Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Herkese göre Mekke'de inmiştir. Ellidört âyettir, elliüç âyet olduğu da söylenmiştir. 1Hâ, Mîm. Âyetin tefsiri için bak:2 2Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiştir. "Hâ. Mîm. Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiştir" âyeti ile ilgili olarak ez-Zeccâc şöyle demiştir: İndirilmiştir" âyeti mübteda olarak merfudur. Haberi ise "âyetleri gereği gibi açıklanmış bir kitabtır" âyetidir. Basralıların görüşü budur. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "Rahmân, Rahîm olan tarafından indirilmiş olan(bu kitab), âyetleri gereği gibi açıklanmış bir kitabtır" el-Ferrâ'' da şöyle demektedir: Bunun merfu olarak gelmesi; "Bu" lâfzının takdirine binaen de olabilir. Ayrıca Bir kitaptır" âyetinde yüce Allah'ın "İndirilmiştir" âyetinden bedel olduğu da söylenebilir. Bunun yüce Allah'ın: "indirilmiştir" âyetinin sıfatı olduğu da söylenmiştir. "Hâ. Mîm" Yani bu "Hâ. Mîm"dir anlamındadır, diye de açıklanmıştır. Tıpkı "şu bölüm" dediğimizde bunun "o şu bölümdür" anlamında olmasına benzer. Buna göre "Hâ. Mîm" gizli bir mübtedanın haberidir. Yani " o Hâ, Mîm'dir" demek olur. " İndirilmiştir" âyeti da bir başka mübteda olur. "Bir kitaptır" lâfzı da onun haberi olur. 3Bilen bir kavim için âyetleri gereği gibi açıklanmış, Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiş) bir kitabtır. "Gereği gibi açıklanmış" beyan edilip açık açık ifade edilmiş anlamındadır. Katade dedi ki: Bu da açıkça helal ve haramının neyin itaat, neyin masiyet olduğunun açıklanması ile gerçekleşmiştir. el-Hasen: Vaad ve vaid (tehdit) ile Süfyan: sevab ve ikab ile açıklanmıştır, demişlerdir. "Gereği gibi açıklanmış" anlamındaki âyet; diye de okunmuştur. Hak ile batılı birbirinden ayırmış veya anlamlarının farklılığı ile kimisi kiminden ayrılmış, demek olur. Bu da: Şehirden uzaklaştı" ifadesinden alınmıştır. "Arapça bir Kur'ân olarak" anlamındaki: âyetinin nasb ile gelmesi, çeşitli şekillerde açıklanmıştır. el-Ahfeş dedi ki: Bu övgü olmak üzere nasb ile gelmiştir. Bir fiil takdiri ile mansup olduğu da söylenmiştir. "Arapça bir Kur'ân"ı an demek olur. Fiilin iadesi dolayısıyla (anlamca tekrar edildiği kabul edilmekle) nasbedildiği de söylenmiştir. Biz "Arapça bir Kur'ân"ı geniş geniş gereği gibi açıkladık" demek olur. Hal olarak nasb ile geldiği de söylenmiştir.Yani, "onun âyetleri Arapça bir Kur'ân" olduğu halde "gereği gibi açıklanmış"tır. Şöyle de açıklanmıştır: "Gereği gibi açıklanmış" fiili âdeta bir fail (gerçekte naib-i fail, yani sözde özne) konumuna gelinceye kadar "âyetleri" ile (amel etmek suretiyle) meşgul olunca, bu sefer beyanın (temyiz suretiyle açıklamanın) üzerinde gerçekleşmesi dolayısıyla; "bir Kur'ân olarak" anlamındaki lâfız nasb ile gelmiştir. Nasb ile gelmesi kat' üzere (önceki âyetle ilişkisi bulunmaksızın) olduğu da söylenmiştir. "Bilen bir kavim için" âyeti hakkında ed-Dahhak dedi ki: Yani Kur'ân Allah tarafından indirilmiştir. Mücahid de şöyle açıklamıştır: Tevrat ve İncil'de O'nun bir ve tek ilâh olduğunu bilen bir topluluk için demektir. Arapçayı bilen ve onun benzerini meydana getirmekten aciz kaldıklarını anlayan kimseler için, diye de açıklanmıştır. Çünkü Arapça olmasaydı, bunu bilemezlerdi. Derim ki: Bu daha doğru bir açıklamadır. Sûre de Kur'ân'ın i'cazı hususunda Kureyşlileri azarlamak üzere inmiştir. 4(Hem de) müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere (indirilmiştir). Ama onların çoğu yüz çevirmişlerdir. Bundan dolayı onlar işitmezler. "Müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere" buyrukları "âyetleri" âyetinden haldir. Bunda âmil ise "gereği gibi açıklanmış" anlamındaki fiildir. Bunların Kur'ân'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir. Allah'ın dostları için "müjdeleyici ve" onların düşmanları için de "korkutucu olmak üzere(indirilmiş bir kitaptır)." "Müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere" anlamındaki âyetler "kitab"ın sıfatı olmak üzere: "Müjdeleyici ve korkutucudur" diye de okunmuştur. Bu şekilde hazfedilmiş bir mübtedânın haberi de olabilir. Yani "(bu kitab) müjdeleyici ve korkutucudur" demek olur. "Ama onların" Mekkelilerin "çoğu yüz çevirmiştir. Bundan dolayı onlar" faydalanacakları bir şekilde "işitmezler." Rivâyete göre er-Reyyan b. Harmele şöyle demiştir: Kureyşlilerden ileri gelenler ile Ebû Cehil, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu bizim için içinden çıkılmaz bir hal aldı. Şiiri, kâhinliği ve büyüyü bilen bir adam araştırıp bulsanız da onunla konuşsa, sonra da gelip bize onun durumunu açıklasa, dediler. Utbe b. Rabia dedi ki: Allah'a yemin ederim ben kâhinliği, şiiri ve büyüyü bilen birisiyim. Eğer böyle ise, onun durumu bana gizli kalmayacak şekilde bunları biliyorum. Bunun üzerine ona: Haydi ona git ve onunla konuş, dediler. O da Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'a giderek ona: Ey Muhammed dedi. Sen mi hayırlısın yoksa Kusey b. Kilab mı? Sen mi hayırlısın yoksa Haşim mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdulmuttalib mi? Sen mi hayırlısın yoksa Abdullah mı? Sen ne diye bizim ilâhlarımıza dil uzatıyorsun? Atalarımızın sapık olduğunu söylüyorsun. Bizi akılsızlıkla itham ediyorsun, dinimizi yeriyorsun. Şayet sen eğer bize başkan olmanın peşinde isen bütün sancaklarımızı senin emrine veririz ve hayatta kaldığın sürece bizim başkanımız olursun. Eğer evlenmek istiyor isen Kureyş kızlarından istediğin on tanesi ile seni evlendiririz. Şayet servet sahibi olmak istiyorsan, seni senden sonra gelecek olan soyunu sopunu zengin edecek kadar sana mal toplarız. Eğer sana geldiğini söylediğin şahıs cinlerden birisi olup seni etkisi altında almış ise, seni tedavi etmek için bu uğurda mallarımızı harcarız veya bu yolda kendimizi tüketiriz. Bu arada Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) susmuş, sesini çıkarmıyordu. söyleyeceklerini bitirdikten sonra peygamber ona: "Ey Ebû'l-Velid! Söyleyeceklerini bitirdin mi?" diye sordu. O da: Evet deyince,Peygamber: "O halde kardeşimin oğlu beni dinle", dedi. : Dinleyeyim dedi, Peygamber şöyle buyurdu: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın ismi ile Hâ. Mim. (Bu kitab) rahman, Rahîm olan tarafından indirilmiştir. Bilen bir kavim için... Eğer yüz çevirirlerse sen de de ki: Ben Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fussilet, 41/1-13) âyetine kadar okudu. Utbe ileri atılarak elini Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ağzına koydu. Allah hakkı için akrabalık bağı için susmasını ondan istedi. Utbe evine geri döndü, Kureyşlilerin yanına çıkmadı. Ebû Cehil ona gelerek: Muhammed'in dinine mi girdin? Yoksa onun yemeği hoşuna mı gitti? dedi. Utbe bu işe kızdı ve ebediyyen Muhammed ile konuşmayacağına yemin etti, sonra şunları söyledi: Allah'a yemin ederim, siz de biliyorsunuz ki ben Kureyşliler arasında malı en çok olanlardan birisiyim. Fakat ben ona durumu arzedince bana öyle bir sözlerle cevab verdi ki, Allah'a yemin ederim o söz ne şiirdir, ne kâhinliktir, ne de büyüdür. Sonra onlara Muhammed'den duyduklarını "Âd ve Semud'a gelen yıldırım gibi..." âyetine kadar okudu.(Devamla dedi ki): Sonra ben ağzını tuttum, akrabalık bağını hatırlatarak okumamasını ondan istedim. Siz de bilirsiniz ki, Muhammed bir şey söyledi mi yalan söylemez. Allah'a yemin ederim, üzerinize bir azâbın ineceğinden -yıldırımı kastediyor- korktum. Bu haberi Ebû Bekir el-Enbarî de "er-Raddu(Alâ Men Halefe Mushafe Osmane)" adlı eserindeMuhammed b. Ka'b el-Kurazî'den diye rivâyet etmiştir. Orada belirtildiğine göre; sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)"Ha. Mim. Fussilet" sûresini secde âyetine varıncaya kadar okudu. Peygamber secdeye kapandı, Utbe ise arkadan ellerine dayanmış olarak söylediklerine kulak verip dinliyordu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) okumasını bitirince ona: Ey Ebû'l-Velid dedi. Sana okuduklarımı dinledin, artık seni onlarla başbaşa bırakıyorum." Utbe mecliste bulunan Kureyşlilere gitti. Onlar da Allah'a yemin ederiz Ebû'l-Velid yanınızdan gittiğinden bir başka türlü yanınıza dönüyor. Sonra: Ne haberler getirdin? Ey Ebû'l-Velid, dediler. O da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim Muhammed'den öyle bir söz duydum ki, onun benzerini asla duymuş değilim. Allah'a yemin ederim ondan duyduğum sözler ne şiirdir, ne kâhinliktir. Gelin, bu hususta bana itaat ediniz ve benim dediğimi kabul ediniz. Muhammed'i yapmak istediğinde serbest bırakınız, ona ilişmeyiniz. Allah'a yemin ederim, ondan duyduğum bu sözlerin haberleri mutlaka yankı getirecektir. Şayet Araplar onun başına bir iş açarlarsa, başkaları vasıtası ile ondan kurtulmuş olursunuz. Eğer bir kral yahut bir peygamber olursa, onun sebebiyle insanların en mutluları olursunuz, çünkü onun mülkü sizin mülkünüz, onun şerefi sizin şerefinizdir. Bu sefer: Heyhat dediler, ey Ebû'l-Velid, Muhammed seni de büyüledi. Ebû'l-Velid de: Bu benim sizin lehinize ileri sürdüğüm görüşümdür, istediğinizi yapınız diye karşılık verdi. 5Dediler ki: "Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda da bir perde vardır. O halde sen yapacağını yap! şüphesiz biz de yapanlarız." "Dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir" âyetindeki: "Örtüler" lâfzı,'in çoğuludur. Bu da "örtü" demektir. Daha önce el-Bakara Sûresi'nde(2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Mücahid dedi ki: Kalb için örtüler, oklar için kalkan gibidir. "Kulaklarımızda bir ağırlık vardır."Sağırlık demektir. Bundan dolayı senin sözlerin kulaklarımızdan içeriye girmiyor. Kalplerimiz de onu anlayıp kavramayacak şekilde örtülü bulunuyor. "Bizimle senin aranda da bir perde vardır." Yani din ayrılığı vardır. Çünkü onlar putlara tapıyor, kendisi ise yüce Allah'a ibadet ediyordu. Bu anlamdaki açıklamayı el-Ferrâ'' ve başkaları yapmıştır. Senin çağrını kabul etmemizi engelleyen bir örtü(vardır), diye de açıklanmıştır. Denildiğine göre Ebû Cehil başına bir örtü sararak -onunla alay olsun diye-: Ey Muhammed! Bizimle senin aranda bir perde vardır, demişti. Bunu en-Nekkaş naklettiği gibi, el-Kuşeyrî de zikretmiş bulunmaktadır. O halde burada hicab (perde), elbise demektir. "O halde sen yapacağını yap şüphesiz biz de yapanlarız." Bizi helâk etmek için çalış. Biz de seni helâk etmek için çalışanlarız. Bu açıklamayıel-Kelbî yapmıştır. Mukâtil de şöyle demiştir: Seni peygamber olarak gönderen ilâhın için çalış, biz de tapındığımız ilâhlarımız için çalışacağız. Bir başka açıklama: Senin dinin neyi gerektiriyorsa onu yap, biz de dinimizin gerektirdiğini yapacağız. Beşinci bir ihtimal de şudur: Sen ahiretin için çalış, biz de dünyamız için çalışacağız. Bunu da el-Maverdî zikretmiş bulunmaktadır. 6De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana, sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır diye vahyolunuyor. O halde O'na dosdoğru yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. O müşriklerin vay haline!" "De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım." Yani ben bir melek değilim. Ben Âdemoğullarından birisiyim.el-Hasen dedi ki: Yüce Allah ona (böylece) alçak gönüllülüğü öğretmektedir. "Bana sizin ilâhınız ancak bir tek ilâhtır diye" semâdan melekler aracılığı ile "vahyolunuyor. O halde" O'na îman edin ve "O'na dosdoğru yönelin." O'na dua etmek ve O'ndan dilekte bulunmak suretiyle yüzlerinizi O'na çevirin. Bu da bir kimsenin: Evine yönel, demesine benzer.Yani dosdoğru evine git, başka bir tarafa sapma, demektir. "Ve O'ndan" koştuğunuz şirkten ötürü "mağfiret dileyin. O müşriklerin vay haline." 7Onlar ki hem zekâtı vermezler, hem de onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir. "Onlar ki hem zekâtı vermezler."İbn Abbâs dedi ki: Yani onlar Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmezler. Çünkü nefislerin zekâtı odur.Katade de şöyle demiştir: Zekatın farz olduğunu ikrar edip kabul etmezler, ed-Dahhak ve Mukâtil de şöyle demiştir: Onlar ne sadaka verirler, ne de itaat uğrunda bir harcamada bulunurlar. Yüce Allah, fazilet sahibi kimselerin kendilerine yakıştırmadığı cimrilik sebebiyle onları azarlamaktadır. Ayrıca bu âyette, kâfirin zekâtın ona farzolduğu kabul edilmemekle birlikte, küfrü sebebiyle azâb edileceğine delalet vardır. el-Ferrâ'' ve başkaları şöyle demiştir: Müşrikler çeşitli harcamalar yapıyor, hacılara su içiriyor, yemek yediriyorlardı. Ancak Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'a îman eden kimseleri bunlardan mahrum edince, haklarında bu âyet-i kerîme nazil oldu. "Hem de onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir." İşte bundan dolayı itaat uğrunda infak etmezler, dosdoğru Allah'a yönelmezler ve mağfiret de dilemezler. ez-Zemahşerî dedi ki: Eğer: Ahireti inkâr etmekle birlikte müşriklerin diğer nitelikleri arasından zekât vermeme sıfatlarını, neden özellikle sözkonusu etti, diye sorulursa, şöyle cevab veririz: Çünkü insanın en çok sevdiği şey kendi malıdır, o canın yongasıdır. Malını Allah yolunda harcayacak olursa, o kişinin sebat üzere dosdoğru, niyetinin samimi, içindeki duyguların apaydınlık olduğunun en güçlü delili olur. Nitekim yüce Allah: "Allah'ın rızasını arayarak ve nefislerinden bir sebat ile mallarını infak edenlerin durumu..." (el-Bakara, 2/265) diye buyurmakta değil midir? Yani onlar nefislerine böylece sebat vermekte, mallarını infak etmek suretiyle de nefislerinin sebatını belgelendirmektedirler. Kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen kimseler(müellefe-i kulub) ancak basit birtakım dünyalıklarla bağlanmıştır. Böylelikle îmanları güçlenmiş ve İslama karşı yumuşamış oldular. Rasûlullah(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra irtidad edenler ise, ancak zekâtı vermemeyi açığa vurmuşlardı. Bundan dolayı ise onlara karşı savaş ilan edilmiş, onlara karşı cihada girişilmişti. Bu uğurda mü’minler zekâtın eda edilmesi için birlikler halinde gönderilmişti. Onu vermek istemeyenler de böylelikle oldukça korkutulmuştu. İşte bundan ötürü zekât vermemek, müşriklerin niteliklerinden olarak tesbit edilmiş ve ahireti inkâr etmekle birlikte sözkonusu edilmiştir. 8Şüphesiz ki îman edip salih amel işleyenler, onlar için kesilmeyen bir ecir vardır. "Şüphesiz ki îman edip salih amel işleyenler onlar için kesilmeyen bir ecir vardır" âyetindeki: “Kesilmeyen" âyetini İbn Abbâs "ardı arkası kesilmeyen" diye açıklamıştır. Bu da: İpi kestim" ifadesinden alınmıştır. Zu’l-İsba'ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Ömrün hakkı için kapım kilitli değildir benim, Arkadaşıma karşı; hayrım da kesilen değildir." Bir başka şair de şöyle demektedir: "Onun arkasındaki pislikleri ve küçük çakıl taşlarını görürsün de, Sanki onlar kesintili, ince bir toz bulutu gibidir." Burada şair -aynı kökten gelen-: lâfzı ile "kesintili ve cılız toz"u kastetmektedir. Yine İbn Abbâs ve Mukâtil 'den "eksilmeyen" diye açıkladıkları nakledilmiştir. ": Çok minnet eden, ölüm" de burada gelmektedir. Çünkü o insanın gücünü azaltır.Kutrub da böyle açıklamış ve Züheyr'in şu beyitini zikretmiştir: "Asil olanların ağır giden atlara üstünlüğü şu ki, Bunlar gücü eksik ve aklı başında olmayana verilmezler." el-Cevherî dedi ki: "Kesmek" demektir, eksiklik anlamında olduğu da söylenir. Yüce Allah'ın: "Onlar için kesilmeyen bir ecir vardır" âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Şair Lebid de şöyle demektedir: "(O yırtıcı hayvanlar) siyaha çalan boz renkli ve yırtıcıdırlar, Kimse onlara yiyeceklerini veriyor diye minnet etmez." Mücahid dedi ki: "Kesilmeyen" sayısız, hesapsız demektir. Başlarına kakılmayan diye de açıklanmıştır. es-Süddî dedi ki: Bu âyet kötürüm, hasta ve kocamış yaşlılar hakkında inmiştir. İtaat etmek noktasında zayıf düştükleri takdirde sağlıklı iken işledikleri ameller ne ise, en güzel şekliyle yine onlara aynı ecirler yazılır. 9De ki: "Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı gerçekten inkâr ediyor musunuz ve O'na ortaklar koşuyor musunuz?" İşte O, âlemlerin Rabbidir. "De ki: Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı gerçekten inkâr ediyor musunuz?" âyetindeki: Siz... gerçekten... musunuz" âyeti iki hemzeli olup ikinci hemze belli belirsiz okunur. ise iki hemze arasında bir "elif" ile okunur, bu ise azar anlamında bir istifhamdır. Yüce Allah ona (peygamberine) onları azarlamayı ve yaptıkları işten dolayı hayret etmesini emretmiştir. Yani O, gökleri ve yeri yaratan olduğu halde ne diye Allah'ı inkâr ediyorsunuz? "İki günde" pazar ve pazartesi günleri kastedimektir. "Ve O'na ortaklar" zıtlar ve eşler "koşuyor musunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir." 10Orada üstünden sabit dağlar yerleştirdi, orayı bereketlendirdi ve gıdalarını isteyenler için müsavi olarak dört günde takdir etti. "Orada" yani yeryüzünde "üstünden sabit dağlar yerleştirdi."Vehb dedi ki: Allah yeri yaratınca, suyun üzerinde çalkalandı.Cebrâîl'e: Ey Cebrâîl onu sağlamlaştır, dedi. Bunun üzerine yere inip onu tuttu, fakat rüzgarlara karşı koyamadı. Rabbim dedi, sen daha iyi biliyorsun ya bu konuda ben karşı koyamadım. Bunun üzerine yüce Allah yeri dağlarla tesbit edip sağlamlaştırdı ve oraya dağlan kazık gibi yerleştirdi. "Orayı" içinde yaratmış olduğu faydalı şeylerle "bereketlendirdi." es-Süddî dedi ki: Orada ağaçları bitirdi. "Ve gıdalarını... takdir etti."es-Süddî ve el-Hasen dedi ki: Orada yaşayanların rızıklarını ve işlerinin görülmesi için gerekenleri takdir etti. Katade veMücahid de şöyle demiştir: Orada oranın ırmaklarını, ağaçlarını ve diğer canlı varlıkları salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İkrime veed-Dahhak dediler ki: "Orada gıdalarını... takdir ettik"âyetinin anlamı orada yaşayanların rızıklarını ve geçimleri için uygun olan çeşitli ticaretleri, ağaçları ve her beldede diğerinde bulunmayan türlü menfaatleri yaratmıştır. Böylelikle ticaret ve bir yerden bir yere yolculuk yapmak suretiyle birbirlerinden sağlayacakları menfaatlerle yaşayabilsinler. İkrime dedi ki: Hatta bazı yerlerde altın ile tuzu dengi dengine alıp satıyorlar, Mücahid veed-Dahhak dediler ki: Sabur elbisesi Sabur'dan, Taylasan Rey'den, Yemen elbiseleri Yemen’den gelir... "Dört günde" dördüncü günün bitiminde demektir. Bunun bir örneği de bir kimsenin: Basra'dan, Bağdad'a on günde çıkıp, gittim, Kufe'ye de onbeş gündeyani onbeşinci günün bitiminde(Kufe'ye vardım) demektir. Bu anlamdaki açıklamayı İbnu'l-Enbarî ve başkaları yapmıştır. "İsteyenler için müsavi olarak"âyeti ile ilgili olarakel-Hasen dedi ki: Tam ve eksiksiz dört günde demektir. el-Ferrâ'' da diyor ki: İfadede takdim ve tehir vardır. Yani ihtiyaç duyanlar için eşit olarak gıdalarını orada takdir etmiştir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Hasan-ı Basrî ile Yakub el-Hadramî: "İsteyenler için müsavi olarak"anlamındaki âyeti: şeklinde cer ile okumuşlardır. İbnu'l-Ka'ka'dan ise; şeklinde ref’ ile okuduğu nakledilmiştir. Nasb ile okunması ise mastar kabul edilmesine göredir. "Müsavi olarak"; "Eşit olarak" demek olup, Müsavi oldu" demektir. Bunun hal olarak ve kat' ile nasbedildiği de söylenmiştir. Cer ile "dört" ya da "günde" anlamındaki lâfızların sıfatı olarak okunmuştur.Yani" Tam ve müsavi dört günde" demek olur. Ref ile okunması ise mübteda kabul edilmesine göredir, haberi ise; "isteyenler için" anlamındaki lafızdır yahutta "işte bu, isteyenler için müsavidir" takdirine binaen böyle okunabilir. Meanî âlimleri derler ki: "İsteyenler için müsavi olarak"âyeti ve istemeyenler(bu konuda soru sormayanlar) için de böyledir, demektir. Yani yeri ve içinde bulunanları isteyenler için de istemeyenler için de yaratmıştır, O, dilekte bulunana da bulunmayana da verir. 11Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi de ona ve yere: "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. İkisi de: "İsteyerek geldik" dediler. "Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi." Yani onu yaratmaya yöneldi ve orayı düzenlemeyi kastetti. Buradaki "istiva" bu husustaki görüşlerin bir çoğuna göre yüce Allah'ın fiil sıfatlarındandır. Buna da yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur" (el-Bakara, 2/29) âyeti delil teşkil etmektedir. Orada (el-Bakara, 2/29. âyet, 5. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebû Salih, İbn Abbâs'tanyüce Allah'ın: "Sonra... semaya yöneldi" âyeti hakkında: Yani emri semaya yükseldi, dediğini rivâyet etmektedir, el-Hasen de böyle demiştir. Bunun zâid bir zatî sıfat olduğunu söyleyenler de şöyle derler: O ezelde sıfatlarıyla istiva etmiştir. “Sonra" âyeti semanın duman halinden kesiflik haline getirilmesi ile alakalıdır. Bu duman ise, daha önce Bakara Sûresi'nde(az önce belirtilen yerde)İbn Mes’ûd'dan ve başkalarından nakledildiği üzere, suyun nefes alıp vermesinden (buharlaşmasından) meydana gelmiş idi. "Ona ve yere: İsteyerekveya istemeyerek gelin, dedi." Ben sizde yaratmış olduğum menfaatler ve maslahatlar ile birlikte geliniz ve onları yaratıklarım için ortaya çıkartınız, demektir. İbn Abbâs dedi ki: Yüce Allah semaya: Güneşini, ayını ve yıldızlarını çıkart. Rüzgarlarını ve bulutlarını yürüt, dedi. Yere de: Irmaklarını yar, ağaçlarını ve meyvelerini çıkart. Her ikiniz de isteyerekveya istemeyerek bunu yapınız, dedi. "İkisi de: İsteyerek geldik, dediler." İfadede hazfedilmiş lâfızlar da vardır. Biz senin emrine "isteyerek geldik" dediler, demektir. Bir başka açıklamaya göre: Buradaki emir müsahhar kılmak demektir. Yani onlara: Olun dedi, onlar da oluverdiler. Yüce Allah'ın: "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ona sadece: "Ol " dememizden ibarettir, o da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40) âyetinde olduğu gibi. Buna göre yüce Allah bunu, onları yaratmadan önce söylemiş olur. Ancak birinci görüşe göre bu sözleri onlara, onları yarattıktan sonra söylemiştir. Cumhûrun(çoğunluğun) kabul ettiği görüş budur. Yüce Allah'ın bu buyrukları onlara nasıl verdiği hususunda da iki açıklama vardır. Bu açıklamaların birisine göre o, kelam ile söylediği bir sözdür, ikincisine göre ise onlar tarafından anlaşılan onlara zahir olan O'nun bir kudreti ile olmuştur. Bu da maksadın gerçekleştirilmesi bakımından söz söylemek durumunda olmuştur. Bunu el-Maverdî zikretmektedir. "İkisi de: İsteyerek geldik dediler"âyeti hakkında da iki türlü açıklama sözkonusudur. Birincisine göre emre itaat ederek, emri kabul ederek itaatleri ortaya çıkması ile bunu söylemiş gibi oldular. Böylelikle onların itaati söz söyleme yerini tutmuştur. Recez vezninde şairin şu beyiti de bu anlamdadır: "Havuz doldu ve yeter bana dedi. Yavaş ol, yavaş karnımı doldurdun (dedi)." Bu husus (yani dolduğu) onda açıkça göründü demektir. İlim ehlinin çoğunluğu da şöyle demiştir: Yüce Allah yerde ve gökte konuşma kabiliyetini yarattı. Onlar da yüce Allah'ın irade buyurduğu şekilde konuştular. Ebû Nasr es-Seksekî dedi ki: Yerden Ka'be'nin bulunduğu yer konuştu, semadan da onun karşısındaki yer konuştu. Yüce Allah da Haremini oraya koydu. Yüce Allah'ın: "İsteyerek geldik" diye buyurup, (üç ve yukarısı için kullanılan çoğul kipi ile) kullanarak lâfza uygun olarak: "İkimiz isteyerek geldik" diye, ya da anlama uygun olarak: diye buyurmaması, her ikisinin de (tek sema değil) birçok semalar (yerin de bir yer değil, birçok) yerler olduklarından ötürüdür. Çünkü O, hem onlar hakkında, hem de onların içinde bulunanlar hakkında haber vermiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah akıl sahibi varlıkların niteliklerinden olan söz söylemek ve cevap vermekle onları nitelelendirince, onlar için kullanılan zamir bakımından da akıl sahibi varlıklar gibi değerlendirmiştir. Yüce Allah'ın: "Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlardı" (Yusuf, 12/4) âyeti da buna benzemektedir. Daha önceden(bu hususa dair açıklamalar -belirtilen âyetin tefsirinde-) geçmiş bulunmaktadır. Bir hadiste de belirtildiğine göre Mûsa(aleyhisselâm): Ey Rabbim demiş, eğer gökler ve yer Sen kendilerine: "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dediğinde Sana karşı gelmiş olsalardı, onlara ne yapacaktın? Yüce Allah: Yarattığım canlılardan birisine emrederdim, o ikisini yutardı diye cevab verdi. Tekrar: Rabbim, peki bu canlı varlık nerede? diye sordu. Yüce Allah: Benim meralarımdan birisinde, dedi. Mûsa (aleyhisselâm): Rabbim o mera nerede? diye sordu. Yüce Allah: İlmimden bir ilim içinde, diye buyurdu. Bunu es-Sa'lebî zikretti. İbn Abbâs,Mücahid, Said b. Cübeyr ve İkrime "gelin" anlamındaki âyeti: şeklinde med ve üstün ile okumuşlardır. "İsteyerek geldik" âyetini da böylece okumuşlardır. Yani itaat ettiğinizi ortaya koyunuz, demek olur. Onlar da "isteyerek" itaat ediyoruz "dediler". Buna göre iki mef'ûl birlikte hazfedilmiş olmaktadır. Bundan daha güzeli bunun: şeklinde olması da mümkündür, bu durumda tek bir mef'ûl hazfedilmiş olur. Bu şekilde okuyanların okuyuşuna göre, içimizdekilerle birlikte geldik, demek olur. Daha önce birden çok yerde açıklaması geçtiği gibi.Yüce Allah'a hamdolsun. |