4. Basra OkuluBu tefsir okulunun temsilcileri, Hazret-i Ali (ö.40/661) ile mezkûr halifenin hilâfet günlerinde Basra’da valilik görevinde bulunan (36/656-40/660) ve sonra bu görevinden 40/660 tarihinde ayrılan İbn Abbâs (ö. 68/687) ve Hazret-i Ömer tarafından Basra valisi el-Mugîra ibn Şu’be es-Sekafî (ö.50/670)’nin yerine vali tayin edilen (17/638), Hazret-i Osman (ö. 35/656) devrinde de bir müddet aynı vazifede kalan[8] Ebû Mûsa el-Eş’arî Abdullah ibn Kays’dır (ö. 44/664) “radiyallahü anhüm”. Bu okulun ileri gelen müfessir tâbiîleri, el-Hasenu’l-Basrî ile Ebû’l-Âliyye Rufeyyi’ ibn Mihrân er-Riyâhî (ö.90/708), Katâde ibn Diâme (ö.118/736) ve Rabî’ ibn Enes’dir (ö.139/756) “rahmetüllahi aleyhim”. Hasen’in Basra okulunun sahâbî temsilcilerinden tefsir dinlemesi, başka bir ifadeyle onlardan rivâyette bulunması, önceki bölümlerde ele alınmıştı. Onun için burada, tekrar konu edilmeyecektir[9]. Kitâbu’l-Mebânî müellifi, Katâde’nin, Enes ibn Mâlik ve Ebû’t-Tufeyl (ö.102/720) dışında herhangi bir sahabî ile sohbetinin bilinmediğini; ancak diğer birkaç sahabîyi gördüğünü, onlarla fazla sohbeti olmadığını ve onlardan bir rivâyette bulunmadığını kaydetmekte[10] ise de, İbn Hacer, Abdullah ibn Serces[11] ve Safiyye bintu Şeybe (ö.86-96/705-714) (Sahâbiyye olduğu ihtilâflıdır)’den de rivâyeti olduğunu, söylüyor[12]. İbn Sa’d ve İbn Hıbbân, Katâde’nin doğruluk ve güvenirliğine şahâdet ediyorlar. Rabî’ de, Enes ibn Mâlik’ten rivâyeti olan sika bir tâbiîdir. Ebû’l-Âliyye ise, Cahiliyye devrine yetişmiş, ancak Resulüllah’ın vefatından sonra iman etmiş âlim ve güvenilir bir zattır; onun, Basra ilim çevresinde müstesna bir yeri vardır. Ali, İbn Mes’ûd, İbn Ömer, Ebû Mûsa el-Eş’arî, Ubeyy ibn Kâ’b, İbn Abbâs, Huzeyfe ibn Yemân, Ebû Hureyre, Âişe, Enes ibn Mâlik ve Ebû Zerr “radiyallahü anhüm” gibi seçkin sahâbeden rivâyette bulunmuştur. Böylece buraya kadar tefsirde isimlerine sık raslanan tâbiûn müfessirlerinin ileri gelenleri görüldü. Şimdi, onların re’y ve ictihadlarını ifade eden kavillerinin tefsir ilmindeki değerine geçilebilir. Ancak önce şunu belirtmekte yarar vardır: Sahâbenin, sebeb-i nûzûl, şer’î hüküm koyan ve ahiret âlemi gibi bilinmesi aklen imkân dahilinde olmayan konularla ilgili haberleri, Resulüllah’tan işitmiş olacaklarına hamledilip, bunlara m e r f û’ rivâyetler ve bunların dışında kalan kendi re’y ve ictihadlarına ise m e f k û f rivâyetler[13] ismi verilmektedir. Tâbiûnun bu sözlerinin dinde huccet (delil, belge) olarak kullanılıp kullanılamıyacağı üzerinde şu görüşler vardır: Ahmed ibn Hanbel (ö.241/855)’den gelen iki rivâyetten birine göre, tâbiî sözünün, tefsirde delil olamıyacağı hakkındadır[14]. Şu’be ibn Haccâc da aynı görüştedir[15]. İmâm A’zam Ebû Hanîfe ise konuyu bir mantık silsilesine bağlayarak “Resulüllah’tan gelenlerin başımız üstünde yeri vardır; sahâbeden nakledilen rivâyetlerden istediğimizi almakta muhayyeriz; (Hasan-ı Basrî, Sa’îd ibn el-Museyyeb, en-Nehaî ve eş-Şa’bî gibi) tâbiûna gelince, onlar da (re’y ehli) kişiler, biz de (re’y ehli) kişileriz.[16]” şeklinde görüşünü açıklamaktadır. Bu durumda, tâbiûn re’ylerinin huccet olarak alınmaması, tâbiûn tabakasının, sahâbe gibi, şer’î delille doğruluk ve güvenilirliklerinin teminat altında bulunmamasından ileri gelmektedir. Her ne kadar, tâbiûna genel anlamda, Hazret-i Peygamber’in “İnsanların en hayırlısı benim asrım(daki ashâbım)dır; sonra, onlara yakın olan (tâbiî) lar, sonra da, onları izleyenler (etbâ-ut-tâbiîn/tebe-ut-tâbiîn) dir.[17]” hadisiyle, kendilerinden sonraki nesillere oranla, bir üstünlükleri ve sahâbe-i kirâmı görmeleri gibi bir imtiyazları varsa da, bu sahâbe hakkındaki deliller ayarında bir mevsûkiyeti ifade ettiği de söylenemez. Bununla beraber, İbn Hanbel’den gelen diğer bir rivâyetde, tâbiûn sözlerinin kabule değer görüldüğü şeklindedir. Nitekim, Tefsîru Abdurrezzâk, Câmiu’l-beyân (et-Taberî), el-Keşf ve’l-beyân, Tefsîru’l-Kur’ân (İbn Kesîr), ed-Durru’l-mensûr gibi rivâyet tefsirlerinde ve Ahkâmu’l-Kur’ân (el-Cessâs), Te’vîlâtu’l-Kur’ân, Mefâtîhu’l-gayb gibi meşhur re’y tefsirlerinde, tâbiîlerin birçok kavline yer verildiği görülmektedir. Çünkü, tâbiûnun sözleri, sahâbenin yaşayış ve fikirlerinin, âdeta birer aynasıdır. Mucâhid’in baştan sona üç kere Kur’ân-ı Kerîm’i İbn Abbâs’a arzedip, bu arada kendine müşkil gelenleri sorması[18], Enes ibn Mâlik’in kendisine yöneltilen bir soru üzerine seyyidimiz olan Hasen (-ı Basrî’y)’e sorunuz[19] demesi, bunun en açık delillerindendir. Buhârî’nin Sahîh’i başta olmak üzere, birçok hadis mecmuasında, tâbiûnun re’y ve ictihadlarını görmek mümkündür. Meselâ, Sahîhu’l-Buhârî’de Hasen’in elliden fazla maktû’ kavli yer almaktadır. Bu gösteriyor ki, müfessir veya muhaddis, doğruluk ve güvenirliğine inandığı bir tâbiînin sözünü nakletmekte bir beis görmüyor. İleride de belirtileceği gibi, müfessir ve muhaddis İbn Kesîr, Tefsirinde Hasen’den birçok kavil naklediyor ki, onun rivâyetlerin sıhhatinde gösterdiği hassasiyet, ilim erbâbınca gayet iyi bilinir. Burada mühim olan sahâbe veya tâbiûn sözlerinin, asliyetleri bozulmadan, sika râvilerce gelecek nesillere ulaşmış olduğunun tespit edilmesidir. Çünkü, Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra, İslâm âleminde fitnenin baş göstermesi; Kitâb ile Sünnete aykırı bid’at fırkalarının ortaya çıkışı; İsrâiliyyât[20] ile ilgili kıssa ve haberlerin yayılışı; çok çirkin ve dînen tehlikeli olan hadis adı altında bazı sözlerin vaz edilmesi ve benzeri faktörler, bu tespitin yapılmasını, yani cerh ve ta’dîl ilminin ortaya çıkmasını zorunlu kılmıştır. İşte bu bilim dalının genellikle her muhaddise göre şekil alan ölçüleriyle elde mevcut bütün rivâyetler değerlendirilmiş ve bir hükme bağlanmıştır. Bir rivâyetin, meselâ söz konusu tâbiî kavillerinin tefsirdeki değeri, böyle bir tenkit süzgecinden geçirildikten sonra, alacağı hükümle ortaya çıkmaktadır. Özet olarak denilebilir ki, tâbiûn sözleri, sahâbe hakkındaki deliller ayarında bir mevsûkiyeti ifade etmese de, doğruluğu tespit edilenlerin, dinî nasların açıklanmasında delil olarak kullanıldığı, uygulamada görülen bir gerçektir. Kaynak: 2005, Etem Levent, Hasan-ı Basrî’nin Hayatı, Öğretim ve Tefsir Yöntemi. Arı Sanat Yayınları, İstanbul. [1] Mukaddimetân (nşr. Arthur Jeffery), s.196; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, XII,227. [2] Ali ibn Ebî Talha’yı Kitâbu’l-mebânî (Mukaddimetân, s.196) ve el-Burhân (II,158) müellifleri, tâbiîler arasında saymışlardır. [3] İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-cerh ve’t-ta’dîl, Haydarâbât 1373/1953, IV,458; Mukaddimetân (nşr. Arthur Jeffery), s.196. [4] İsmâil Cerrahoğlu, Kur’ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller, Ankara 1968, s.159. Bu konuda geniş bilgi için bk. İsmâil Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, Ankara 1971, s.266. [5] Irâkî, et-Takyîd ve’l-îdâh, s.79. [6] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, VII,212-215. [7] İbn Ebî Hâtim, Kitâbu’l-cerh ve’t-ta’dîl, II,184; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, VII,214. [8] İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe, II,359-360. [9]Kitâbu’l-mebânî sahibi, Hasan-ı Basrî’yi İbn Abbâs’ın talebelerinden sayar. Bk. Mukaddimetân (nşr. Arthur Jeffery), s.196. [10] Mukaddimetân (nşr. Arthur Jeffery), s.196. [11] Zehebî, el-Kâşif, II,90. [12] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, VIII,351. [13] Bk. Irâkî, et-Takyîd ve’l-îdâh, s.66. [14] Zerkeşî, el-Burhân, II,158; Suyûtî, el-İtkân, II,179. [15] Zerkeşî, a.g.e., II,158; Suyûtî, a.g.e., II,179. [16] M. Huseyn ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-mufessirûn, I,128. Aynı manayı veren bir başka rivâyet için bk. Serahsî, Usûlu’s-serahsî, II,114. [17] Buhârî, el-Câmiu’s-sahîh, V,3. [18] Taberî, Câmiu’l-beyân, I,31; Suyûtî, el-İtkân, II,189. [19] Serahsî, Usûlu’s-serahsî, II,115; Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Tabakâtu’l-fukahâ’, s.69; İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, II,264. [20] Tâbiîlerden İsrâiliyyât ile ilgili haberlerin çoğu, Kâ’bu’l-Ahbâr (ö.32/652) ile Vehb ibn Munebbih (ö.110/728)’ten gelmektedir. İmam Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî, Kâ’bu’l-Ahbâr’dan rivâyette bulunmakta, dolayısıyla bu muhaddislerin gözünde Kâ’b, sikadır. Vehb ibn Munebbih için Zehebî, Iclî, Ebû Zur’a, Nesâî ve İbn Hıbbân, sika demekte ve Buhârî, ondan rivâyette bulunmaktadır. Bk. İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbu’t-tehzîb, XI,166 ve VIII,438. |