Rivâyet (naklî) ve Dirâyet Tefsirlerinin Özellikleri1. Rivâyet TefsiriKur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde, yine Kur’ân’ın kendisinden; sünnetten; sahâbe-i kirâmın sebeb-i nüzûl ve şer’î hüküm ifade eden haberlerinden, âhiret âlemi gibi, aklen bilinmesi imkânsız olan konulara dair kavillerinden ve konusu itibariyle mutlaka (sünnet ve sahâbenin m e r f û’ hükmündeki haberleri gibi) şer’î bir kaynağa dayandığı anlaşılan tâbiûn sözlerinden (m a k t û’) istifade edilerek yapılan tefsire, rivâyet tefsiri veya et-tefsîr bi’l-me’sûr denir. Her ne kadar tâbiûn kavillerini, rivâyet tefsiri içinde düşünmeyenler varsa da, Tefsîru Abdirrazzâk, Tefsîru’t-Taberî ve benzeri birçok me’sûr tefsirde, tâbiûndan nakiller yapıldığı bir vâkıadır. Burada önemli olan, sünnetin veya sahâbe ve tâbiûn sözlerinin, nakdu’r-ricâl denilen senet kritikleri yapılarak, sıhhat kazanmış olmalarıdır. Böylece, rivâyet tefsirinin, usûl-ı hadisle çok sıkı bir bağlılığı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü rivâyetler, usûl-ı hadis ölçülerine göre alacakları hükümle, bir kıymeti hâiz olmaktadırlar. İşte böyle bir işleme duyulan ihtiyaç, genellikle şu üç sebepten ileri gelmektedir: 1. Hadis ismi altında bazı sözlerin vaz edilmesi, 2. Kitâb ve sünnetin ruhuna aykırı İsrâiliyyât denilen yahudî ve hristiyan kaynaklı haberlerin, bazı dinî ilimlere sızma ihtimalinin bulunması ve 3. Rivâyetlerin naklinde, senetlerin hazfedilmesi (düşürülmesi). Me’sûr tefsirin bu üç muhtemel olumsuz faktörden uzak olabilmesi için, müfessirin, aynı zamanda muhaddis de olması gerekir. Onun için, rivâyet müfessirlerinin çoğunun, muhaddislerden olduğu görülmektedir[1]. Bu arada Ahmed ibn Hanbel’den “Megâzî, melâhim (harp ve kahramanlık haberleri) ve tefsîr adı altındaki üç kitabın aslı yoktur.[2]” şeklinde gelen rivâyet, bütün me’sûr tefsirleri şâibe altına alacak nitelikte olmasa gerektir. Çünkü, binlerce hadisi toplayan[3] “Ali ibn Ebî Talha (ö.143/760)’nın sahîfesini görmek için, bir kimse, Mısır’a yolculuk etmiş olsa, bu büyük bir iş değildir.[4]” diyen İbn Hanbel’in bu sözüyle diğerini bağdaştırmanın zorluğu ortadadır. Herhalde böyle bir netice ile karşılaşan Zerkeşî, adı geçen rivâyeti “Çoğunlukla onun (tefsirin) muttasıl sahîh senetleri olmasa da, bu konuda birçok sahîh hadis ve haber vardır.[5]” şeklinde yorumlamak gereğini duymuştur. 2. Dirâyet Tefsiri ve Müfessirin ÖzellikleriKur’ân-ı Kerîm tefsirinde rivâyet yolu, keyfî ve indî görüşlere düşmekten korunma bakımından, en emniyetli bir metot olarak görülmektedir. Ancak müslümanın, itikâd ve yaşayısında temel düstur olarak kabul ettiği Kitâb’ında, rivâyet tarikıyla gelen harberlerin açıklamadığı mübhemâtın tefsirine duyulan ihtiyaç, birçok şer’î delilin öngördüğü tefekkür ve tedebbür[6] emri, dirâyet tefsirinin doğuşunu hazırlayan sebepler arasında yer almaktadır. Dirâyet tefsiri, re’y ve ictihada dayanmaktadır. Ancak bir kimsenin (Müfessirin) âyet-i kerîmelerden ilâhî murâd ve maksadı istinbât ederek ictihadta bulunabilmesi için; Lügat, nahiv, sarf; iştikâk, meânî, beyân, bedî’, kırâat, usûlu’d-dîn, usûlu’l-fıkh, esbâbu’n-nüzûl ve’l-kasas; nâsih ve’l-mensûh, fıkıh; mücmel ve mübhemin tefsiriyle ilgili ehâdîs ve ilmiyle amel edenlerin kazanabildikleri mevhîbe ilimlerini elde etmiş olması gerekmektedir[7]. İşte böyle bir muhtevaya sahip olan Müfessirin, usûl-i hadis ilmince sıhhat kazanan rivâyetlerle Kur’ân-ı Kerîm’deki ilâhî murâdı açıklarken, naklî delil bulamadığı yerlerde, sahâbe-i kirâm ve tâbiûnun re’y ve ictihadlarını göz önünde bulundurarak, re’yini izhar etmesi câizdir. Bu çeşit tefsirde uygulanan usûlün; Müfessiri, heva ve hevesinin doğrultusunda istinbat ve istihractan koruyacağı; kıyametin vuku saati ve ruhun mahiyeti gibi, ancak yüce Allah’ın ilmi altında olan müteşabihlere dalmaktan uzaklaştıracağı, hiç bir delile dayanmadan ilâhî murâd üzerinde söz söylemekten sakındıracağı ve fâsid mezhebini asıl, tefsiri ise, tâbi kabul ederek, âyetleri, inanç ve görüşlerini destekleyecek bir şekilde tevil etmekten alıkoyacağı[8] gayet tabiîdir. Sonra Müfessirin Kur’ân ilimleri karşısında yerini iyi tespit etmesi lâzımdır. Bu ilimler şunlardır: Müfessir; 1. Allâh’ü taâlânın yaratıklardan hiç birine bildirmediği konularla meşgul olmamalıdır. 2. Cenâb-ı Hakk’ın sadece Resulünü bilgili kıldığı mevzularda konuşmanın câiz olmadığını bilmelidir. Bunlar, sûrelerin başındaki el-hurûfu’l-mukattaadır. Ancak, bazı âlimlere göre, bu konularda kendilerine izin verilen rusuh sahibi kimseler, bu şartın dışındadırlar. 3. Yüce Allah’ın açık ve hafî manalarla Kitâb’ını Resulüne tevdi ederek, ona bildirdiği ve öğretmesini emrettiği ilimlerdir ki, bunlar da iki kısımdır: a. İşitme yolu olmadan bir şey söylemenin câiz olmadığı hususlardır. Bunlar, esbâbu’l-nüzûl, nâsih ve’l-mensûh, kırâat, geçmiş ümmetlere âit kıssalar, haşr ve’l-meâd gibi konuları içine alır. b. Lâfız ve ibârelerden; nazar, istidlâl, istinbât ve istihrâc yoluyla edinilen bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: 1) Sıfatlarla ilgili müteşâbih âyetlerin te’vili. Bunun câiz olup olmaması hakkında ihtilâf vardır. 2) Aslî ve fer’î ahkâm istinbâtı ile mev’ıza, hikmet ve işaretlerin açıklanması gibi hususlardır. Bu konuların tefsir edilmesinin caiz olduğu hakkında ittifak vardır[9]. Bu arada müfessir, re’yinde isabet edebilmesi için tercih prensiplerine göre hareket etmek mecburiyetindedir: a) İki (ve daha fazla) manaya ihtimali olan lâfza bakılır: O iki manadan biri diğerinden daha açık ise, manayı açık (zâhir) üzerine hamletmek vâciptir; şayet delil, hafî olan manayı destekliyorsa, o takdirde mana ona yüklenir. b) Zâhir olan lâfız, şer’î ve lügavî gibi iki hakikî manayı taşıyorsa, öncelik şer’î manaya verilir; eğer lügavî manaya delâlet eden bir karîne varsa, o zaman lügavî mana ön plâna geçmiş olur. Bunun gibi, örfî ve lügavî; şer’î ve örfî manaları ifade eden bir lâfızda, öncelik birinci manalardadır. c) Birbirine zıd iki manaya gelen bir lâfız (kurû’ gibi ki, hayız ve tuhûr anlamındadır) karşısında, karîne ve emârelerle, manalardan biri tercih edilir. d) Eğer, biri diğerini nefyetmeyen iki mana yüklü bir lâfızda, muhakkıklara göre, ilâhî murâdı, her iki manaya hamletmek vâciptir. Bu, îcâz ve fesâhat kanunlarına göre, daha belîğ olur; eğer manalardan birini destekleyen bir delil olursa, o takdirde o yönde bir yol izlenir[10]. Kur’ân-ı Kerîm’den; ahkâm istinbâtı, mücmeli beyan ve umûmu tahsîs gibi re’y izhârı ile tefsir yapacak bir kimsenin, yukarıda sayılan şart ve prensipler çerçevesinde çalışmalarını yürütürken kaviller malzemesini, şu ölçüye göre değerlendirmesi, onun hataya düşme ihtimâlini azaltacaktır: Sahâbe-i kirâmdan bir konu hakkında sahih sanetlerle çeşitli manaları taşıyan kaviller gelir ve bunları birleştirmek mümkün ise birleştirir; şayet bu yapılamıyorsa, Müfessirin dilediği görüşlerden birini seçmesi caizdir. Bu arada, kaviller arasında İbn Abbâs’ın re’yi bulunuyorsa, onu takdim eder. Tâbiûn’un re’y ve ictihadları da, aynı ölçüler dahilinde kullanılır[11]. Bütün bu ilke ve belgelere göre; dirâyet tefsirinin hiç bir şer’î delile dayanmadan, sadece mücerret re’y, diğer bir ifadeyle kişisel görüşle yapılan bir yorum olmadığı anlaşılmaktadır. Sünnet ile sahâbe ve tâbiûn kavillerinin bütününü ifade eden rivâyetler malzemesi, açıklanan usûl ve kurallar çerçevesinde, en hassas bir şekilde işlenirken; şayet Müfessir, bid’at sahibi, günah işlemeye devam ediyor, kibirli, hevâsı doğrultusunda gidiyor, kalbi dünya (hırs ve) sevgisiyle dolu, tahkikî imana kavuşmamış ve benzeri durumda ise, hakikî manada Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir edemeyeceği ve vahyin manalarını anlayamayacağı, ifade edilmektedir[12]. Buradan anlaşılan, Müfessirin, nezih bir inanç ve halis bir niyetle ortaya konulan şart ve prensipler doğrultusunda, Kur’ân-ı Kerîm’den mana istinbâtında bulunarak murâd-ı ilâhîyi açıklarsa, buna câiz ve memduh re’y tefsiri denir. Şayet bir kimse, hiç bir naklî delile bağlı kalmadan, sadece mucerred re’y (kişisel görüş) ile âyet-i kerîmeleri te’vîl[13] ederse, bu tutumun şer’î delillerle zemmedildiği görülmektedir: Bu delillerden bazıları şunlardır: 1. ... [14] Bu âyet-i kerîme bilmediğimiz şeyleri Allah’a isnat etmenin haram olduğunu bildirmektir. 2. … [15] âyeti de, bilmediğimiz şeylerin ardına düşmekten bizi yasaklayan hüküm getirmektedir. 3. Hazret-i Peygamber “Kim kendi görüşüne göre Kur’an’ı açıklamaya kalkarsa, doğru manayı tuttursa bile, hata etmiş, sorumlu olmuş olur.” [16] buyurmuştur. Başka bir rivâyette ise, “Kur’ân’ın tefsirinde, ilmi olmadan (mucerret re’y ile) söz söyleyen, cehennemdeki yerine hazırlansın.” [17] denilerek, hevâsı peşinde, naklî kaynak ve delilleri dikkate almadan ve tam bir sorumsuzluk içinde tefsir yapmaya kalkanlara, ateş kadar yakıcı bir hüküm biçilmektedir. 4. Bu konuda Hazret-i Ebû Bekr’in “Allah’ın kitabı hakkında, bilmeden bir şey söylediğimde, beni hangi yer taşır ve beni hangi sema gölgelendirir.” [18] şeklindeki ifadesi, ilmî sorumluluğun belki eşine raslanmayacak bir örneğini vermektedir. İşte bu sebeplerdendir ki, sahâbe-i kirâm ve tâbiûndan pek çoğu, Kur’ân’ı tefsir ederken, sadece rivâyetleri dile getirmişler; naklî delil bulamadıkları yerlerde ise susmayı, en emniyetli bir metot kabul etmişlerdir. Tâbiîlerden Sa’îd ibn Museyyeb, Şa’bî, Sa’îd ibn Cubeyr, Kâsım ibn Muhammed ibn Ebî Bekr ve Ubeyde ibn (Kays ibn) Amr es-Selmânî, tefsirde cesaretli değil, ç e k i n g e n davaranlar arasında yer almışlar; bunların karşısında Mucâhid, Rabîatu’r-Re’y ve Ikrime “rahmetüllahi aleyhim” gibi tâbiîler ise, gerektiği yerde c e s a r e t l i davranarak re’ylerini izhâr etmekte bir beis görmemişlerdir. Kaynak: 2005, Etem Levent, Hasan-ı Basrî’nin Hayatı, Öğretim ve Tefsir Yöntemi. Arı Sanat Yayınları, İstanbul. [1] Abdurrazzâk ibn Hemmâm, Tefsîru Abdirrazzâk, Ankara: Dil ve Tarih-Coğrafaya Fakültesi Ktp. (Yazma) İsmâil Sâib Kolleksiyonu, No. 4216; Taberî, Câmiu’l-beyân, Beyrût 1392/1972; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm; Celâlü’d-dîn es-Suyûtî, ed-Durru’l-mensûr fi’t-tefsîri bi’l-me’sûr, Mısır 1314/1896. [2] Zerkeşî, el-Burhân, II,156; Suyûtî, el-İtkân, II,178. [3] Bk. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s.225. [4] Suyûtî, el-İtkân, II,188. [5] Zerkeşî, el-Burhân, II,156. [6] Nisâ, 4/82; Sâd, 38/29; Muhammed, 47/24. [7] Suyûtî, el-İtkân, II,180-182; Bk. Zerkeşî, el-Burhân, II,159 vd. [8] Bk. Suyûtî, el-İtkân, II,183. [9] Zerkeşî, el-Burhân, II,159; Suyûtî, a.g.e., II,183. [10] Zerkeşî, el-Burhân, II,166; Suyûtî, el-İtkân, II,182. [11] Zerkeşî, a.g.e., II,172. [12] Özet olarak alınmıştır. Bk. Zerkeşî, el-Burhân, II,180. [13] Te’vîl kelimesinin sülâsî köِkü, geriye döِnüş, asla ve maksada rucû’ manasına gelen … dir. Siyaset ve idare anlamında olan اياله köِkünden türemiş olduğunu söِyleyenler de vardr. Istılâhî manada te’vîlin çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunlardan bazısı şöyledir: 1. Leys ibn Sa’d (ö.175/791): Manasında ihtilâf olunan kelimenin başka bir lâfızla açıklanmasıdır. 2. Abdulazîz el-Buhârî (ö.730/1330): Bir delilin te’yid ettiği ihtimali tercihtir ki, bu delil sebebiyle tercih olunan ihtimal, lâfzın zâhirinin delâlet ettiği manadan daha kuvvetli bir zan ifade etmiş olur. Bu şekilde te’vîl: a. Çeşitli ihtimallerin bulunduğu lâfızlar için sِöz konusudur. b. Muhtemel manalardan birinin tercihi için ortada bir sebep ve delil bulunmalıdır. c. Tercih, zan ve ihtimale dayandığından, netice kesinlik ifade etmez. 3. İbn Kemal (ö.940/1534): Âyetin zâhir manasından, muhtemel olan başka bir manaya sarf olunmasıdır. Tefsîre gelince: 1. İmâm Maturîdî (ö.333/944): Lâfızdan ne kastedildiğini kesin bir ifade ile bildirmek tefsîrdir. Bunda Allah’ı şahid tutmak anlamı vardır. Kat’i delile dayanıyorsa, makbuldur. Aksi hâlde mazmûm sayılan re’y tefsiri olarak düşünülür. Te’vîl ise çeşitli ihtimallerden birini kesin bir hüküm belirtmeksizin tercih manasındadır ki, bunda Allah’ı şahit tutmak söِz konusu değildir. 2. Râgıb el-Isfahânî (ö.502/1108): Tefsîr ta’biri, te’vîle nispetle daha umumîdir. Tefsîr çoğunlukla kelimeler üzerinde; te’vîl ise, mana ve cümleler üzerindeki tasarruftur. 3. Molla Fenârî (ِö.834/1431): Hazret-i Peygamber veya ashâbından nakil yoluyla yapılan izahata tefsîr; Arap dilinin kaidelerinden istifade ile yapılan açıklamaya te’vîl denir. Bu konuda faydalanılan eser için bk. Orhan Karmış, Tefsir İlminde Te’vilin Yeri ve Önemi, AÜ İlâhiyat Fakültesi Ktp. No.l9607 (Doktora Tezi). [14] A’râf, 7/33. [15] İsrâ’, 17/36. [16] Taberî, Câmiu’l-beyân, I,27; Kurtubî, Tefsîru’l-Kurtubî, I,32. [17] Taberî, a.g.e., I,27; İbn Teymiyye, a.g.e., s.105. Suyûtî, el-İtkân, II,179. [18] Taberî, a.g.e., I,27; Kurtubî, a.g.e., I,34. |