16"Biz, burnu üzerinden damgalayacağız onu." Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: 1-Kâfirin Alâmetlendirilmesi; "Damgalayacağız onu" âyeti ile ilgili olarak İbn Abbâs dedi ki: "Damgalayacağız onu" âyeti, kılıçla onun burnunu damgalayacağız, demektir. Yineİbn Abbâs dedi ki: Âyetin hakkında indiği kişinin burnu Bedir gününde kılıçla işaretlenmiştir. Ölünceye kadar bu şekilde işaretli kalmıştır. Katade dedi ki: Kıyâmet gününde onun burnuna kendisi ile tanınacağı bir alamet koyacağız. Herhangi bir alamet ya da dağlamak suretiyle bir iz bırakmayı anlatmak Üzere: "Onu alametlendirdim, işaretledim" denilir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır." (Al-i İmrân, 3/106) Bu açıkça görülecek bir alâmettir. Yine yüce Allah bir başka yerde: "Biz günahkârları o gün gözleri morarmış halde haşrederiz"(Taha, 20/102) diye buyurmaktadır, Bu da açıkça görülen bir diğer alamettir. Bu âyet-i kerîme de üçüncü bir alametin ifadesidir ki; o da burun üzerinde ateşle damga vurmaktır. Bu da yüce Allah'ın: "Günahkârlar yüzlerinden tanınacak..." (er-Rahmân, 55/41) âyetine benzemektedir. Bu açıklamayıel-Kelbî ve başkaları yapmıştır. Ebû'l-Âl-iye ve Müçahid şöyle demektedir: "Biz, burnu üzerinden damgalayacağız onu," Yani burnu üzerinde damgalayacağız, âhirette yüzünü simsiyah kılacağız ve böylelikle o, yüzünün siyahlığı ile tanınmış olacaktır. "Hurtûm" insan hakkında kullanılırsa, burun demektir. Yırtıcı hayvanlar için dudağın bulunduğu yer anlamındadır: "Kavmin hurtumları" efendileri anlamındadır. el-Ferrâ' dedi ki: Eğer burun özel olarak damgalanacak bir yer ise, o vakit bu yüz anlamındadır, Çünkü bazen bir şeyin bir bölümü o şeyin yer aldığı bütünü ifade eder. Taberî dedi ki: Biz onun işini çok açık bir şekilde ortaya koyacağız, ta ki onu tanıyabilsinler ve tıpkı burunlar üzerindeki damgalar gizli saklı kalmadığı gibi, onlar için de gizli saklı kalmayacak şekilde onu tanıyabilsinler. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz onu öyle utanılacak ve yerilecek bir halde bırakacağız ki; âdeta burnu üzerinden damgalanmış kimse gibi olacak. el-Kutebî dedi ki: Araplar kalıcı ve kötü bir şekilde yerilecek hale gelen bir kimse için: "Ona kötü bir damga(alâmet) vuruldu" derler. Kendisinden asla ayrılmayacak, yakasını bırakmayacak bir utanç ona yapıştı, demektir. Tıpkı damganın izinin silinemediği gibi. Cerir dedi ki; "Ben damga yaptığım alâmetimi Ferazdak'ın üzerine ve Baîs'infl) üzerine koyunca, el-Ahtal'ın da burnunu kesmiş oldum." Cerir bununla hicvetmesini kastetmektedir. (el-Kutebî) devamla dedi ki: Bütün bunlar el-Velîd b. el-Muğîre hakkında inmiştir. Yüce Allah'ın herhangi bir kimseyi bunu ayıpladığı kadar ayıpladığını bilmiyoruz. Dünyada da, âhirette de -tıpkı burun üzerindeki damga gibi- kendisinden asla ayrılmayacak bir utanca onu mahkûm etmiştir. Yine denildiğine göre bundan kasıt, yüce Allah'ın dünya hayatında onu maruz bıraktığı kendi nefsinde, malında ve yakınlarında kötülük, zillet ve küçüklük gibi birtakım belâlardır. Bu açıklamayı da İbn Balır yapmış ve el-A'şâ'nın şu beyitini delil göstermiştir: "Bırak onu; (onunla uğraşmanın) sana faydası ne? Sen başkasına yönel! Şiirinle; ve kimin burnunu damgalayacaksan onu ilkini damgalayıver." en-Nadr b. Şumeyi dedi ki: Biz içki içmesi dolayısıyla pek yakında ona had vurarak cezalandıracağız, demektir. Hurtum da şarap anlamındadır, çoğulu da "harâtîm" ...diye gelir. Şair şöyle demektedir: "Gündüzün boyunca oyun ve eğlencede, neşedesin Geceleyin ise sen hep harâtîm (şarab)i çokça içmektesin. Recez vezninde de şair şöyle demiştir: "Sahba, hurtûm, ukar ve karkafa (adlarını taşıyan şarap ki)..." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ey Hâdır'ın babası! Zina edenin bilinir zinası, Ve her kim hurtumu (şarabı) içerse, sarhoş eder sabahı." 2- Suçun Cezası Olarak Yüze Damga Vurmak: İbnu'l-Arabî dedi ki: Günah işleyen bir kimsenin yüzüne damga vurmak insanlar arasında eskiden beri görülegelen bir uygulamadır. Hatta -önceden de geçtiği üzere- rivâyet edildiğine göre yahudiler zina eden kimseye recm cezasını uygulamayı ihmal edince, onun yerine sopa vurmayı ve yüzü siyaha boyamayı ceza olarak tesbit ettiler. Bu ise batıl bir uygulama getirmektedir. Doğru olan yüze damga yapma çeşitlerinden birisi de, ilim adamlarının uygun gördüğü yalan şahitlik yapan kimsenin yüzüne kara çalmaktır. Bu da işlenen günahın çirkinliğine alâmet olsun ve yalan şahitlik yapanın gördüğü ceza ve teşhir edilmesi dolayısı ile benzeri bir işten kaçınması umulan, ondan başkalarına karşı cezanın ağırlığını göstermek içindir. Çünkü bu kişi daha önce yüce Allah'ın âyeti gereğince aziz bir kimse idi, fakat işlediği masiyet dolayısıyla hakir bir kimse olmuştur. Hakirliğin en büyüğü ise yüzün hakirliğidir, İşte Allah'a itaat huvsusunda onun küçümsenmemesi ve önemsenmemesi, ebediyyetin hayrına ve onun ateşe haram kılınmasına sebeb teşkil etmiştir. Çünkü yüce Allah Âdemoğlunun vücudundaki secde izlerini yemeği ateşe haram kılmış bulunmaktadır, Sahih'te sabit olduğu üzere.Buhârî, I, 27H, V, 2403, VI, 2704; Müslim, I, 165;Müsned, II, 275, 293, 533 17Gerçek şu ki Biz, o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık: Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bu âyete dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: 1- Bahçe Sahiplerinin Sınanması: "Gerçek şu ki Biz... bunları da sınadık" âyetinde kastedilen Mekkelilerdir. Sınama (ibtilâ); denemek demektir.Yani; Biz azgınlaşsınlar diye değil, şükretsinler diye onlara mal verdik, fakat onlar azgınlaşıp Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a düşmanlık edince, Biz de onlar tarafından haberi bilinen o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi; Mekkelileri açlık ve kıtlık ile sınadık. Bu bahçe Yemen topraklarında onlara yakın, San'a'ya birkaç fersah -iki fersah da denilmiştir- uzaklıkta idi. Bu bahçe yüce Allah'ın oradaki hakkını eksiksiz ödeyen bir kimseye aitti. Bu şahıs ölünce çocuklarına geçti. Bunlar bahçenin mahsulünden insanların faydalanmasını engellediler, ondaki Allah hakkını ödemekte cimrilik gösterdiler Allah da o bahçeyi onların bahçeye gelen musibeti önleme imkânını bulamadıkları bir yerden yok etti, telef etti. el-Kelbî dedi ki: Onlar(bahçe sahipleri) ile Sana'a arasında iki fersahlık mesafe vardı. Allah onları bahçelerini yakmak suretiyle sınadı. Buranın Davran denilen yerde bir bahçe olduğu da söylenmiştir. Davran, Sanaa'dan bir fersah uzaklıktadır. Bu bahçe sahipleri Îsa (aleyhisselâm)'ın semaya kaldırılmasından kısa bir süre sonra yaşamışlardı. Cimri kimseler idiler. Yoksullar dolayısıyla(gelip istemesinler diye) geceleyin hurmaları toplarlardı. Onlar bahçelerinin ekinini toplamak istediler ve şöyle dediler: Bugün yanınıza bir yoksul çıkıp gelmesin, O bakımdan erkenden bahçelerine gittiler. Oranın (ağaçlarının, ekinlerinin) köklerinden sökülmüş olduğunu ve adera -gece gibi- simsiyah kesilivermiş olduğunu gördüler. Geceye: denildiği gibi, gündüze de denilir. Eğer bu ifade ile (ki bu tabir yirminci âyette zikredilmiştir) geceyi kastetmiş ise yerinin simsiyah kesilmiş olmasından dolayıdır. Onlar sanki bahçelerinin yerinde siyah bir çamur görmüş gibi oldular. Eğer bu tabir ile gündüzü kastetmiş ise, ağacın ve ekinin gidip yerin onlardan yana temizlenmiş olmasından dolayı bu ifade kullanılmış olmalıdır. Geceleyin bahçenin etrafını saran ise Cebrâîl (aleyhisselâm) idi. O oradaki ekini, herşeyi kökünden koparmıştı. Denildiğine göre o kökünden kopardığı bu bahçeyi alıp beytin etrafında dolaştırmış, sonra onu bugün Taif şehrinin bulunduğu yere bırakmıştı. Bundan dolayı oraya Taif ismi verilmiştir. Hicaz topraklarında ise ağaçların, üzüm bağlarının ve suyun bulunduğu bir başka belde bulunmamaktadır. el-Bekri, el-Mucem'inde Eserin tam ismi: "Mu'cemu me'sta'cem Mine'l-Buldâni ve't-Emâkin" olup müellifi: Abdullah bin Abdulaziz b. Muhammed el-Bekrî (432-487/1040-1094)dir(Ömer Rıza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, VI, 75) şöyle diyor: Taife bu adın veriliş sebebi ed-Demum diye anılan es-Sadif'ten bir adamın bir duvar inşa edip: Ben sizin şehriniz etrafında bir Taif(bir şeyin etrafını dolaşan, çeviren) bina ettim, demesinden dolayıdır. O bakımdan bu şehre Taif denildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 2- Arazi Mahsûllerinden Cimrilikten Uzak ve Cömertçe İnfak Etmenin Önemi: Kimi ilim adamı şöyle demiştir; Bir ekin biçen yahut bir meyve ve mahsûl toplayan bir kimsenin elde ettiklerinden hazır bulunanları gözetmesi gerekir. Yüce Allah'ın: "Biçildiği gün de hakkını verin"(el-En'âm, 6/141) âyetinin anlamı da budur. Bu daha önceden el-En'âm Sûresi'nde(6/141. âyet, 5- başlıkta) açıklaması geçtiği üzere zekâtın dışındaki bir haktır. Kimisi de şöyle demiştir; Hasadçılar biçmede, toplamadan bıraktıkları şeyleri terketmekle yükümlüdür. Bazı âbidler gıdalarını bu gibi şeylerden karşılamaya gayret ederlerdi. Rivâyet olunduğuna göre geceleyin hasad nehyedilmiştir. O bakımdan şöyle denilmiştir: Bu takdirde yoksullara gösterilmesi gereken merhamet ortadan kalkmış olacağından dolayı bu yasaklanmış bulunmaktadır. Bu görüşü kabul edenler: "Nun, kaleme... yemin olsun fei"Sûresi'ndeki bu âyeti(böylece) tevil etmiştir. Geceleyin mahsûl toplamanın yasaklanmasının sebebinin yılan ve yerdeki haşereler korkusu ile olduğu da söylenmiştir. Derim ki: Birincisi daha sahihtir, ikincisi de güzeldir. Birincisinin daha sahih olduğunu söylememizin sebebi (kıssada sözü edilen) cezanın yüce Allah'ın belirttiği üzere yoksulların gelmesini ve böylelikle haklarını almalarını istemeyişlerinden dolayı olmuştu. Esbat'ın rivâyetine göre es-Süddi şöyle demiştir: Yemen'de bir topluluk vardı. Bunların babaları salih bir kimse idi. Mahsûlleri olgunlaştı mı yoksullar ona gelirdi. O da onların bahçesine girmelerini, ondan yemek yemelerini ve azıklarını almalarını engellemezdi. Babaları ölünce çocukları birbirlerine: Biz malımızı ne diye bu yoksullara vereceğiz, dediler. Gelin sabah erkenden gidelim, yoksullar haber almadan önce mahsûllerimizi toplayalım deyip(inşaallah diyerek) istisna yapmadılar. Biri diğerine gizlice: Sakın bugün üzerimize bir yoksul girmesin, diyerek yollarına koyuldular. İşte yüce Allah'ın: "Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi" âyetinde kastedilen budur. Yani onlar yoksullar dışarı çıkmadan sabah vaktinde mutlaka ağaçlarının mahsullerini devşireceklerine dair kendi aralarında yemin etmişler ve istisna da yapmamışlardı.Yani inşaallah dememişlerdi. İbn Abbâs dedi ki: Bu bahçe San'a'ya varmadan iki fersah beride idi, Salih bir adam bu ağaçları dikmişti. Üç oğlu vards. Bahçede, bağda dalından kopanlmayıp dalında kalanlar, yoksullara ait olurdu. Mahsûl yaygıların üzerine bırakıldı mı yaygının dışına düşen herşey aynı şekilde yoksullara ait olurdu. Ekinlerini biçtikleri vakit yine orakın biçmedikleri de yoksullara ait olurdu. Ekinlerini dövdüklerinde etrafa dağılan herşey de onların olurdu, Babaları bu bahçenin mahsûllerinden yoksullara tasaddukta bulunurdu. Babaları hayatta iken yetimler, dul kadınlar ve yoksullar bunlarla geçinirdi. Babaları ölünce Allah'ın kendilerinin yaptıklarını sözettiği işleri yaptılar ve: Mal azaldı, çoluk çocuk çoğaldı dediler. Kendi anılarında: İnsanlar evlerinden dışarıya çıkmadan sabahleyin erkenden gidip, sonra da bahçenin mahsûllerini toplayacaklarına ve böylelikle miskinlerin durumu öğrenemeyeceklerine dair yemin ettiler. İşte yüce Allah'ın: "Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi" âyeti bunu anlatmaktadır. Sabah vakti henüz ortalık aydınlanmadan yoksullar onları farketmesin diye hurmalarının mahsûllerini mutlaka koparıp, toplayacaklarına dair yemin etmişlerdi, "Hurma ağacının salkımı ağaçtan koparıldı" ve:Hurma salkımının toplanma zamanı geldi" denilir. Bu da –vezin itibariyle-: "Tayın binilme zamanı, ekinin biçilme zamanı geldi" demeye benzer. 18(înşâallah deyip) istisna da yapmıyorlardı. "İstisna da yapmıyorlardı." İnşaallah demiyorlardı. "Sabah erkenden birbirlerine seslendiler." Biri diğerine şöylece sesleniyordu: "Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin." Mahsulleri koparıp toplamaya karar vermiş olarak gidin.Katade derdi ki: Ekininizi biçmek üzere gidin, demektir. el-Kelbî dedi ki: Onların bahçelerinde ekin de, hurma da yoktu. Mücahid de şöyle dedi: Onların mahsûlleri üzümdü, fakat inşaallah dememişlerdi, Ebû Salih dedi ki: Onların istisna yapmaları "subhanallahi Rabbinâ; Rabbimiz Allah'ı tenzih ederiz" demeleri şeklinde idi. "İstisna da yapmıyorlardı" âyetinin yoksulların haklarını istisna etiniyorlardı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayıİkrime yapmıştır. 19Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından saran bir belâ sardı. Geceleyin bahçelerine geldiklerinde oranın simsiyah kesilmiş olduğunu ve Rabbinden gelen bir belânın onlar uykuda iken etrafını çepeçevre kuşatmış olduğunu gördüler. Etrafını çepeçevre saranın -daha önce belirtildiği gibi-Cebrâîl (aleyhisselâm) olduğu da söylenmiştir. İbn Abbâs dedi ki: (Çepeçevre saran) Rabbinden gelen bir emirdir. Katade dedi ki: Rabbinden gelen bir azaptır. İbn Cureyc: Cehennem vadisinden çıkan bir parça ateştir. " Dört bir yandan saran bir bela"ancak geceleyin olur. Bu açıklamayıel-Ferrâ' yapmıştır. 3- Kişinin Karar Vermesi Sorumluluk Gerektirir mi? Bu âyet-i kerimede kişinin karar vermesinin insanın sorumlu tutulduğu hususlardan birisi olduğuna delil vardır. Çünkü burada süzü edilenler bir iş yapacaklarına dair karar verdiler ve o işi yapmadan önce cezalandırıldılar. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın; "Kim orada zulümle, ilhadı isterse Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız" (el-Hac, 22/25) âyetidir. Sahih'te Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldikleri takdirde katil de, maktul de cehennemdedir." Ey Allah'ın Rasûlü, denildi. Katili anladık, maktule ne oluyor? Şöyle buyurdu: "O da karşısındakini öldürmeyi arzu ediyordu."Buhârî, I, 20, VI, 2520, 2594; Müslim, IV, 2213, Nesâî, VII, 124, 125; İbn Mâce, II, 1311;Müsned, IV, 410, V, 43, 41 Bu husus yeterli açıklamalarıyla birlikte Âl-i İmrân Sûresi'nde yüce Allah'ın: "Bir de işledikleri(günah) üzerinde bilip durdukları halde ısrar etmeyenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/135) âyeti açıklanırken (yedinci başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. 20O da kapkara kesiliverdi. 21Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: 22"Eğer devşireceksiniz, erkence mahsulünüzün başına gidin" diye. "O da kapkara kesiliverdi," İbn Abbâs, el-Feırâ ve başkalarından rivâyet edildiğine göre; karanlık gece gibi oldu, demektir. Şair şöyle demiştir: "O kapkara, simsiyah gecen uzayıp gitti, Kapkaranlık gece, sabahın üzerinden bir türlü çekilmiyor …karanlık açılıp sabah olmuyor. Bahçe yanıp kapkara gece gibi kesiliverdi, demektir. Yine İbn Abbâs'tan; siyah kül gibi oldu, diye açıkladığı rivâyet edilmiştir,İbn Abbâs dedi ki: Huzeymelilerin şivesinde "Siyah kül" demektir. es-Sevrî, biçilmiş ekin gibi diye açıklamıştır. Buna göre burada bu lâfız: "İçinde ne varsa kesilmiş, biçilmiş" anlamındadır. el-Hasen dedi ki: O bahçeden hayır kesildi, demektir. Yine burada da bu lâfız bu şekliyle "mefûl" anlamındadır, "kesilmiş, biçilmiş" demek olur). el-Müerric dedi ki: Kumlardan ayrılmış bir kum tanesi gibi anlamındadır. (Bu şekilde ayrılan ve koparılan şeylere): ile -çoğulu- denilir. Kum zaten yararlı hiçbir şey bitirmez. el-Ahfeş dedi ki: "Geceden sıyrılan sabah gibi" demektir. el-Müberred; İçinde hiçbir şey bulunmadığı halde, gündüz gibi anlamındadır. Şemir: "Kapkara" hem gece, hem de gündüz anlamındadır. Yani bu öbüründen kopup ayrılır, o da diğerinden kopup ayrılır. (Bunun için her ikisine de aynı isim verilmiştir.) Geceye bu ismin veriliş sebebinin karanlığı dol ayısı ile iş yapmayı kestiği için bu ad verildiği söylenmiştir. Bundan dolayı burada "fail" (veznindeki bu kelyııe) "fail" anlamını ihtiva etmektedir. el-Kuşeyrî dedi ki; Ancak bu açıklama su götürür. Çünkü gündüz kişinin tasarrufunu, işini, gücünü kesmediği halde yine de ona bu isim (sarîm ismi) verilmektedir. 23Birbirleri ile gizlice konuşarak gittiler: 24"Sakın bugün hiçbir yoksul karşınıza çıkıp oraya girmesin" diye. "Birbirleri ile gizilce konuşarak gittiler." Yani kimse onların gittiklerini bilmesin diye sözlerini sır gibi saklayarak gittiler. Bu açıklamayı Atâ veKatade yapmıştır. "Gizlice konuşarak" âyeti sessiz olup sükûnetle ve açıklamaksızın konuştuğu vakit kullanılan: fiilinden gelmektedir. Nitekim Dureyd b. es-Sımme şöyle demiştir: "Ve ben ciğerimdeki hastalıktan dolayı da ölmedim, sesim kesilerekte ölmedim. Fakat ziyaretime gelenlerin hepsi de hakkımda bütün bunları düşündü." Kendilerini kimse görmesin diye insanlardan kendilerini gizleyerek; diye de açıklamıştır. Halbuki babaları fakir ve yoksullara haber veriyor, onlar da ekinlerin biçimi ve mahsullerin toplanma zamanında hazır bulunuyorlardı. 25(Yoksulları) alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler. "Alıkoymaya güçleri yetîyormuş gîbi erkenden gittiler." Yani kendi maksatlarını gerçekleştirebilme imkânını elde ettiklerini zannederek kendilerince güç yetirdiklerini kabul edip kastederek (maksatlarını gerçekleştirmek üzere) gittiler, demektir. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Abbâs ve başkaları yapmıştır. "Alıkoymak, kastetmek" anlamındadır. "Kastetti, kasteder" demektir. Mastarı: ...diye gelir. Mesela; " Senin maksadını ben de maksat olarak gözettim" denilir. Recez vezninde şairin şu beyitinde de bu anlamdadır: "Allah tarafından bir sel yönelip geldi, O da verimli bahçenin maksadını güderek." en-Nehhâs da bu beyiti şöylece zikretmektedir: "Bir sel geldi, Allah'ın emrinden bir sel geldi, Verimli bahçenin maksadını güderek." el-Müberred: (Şiirdeki): "Verimli" lâfzını, geliri olan diye açıklamıştır. Başkaları da şöyle demiştir: Bu, suyun ağaçlarının dibinden aktığı bahçe demektir. İle de buradan gelmektedir. Ancak ikincisinde "lam" yerine "ye" getirilmiştir. diyenlerin görüşüne göre de bu "ben onu bir kab kıldım" demek olur. Katade veMücahid dedi ki: "Alıkoymaya" lâfzı "ciddi olarak" anlamındadır. el-Hasen ise ihtiyaç ve fakirlik İçerisinde olarak demektir, diye açıklamıştır.Ebû Ubeyd ve el-Kutebî de: Önlemeye, alıkoymaya anlamındadır, demişlerdir. Bu da Arapların sütü azalan develer için kullandıklar "Develerin sütü azaldı" tabirinden gelmektedir. "Sütü az dişi deve" anlamındadır, "Yağmuru ve verimi az yıl" anlamındadır. es-Süddi ve Süfyan dedi ki: "Alıkoymaya" gazab ve kızgınlıkla anlamındadır. Çünkü: "Kızgınlık, öfke" demektir. el-Esmai'nin arkadaşı Ebû Nasr Ahmed b. Hatim dedi ki: Bu lâfız (ortadaki harf olan "re" harfi) muhaffeftir (sakin değil, fetha ile harekelidir) ve şiir okuyarak dedi ki: "Asil atlar toynaklarını yere vura vura geldiklerinde Öfke ve kızgınlıkla dolu olarak." İbnu's-Sikkît dedi ki: Bu bazen harekelenebilir. Bu anlamda olmak üzere kesre ile: denilir. İsm-i faili: ile ...diye gelir. Bu kabilden olmak üzere: "Öfkeli aslan ve öfkeli aslanlar" denilmiştir. "Alıkoymaya" (diye anlamı verilen lafsın burada) "tek başlarına olmak üzere" anlamında olduğu da söylenmiştir. denilir ki; bu "bir kimse kavminden bir kenara çekilerek onlarla karışmaksızın tek başına bir yerde konakladı (konaklar)" anlamındadır. Ebû Zeyci dedi ki: "Yalnız başlarına bir topluluk arasından yalnız başına bir adam"Arkadaşlarını terkedip onlardan uzakça bir yere çekildi, çekilir" denilir. "Diğer yıldızlardan ayrı bir yıldız" demektir. el-Esmaî dedi ki: "Tek başına ve yalnız bir adam" demektir. (Yine el-Esmaî) dedi ki: Kuzeylilerin şivesinde: Tek başına kimse" anlamındadır. Ebû Zueyb'e ait şu mısraı da zikretmektedir: "Sanki o hava boşluğunda yapayalnız bir yıldız gibidir." Ebû Amr bunu bu mısraın son kelimesindeki "ha" harfini "cim" ile rivâyet etmiş ve "yalnız başına" diye açıklamıştır, Bu, Süheyl yıldızıdır, demiştir. el-Ezherî dedi ki:(Alıkoymaya diye meali verilen): "Onların kasabalarının adıdır." es-Süddi, bahçelerinin adıdır, demiştir. Bu kelime "ra" harfi sakin ve üstün olmak üzere; ile şekillerinde söylenir, ama genel olarak "re" harfi sakin olarak okunmuştur. Ehu'l-Âl-iye ve İbn es-Semeyka' ise(radıyallahü anh harfini) üstün ile okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. "Güçleri yetiyormuş gibi" âyeti: Onlar işlerini ölçüp biçtiler ve buna göre karar aldılar, demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ' yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: Kendi kanaatlerine göre bahçelerine güç yetirecekkrini zannediyorlardı.en-Nehaî de şöyle demiştir: "Güçleri" yoksullara "yetiyormuş gibi" demektir. Anlamının; bulmaktan geldiği de söylenmiştir.Yani onlar ellerinde bulunan şeyleri alıkoydular. 26Fakat onu gördüklerinde dediler ki: "Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız; "Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız." Yani onlar bahçelerinin yanmış olduğunu, içinde hiçbir şey olmadığını, kapkara bir gece gibi kesilmiş olup onu kül gibi gördüklerinde; tanıyamadılar ve kendi bahçeleri olup olmadığında şüphe ettiler. Biri diğerine: "Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız" dedi. Yani biz bahçemize giden yolu kaybettik. Bu açıklamayıKatade yapmıştır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Bizler yoksulları engellemek niyetiyle sabah erkenden gelmekle doğruyu isabet ettiremedik, şaşırdık. Bundan dolayı cezalandırıldık. 27"Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." "Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Yani yaptıklarımız sebebiyle bahçemizden mahrum bırakıldık. Esbât'ın,İbn Mes’ûd'dan rivâyetine göre o şöyle demiş: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Mahiyetlerden alabildiğine sakınınız. Çünkü kul bir günah işler, bundan dolayı daha önceden kendisine hazırlanmış bulunan bir rızıktan mahrum edilir." Daha sonra: "Hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından saran bir belâ sardı..."(Kalem, 68/19) âyeti ile bir sonraki âyeti okudu Deylemi, Firdevs, I, 3H3, (195 te az farkla) her iki yerde … Ayete işaret yok; ayrıca bk. Aclûnî. Keşfu'l-Hafâ, I. 280, h.n: 735 28Ortancaları: "Ben size demedim mi, Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz?" dedi. "Ortancaları" onların en iyileri, en adaletli olanları ve en akıllıları "ben size demedim mi, Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz?" Yani istisna yapmalı değil miydiniz? Onların istisna yapmaları bir teşbih idi. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Bu da bu ortancalarının onlara istisnada bulunmalarını emretmiş olduğunu, fakat ona itaat etmediklerini göstermektedir. Ebû Salih dedi ki; Onların istisna yapmaları: "subhanallah" demeleri idi. Ortancaları onlara: Allah'ı tesbih etmeli değil miydiniz, dedi.Yani siz subhanallah demeli ve size verdiklerine karşı şükretmeli (değil mi)siniz. en-Nehhâs dedi ki: Teşbihin asıl anlamı yüce Allah'ı tenzih etmektir. Bundan dolayı Mücahid teşbihi "inşaallah" demenin yerinde kullanmış ve böylece açıklamıştır. Çünkü âyetin anlamı O'nun İradesi, dilemesi olmadan herhangi bir şeyin olabileceğinden yanayüce Allah'ı tenzih etmektir. Şöyle de açıklanmıştır: Yaptığınızdan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeli ve kötü niyetinizden dolayı O'na tevbe etmeli değil misiniz? Çünkü onlar bu işi kararlaştırdıklarında ortancaları onlara bunu söyledi ve yüce Allah'ın günahkârlardan intikam alışını onlara hatırlattı. 29"Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten biz zâlimlermişiz" dediler. "Rabbimîz münezzehtir... dediler."Bu sözleriyle günahlarını itiraf ettiler veyüce Allah'ı yaptığı bu işte zalim olmaktan tenzih ettiler. İbn Abbâs onların "Rabbimiz münezzehtir" sözlerinin günahımızdan ötürü Allah'tan mağfiret dileriz, anlamında olduğunu söylemiştir. "Gerçekten biz" yoksulları alıkoymak istemekle kendi kendimize haksızlık eden "zâlimlermişiz, dediler." 30Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar. "Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Yemin etmek ve yoksulları alıkoymak hususunda biri ötekini kınamaya ve: Bu şekilde hareket etmeyi sen bize söyledin, demeye başladılar. 31Dediler ki: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar İmişiz." "Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar İmişiz." Fakirlerin haklarını engellemek ve istisnada bulunmayı terketmekle isyankâr olanlarmışız, demektir. İbn Keysan dedi ki: Allah'ın nimetlerine karşı azgınlık ettik. Daha önceden atalarımızın o nimetlere şükrettiği gibi biz şükretmedik. 32"Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimîzden dileyenleriz." "Rabbimizin bize ondan hayırlısını İhsan etmesi umulur." Birbirleriyle ahitleştiler ve şöyle dediler: Eğer Allah bize ondan hayırlısını verecek olursa, yemin olsun ki, atalarımızın yaptıklarının benzerini uygulayacağız. Böylece Allah'a dua ettiler, O'na niyazda bulundular, Allah da aynı gecede onlara onun yerine ondan hayırlısını verdi. Cebrâîl'e o yanmış olan bahçeyi söküp Şam topraklarından Buzğur denilen yere koymasını ve Şam'dan bir bahçe alıp onun yerine koymasını emretti. İbn Mes’ûd dedi ki: O insanlar ihlâsa yöneldiler. Allah da onların samimi olduklarını bildiğinden onlara "et-hayavan" denilen bir bahçeyi, öbür bahçelerinin yerine verdi. Bu bahçede bir katırın sadece tek bir salkım yüklendiği üzüm yetişiyordu. el-Yemânî Ebû Halid dedi ki: Ben sözü edilen o bahçeye girdim. O bahçedeki herbir salkımın ayakta duran siyahi bir adamı andırdığını gördüm. el-Hasen dedi ki: Bahçe sahiplerinin: "Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz" demelerinin, onların imanlarının bir neticesi mi olduğunu, yoksa müşriklere sıkıntı gelip çattığı vakit söyledikleri türden bir söz mü olduğunu bilemiyorum. O bu sözleriyle bunların mü’min olup olmadığı hususunda kanaat belirtmemiş olmaktadır. Katade'ye bahçe sahipleri hakkında: Onlar cennetlik midir, yoksa cehennemlik midir? diye sorulmuş, O da; Sen gerçekten beni çok yoracak bir yükümlülükle karşı karşıya bıraktın, diye cevap vermiştir. Çoğunluk onların tevbe edip ihlâsa yöneldiklerini söylemiştir, Bunu da el-Kuşeyrî nakletmektedir. "Bize... ihsan etmesi" (anlamı verilen): lâfzı genel olarak şeddesiz okunmuştur. Medineliler veEbû Amr ise şeddeli okumuşlardır, İki ayrı söyleyiştir. Şöyle de açıklanmıştır: (Şeddeli okuyuşun mastarı olan) "tebdil" bir şeyi değiştirmekya da o şeyin bizzat kendisi mevcut olmakla birlikte durumunda değişiklik yapmak demektir. (Şeddesiz okuyuşun mastarı olan) "ibdâl" ise bir şeyi kaldırıp bir başkasını onun yerine koymak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisâ Sûresi'nde (4/56. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. 33Azâb İşte böyledir. Âhiret azâbı ise elbette daha büyüktür. Eğer bilselerdi. "Azâb" İbn Zeyd'den rivâyete göre dünya azâbı ve malların telef edilmesi "işte böyledir." Şöyle de açıklanmıştır: Bu âyet Mekkelilere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bedduası dolayısıyla Allah onları kıtlıkla imtihan edince (hakka) dönüş için bir vaaz, bir öğüttür. Yani dünya hayatında sınırlarımızı aşan kimselere onlara yaptığımız gibi yaparız. "Âhiret azâbı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi." İbn Abbâs dedi ki: Bu Bedir'e çıkıp Muhammed'i ve arkadaşlarını öldüreceklerine dair yemin edip, Mekke'ye de mutlaka dönüp Beyti tavaf edeceklerine, şarap içeceklerine, şarkıcı cariyeler başlarının üzerinde deflen vuracağına dair yemin etmeleri üzerine; Mekkelilere verilmiş bir misaldir. Yüce Allah, onların zannettiklerinin aksini göscerdi, onlardan kimileri esir alındı, kimileri öldürüldü, kimileri bozguna uğratıldı. Tıpkı şu bahçe sahiplerinin mahsûllerini toplamayı kararlaştırmış olarak çıkıp da maksatlarını gerçeklegtiremeden ziyana uğramış oldukları gibi. Şöyle de denilmiştir: Bahçe sahiplerinin yoksullara vermedikleri hakkın onların ödemeleri gereken farz bir hak olma ihtimali de vardır, nafile olma ihtimali de vardır. Birincisi daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şöyle de denilmiştir: Sûre Mekke'de inmiştir. Dolayısıyla Mekkelilere isabet eden kıtlığa ve Bedir savaşı hakkında yorumlanması uzak bir ihsimai olur. Ancak merhum müfessirin sûrenin baş taraflarında belirttiği gibiİbn Abbâs ve Katade'ye gfire 17. ile 33. âyetler Medine'de inmiştir. Dolayısıyla hu mın itiraz İbn Abbâs'ın az önce kaydedilen açıklamaları hakkında en azından İbn Abbâs'in anlayışı çerçevcsinde-geçerli değildir. 34Muhakkak ki takva sahipleri için Rabbleri yanında Naîm cennetleri vardır. "Muhakkak ki takva sahipleri için Rabbleri yanında Naim cennetleri vardır" âyetine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.Yani şüphesiz takva sahipleri için âhirette dünya cennetlerinde (bahçelerinde) görüldüğü gibi insanın hevesini kursakça bırakmayan, şaibelerin bulunmadığa katıksız bir şekilde nimetlere gark olmaktan başka bir şeyin bulunmadığı cennetler vardır, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri dünyalıktan büyük bir pay sahibi olduklarını, buna karşılık müslümanların dünyalıktan az bir paylarının olduğunu görüyorlardı. Âhirete dair sözler ve Allah'ın mü’minlere vaadettiği hususları işittiklerinde şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed'in ve onunla birlikte bulunanların ileri sürdükleri gibi; bizim öldükten sonra dirilişimiz doğru ise, hiçbir şekilde bizim ve onların durumu ancak bu dünyadaki gibi olabilir. Onların sahip olacakları hiçbir şekilde bizden fazla olmayacaktır, onların imkânları bizden üstün olmayacaktır. Onların ulaşabilecekleri en ileri seviye bize eşit olmaktan öteye gitmeyecektir. 35Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç? Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz müslümanları o günahkârlar gibi" o kâfirler gibi "kılarmıyız hiç?" İbn Abbâs ve başkaları dedi ki: Mekke kâfirleri şöyle dedi: Âhirette size verileceklerden daha iyisi bize verilecektir. Bunun üzerine: "Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılarmıyız hiç?" âyeti nazil oldu. Sonra onları azarlayarak şöyle buyurdu: 36Ne oldu size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? "Ne oldu size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" Böyle doğru olmayan yargıda bulunuyorsunuz? Sanki amellerin karşılığını vermek size bırakılmış ta siz de istediğiniz gibi hüküm veriyorsunuz ve müslümanlara verileceklerden daha hayırlılarının size verileceğini söyleyiveriyorsunuz. 37Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz? "Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?" Yani sizin kendisinde itaatkârın isyankâr gibi olduğunu gördüğünüz bir kitabınız mı vardır? 38Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir diye(Orada mı yazıyor)? "Beğenip, istediğiniz her şey"seçtiğiniz ve arzuladığınız her şey "sizindir diye(orada mı yazıyor)?" Anlam ise -fethalı olarak-: diye şeklindedir, fakat ondan sonra "lam" harfi geldiğinden ötürü kesreli okunmuştur. O bakımdan -lamsız olarak-: "Seni akıllı diye bildim" denilir. Buna karşılık -kesre ile- "Bildim ki şüphesiz sen akıllı bir kimsesin' denilir. Buna göre: "Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir diye" anlamındaki âyette âmil "okuyorsunuz" anlamındaki fiildir ve "lam" harfinin: 'nin fethalı okunmasına engel olmuştur. Bir görüşe göre de yüce Allah'ın; "Okuyorsunuz" anlamındaki lâfız ile birlikte ifade tamam olmakta, sonra yeni bir ifade olarak: "Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir" diye başlamaktadır.Yani o halde bu kitapta beğenip seçtiğiniz herşey size verilecektir (diye yazıyor öyle mi?) Oysa durum böyle değildir. Her iki âyetteki (37 ve 38. âyetlerdeki): “Onda" lâfzında ki iki zamir de "Kitab"a racidir. 39Yoksa sizin bizim üzerimizde: "Ne hüküm ederseniz, muhakkak sizindir" dîye kıyâmet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi vardır"? Daha sonra azâbın şiddetini daha da arttırarak: "Yoksa sizin bizim üzerimizde ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir diye kıyâmet gününe kadar sürecek" pekiştirilmiş, sağlamlaştırılmış "yeminleriniz" ahidleriniz, antlaşmalarınız "mı vardır?" Âyetteki: "Sürecek" Allah ismi ile pekiştirilmiş yeminler demektir.Yani sizlerin yüce Allah üzerinde sizi cennete sokacağına dair sağlamlaştırılmış ahitleriniz mi vurdu? "Ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir" âyetinde: "Muhakkak" lâfzındaki :hemze':nin kesreli gelmesi, haberin başına "lam"ın girmiş olmasından dolayıdır. Aynı zamanda bu "yeminleriniz" anlamındaki lâfzın da sılacıdır. Halbuki mahalli itibariyle (hemzenin) nasb ile gelmesi gerekir. Kesreli gelmesi(belirtildiği üzere haberin başına) "lam' in gelmesinden ötürüdür. Nitekim: "Muhakkak sana bu vardır diye yemin ettim" denilir. İfadenin yüce Allah'ın: "Kıyâmet gününe kadar sürecek"âyetinde tamam olduğu, sonradan da: "Ne hüküm ederseniz -ü halde- muhakkak sizindir diye" diye yeniden başladığı da söylenmiştir. Bu da; hayır, durum böyle değildir, demek olur. İbn Hürmüz ise her iki yerde de soru olmak üzere "Beğenip, seçtiğiniz herşey mutlaka sizin mi olacaktır?"(38. âyet) ile Ne hüküm verirseniz, muhakkak sizin mi olacaktır?"' diye okumuştur. Hasan-ı Basrî "sürecek" anlamındaki lâfzı hal olarak nasb ile: diye okumuştur. Bu ya "sizindir" lâfzındaki zamirden haldir, çünkü bu "yeminlerinizde dair bir haberdir. Dolayısıyla ondan bir zamir taşımaktadır. Yahutta "üzerimizde" anlamındaki lâfzı bizzat yeminlere taalluk eden bir lâfız olarak değil de "yeminler" anlamındaki lâfzın bir sıfatı olarak kabuf etçiğimiz takdirde "üzerimizde" anlamındaki lafızda bulunan zamirden hat kabul edilir. Çünkü tıpkı ona dair haber olması halinde olduğu gibi; onda ona ait bir zamir bulunur. Bununla birlikte eğer nekre olduğu takdirde; "yeminler" lâfzından hal olması da mümkündür. Nitekim: "Maruf bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahiplerine bir borçtur," (el-Bakara, 2/241) âyetinde yer alan: "Bir borçtur" lâfzının; Faydalandırma" lâfzından hal olmak üzere nasb olabileceğini kabul ettikleri gibi. "Sürecek" lâfzı genellikle ötreli olarak, "yeminleriniz" anlamındaki lâfzın sıfatı olarak okunmuştur. 40Sor onlara; buna hangileri kefildir? Ey Muhammed "sor onlara"; uydurma sözler söyleyenlere; "buna hangileri kefildir?" Daha önce sözü geçen hususlara hangileri kefil olabilir? Bu da müslümanlara verilecek olan hayrın kendilerine de verileceği iddiasıdır. "Kefil ve taahhüt edip (gerektiğinde) tazminat ödeyeceğini kabul eden kimse" demektir. Bu şekildeki açıklamayı İbn Abbâs veKatade yapmıştır. İbn Keysan dedi ki; Burada bu lâfız delil ortaya koyan, iddiasını belgeleyen kimse, anlamındadır.el-Hasen dedi ki: Burada "kefil" rasûl demektir. 41Yoksa onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler o halde ortaklarını getirsinler. "Yoksa onların ortakları mı var?"âyetinde ki: "Onların... mı var" âyetinde, mı sıia (zaîd)dır. "Ortaklar" da şahitler anlamındadır. "Eğer" iddialarında "doğru söyleyenler İseler, o halde ortaklarını" iddialarının doğruluğuna tanıklık edecekleri "getirsinler." Şöyle de açıklanmıştır: Eğer imkânları varsa haydi ortaklarını getirsinler. Buna göre bu, âciz bırakmak anlamında bir emirdir. 42Baldırın açılacağı o günde onlar, secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler. "Baldırın açılacağı o günde" âyetinde yer alan: "O günde" lâfzında âmilin (bir önceki âyette geçen); "Getirsinler" âyeti olması mümkündür. Onlar baldırın açılacağı o günde kendilerine şefaat etmeleri için ortaklarını getirsinler, demek olur. Takdir edilmiş bir fiil ile nasb edilmesi de mümkündür. Baldırın açılacağı o günü an, demektir. Bu durumda (bir önceki âyet-i kerimenin son kelimesi olan) "doğru söyleyenler" anlamındaki lâfız üzerinde vakıf yapılır. Birinci takdire göre ise o lâfız üzerinde vakıf yapılmaz. "Açılacağı o günde" âyeti "nûn" ile: "Açacağımız o günde" diye de okunmuştur.İbn Abbâs ise; "Baldırı açacağı o günde" diye malum bir fiil olarak okumuştur ki; o çetin halin ya da kıyâmetin baldırını açacağı o günde, demek olur. Tıpkı Arapların: "Savaş baldırının üzerini eteklerini yukarı doğru çekerek açtı" demelerine benzer. Şair de şöyle demiştir: "Savaştaki yiğidi ısıracak olursa savaş, o da ısırır onu Ve eğer savaş eteklerini yukarı kaldırarak bacağım açarsa, o da açar." Recez vezninde de şair şöyle demiştir: "işte (savaş) bacağının üstünü açtı, siz de metanetle yürüyün Ve savaş üzerinize sıkı geliyor, siz de sıkı durun." Bir diğer şair şöyle demektedir: "Kendime ve korkmama hayret ettim, Bir de kuşların rızıkları peşinden koşmalarına. Bacağının üstünü açmış bir seneden, Kıpkızıl bir sene ki, eti kemiğinden soyup çıkarır." Bir başkası da şöyle demektedir: "Onlara baldırının üstünü açtı Ve o apaçık kötülüğün bir kısmı göründü onlara." Yine İbn Abbâs'tan,el-Hasen ve Ebû'l-Âl-iye'den meçhul bir fiil olarak: "Açılacağı" diye okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu kıraatin anlamı.- "Açılacağı" (ye ile) okuyuşun manasına râcidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: "Kıyâmetin bir şiddetin üzerini açacağı o günde..." ötreli bir "te" ve kesreli bir "şın" ilt:: "Açacağı (açmaya başlayacağı) o günde" diye açmaya başlamayı anlatmak üzere kullanılan den gelen bir fiil olarak da okunmuştur. Kişinin üst dudağının yukarı doğru çevrildiğini anlatmak üzere: "Adam üst dudağını yukarı doğru büktü" ifadesi de buradan gelmektedir. Bu şekilde yapan kimseye de -ism-i fail denilir. İbnu'l-Mübarek dedi ki: Bize Üsame b. Zeyd haber verdi. O İfirime'den, o İbn Abbâs'tan. Yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı o günde" âyeti hakkında dedi ki: Bu aşın keder ve zorluğun üzeri açılacağında... (demektir.) Bize İbn Cureyc haber verdi, o Mücahid'den dedi ki: İşin ileri derecede çetin ve son derece ciddi ve sıkılığının açılacağı...(demektir.) Mücahid dedi ki: İbn Abbâs dedi ki: Bu, kıyâmet günündeki en çetin saat olacaktır. Ebû Ubeyde dedi ki: Savaş ve iş çetin ve şiddetli bir hal aldığı vakit: "İş baldırını açtı" denilir. Bu tabirin asıl dayanağı ise, ciddiyete ve gayrete ihtiyaç olan bir işe düşen bir kimse baldırının üzerini açar. O bakımdan baldır ve üzerinin açılması, zorluk ve şiddetli zamanları anlatmak için istiare olarak kullanılmıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Bir şeyin baldın, bacağı onu ayakta tutan aslını, esasını teşkif eder. Ağacın sapı (bacağı yani gövdesi) ve insanın bacağı gibi. Yani işin esasının açılıp, bütün İşlerin gerçek durumu ve esası ortaya çıkacağı o günde... demek olur. Cehennemin baldırının üzerinin açılacağı diye açıklandığı gibi. Arşın bacağının üzerinin açılacağı diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de bununla ecelin yaklaşıp, bedenin zayıf düşeceği vakti kastetmektedir. Yani hasta olan kimse zayıflığını görmek üzere bacağının üzerini açacak, müezzin onu namaza çağıracak fakat o yerinden kalkıp dışarı çıkacak gücü bulamayacak. Yüce Allah'ın bacağının üzerini açacağına dair gelen rivâyete gelince, şüphesiz ki yüce Allah azalardan ve üstünü açıp kapatmaktan yüce ve münezzehtir. Bunun anlamı işinin oldukça büyük, azametli olan bazı yanlarını açığa çıkarması şeklindedir. Nurunu açıp göstereceği diye de açıklanmıştır. Ebû Mûsa'nın Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı" âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: "O pek büyük bir nurun üzerini açacak, onlar da onun için secdeye kapanacaklardır."Ebû Ya'lâ,Müsned, XIII, 269; Heysemî, Mecmu', VII, 12S - hadisin senedindeki Ravh 1>, Cenahın Dvıhaym tarafından olan sika kahul edilmekle birlikte, "pek kuvvetli değildir dediğini, geri kalan râvilerinin sika olduğunu kaydetmektedir. Ebû’l-Leys es-Semerkandî Tefsir'inde dedi ki: Bizeel-Halil b. Ahmed anlattı, dedi ki, bize İbn Menî' anlattı dedi ki, bize Hudbe anlattı dedi ki, bizeHammâd b. Seleme anlattı. O Adî b. Zeyd'den, o Umarc el-Kuraşi'den, o Ebû Burde b. Ebî Mûsa'dan dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim; "Kıyâmet gününde herbir kavme dünyada iken tapındıkları şeyin timsali gösterilir. Herbir kavim neye ibadet ediyor idiyse ona doğru gider. Sonunda tevhid ehli geriye kalır. Onlara siz neyi bekliyorsunuz, herkes gitti, denilir. Onlar: Bizim dünyada iken kendisini görmediğimiz halde ibadet ettiğimiz bir Rabbimiz vardı derler. Peki onu görecek olursanız tanır mısınız denilecek, onlar: Evet diyecekler. Bu sefer: Onu görmediğiniz halde onu nasıl tanıyacaksınız denilir. Şöyle derler: Onun hiçbir benzeri yoktur. Bu sefer onlara hicabı açar, onlar yüce Allah'a bakarlar. Onun için secdeye kapanırlar. Geriye sırtları tıpkı ineklerin boynuzlarını andıran birtakım kimseler kalacak, onlar yüce Allah'a bakacaklar, secde etmek isteyecekler fakat buna güçleri yetmeyecek. İşte yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler" âyeti bunu anlatmaktadır. Yüce Allah şöyle diyecek: "Kullarım başlarınızı kaldırın. Ben sizden herbir kimseye bedel (fidye) olmak üzere yahudilerden ve hristiyanlardan birisini cehenneme koydum." Ebû Burde dedi ki: Ben bu hadisiÖmer b. Abdu'l-Aziz'e naklettim, şöyle dedi: Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah hakkı için söyle! Gerçekten bu hadisi baban mı sana nakletti? Ben de ona üç defa yemin ettim.Ömer dedi ki; Ben tevhid ehli hakkında bundan daha çok sevdiğim bir hadis dinlemiş değilim, Ebul-Leys es-Semerkandî, Bahru’l-Ulum, III, 395; el-Lâlekâî, İtikadu Ehli's-Sünne, Riyâd, 1402, III, 479-480; Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Ta'zimu Kadri's-Salât, I, 309-310 Kays b. es-Seken dedi ki: Abdullah b. Mesud,Ömer b. el-Hattâb'ın huzurunda hadis naklederek dedi ki: Kıyâmet gününde insanlar âlemlerin Rabbi huzurunda kırk yıl süreyle gözlerini semaya dikmiş olarak, çıplak ayaklı, elbisesiz, terleri çenelerine kadar varmış halde duracaklar. Allah kırk yıl boyunca onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak. Sonra bir münadi şöyle seslenecek: Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi öldüren, sizi dirilten, sonra da O'ndan başkasına ibadet ettiğiniz Rabbinizin, herbir kavmi veli edindikleri(tapındıkları) mabudları ile başbaşa bırakması adaletli bir iş olmaz mı? Onlar: Evet diyecekler. (Abdullah b. Mesud devamla) dedi ki: Herbir kavme Allah'tan başka dünyada iken ibadet ettikleri kaldırılır. Bu mabudları kendilerini cehenneme götürünceye kadar onların arkasından giderler. Geriye müslümanlarla, münafıklar kalır. Onlara: Herkes gitti, siz gitmeyecek misiniz denilir. Onlar: Rabbimiz gelinceye kadar(buradayız), diyecekler. Peki O'nu tanır mısınız? diye sorulacak, onlar: Bize kendisini tanıtırsa, biz de O'nu tanırız.(İbn Mes’ûd) dedi ki; İşte o vakit baldırın üzerini açacak, onlara tecelli edecek. O'na ihlasla ibadet etmiş olanlar secdeye kapanıverecekler. Münafıklar ise sırtlarında âdeta demir çubukları varmışçasına secde edemeden kalacaklar. Onlar cehenneme götürülecek, diğerleri (mü'mînler) ise cennete gireceklerdir. İşte yüce Allah'ın; "Onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler" âyeti bunu anlatmaktadır. Taberi, Câmiu'l-Beyân, XXIX, 40 |