydana gelen işleri haber vermesi. Böylelikle Hazret-i Peygamber, önceki peygamberlerin ümmetleri ile kıssalarını, geçmiş dönemlerde va­rolmuş kavimlerin kıssalarını haber vermiştir. Kitap ehlinin hakkında soru so­rup da Hazret-iPeygamber'e bu sorularla meydan okudukları hususları da haber vermiştir. Ashab-ı Kehf kıssası, Hazret-i Musa ile Hazret-i Hızır'ın başından geçenler ve Zülkarneyn'in durumu böyledir. Bunları bilmeyen ümmi bir ümmetin ümmi bir ferdi olarak, onlara önceki kitaplardan doğruluğunu öğrendikleri haber­leri getirmiş ve böylelikle onlar doğru söylediğini kesinlikle anlamış oldular.

Kadı İbnü't-Tayyib der ki: Bizler kesin olarak şunu biliyoruz ki: Bu gibi şeyleri ancak öğrenmek yoluyla haber vermek mümkündür. Hazret-i Peygamber'in bu konuda geçmişlerin bilgilerine sahip olanlarla, bu haberleri bilenlerle bir­likte oturup kalkmadığı, onlardan bilgi öğrenmek için gidip gelmediği ve olur ki, eline geçirdiği bir kitaptan bunu öğrenmiş olabilir, dedirtmeye imkan ve­recek şekilde okuma bilen birisi olmadığı bilindiğine göre, bu gibi bilgileri ancak vahiy yolu ile elde edebileceği de kesin bir bilgi olarak ortaya çıkar.

6- Şanı yüce Allah'ın bütün va'dlerinde gözle görülen veya hissedilen şe­kilde verilen va'din yerine getirilmesi. Bu, iki kısımdır. Yüce Allah'ın verdi­ği mutlak va'dler, Rasûlüne yardımcı olması^ kendisini vatanından çıkartan­ları çıkartması gibi. İkinci vâ'd ise, belli bir şart kaydıyla yapılan va'dlerdir. Yüce Allah'ın şu âyetlerinde olduğu gibi:

"Kim Allah'a tevekkül ederse O kendisine yeter." (et-Talak, 65/3);

"Kim Allah'a iman ederse onun kalbine hi­dâyet verir." (et-Teğâbun, 64/11);

"Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış ye­ri halkeder." (et-Talak, 65/2);

"Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki-yüz kişiye galip gelirler." (el-Enfal, 8/65) ve benzeri buyruklar.

7- Ancak vahiy ile bilinebilen gelecekteki gaybî durumlara dair haber ver­mek. Mesela, yüce Allah'ın Peygamberine dinini bütün dinlere üstün kılaca­ğına dair verdiği va'd bunlardan birisidir. Sözkonusu va'di Allahu Teala şu âyetlnde vermektedir:

"O, Rasûlünü hidâyet ile ve hak din ile gönderen­dir. O, bütün dinlere üstün kılmak için...." (et-Tevbe, 9/33; el-Feth, 48/28; es-Saff, 6l/9). Nitekim bu va'dini gerçekleştirmiştir. Ebu Bekr (radıyallahü anh), ordula­rını gazaya gönderdiğinde yüce Allah'ın dinini üstün tutacağına dair va'di­ni onlara hatırlatıyor ve bununla muzaffer olacaklarına emin olmalarını, ba­şarı elde edeceklerine tam kanaat getirmelerini istiyordu. Hazret-i Ömer de ay­nı şeyi yapıyordu. Ve aralıksız olarak doğuda, batıda, karada denizde fetih ve zaferler ardarda devam edip gitti.

Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Sizden iman edip salih amel işleyenleri, Allah yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti. Tıpkı onlardan öncekileri halife yaptığı gibi." (en-Nur, 24/55);

"Andolsun Allah, Rasûlüne gösterdiği rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaal-lah Mescid-i Haram'a korkusuzca, güvenlik içerisinde.... gireceksinizdir." (el-Feth, 48/27);

"Hani o vakit, Allah size o iki taifeden birinin sizin olaca­ğını va'detmişti."(el-Enfal, 8/7);

"Elif, Lam, Mim. Rumlar mağlub oldular. En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra .... galip geleceklerdir." (er-Rum, 30/1-3).

Bütün bunlar ancak alemlerin Rabbinin yahut O'nun bildirdiği kimsele­rin bilebileceği gayba dair haberlerdir. İşte bu da yüce Allah'ın Rasûlünü bun­lardan haberdar etmesinin, onun doğruluğuna delalet eden delilidir.

8- Bütün insanların dosdoğru kalmalarını sağlayan helal, haram ve diğer hükümlere dair, Kur'ân-ı Kerim'in ihtiva ettiği bilgiler.

9- Çokluğu ve üstün şerefleri itibariyle bir insandan sadır olmaları adeten görülmemiş engin ve sonsuz hikmetler.

10- Kur'ân-ı Kerim'in bütün muhtevası arasında, zahiriyle, batınıyla hiç­bir aykırılık omaksızın tam bir uyum ve münasebet içerisinde bulunması. Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer o, Allah'tan başkası tarafın­dan (gönderilmiş) olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan birçok aykırı­lıklar bulurlardı." (en-Nisa, 4/82)

Derim ki: Bunlar bizim ilim adamlarımızın (Allah'ın rahmeti üzerlerine ol­sun) sözkonusu ettikleri Kur'ân-ı Kerim'in on mucizevî yönüdür. Kur'ân-ı Ke­rim'in en-Nazzam ve bazı Kaderiye'ye mensup kimselerin sözkonusu ettiği on-birinci mucizevi yönü daha vardır. Kur'ân'ın icaz yönü, ona karşı çıkmanın en­gellenmesi ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması halin­de, bundan onların alıkonulmasıdır.İşte bu engelleme ve alıkoyma Kur'ân-ı Kerim'in bizzat kendisinden maada bir mucizedir. Çünkü yüce Allah, onun benzeri olan bir sûreyi meydana getirmeleri için onlara meydan okumakla, ona benzer bir söz ortaya koymak gayesiyle çaba ve gayretlerini ortaya koy­malarını engellemiştir. Ancak böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü, muhalif bir kimsenin ortaya çıkmasından önce bile, bu Kur'ân-ı Kerim'in muciz olduğu üzerinde ümmetin icmaı vardır. Şayet asıl mucize engelleme ve alıkoymak­tır, diyecek olursak, Kur'ân-ı Kerim'in kendisi mucize olmaktan çıkar. Bu ise, icmaa aykırıdır. Durum böyle olduğuna göre, bizzat Kur'ân'ın kendisinin mu­ciz olduğu öğrenilmiş olur. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in fesahat ve belagatı ha­rikulade özelliktedir. Zira bu şekilde bir söze hiçbir şekilde rastlanılmış de­ğildir. Bu söz söyleme şeklinin alışılmış ve bilinen bir şekil olmaması, onla­rın engellenip alıkonulmalarının muciz olmadığını ortaya koymaktadır. Bu ko­nuda Allah tarafından bir engelleme ve alıkoymanın bulunduğu görüşünü ka­bul edenler, de mes'ele ile ilgili iki görüş ortaya atmışlardır: Bunlardan birisine göre, onlar böyle bir şeye güç yetirebilmekten alıkonulmuşlardır. Eğer böyle bir işe kalkışacak olsalardı ondan aciz olurlardı. İkinci görüşe göre, bu­na güç yetirebilmekle birlikte, böyle bir işe kalkışmaktan alıkonulmuşlardır. Eğer kalkışmış olsalardı buna güç yetirebilmeleri mümkün idi.

İbn Atiyye der ki: "Kur'ân-ı Kerim'de meydan okuma şekli, onun söz dü­zeni, manalarının doğruluğu, lâfızlarının fesahatinin kesiksiz ve ardı arkası­na gelmesi iledir. Mucize oluş yönü ise, şanı yüce Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşatması, sözü bütünüyle kuşatmış olmasıdır. Yüce Allah, bu kuşatıcı bilgi­si ile hangi sözün hangisinden sonra geleceğini bilmiştir. Hangi mananın han­gisinin ardından uygun düşeceğini açıkça bilmiştir. Ve bu, Kur'ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar böyledir. İnsanlar iâe bilgisizdirler, unutkandırlar ve yanılırlar. Kesin olarak bilinen husus şu ki, hiçbir insanın bilgisi herşeyi ku­şatıcı değildir. İşte Kur'ân-ı Kerim'in söz dizisi, böylelikle fesahatin en ileri de­recesinde ortaya çıkmıştır. Mes'eleye bu açıdan baktığımız takdirde; Araplar fesahatin en ileri derecesinde bulunan bu Kur'ân-ı Kerim'in bir benzerini ge­tirebilirlerdi. Fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderilince bu işten alıkonuldular ve benzerini ortaya koymaktan aciz düştüler, sözünün tutarsız­lığı ortaya çıkmaktadır.

Doğrusu şudur: Kur'ân-ı Kerim'in benzerini meyda­na getirmek hiçbir zaman hiçbir yaratığın gücünün yapabileceği birşey olma­mıştır. İnsanların bu konuda yetersiz olduğunu açıkça şundan görebiliriz. Fa­sih olan bir kimse, bütün gücü ile bir konuşma metni veya bir kaside ortaya koyar. Daha sonra sene boyunca bunu güzelleştirmeye çalışır durur. Arkasın­dan kendisinden sonra gelen birisine bu kaside veya konuşma metni verilir. O da bunu bütün güç ve kabiliyetiyle ele alır. Onda birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapar. Yine de bunda tartışılacak ve değiştirilecek, üzerinde du­rulması gerekecek yerler kalmaya devam eder. Yüce Allah'ın Kitabı'ndan ise bir tek kelime alınacak olursa, sonra da bütün Arap dili başından sonuna ka­dar araştırılıp ondan daha güzeli bulunmak istenirse kesinlikle bulunamaz."

Kur'ân'ın fesahatinin bir diğer yönü: Şanı yüce Allah bir tek âyet-i keri­mede iki emir.iki nehiy, iki haber ve iki müjdeyi sözkonusu etmektedir. Bu da yüce Allah'ın:

"Biz Musa'nın anasına: Onu emzir... diye vahyettik."(el-Kasas, 28/7) buyruğudur. Maide sûresinin ilk âyetinde de durum böyledir: Orada ahde bağlı kalma emredilmekte, bozulması yasaklanmakta, helalin ge­nel çerçevesi çizildikten sonra, ardı arkasına birtakım istisnalar yapmakta ve sonra da yüce Allah sonsuz hikmet ve kudretini haber vermektedir. Bu an­cak yüce Allah'ın güç yetirebileceği bir şeydir. Yüce Allah, ölümden ve in­sanın yapamadıklarına hasret çekmesinden, âhiret yurdundan, âhiretteki sevap ve cezadan, hayırlı kimselerin umduklarına nail olacaklarından, günah­karların aşağılıklara duçar olacaklarından haber vermiş, dünya hayatına al­danmaktan sakındırmış, dünyayı, dar-ı bekaya nisbetle azlıkla nitelendirmiş bulunmaktadır. İşte, bunları yüce Allah'ın şu âyetlnde görmekteyiz:

"Her can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü ecirleriniz eksiksiz olarak verilecektir...." (Al-i İmran, 3/185)

Yine Kur'ân-ı Kerim'de, öncekilerin ve sonrakilerin kıssaları, şımarmış re­fah ehlinin (mütrefin) akıbeti, helak olanların sonunu bir âyet-i kerimenin ya­rısında şu âyetlnde bizlere haber verilmektedir:

"Onlardan kimilerinin üzerine rüzgar gönderdik. Kimilerini sayha aldı, kimisini yere geçirdik, ki­milerini de suda boğduk." (el-Ankebut, 29/40)

Yüce Rabbimiz, Hazret-i Nuh'un gemisinin durumunu, suda yürütülmesini, ka­firlerin helak edilmesini, sonra tesbit edilen yerde durup orada kalmasını, ye­re ve göğe müsahhar kılınma emirlerinin verilmesini şu buyruklarıyla bize haber vermektedir:

"Dedi ki: Binin içerisine, onun akması da durması Al­lah'ın ismiyledır... O zalimler güruhuna da: 'Uzak olsunlar' denildi." (Hud, 11/41-44) ve buna benzer mucizevi pek çok buyruk.

Kureyşliler, onun benzerini meydana getirmekten acze düşüp: Bunu pey­gamber uydurmaktadır, demeye koyulunca yüce Allah şöyle buyurdu:

"Yok­sa onlar: 'Onu kendisi uydurup düzüyor1 mu derler? Aksine onlar iman et­mezler. Eğer onlar doğru söyleyen kimseler ise, Kur'ân gibi bir söz getirsin­ler." (et-Tur, 52/33-34) Daha sonra yüce Allah, acizliklerini daha ileri dere­cede ortaya koyan şu âyeti indirdi:

"Yoksa: Onu kendisi uydurdu mu di­yorlar? De ki: O halde haydi siz de onun gibi uydurma on sûre getirin." (Hud, 11/13) Bundan da aciz oldukları ortaya çıkınca şu kısa sûrelerden bir tek sûre­nin olsun benzerini meydana getirmelerini isteyerek, onlardan istenen bu mik­tarı daha da aşağıya indirdi. İşte yüce Allah, bu hususta şöyle buyurmakta­dır:

"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun gibi bir sûre getirin." (el-Bakara, 2/23) Ancak bu meydan okumaya kar­şılık veremediler. Cevap vermenin hiçbir yolunu da bulamadılar. Cevap ve­recek yerde, ona karşı savaştılar, inatlaştılar. Kadın ve çocuklarının esir alınmasını tercih ettiler. Şayet ona karşı çıkmaya güç yetirebilmiş olsalardı, elbette ki bu çok daha kolay olur, delillerini daha beliğ bir şekilde ortaya ko­yar ve daha çok etkili olurdu. Üstelik onlar, oldukça belağatle konuşan, di­li iyi bilen ve inceliklerini kavrayan kimselerdi. Fesahat ve güzel söz söyle­mek onlardan öğrenilirdi.

Kur'ân-ı Kerim'in belagatı, güzelliğin en üst seviyesindedir. îcaz (özlü ifa-deleler) ve beyanın en yüce derecelerine sahiptir. Hatta bu konuda, güzel­lik ve iyi olmanın da üstüne çıkarak zirve olmak ve ötelere gitmek alanına dahi geçer. İşte Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)... Ona kapsamlı söz söyleme (cevamiu'1-ke-lim) imkanı verilmiş olmakla, şaşırtıcı hikmetleri dile getirmek meziyetine sahip kılınmakla birlikte, -meselâ- onun cennetin niteliklerine dair sözleri üze­rinde düşündüğümüz takdirde, son derece güzel olmakla birlikte Kur'ân-ı Kerim'in seviyesinden daha aşağılarda olduğu görülür. Hazret-i Peygamber, cenne­ti şu hadisinde şöylece nitelemektedir: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiç­bir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına getirmediği şeyler vardır.[188] [141] Hazret-i Peygamber'in bu sözü, nerede yüce Allah'ın şu buyruları nerede:

"Ora­da canların çektiği, gözlerin (görmekle) zevk aldığı şeyler de vardır." (ez-Zuhruf, 43/71);

"Hiçbir nefis, kendileri için gözleri aydınlatan, neler gizlen­diğini bilmez." (es-Secde, 32/17) Bu buyruklar vezin itibariyle daha mute­dil,terkipleri daha güzel, lâfızları daha tatlı, harfleri daha azdır. Üstelik i'caz, ancak bir sûre veya uzun bir âyet miktarında muteber kabul edilmektedir. Çünkü söz uzadıkça, o sözü kullananın kullanım alanı genişler. Diğer taraf­tan özlü anlatımı seçenin de söz söyleme alanı daralır. İşte bu şekilde Arap-lara karşı susturucu delil ortaya konulmuş oldu. Çünkü onlar, fesahat erba­bı kimselerdi. Eğer Kur'ân'a benzer bir örnekle karşı çıkmak mümkün olsay­dı, bunu onların yapması beklenirdi. Tıpkı İsa (aleyhisselâm)'ın gösterdiği mucizede, tabiplere karşı delilin, Hazret-i Musa'nın mucizesinde de sihirbazlara karşı deli­lin ortaya konulması gibi. Şanı yüce Allah, gönderdiği peygamberlere, o pey­gamberin döneminde insanların en ileri bulundukları ve en çok ün saldık­ları alan ile ilgili olacak şekilde mucizeler vermiştir. Hazret-i Musa döneminde si­hirbazlık en ileri noktaya ulaşmıştı. Tıp da Hazret-i İsa zamanında böyleydi. Mu-hammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde de fesahat bu şekildeydi.