10 Reye Dayanarak Kur'ân'ı Tefsir, Buna Kalkışmak ile İlgili Tehditler ve Müfessirlerin MertebeleriHazret-i Âişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın Kitabından ancak Cebrail'in açıklamalarını kendisine öğrettiği sayılı âyetleri tefsir ederdi. ibn Atiyye der ki: Bu hadis, Kur'ân'da sözü geçen gaybi haberler, ........ tefsir edilmesi ve buna benzer ancak yüce Allah'ın ihsan edeceği basar ile bilinebilen hususlara dairdir. Kıyametin kopma zamanı, lâfızları itibariyle anlaşılır olan (ancak gaybi özellikleri de bulunan) Sûr'a üfürme sası göklerin ve yerin yaratılışlarındaki tertip (sıralama) gibi hususlar, Allah'ın içirmediği gaybî hususlara örnektir. Tirmizî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bildikleriniz dışında bana bir söz isnad etmekten sakınınız. nkü kasdi olarak bana yalan isnad eden kişi cehennemdeki yerine hazırcın."[143] [78] Yine Cündeb'den rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kim Kur'ân'a dair kendi görüşüne dayanarak bir söz söylerse, isabet etse dahi hata eder." Tirmizî der ki, bu garib bir hadistir. Bunu ayrıca Ebu Davud da rivayet etmiştir.[144] [79] Onun ravilerinden birisi hakkında[145] [80] zayıf olduğunu belirtir, ifadeler kullanılmıştır. Rezin, ayrıca şunları ekler: Ve her kim kendi görüşüne dayanarak söz söy-er ve hata ederse, o kâfir olur. Nahiv ve lügat alimi Ebu Bekr Muhammed : el-Kasım b. Beşşar b. Muhammed el-Enbârî, "Kutabu'r-Red" adlı eserinde şunları söylemektedir: İbn Abbas yoluyla gelen hadis-i şerif iki şekilde açıklanmıştır. Bu açıklamadan birisi şöyledir: Her kim, Kur'ân-ı Kerim'in müşkil lâfızları ile ilgili olarak ashab ve tabiinin teşkil ettiği ilk müfessirlerin göuflerinden olduğu bilinmeyen sözler söylerse, o kişi kendisini Allah'ın ga-:,iDina maruz bırakır. Diğer açıklama şekli ise, -ki iki görüşten daha sağlam t mana itibariyle daha doğru olan açıklama şeklidir-: Her kim Kur'ân-ı Kerr. hakkında hakkın başkası olduğunu bile bile bir söz söylerse, cehennem-ie yerine hazırlansın. Hadis-i şerifte geçen: "hazırlansın kelimesi. anlamı, orda konaklasın, demektir. Şair şöyle demiştir: "Soyu itibariyle aşiretinin en şereflileri arasında yerini almıştır Ve o kavini arasında böylece yer edinmiştir." (İbnul-Enbârî) Hazret-i Cündüb yolu ile gelen hadis hakkında da şunları söylemektedir: Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifte geçen "görüş" ile hevanın kastedildiğini söylemişlerdir. Her kim Kur'ân-ı Kerim'e dair kendi heva-sına uygun, fakat selef imamlarından da nakletmediği bir görüş söylerse isabet etse dahi hata eder. Çünkü Kur'ân-ı Kerim hakkında aslını astarını bilmediği bir şeyi söylemiş, Kur'ân'a dair rivayetleri nakleden kimselerin görüşlerini bilmeksizin kendi kanaatini ortaya atmış olur. İbn Atiyye der ki: Bunun anlamı şudur: Kişiye, yüce Allah'ın Kitabı'nda yer alan bir buyruğun manasının ne olduğu sorulur. O da bu konuda ilim adamlarının dediklerine, nahiv ve usul gibi ilimlerin konu ile ilgili kurallarının gereğine bakmaksızın haddi olmayan görüşler ileri sürer. Dil bilginlerinin Kur'ân-t Kerim'in kelimeleri ve lâfızlarıyla ilgili, dil açısından açıklamalarda bulunmaları, nahivcilerin nahiv kurallarını, fukahanın manasını açıklamaları bunun kapsamına girmez. Bu ilim adamlarının her birisi, ilim ve inceleme yasalarına uygun olarak kendi içtihadını ortaya koyar. Bu şekilde görüş beyan eden bir kimse, sadece kendi görüşüne dayanarak görüş beyan eden bir kimse değildir. Derim ki: Bu doğru bir açıklama şeklidir. İlim adamlarından birçok kişinin tercih ettiği görüş de budur. Kur'ân-ı Kerim'e dair kendi vehmine ve hatırına geldiği şekilde, ilgili esaslara uygun istidlalde bulunmaksızın görüş belirten bir kimse hata eder. Anlamı üzerinde ittifak edilen muhkem esaslara göre, açıklamalarda bulunarak onun anlamını çıkartmaya çalışan kimse ise övülmüştür. Bazı ilim adamları şöyle demektedir: Tefsir, konu ile ilgili rivayetleri dinlemiş olmaya bağlıdır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Rasûlüne döndürünüz." (en-Nisa, 4/59) diye buyurmaktadır. Ancak böyle bir açıklama yanlıştır, tutarsızdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in tefsirinin yasaklanmasından kasıt, ya sadece nakil yoluyla gelen ve kulaktan kulağa alınan rivayetler ile yetinip hüküm çıkarmayı terketmektir veya başka birşey kastedilmiştir. Bununla kişinin Kur'ân-ı Kerim hakkında ancak işittiği rivayetlere dayanarak söz söylememesinin kastedildiği iddiası batıldır. Çünkü ashab-ı kiram, Kur'ân-ı Kerim'i okumuş ve onun tefsiri ile ilgili farklı görüşler ortaya atmıştır. Onlar bütün bu söylediklerini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den işitmiş olamazlar. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Abbas'a dua etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah'ım, onu dinde fa-kih kıl ve ona te'vil ilmini öğret."[146] [81] Eğer te'vil de tenzil (Kur'ân-ı Kerim) gibi işitilerek nakledilmesi gereken birşey olsaydı, İbn Abbas'a böyle özel bir duada bulunmanın manası ne olurdu? Bu gayet açık bir husustur. Bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Bununla birlikte, buna dair, etraflı açıklamalar -inşaallah- Nisa sûresinde gelecektir. Burada görüşe dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i açıklamanın yasaklanması şu iki anlamdan birisi hakkında kabul edilir: 1- Herhangi bir şeye dair bir görüşü olur, tabiatı ve hevâsı da ona meyletmekte olduğu için kalkar, Kur'ân-ı Kerim'i görüş ve hevasına uygun bir şekilde te'vil eder ve maksadının doğruluğuna delil göstermeye çalışır. Şayet böyle bir görüş ya da hevası olmamış olsaydı, Kur'ân-ı Kerim'den böyle bir anlamı çıkartması sözkonusu olmazdı. Bu şekilde bir açıklama, kimi zaman bilerek yapılır. Kur'ân-ı Kerim'in birtakım âyetlerini bid'at görüş ve kanaatlerinin doğruluğuna delil gösteren kimsenin yaptığı gibi. Halbuki böyle bir kimse bu âyet-i kerimeden bunun kastedilmediğini bilmektedir. Ancak onun bu şekilde bir açıklama yapmaktan kastı, karşı tezi savunan kimseye iddiasının doğru olduğu izlenimini vermektir. Kimi zaman da böyle bir açıklama bilmeden yapılır. Bu da âyet-i kerimenin o anlama gelme ihtimali bulunduğu için maksadına uygun gördüğü anlama şekline meyil göstermesi ve kendi görüş ve nevasından başka bir delile dayanmaksızın, o yönü tercih etmesi şeklinde olur. Böylelikle Kur'ân-ı Kerim'i kendi görüşüyle tefsir etmiş olur. Yani sahip olduğu kişisel görüşünü, o açıklama şeklidir diye takdim etmiştir. Şayet o görüşe kendisi sahip olmamış olsaydı, o açıklama şekli onun için ağırlık kazanmazdı. Kimi zaman da sağlıklı ve doğru bir maksada sahip olur. O bakımdan Kur'ân-ı Kerim'den ona uygun bir delil araştırır. O âyet ile kendisinin kastetmek istediğinin anlatılmadığını bile bile delil gösterir. Mesela, katılaşmış kalbe karşı bir mücahede vermeye davet eden bir kimsenin kalkıp: Yüce Allah: "Fir'avn'a git, çünkü o azmıştır" (Taha, 20/24) deyip bu esnada kalbine işaret etmesi ve burada geçen "Fir'avn" lâfzı ile böyle bir kalbin kastedildiğini hissettirmeye çalışması gibi. Bu tür bir açıklama şekli sözlerine güzellik katmak, dinleyenleri teşvik etmek üzere doğru maksatlar için birtakım vaizler tarafından kullanılır. Ancak böyle birşey yasaktır. Çünkü bu tür bir açıklama lügatte bir kıyastır. Bu da caiz değildir. Bazen Batınîler, fasid maksatları uğruna bu tür açıklama şeklini kullanırlar. Bundan kasıtları ise, insanları aldatıp kendi batıl mezheplerine çekmektir. Böylelikle onlar, Kur'ân-ı Kerim'i kat'iyyen kastedilmedikleri bildikleri birtakım manalara yorumlayarak kendi görüş ve mezheplerinin mahkumu haline getirirler. İşte bütün bu hususlar, kişisel görüşe dayanarak yasaklanan tefsir (açıklama) şekillerinden bir tanesidir. 2- İkinci şekil ise, Kur'ân-ı Kerim'in garip lâfızları ile ilgili nakil ve kulaktan kulağa aktarılarak gelen rivayetleri tesbit etmeye kalkışmaksızın, Kur'ân'da bulunan müphem (üstü kapalı) ve mübeddel[147] [82] lâfızlara bakmaksızın, Kur'ân'daki ihtisar, (kısaltma) hazf, (anlamı bozmayacak şekilde kelimeyi/kelimeleri açıktan zikretmeme), izmar (anlamı tamamlayan kelime takdir etme), takdim ve te'hirlere dikkat etmeksizin, sadece Arapçanın zahirî kurallarını göz önünde bulundurarak Kur'ân'ın tefsirine kalkışmak ve gereken teenniyi göstermemek. Tefsirin zahirini sağlam tutmayan ve sadece Arapçayı anlayarak anlamlan çıkartmaya kalkışan bir kimsenin yanlışlıkları çok olur ve görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i açıklamaya çalışanlar zümresine girer. Yanlışlıklardan korunabilmek için tefsirin zahirinde nakil ve semâ'ın (kulaktan rivayet dinleme) kaçınılmaz olduğu bilinmelidir. Artık bundan sonra kavrama ve istinbat alanı önünde genişler. Ancak sema yoluyla anlaşılabilecek garib ifadeler pek çoktur. Zahirin sağlamlaştırılmasından önce batının (derin anlamların) anlaşılabilmesini ummamak gerekir. Çünkü yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu biliyoruz: "İşte Semud'a da gözleri göre göre, o dişi deveyi verdik de bu yüzden zulmettiler." (el-İsra, 17/59) Bunun anlamı şudur: Biz onlara göz göre göre bir âyet (mucize) verdik. Onlar da bu mucizeyi (dişi deveyi ) öldürmekle kendilerine zulmettiler. Arap dilinin zahirî anlamlarına bakan kimse, bu ifade ile dişi devenin, gözleri gören bir deve olduğunu sanır ve kavminin ne surette zulmettiklerini de bilmez, onlar ise hem kendilerine hem başkalarına zulmetmişlerdir. İşte burada hazif ve izmar vardır. Kur'ân-ı Kerim'de bunların misalleri pek çoktur. İşaret ettiğimiz bu iki şeklin dışında kalan şekiller, "şahsî görüşe dayanılarak yapılan tefsirlerin yasaklanması" kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İbn Atiyye der ki: "Sa'id b. el-Museyyeb, Amir eş-Şa'bi ve benzerleri selef-i saliha mensup ileri gelen birtakım kimseler, Kur'ân'ı Kerim'in tefsirini büyük bir iş kabul ediyor, bilmelerine ve bu konuda oldukça ileri seviyede olmalarına rağmen, kendileri adına ihtiyat ve takvayı elden bırakmıyor, tefsir yapmaktan kaçınıyorlardı." Ebu Bekr el-Enbârî der ki: Geçmiş selefin ileri gelen ilim adamları, Kur'ân-ı Kerim'in müşkil lâfızlarını açıklamaktan çekinirlerdi. Onlardan kimisi, yapacağı bu açıklamanın yüce Allah'ın maksadına uygun düşmeyeceğini kabul ediyor ve bundan dolayı konu ile ilgili söz söylemekten çekiniyordu. Kimisi de tefsirde bir imam kabul edilerek onun izlediği yolun esas alınmasından ve bu yolun takip edilmesinden korkuyordu. Olabilir ki, sonradan gelen bir kişi kendi görüşüne dayanarak bir kelimeyi açıklar ve bu konuda hata eder ve: "Görüşüne dayanarak Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekte benim uyduğum önder, selefe mensup filan önder kişidir" demesinden çekini-yorlardı. İbn Ebi Müleyke'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ebu Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'a Kur'ân-ı Kerim'deki bir yerin tefsiri soruldu, şu cevabı verdi: Ben Allah'ın Kitabı'ndan bir buyruk hakkında yüce Allah'ın muradının hilâfına bir söz söyleyecek olursam, hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni taşır? Ben nereye giderim ve ne yapabilirim? İbn Atiyye der ki: "Selefin ileri gelenlerinden sayıca pek çok kişi de Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmekten geri kalmazlardı. Onlar bu konuda gerçekten müslümanlara karşı şefkatli ve merhametli davranmış oldular. Allah onlardan razı olsun. Müfessirlerin başı ve aralarında Allah'ın yardımına mazhar olan kişileleri Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh)'dır. Ondan sonra Abdullah b. Abbas gelir. Abdullah b. Abbas kendisini bu işe vermiş ve tamamlamıştır. Bu konuda onun izinden Mücâhid, Said b. Cübeyr ve başkaları gitmiştir. Tefsire dair Abdullah b. Abbas'tan öğrenilen ve kaydedilenler Hazret-i Ali'den gelenlerden daha fazladır." İbn Abbas der ki: Ben Kur'ân tefsirine dair ne öğrendimse Ali b. Ebi Ta-lib'den öğrendim. Ali (radıyallahü anh), İbn Abbas'ın tefsir yapmasını över ve ondan tefsiri öğrenmeye teşvik ederdi. İbn Abbas'ın kendisi de şöyle dermiş: Abdullah b. Abbas Kur'ân-ı Kerim'in ne güzel tercümanıdır! Hazret-i Ali de onun hakkında şöyle demiştir: İbn Abbas sanki incecik bir perdenin arkasından gayba bakmaktadır. Ondan sonra Abdullah b. Mes'ud, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Amr b. el-As gelir. Ashab-ı Kiram'dan nakledilen her bir rivayet güzeldir ve önceliklidir. Çünkü onlar, Kur'ân-ı Kerim'in nüzulüne tanık olmuşlardır ve Kur'ân onların diliyle yazılmıştır. Âmir b. Vasile dedi ki: Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh)'ı hutbe okurken dinledim. Hutbesinde şöyle diyordu: Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim, Kıyamet gününe kadar olacak her neyi bana sorarsanız mutlaka onu size söylerim. Bana Allah'ın Kitabı hakkında soru sorunuz. Allah'a yemin ederim Kur'ân-ı Kerim'deki bütün âyetlerin her birisinin gece mi yoksa gündüz mü nazil olduğunu, düzlükte mi dağda mı nazil olduğunu bilirim. Bunun üzerine İbn'ül-Kevvâ ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey mü'minlerin emiri, "tozutup savuranlar" (ez-Zariyat, 51/1) ne demektir? diye sorar. Ondan sonra da rivayetin geri kalan kısmını kaydeder. el-Minhal b. Amr dedi ki: Abdullah b. Mes'ud dedi ki: Eğer Allah'ın Kitab'ını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu ve binek sırtında ona gidilebileceğini bilsem, mutlaka o kimsenin yanına giderim. Adamın birisi ona: Ali b. Ebi Talib ile hiç karşılaştın mı? diye sorar. Abdullah: Evet karşılaştım cevabını verir. Mesrûk dedi ki: Ben Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabının, bir su havuzuna benzediklerini gördüm. Onlardan kimisi bir kişiyi suya kandırır, kimisi iki kişiyi, kimisi de bütün insanlar ondan su almaya gelecek olsa hepsine de yetecek kadar su verbilirdi. İşte Abdullah b. Mes'ud bu tür havuzlardan birisidir. Bu menkıbeleri Ebu Bekr el-Enbârî "Kitabu'r-Red" adlı eserinde kaydetmektedir. Ebu Bekr dedi ki: Bize Ahmed b. el-Heysem b. Halid anlattı. Bize Ahmed b. Abdullah b. Yunus anlattı, bize Sellam Zeyd el-Ammî'den, o Ebu Sıddîk en-Nacî'den, o Ebu Said el-Hudrî'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ümmetime karşı en merhametli olan kişi Ebu Bekir, Allah'ın dininde en kavi olanları Ömer, aralarında en içten haya duyanları Osman, en güzel hüküm verenleri Ali, miras hukukunu en iyi bilenleri Zeyd, aziz ve ce-lil olan Allah'ın Kitabı'nı en güzel okuyup bilenleri Ubeyy b. Ka'b, helal ve haramı en iyi bilenleri Muaz b. Cebel, bu ümmetin emini Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'tır. Ebu Hureyre, ilim dolu bir kap, Selman ise dipsiz bir ilim denizidir. Ebu Zer'den daha doğru sözlüsünü ise ne sema gölgelendirmiş, ne de yer sırtında taşımıştır."[148] [83] İbn Atiyye der ki: "Tabiin müfessirleri arasında öne geçenlerden Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Alkame sayılabilir. Mücâhid, İbn Abbas'tan iyice anlayarak, belleyerek, her âyet üzerinde dura dura ilim öğrenmiştir. Bunlardan sonra İkrime ve Dahhak gelir. İbn Abbas'ı görmemekle birlikte Dah-hâk, İbn Cübeyr'den ilim öğrenmiştir. es-Süddî'ye gelince Amir eş-Şa'bi, onu ve Ebu Salih'i tenkid ederdi. Çünkü onun görüşüne göre onlar gerekli tedki-ki yapmakta ihmalkâr davranırlardı." Derim ki: Yahya b. Main şöyle demiştir: el-Kelbi birşey değildir. Yahya b. Said'den, rivayete göre o, Süfyan'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: el-Kelbi dedi ki: Ebu Salih şöyle dedi: Sana ne anlatümsa yalandır. Habib b. Ebi Sabit der ki: Biz ona -yani Um Hani'in azatlısı Ebu Salih'e-"dürûğ-zen" derdik. Bu ise Farsların dilinde "yalan söyleyen kişi" demektir. Daha sonra yüce Allah'ın Kitabı'nın tefsirini, sonradan gelenlerin en adil olanları taşıdı. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Sonradan gelen her bir neslin arasından bu ilmi adaletli olanları yüklenip taşır. Bunlar aşı rı gidenlerin tahriflerini, batılcıların hırsızlıklarım ve cahillerin yanlış te'vil-lerini bertaraf ederler." Bunu Ebu Ömer ve başkaları rivayet etmiştir.[149] [84] el-Hatib Ebu Bekr Ahmed b. Ali el-Bağdadî der ki: İşte bu Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen ve bu ilim adamlarının dinin bayrakları, müslümanların önderleri olduklarına dair bir tanıklıktır. Çünkü bu ilim adamları, şeriatı tahriften ve batılın değiştirmelerinden korumuş, ahmak ve cahillerin te'villerini reddetmişlerdir. Din hususunda bunlara başvurmak ve bunların dediklerini esas almak gerekir. Allah onlardan razı olsun. İbn Atiyye der ki: "Abdurrezzak, el-Mufaddal, Ali b. Ebi Talha, el-Buha-rî ve başkaları tefsire dair telifler yapmışlardır. Daha sonra Muhammed b. Ce-rir -Allah'ın rahmeti üzerine osun- dağınık şekilde bulunan tefsir rivayetlerini toplayıp bir araya getirdi, uzaklıkları dolayısıyla erişilmesi zor olanları yaklaştırdı ve isnadları kaydetmek hususunda da sadra şifa verdi. Müteahhir-ler arasında öne çıkanlardan Ebu İshak ez-Zeccac ile Ebu Ali el-Farisî de yer alır. Ebu Bekr en-Nakkaş ve Ebu Ca'fer en-Nahhas'ın ise, çoğunlukla ilim adamları tarafından eksikleri tesbit edilmiştir. Mekkî b. Ebi Talib de onların yolundan gitmiştir. Ebu'l-Abbas el-Mehdevî, telifi sağlam birisidir. Bunların hepsi de ecre layık, ecri hak eden müctehidlerdir. Allah onlara rahmetini ihsan buyursun ve onların yüzlerini ak etsin." |