23Kendi hevasını ilâh edinmiş, bilgisine rağmen Allah'ın kendisini şaşırtmış olduğu, kulağına ve kalbine mühür vurduğu, gözü üzerine de perde gerdiği kimse hakkında ne dersin? Artık buna Allah'tan başka kim hidayet verebilir? Hiç öğüt almaz mısınız? İbn Abbâs,el-Hasen ve Katade dedi ki: Burada sözü edilen kişi,hevasınauygun düşen şeyleri kendisine din edinen kâfirdir. O neyi hevasına uygun görür(ister ve arzu eder) ise mutlaka o işi yapar. İkrime dedi ki: Kendisine ibadet ettiği ilahı, sevdiği yahutta güzel gördüğü şey olan kimseyi gürdün mü? Bu kişi bir şeyi güzel bulup da onu sevdi mi, onu ilâh edinir. Said b. Cübeyr dedi ki: Müşriklerden biri bir taşa ibadet eder, ondan daha güzel bir taş gördü mü öncekini atar, diğerine ibadet ederdi. Mukâtil dedi ki: Bu âyet-i kerîme alay edenlerden birisi olan Sehmoğullarından el-Haris b. Kays hakkında inmiştir. Çünkü bu kişi canının arzu ettiği, sevdiği şeye ibadet ederdi. Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Bunların taşlara ibadet etmelerinin sebebi, Beyt(ullah)'ın taştan olmasıdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen hevasına ve ma'buduna böylece uyan kimseyi gördün mü? Bu ifadelerle akıl sahibi kimseler için cahilliklerinin hayret edilecek bir şey olduğu anlatılmak istenmektedir, el-Hasen b. el-Fadl dedi ki: Bu âyet-i kerimede takdim ve tehir vardır. İfade: Sen hevasını kendisine ilâh edineni gördün mü, takdirindedir. en-Nehaî dedi ki: Hevaya "heva" denilip sebebi, hevasının peşinden giden kişiyi cehennem ateşine yuvarlamasından dolayıdır Yuvarlama" fiili ile "heva" ismi aynı kökten gelmektedir. Şa'fri buna dikkat çekmektedir İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah Kur'ân-ı Kenm'de nerede hevayı sözkonusu etmişse, mutlaka onu yermiştir. Mesela, yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o... hevasına uydu. Artık onun durumu üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da yine dilini sarkıtıp soluyan bir köpeğin durumuna benzer." (el-Araf, 7/176); "Heva ve hevesine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme!" (el-Kehf, 18/28); "Hayır, zulmedenler bilgisizce hevalarına uydular. Allah'ın saptırdığını hidayete ulaştıracak kimdir?" (er-Rum, 30/29); "Allah'tan bir hidayet olmaksızın hevası na uyandan daha sapık kim olabilir ki?" (el-Kasas, 28/50); "Sakın hevaya uyma! O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38/26) Abdullah b. Amr b. el-As, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Hevası getirdiklerime tabi olmadığı sürece sizden hiçbir kimse îman etmiş olamaz."İbn EbiÂsım, es-Sunne, I, 12;İbn Kesîr, Tefsir, I, 521, İH, 491; İbn Receh el-Hanbeli, Camiu'l-Ulum, s. 386, 387. Ebû Umame dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Semanın gölgesi altında kendisine ibadet olunan ilahlar arasında Allah'ın en çok buğzettiği sey hevadır." Şeddad b. Evs de Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Akıllı kişi nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Günahkar kişi ise nefsini hevasının peşine takan ve Allah'tan olmadık şeyleri temenni eden kimsedir. "Hakim, Müstedrek, I, 125, IV, 280; Tirmizi, IV, 638; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, III, 369; İbn Mace, II, 1423; Müsned, IV, 124. Ancak hepsinde "günahkar (Tacir)" kelimesi yerine "aciz" kelimesi ile. Yine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sen itaat olunan bir cimrilik, peşinden gidilen bir heva, (ahirete) tercih olunan bir dünya ve herkesin kendi görüşünü beğendiği bir hali görecek olursan, o vakit özellikle kendine bak ve avamın işini (onlarla ilgilenmeyi) bırak."Tirmizi, V, 257;Ebû Dâvûd, IV, 123,İbn Mace, II, 1330. Yine Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç husus vardır ki helâk edicidir. Üç husus da vardır ki kurtarıcıdır. Helâk ediciler itaat olunan cimrilik, peşinden gidilen bir heva ve kişinin kendisini beğenmesîdir. Kurtarıcı olan hususlar ise gizlide ve açıkta Allah'tan korkmak, zenginken de fakirken de orta yollu harcamak, ister hoşnud olsun ister kızgın olsun adalet yapmak." Ebû'd-Derda (radıyallahü anh) dedi ki: Kişi sabahı etti mi hevası, ameli ve ilmi biraraya gelir. Eğer ameli hevasına tabi olursa, işte onun o günü kötü bir gündür. Eğer ameli ilmine tabi olursa, o günü de salih bir gündür. el-Esmaî dedi ki: Bir adamı şöyle derken dinledim: "Asıl alçaklık (hevan) hevadır, bunun ismi kalbedilmiştir, O bakımdan sen hevaya kapıldın mı artık hevan(aşağılık) ile karşılaşmış olursun." İbnu'l Mukaffa'a heva hakkında sorulmuş, o da: O heva(aşağılık: hevan)dır, (hevan iken) "nun"u çalınmıştır. Onun bu düşüncesini bir şair alarak nazını haline sokup şöyle demiştir: "Hevan'ın "nun'u hevadan çalınmıştır, Artık sen bir şeyi heva ve hevesinle sevdin mi sen hevan(aşağılanmak) ile karşılaşırsın." Bir başka şair de şöyle demiştir: "Heva bizatihi hevan'nın kendisidir, Sen hevaya kapıldın, mı artık bir hevan kazanmış olursun. Bir hevaya kapıldın mı heva seni (kendisine) ibadet ettirdi demektir. Artık kim olursa olsun, sevdiğine boyun eğ,(der)." Abdullah İbnu'l-Mübarek de şöyle demiştir: "Bazı belalar belaya alamettir, Artık hevanın peşinden gitmekten vazgeçtiğin görülmeyecek mi senin? Kul, arzu ettiği hususlarda nefsinin kölesi olandır, Hür ise kimi zaman, toktur, kimi zaman aç kalır(bunlara aldırmaz)." İbn Düreyd de şöyle demektedir: "Bir gün nefsin senden bir arzunu yerine getirmeni isteyecek olursa, Ve eğer ona muhalefet etmek için bir yol varsa, Bırak nefsini muhalefet et arzu ettiği şeye, Çünkü senin arzun düşmanın, ona muhalefet etmek arkadaşındır." Ebû Ubeyd et-Tusî de şöyle demiştir: "Nefse eğer arzu ettiklerini verecek olursan, (Unutma ki) o hevasma doğru ağzını açmış duruyor." Ahmed b. Ebi'l-Havara dedi ki: Bir rahibin yanından geçtim, çok zayıf olduğunu gördüm. Ona: Sen çok hastasın dedim, o evet dedi. Ne zamandan beri? diye sordum. O: Kendimi bildim bileli dedi. Peki tedavi oluyor musun? dedim. Şöyle cevab verdi: Derdime ilaç olacak bir şey bulamadım. Bundan dolayı artık key (yaranın dağlanması) yapmaya karar verdim. Peki key nedir? diye sordum. O da hevaya muhalefettir, dedi. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî dedi ki: Senin haytalığın hevandır. Ona muhalefet edersen, o da senin ilacın olur. dedi ki: Eğer iki husus hakkında şüphe edip de hangilerinin daha hayırlı olduğunu bilemeyecek olursan, hangisinin hevana daha uzak düştüğüne bir bak ve onu yap. Hevanın yerilmesi ve ona muhalefet hususunda ilim adamlarının yeteri kadarıyla kendisine işaret ettiğimiz- esederi ve bahisleri vardır. Sana yüce Allah'ın: "Rabbinin huzuruna varmaktan korkup nefsini hevadan alıkoyana gelince, hiç şüphe yok ki cennet varılacak yerin ta kendisidir" (en-Naziat, 79/41-42) âyeti yeterlidir. "Bilgisine rağmen Allah'ın kendisini şaşırtmış olduğu" âyeti, Allah'ın onun halini bilerek saptırdığı... demektir. Bir başka açıklamaya göre; Allah onun layık olmadığını bilerek sevap olan işi yapmaktan şaşırtarak, uzak tutmuş olduğu kimse... demektir. İbn Abbâs dedi ki; Yüce Allah'ın ezelden beri sapacağını bildiği.., demektir. Mukâtil : Onun sapkın ve şaşkın bir kimse olduğunu bildiği... demektir, demiştir. Anlamlar birbirine yakındır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Puta tapan kimsenin o putun fayda ve zarar veremediğini bildiği halde... "Bilgisine rağmen" âyetinin failden hal olmasının mümkün olduğu da söylenmiştir. Yani: Yüce Allah onun halini bilerek onu şaşırtmıştır. Yani yüce Allah ezeli ilminde bu kimsenin dalalet ehlinden olduğunu bilerek o kimseyi şaşırtmıştır, Mef'ûlden hal olması da mümkündür, o vakit anlam: Kâfir kişinin kendisinin sapık ve şaşkın olduğunu bildiği halde onu saptırmıştır, şaşırtmıştır, demek olur. "Kulağına ve kalbine mühür vurduğu"öğüdü işitemesin diye kulağını, hidayeti anlayamasın diye de kalbini mühürlediği "gözü üzerinde de perde gerdiği"ta ki doğruyu göremesin diye perdelediği "kimse hakkında ne dersin?" Hamza veel-Kisaî "perde" âyetini "ğayn" harfi üstün ve "diP'siz olarak; diye okumuşlardır. Bu husus daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/7. âyet, 8 ve 9. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Şair de şöyle demiştir: "Kendisinin kulu olduğum hakkı için yemin ederek söylüyorum, Ki ben bu yeminimi senin için açıkça yapmıyorum; Eğer sen bana bir örtü. giydirecek olursan, Yemin olsun ki bir zamanlar sana samimi olarak sevgi beslemiştim." "Artık" Allah onu saptırdıkları sonra "Allah'tan başka kim hidayet verebilir? Hiç öğüt almaz mısınız?" ve onun herşeye gücünün yettiğini bilmez misiniz! Bu âyet-i kerîme kaderiyye, İmâmiyye ve itikad hususunda onların yollarını izleyen kimselerin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü âyet-i kerîme böylelerinin hidayetlerinin engellenmiş olduğunu açıkça ifade etmektedir. Diğer taraftan "kulağına ve kalbine mühür vurduğu"âyetinin onların hallerini haber vermek sadedinde varid olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre bu onlar hakkında bu anlamda bir beddua sadedindedir. Nitekim el-Bakara Sûresi'nin baş taraflarında (2/7, âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. İbn Cüreyc'in naklettiğine göre bu âyet-i kerîme "el-Gayatile" diye bilinenlerden birisi olan el-Haris b. Kays hakkında inmiştir. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre ise el-Haris b. Nevfel b. Abdi Menaf hakkında inmiştir. Mukâtil dedi ki: Ayet Ebû Cehil hakkında inmiştir. Şöyle ki; o bir gece beraberinde el-Velid b. Muğire bulunduğu halde Beyti tavaf ederlerken Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında konuşmaya başladılar. Ebû Cehil: Allah'a yemin ederim, ben onun doğru sözlü olduğunu biliyorum, dedi. el-Velid ona: Deme, doğru olduğunu nerden anladın? diye sorunca şöyle dedi: Ey Abdu Şems'in babası, biz gençliğinde ona sadık ve emin diyorduk. Aklı tamamlanıp kemale erince ona yalancı ve hain mi diyeceğiz? Allah'a yemin ederim ben onun doğru söylediğini biliyorum. Bu sefer el-Velid: Peki onu tasdik etmeni ve ona îman etmeni engelleyen nedir? deyince, şöyle dedi: Kureyş kızları benim hakkımda bir ekmek parçası uğruna Ebû Talib'în yetiminin peşinden gittiğimden mi söz etsin? tat ve Uzza'ya yemin olsun ki, ebediyyen ona uymayacağım. Bunun üzerine; "Kulağına ve kalbine mühür vurduğu..." âyeti indi. 24Dediler ki: "O, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz ve ditiliriz ve bizi ancak zaman helâk etmektedir." Halbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. "Dediler ki: O, dünya hayatımızdan başka bir şey değildir. Ölürüz ve diriliriz" âyeti onların ahireti inkar ettiklerini, öldükten sonra dirilişi yalanlayıp amellerin karşılığının görülmesini kabul ekmediklerini göstermektedir. "Ölürüz ve diriliriz" âyeti da biz ölüyoruz, çocuklarımız da diriliyor demektir. Bu açıklamayı el-Kelbî yapmıştır, " Diriltiliriz" diye "nun" harfi ötreli olarak da okunmuştur. Kimimiz ölüyor, kimimiz diriliyor, diye de açıklanmıştır. İfadede takdim ve tehir olduğu ve bunun diriliriz ve ölürüz anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu şekil aynı zamanda İbn Mes’ûd'un kıraatidir. "Ve bizi ancak zaman helâk etmektedir." Mücahid dedi ki; Yıllar ve günler demektir. Katade, yaşadığımız ömür diye açıklamıştır. Anlamları birdir. "Ancak geçip giden zaman" diye de okunmuştur. İbn Uyeyne dedi ki: Cahiliye insanları, asıl bizi helâk eden zamandır. Bize hayat verip bizi öldüren de odur, diyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Kutrub da: Bizi helâk eden ancak Ölümdür diye açıklamış ve Ebû Züeyb'in şu beyitini zikretmiştir: "Sen ölümden ve zamanın getirdiği musibetlerden mi rahatsız oluyorsun? Halbuki zaman (dehr) gelen musibetlere karşı sabırsızlık gösterenleri hoşnut etmez." İkrime: Allah'tan başka bizi kimse helâk etmiyor, diye açıklamıştır. Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Cahiliye-dönemi insanları bizi gece ve gündüzden başkası helâk etmiyor. Bizi helâk eden, öldüren ve bize hayat veren odur, diyorlar ve dehre sövüyorlardı. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlu dehre(zamana) söverek bana eziyet veriyor. Halbuki dehr Benim, iş Benim elimdedir. Geceyi ve gündüzü ben evirip çeviririm."Taheri. Tefsir, XXV, 152; İbn Kesîr, Tefsir, IV. 152 Derim ki: Peygamber Efendimizin: "Allah buyuruyor ki..." ifadesinden itibaren sonuna kadar Buharî'nin zikrettiği şekilde ve lâfzı iledir. Bunu aynı zamandaMüslim ve Ebû Davud da rivâyet etmiştir. Müslim, IV, 1762; Buhârî, IV, 1825. VI, 2722;Ebû Davud, LV, 369;Müsned, II, 238. Muvatta’'ddEbû Hüreyre'den kaydedilen rivâyete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse sakın zaman kahrolsun demesin. Çünkü Allah dehrin kendisidir. "Muvatta’,II, 984;Müslim, IV, 1763; Buhari, V. 22«6;Müsned, II, 259, 272, 275, 394. Dehr, Allah'ın isimlerindendir diyenler de bu hadisi delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: İlim adamlarından bunu Allah'ın isimlerinden birisi olarak kabul etmeyenlerin bu yaklaşımları, Arapların cahiliye dönemindeki tutumlarını reddetmek ile açıklanabilir. Çünkü onlar, yüce Allah'ın bu âyet-i kerîme ile haklarında haber verdiği şekilde, asıl failin zaman olduğuna inanıyorlardı. O bakımdan onlara herhangi bir zarar, sıkıntı ya da hoşlanmadıkları bir şey gelip çattığında bunu zamana nisbet ediyorlar, bu hususta kendilerine: Siz dehre (zamana) sövmeyiniz. Çünkü Allah zamanın kendisidir. Yani sizin zamana izafe ettiğiniz bu işlerin faili yüce Allah'ın kendisidir. Dolayısıyla bu sövme -haşa- O'na gider denildi ve bu sebepten bu tutumları yasaklanmış oldu. Bu kanaatin doğruluğunun delili de Ebû Hurcyre'nin zikrettiği hadisteki şu ifadelerdir: Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Şanı yüce ve mübarek Allah buyurdu ki: "Âdemoğlu Bana eziyet veriyor..." hadisidir. Ebû Ali es-Sakafî'nin şu beyitleri ne kadar güzeldir: "Ey başına bir musibet geldi mi zamana sitem eden kişi! Şana gadrettiğinden ötürü zamanı kınama, Çünkü zaman, bir memurdur, amiri vardır onun Ve zaman da o amirin emrine boyun eğer. Nice kâfir vardır ki pek çoktur serveti, Küfrüne rağmen kat kat artıp durmaktadır. Nice mü’min de vardır ki, bir dirhemi yoktur dabi, Fakirliğine rağmen imanı artıp durmaktadır." Rivâyete göre Salim b. Abdillah b.Ömer zamanı çokça sözkonusu ettiğinden dolayı babası onu azarlayarak: Zamanı böyle diline dolamaktan sakın evladım, demiş ve şu beyitleri söylemişti: "Zaman, hiçbir zaman, hiçbir cinayeti işleyen değildir, Ne de bir belayı getirendir; o batımdan sövme zamana. Fakat yüce Allah ne zaman bir şeyler gönderirse, Bir topluluğun üzerine; onların kolaylıklarını zorluk kılar." Ebû Ubeyd dedi ki: İnkarcılardan birisi ile tartışırken şöyle dedi; Sen "Allah dehrin(zamanın) kendisidir" dediğini hiç duymadın mı? Ben de dedim ki: Zaman boyunca hiç yüce Allah'a söven bir kimse olmuş mudur? Aksine onlar el-Aşa'nın dediği gibi diyorlardı: "İster konaklamış ol, ister yolculukta bulun, Ve şüphesiz yolculuk yaptıklarında hayırda bir ileri gidişleri vardır. Vefayı ve adaleti kendine ayırmıştır yüce Allah, Kınamayı da kişiye ayırmıştır," Ebû Ubeyd dedi ki: Musibet ve çaresiz bırakan olaylar karşısında zamanı yermek, Arapların adetlerindendir. O kadar ki, onu gürlerinde sözkonusu ettiler ve olayları kendisine nisbet ettiler. Amr b. Kamia dedi ki: "Görmediğim yerden ok attı bana zamanın kızları, Kendisi atış yapmadığı halde atışa maruz kalanın hali ne olur! Eğer atılanlar ok olsaydı korunurdum onlardan, Fakat bana oksuz atış yapılıyor. Kimi zaman iki avucum üzerinde, kimi zaman da sopa üzerinde, Bu atışlardan sonra, öyle ayağa kalkabiliyorum." Arap şiirinde benzeri pek çoktur. Onlar bunu zamana nisbet eder ve ona izafe ederler. Halbuki mutlak Fail yüce Allah'dır, O'ndan başka Rab yoktur. Muvatta’,II, 984;Müslim, IV, 1763; Buhari, V. 22«6;Müsned, II, 259, 272, 275, 394. "Halbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur." Buradaki:zaiddir.Yani onlar bu sözlerini şüphe içinde söylediler. "Onlar ancak zanda bulunuyorlar."Onlar ancak zanna dayalı olarak konuşuyorlar. Müşrikler çeşit çeşit idi. Bir kesimi bunlardı. Bir kesimi de yaratıcıyı kabul eder, öldükten sonra dirilişi inkâr ederdi. Kimisi Öldükten sonra diriliş hakkında şüphe eder, kat'i olarak inkâr etmezdi. İslâm döneminde ise birtakım kimseler ortaya çıktı ki, bunlar müslümanlardan korktukları için öldükten sonra dirilişi inkâr etmek imkanını bulamıyorlardı. Bundan dolayı da tevile saparak kıyâmeti bedenin ölümü olarak kabul ediyor, mükâfat ve cezayı da -iddialarına göre- ruhların gördükleri birtakım hayaller(rüyalar) olarak değerlendiriyorlardı. Böylelerinin kötülüğü bütün kâfirlerin kötülüğünden daha fazladır. Çünkü bunlar hakkı karıştırıyor ve onların bu karıştırmalarına aldananlar bulunuyor. Şirkini açıkça ortaya koyan müşrikten müslüman sakınabilir. Bir açıklamaya göre: Biz ölürüz, geriye bıraktığımız eserler hayatta kalır, demektir. İşte anılmak suretiyle ayakta kalmak budur. Bu sözleriyle tenasühe işaret ettikleri de söylenmiştir. Yani kişi ölür, ruhu birtakım ölülere (cansızlara) verilir ve onunla hayat bulur. Burada sözü edilen dehr ve zaman Türkçede Felek olarak karşılanmaktadır. Nitekim halk arasında ve birçok şiirde de felekten, Arapların dılmlen Gözettiği gibi sözedildiği görülmektedir. 25Kendilerine âyetlerimiz apaçık okunduğunda, onların bütün delilleri: "Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi babalarımızı getiriniz" demekten ibaretti. “ Kendileri âyetlerimiz apaçık okunduğunda" yani bu müşriklere öldükten sonra diriliğin mümkün olduğuna dair âyetlerimiz okunduğu vakit "onların" bu âyetlere karşı ortaya koydukları "bütün delilleri eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi babalarımızı getiriniz demekten İbaretti." Buradaki: "Delilleri" âyeti, "...di"nin haberidir. İsmi ise: "Haydi babalarımızı getiriniz demekten ibaret" âyetidir. O ölmüş babalarımızı getirin ki biz de sizin doğru söyleyip söylemediğinizi onlara soralım. Yüce Allah da şu âyetiyle onlara cevap vermektedir: 26De ki; "Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor. Sonra kendisinden şüphe bulunmayan kıyâmet gününe sizi toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler." "De ki: Allah sizi diriltiyor."Yani siz önceleri cansız nutfeler halinde idiniz. (Sonra sizi diriltti.) "Sonra sizi öldürüyor, sonra kendisinden şüphe bulunmayan kıyâmet gününe sizi toplayacaktır." Tıpkı dünya hayatında size hayat verdiği gibi. "Fakat insanların çoğu" Allah'ın ilkin kendilerini yarattığı gibi tekrar kendilerini İade edeceğini "bilmezler." ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet delil olmadığı halde yüce Allah onların sözlerine niye "delil" adım verdi, diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Çünkü onlar bu sözlerini delil getiren kimsenin delilini ortaya koyduğu üslubla ileri sürmüşler ve delil diye ortaya koymuşlardı. Onlar ile bir çeşit alaylı üslub kullanılarak onların bu sözlerine "delil" denilmiştir. Yahutta kendi kanaatlerine ve değerlendirmelerine göre delil olduğu için böyle denilmiştirya da şairin şu üslubunda sözkonusu ettiği hale benzediği için böyle denilmiştir: "Onların arasındaki selamlaşma çok acıtıcı bir doğuştur." Buna göre şöyle denilmiş gibi olmaktadır: Onların delil diye ileri sürdükleri şey, ancak delil olamayacak bir şeydi. Maksat, onların hiçbir delillerinin bulunmadığım ifade etmektir. Şayet yüce Allah'ın: "De ki: Allah sizi diriltiyor"âyeti onların: "Eğer doğru söyleyenler İseniz haydi babalarımızı getiriniz" sözlerine nasıl cevap teşkil etmektedir diye sorulursa, şöyle deriz: Onlar öldükten sonra dirilişi inkâr edip rasûlleri yalanlayınca söyledikleri sözlerin de susturucu bir delil olduğunu zannettiklerinde, onlara hayat verip sonra da kendilerini öldürenin yüce Allah olduğu şeklinde kabul etmiş oldukları bir gerçek ile susturulmuş oldular. Buna ek olarak da eğer hakka davet edene kulak verip insaflı davranacak olurlarsa, kabul edilmesi zorunlu olan bir bağlayıcı ifade de ilave edilmiş oldu. İşte bu da onların kıyâmet günü bir araya getirilecekleridir. Buna (öldürüp diriltmeye) kadir olan, atalarını getirmeye de kadirdir ve bu, O'nun için çok kolay bir şey olur. 27Göklerle yerin mülkü Allah'ındır. Kıyâmetin kopacağı gün, işte o gün batıl peşinde gidenler zarara uğrayacaklardır. "Göklerle yerin mülkü" yaratılmaları ve sahibliği "Allah'ındır. Kıyâmetin kopacağı gün, işte o günde batıl peşinde gidenler zarara uğrayacaklardır" âyetindeki birinci: "Gün" lâfzı "zarara uğrayacaklarda-" anlamındaki âyet ile nasbedilmiştir. " İşte o gün" âyeti da ya te'ktd için tekrarlanmıştır yahut bedeldir. İfadenin takdirinin şöyle olduğu da söylenmiştir: Kıyâmetin kopacağı gün mülk yalnız O'nun olacaktır. Bu durumda "İşte o gün" anlamındaki âyetin amili "zarara uğrayacaklardır" anlamındaki âyettir. Bu fiilin mef'ûlü ise hazfedilmiştir ki onlar cennetteki mevki ve konumlarını kaybederek zarara uğrayacaklardır, anlamındadır. 28Her ümmeti de diz çökmüş göreceksin. Her ümmet kitabına çağrılacak (ve şöyle denecek): "Bu gün sizlere işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığı verilecektir." "Her ümmeti de" o günün dehşetinden dolayı "diz çökmüş göreceksin." Burada ümmetten kasıt, her'dinin mensubu kimselerdir. "el-Casiye (diz çökmüş)" hakkında beş te'vil(yorum) vardır: 1- Mücahid: Dizlerini çökmüş demektir, diye açıklamıştır. Süfyan dedi ki: Dizlerini çökmüş olan kimse yere sadece iki dizi ve parmak uçları değen kimse demektir. ed-Dahhak: Bu, hesabın görüleceği sırada olacaktır, demiştir. 2- Toplu anlamındadır. Bu açıklamayıİbn Abbâs yapmıştır.el-Ferrâ'' dedi ki: Sen her din mensubu kimseleri bir araya toplanmış olarak göreceksin, demektir. 3- Her ümmetin biri diğerinden ayrı olacaktır. Bu açıklamayı da İkrime yapmıştır. 4- Kureyş lehçesinde boyun eğen demektir. Bu açıklama da Müerric'e aittir. 5- Dizleri üzerine oturmuş demektir. Bu açıklamayı dael-Hasen yapmıştır. ("Diz çökmüş" anlamı verilen "el-casiye"nin kökünü teşkil eden): "Diziler üzerinde oturmak" demektir. Fiili: "İki dizi üzerine çöktü, çöker" şeklinde kullanılır. Fiilin her iki şeklinde de mastar veznindedir. Daha önce Meryem Sûresi'nde(19/82. âyette) geçmiş bulunmaktadır. (.....)'ın asıl anlamı her tür topluluk demektir. Tarafe iki kabirden sözederken şöyle demektedir: "Sen onların herbiri üzerinde bir miktar toprak görürsün, Ayrıca birbiri üstüne dizilmiş sağlam taşlar(da vardır)." Bu halin yalnızca kâfirler hakkında sözkonusu olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Yahya b. Sellam'a aittir. Bunun, mü’minlerle kâfirler hakkında hesabın görülmesini beklerken umumi bir hal olduğu da söylenmiştir. Süfyan b. Ûyeyne, Amr'dan, o Abdullah b. Bâbâh'dan rivâyet ettiğine göre Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ben sizleri yüksekçe yerlerde, cehennemin berisinde, dizlerinizi çökmüş halde görüyor gibiyim." Bunu el-Maverdî zikretmiştir Maveıdî, Nüket, V, 2ö7;İbnu'l-Mübarek, Zühd, s. 105; Ebû Nuaym, Hüyetu'l-Evliya, VII, 299 Selman dedi ki: Kıyâmette bir saat.(an) vardır ki, o on yıllık bir süredir. İnsanlar o zaman zarfında dizleri üzerine çökmüş olarak yere kapanacaklar. Nihayet İbrahim (aleyhisselâm) bile: "Bugün ben senden kendimden başka bir şey istemiyorum" diye nida edecektir. "Her ümmet kitabına çağrılacak."Yahya b. Sellam’ın açıklamasına göre hesabına çağrılacak. Bir başka açıklamaya göre; her ümmet için yazılan ve içinde hayır ve şer türünden amelleri bulunan kitabı demektir. Bu açıklamayı da Mukâtil yapmıştır. Mücahid'in açıklaması ile aynı anlamdadır. "Kitabın" meleklerin onların aleyhine yazdıkları(kitap, amel defteri) olduğu söylendiği gibi, gereğince amel edip etmediklerinin görülmesi için kendilerine indirilen kitab olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre burada kitab, Levh-i Mahfuz'dur. Yakub el-Hadramî-ikinci-: "Her ümmet" lâfzını -ilk olarak geçen: " Her" lâfzından bedel olarak nasb ile okumuştur. Buna sebeb ise birincisinde olmayan açıklamaların, ikincisinde bulunmasıdır. Zira her ümmetin diz üstü çöktüğü belirtilmekle birlikte, ikincisinde sözkonusu edildiği şekilde bunu gerektiren sebeb açıklandığı gibi, diz çökmenin sebebi açıklanmış değildir. Sözkonusu sebeb ise her ümmetin kendi kitabına çağmlmasıdır. "Göreceksin" fiili takdir edilip onun ameli ile nasbedildiğî de söylenmiştir. ("Her"anlamındaki lâfzın) merfu olarak okunması mübteda oluşuna göredir. "Bugün sizlere" hayır ya da şer türünden olsun "işleyegeldiğiniz amellerinizin karşılığı verilecektir." 29İşte bu, size hakkı söyleyen kitabımızdır. Esasen Biz işlediklerinizi yazdırıyorduk. "İşte bu size hakkı söyleyen" yani tanıklık eden -ki bu bir istiaredir- "kitabımızdır." Bu sözlerin yüce Allah'ın onlara söyleyeceği sözler olduğu söylendiği gibi, meleklerin söyleyeceği sözler olduğu da söylenmiştir. (Kitab hakkında "söz söylemek" bir istiaredir.) Mesela: "Kitab şunu söyledi" denilirken açıkladı demek istenir. Denildiğine göre; onlar o kitabı okuyacaklar, kitab da kendilerine işledikleri amelleri hatırlatacaktır. Böylelikle o aleyhlerine konuşuyor gibi olacaktır. Buna delil de yüce Allah'ın: "Vay bizim halimize! Bu kitaba ne olmuş? Küçük, büyük hiçbir şey bırakmayıp sayıp dökmüş diyecekler". "Nezdimizde hak ile konuşan bir kitab vardır. Onlara zulmedilmez"(el-Muminun, 23/62) diye buyurulmaktadır ki, daha önce geçmiş bulunmaktadır. " Söyleyen" âyeti "kitab"ın hali konumunda ya da; "Bu" lâfzından hal konumundadır veya "bu"nun ikinci haberidir. Yahutta "kitabımız" anlamındaki âyet "bu"dan bedel olup "söyleyen" haber de olabilir. "Esasen Biz işlediklerinizi yazdırıyorduk." Yan; sizin işlediklerinizin yazılmasını emrediyorduk. Ali (radıyallahü anh) dedi ki; Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki, bunlar beraberlerinde içinde Âdemoğullarının amellerini yazdıkları bir şey ile inerler. İbn Abbâs dedi ki: Allah tertemiz bir takım melekleri görevlendirmiş ki, bunlar ramazan ayında Ummu'l-kitab'tan Âdemoğullarının işleyecekleri bü-Lün amelleri yazarlar. Her perşembe de Allah'ın kulları üzerindeki Hafaza melekleri(nin yazdıkları) ile karşılaştırırlar. Böylelikle Hafaza meleklerinin yazdıkları kulların amellerinin kendilerinin sözü geçen kitaptan istinsah ederek yazdıkları kitaplarındakilere uygun olduğunu, hiçbir fazlalık ve eksikliğin bulunmadığını görürler. İbn Abbâs dedi ki: Zaten nesh (kopyalama) bir kitaptan başka neden olur ki? el-Hasen dedi ki: Hafaza meleklerinin Âdemoğullarının amellerine dair yazdıklarını istinsah ediyoruz (kopya ederek yazdırıyoruz.) Çünkü Hafaza melekleri amel defterlerini Hazene'ye (amel deftederini saklamakla görevli meleklere) teslim ederler. Bir başka açıklamaya göre her gün Hafaza melekleri kulun yazdıklarını alıp götürürler. Yerlerine geri döndüklerinde oradaki hasenat ve seyyiat istinsah edilir. Mubah olan işler ikinci nüshaya aktarılmaz. Bir diğer açıklamaya göre melekler, kulların amellerini yüce Allah'a takdim ettiklerinde o aralarında sevab ve cezayı gerektirecek şeyler bulunanların tesbit edilmesini emreder. Aralarından da sevab ve cezanın sözkonusu olmadığı şeyler düşürülür. 30Îman edip salih amel İşleyenlere gelince, Rabbleri onları rahmetine alacaktır. İşte bu, apaçık kurtuluşun ta kendisidir. 31Kâfir olanlara gelince: "Ayetlerim sizlere okunmadı mı? Siz de büyüklük taslayıp günahkar kimseler olmadınız mı?" (denecek). "Îman edip salih amel işleyenlere gelince, Rabbleri onları rahmetine" yani cennetine "alacaktır. İşte bu, apaçık kurtuluşun ta kendisidir. Kâfir olanlara gelince, âyetlerim sizlere okunmadı mı?" denilecek. Bu ise azarlayıcı bir istifham (soru)dır. "Siz de" onları kabule yanaşmayarak "büyüklük taslayıp, günahkar" masiyetler işleyen müşrik "kimseler olmadınız mı?" ("Günahkar kimse" anlamını verdiğimiz "mücrim" ile aynı kökten olmak üzere) eğer bir kimse ailesinin kazanç sağlayan ferdi ise “Filan kişi ailesinin cerimesi(onların kazanç sağlayan kişisi)dir" denilir. Buna göre "mücrim" kendisine masiyetler kazandıran kimse demektir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Biz müslümanları o günahkarlar(mücrimler) gibi kılar mıyız hiç?" (el-Kalem, 68/35) Buna göre mücrim müslümanın zıcldıdır. O halde mücrim küfür ederek günahkar olmuş kişi demektir. 32"Muhakkak Allah'ın vaadi haktır ve kıyâmetin kopacağında şüphe yoktur" denildiğinde siz derdiniz ki: "Kıyâmetin ne olduğunu biz bilmeyiz. Biz ancak şüphe ve zan ediyoruz. Biz inananlar değiliz." "Muhakkak Allah'ın vaadi haktır"yani diriliş gerçekleşecektir "ve kıyâmetin kopacağında şüphe yoktur, denildiğinde..." âyetinde geçen:"(.......): Kıyâmet" lâfzını Hamza "vaad"e atf ile nasb ile okumuştur. Buna göre âyet: "Muhakkak Allah'ın vaadi ve kıyâmetin kopması haktır, onda şüphe yoktur.,." demek olur. Diğerleri ise mübteda olarak ref ile yahutta "muhakkak Allah'ın vaadi haktır"âyetinin mahalline atf ile merfu olarak okumuşlardır. Ancak mastardaki (vaad mastarında ki) zamire atfedilmesi güzel olmaz. Çünkü le'kid edici değildir. Merfû' zamir: "te'kidsiz olarak atıf' ancak şiirde yapılır. "Siz derdiniz ki: Kıyâmetin ne olduğunu biz bilmeyiz." Acaba o bir gerçek midir, yoksa batıl mıdır? "Biz ancak şüphe ve zan ediyoruz." el-Müberred'e göre ifade: "Biz ancak bir zanda bulunuyoruz" takdirindedir. Takdirinin: Biz sizin ancak bir zanda bulunduğunuzu zannediyoruz, şeklinde olduğu söylendiği gibi: Siz ancak biz zannediyoruz dediniz, takdirinde olduğu da söylenmiştir. "Biz" kıyâmetin geleceği hususuna "inananlar değiliz." |