7
"Ey
Resûlüm! Hani
biz, o Peygamberlerden
ahitlerini almıştık; senden de, nuh'tan da, İbrâhîm'den de, Mûsa'dan da, Meryem
oğlu İsa'dan da, evet biz, onlardan sağlam söz aldık."
Yani ey
Resûlüm! O vakti an ki, biz, bütün
Peygamberlerden, risaleti
(ilâhî mesajı) tebliğ edeceklerine ve dine davet
edeceklerine dâir ahitlerini almıştık...
Âyette isimleri zikredilen
Peygamberlerin de, Peygamberlere
dâhil oldukları gayet açık iken, özellikle bunların zikre tahsis edilmesi,
bunların meziyetlerini, faziletlerini ve bunların, şeriat
(ilâhî kitap) sahibi olan
Peygamberlerin ünlülerinden ve ülü'i azim
olan resullerin ileri gelenlerinden olduklarını bildirmek içindir.
Âyetteki "evet, biz, onlardan sağlam söz aldık" cümlesiyle
ifâde edilen söz de, birincinin aynısıdır ve bu sözün alınması, birinci sözün
alınmasıdır. Bunun birinciye atıf yoluyla zikredilmesi, şânını yüceltmek
içindir. Yani biz, onlardan şânı yüce,
yahut yemin ile tekit edilmiş bir söz aldık. Nitekim hûd: 58.
Âyetindeki tekrar da, bu kabildendir.
8
"Ta ki, Allah, doğruculara
doğruluklarından sorsun! O kâfirlere de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır. "
A- "Tâ ki, Allah, doğruculara
doğruluklarından sorsun!"
Yani Allah, bunu yapmıştır
ki, kıyamet günü bunu Peygamberlere
sorsun.
Bu doğruculardan murat peygamberlerdir. Onların bu vasıfla
zikredilmeleri Peygamberlerin,
kendilerine sorulan hususlarda doğrucu olduklarım baştan bildirmek içindir.
Onlara sorulması, bunu gerektiren bir hikmete binaendir.
Yani ta ki, Allah,
ahitlerine sadık kalan Peygamberlere,
kavimlerine söylediklerini yahut
Peygamberlerine îman etmemiş olan
kavimlerini susturmak için, onların, Peygamberi
tasdiklerini sorsun. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah'ın,
Peygamberleri toplayıp da" size ne cevap
verildi? "diyeceği gün..."
Yahut ta ki, Allah,
Peygamberleri tasdik edenlere
tasdiklerini sorsun! Zira doğrucuyu tasdik eden de doğrucudur ve onun tasdiki de
doğruluktur.
Bir görüşe göre ise,
yani ta ki, Allah, ahdine sadık kalan
mü’minlere, kendi nefislerine şahadet ettirirken, onların ahitlerine olan
sadakatlerini sorsun! Ancak Peygamberlerin
ahdini hatırlatma makamı, bu mânâya engeldir.
B- "O kâfirlere de dayanılmaz bir
azap hazırlamıştır."
Bu cümle de, mukadder olan "Allah, bunu yapmıştır"
cümlesine atıftır, yoksa kimilerin dediği gibi, "biz,
Peygamberlerden ahitlerini almıştık..."
cümlesine atıf değildir. Bu atfı, "Peygamberlerin
gönderilmesi ve onlardan ahit alınması, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir"
şeklinde izah etmek, yahut "mânâ şöyledir:
Allah'ın, Peygamberlerden, kendi
dinine davet etmelerini kuvvetle istemesi, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir"
şeklinde izah etmek, pek açık bir zorlamadır, ilâve olarak da, bu izah, kâfirler
için dayanılmaz azap olduğunu zikretmenin, bizzat maksut olmadığı sonucuna
varır, Evet, "ta ki., Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun!" Cümlesinin
delâlet ettiği cümleye atıf edilmesi caizdir. Yani
böylece Allah, mü’minleri mükâfatlandırmış ve kâfirler için de dayanılmaz bir
azap hazırlamıştır.
9
"Ey îman edenler! Allah'ın size
olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de,
onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Zaten Allah,
sizin yapmakta olduklarınızı tamamıyla görmektedir."
A- "Ey îman edenler! Allah'ın size
olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de,
onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik."
Bu ordulardan murat, ahzâb'tır
(hizipler, topluluklardır) ki, bunlar, Kureyş, Gatafan ve Kurayza ile
Nadîr yalıud ilerinden oluşuyordu. Sayıları da on iki bin civarında idi.
Resûlüllah, bu
orduların kendilerine doğru hareketini duyunca, Selmarı el-Fârisî'nin
tavsiyesiyle Medine etrafında hendek kazdırdı. Sonra müslümanlardan üç bin
askerle Medine'nin dışına çıktı; askerî karargâhım da hendeğin gerisinde,
hendeği kendileri ile düşman arasında bırakacak şekilde kurdu ve çocuklar ile
kadınların da Medine kalelerine sığınmalarını emretti. Bu arada kimi insanları
şiddetli bir korku sardı; bazı mü’minler de, her türlü zanlarda bulundular ve
münafıklar arasında da nifak su yüzüne, çıktı. Öyle ki, Muattib b. Kuşeyr dedi
ki: "Muhammed, Kisra (İran hükümdarı) ve
Kayserin (Roma imparatorunun) hazinelerini bize
vaat ediyordu; Halbuki biz tuvalete bile gidemiyoruz."
Ve karşi karşıya duran iki taraf üzerinden bir aya yakın
bir zaman geçtiği halde aralarında daha savaş başlamadı. Yalnız, aralarında Amr
b. Abdivüdd, İkrime b. Ebi Cehil, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Dırar
b. El-Hattâb ve Beni Muharibin kardeşi Mirdasin da bulunduğu Kureyş'in bazı atlı
bahadırları, atlarına binip hendeğin dar bir yerine yöneldiler ve adarını
koşturup oradan atlamayı basardılar; sonra da atlarıyla hendek de sel' denilen
tepe arasında kalan tuzlak sahada dolaşmaya başladdar. Bunun üzerine
Hazret-i Ali, müslümanlardan bir grupla
derleyip onların geçtiği geçidi tuttu. Bunun üzerine o atlılar, onlara
yöneldiler. Bu atlılardan amr b. Abdivüdd, kim olduğu bilinsin diye bir işaret
takmıştı. Hazret-i Ali, ona dedi ki: "Ey Amr!
Ben seni Allah'a, Resulüne ve İslam'a davet ediyorum!" Amr: "Benim ona ihtiyacım
yoktur!" dedi. Hazret-i Ali: "Ben seni
düelloya davet ediyorum!" dedi. Amr: "Ey kardeşimin oğlu
(yeğenim)! Vallahi, ben seni öldürmek
istemiyorum!" dedi. Hazret-i Ali: "Ama
Vallahi, ben, sen öldürmek istiyorum!" dedi. İşte o zaman Amr, öfkelendi. Amir,
gayretli ve kahramanlığıyla meşhur bir kimse idi. Amr, atından indi ve atını
boğazladı. Yahut kılıcıyla atının yüzüne vurdu.
Sonra Hazret-i Ali'ye yöneldi, iste o zaman
ikisi birbirine hamle yaparak dönmeye başladılar. Sonunda
Hazret-i Ali, ona ağır bir darbe indirip
işini bitirdi. Hazret-i Ali, onu öldürünce,
onun beraberindeki atlılar, hezimete uğrayıp kaçmaya başladılar ve gerisin
geriye hendekten karşı tarafa atladılar. Ve Amr ile beraber Münebbih b. Osman b.
Abdiddar ve Nevfel b. Abdullah b. El-Muğîre el-Mahzûmî adlarında iki adamları
daha öldürüldü. Bunları da Hazret-i Ali
öldürdü.
Deniliyor ki, taraflar arasında yalnız ok ve taş atışmaları
oldu ve nihayet Allah, yardımını indirdi; onların üzerine kasırga ve
göremedikleri ordular, yani melekler gönderdi.
Gönderilen meleklerin sayısı bin idi. Allah, bir kış gecesinde soğuk bir saba
rüzgârı onların üzerine gönderdi; bu rüzgâr, onları dondurdu ve toz-toprağı
yüzlerine savurdu. Ve Allah, meleklere de emir verdi; onlar da, çadırlarının
kazıklarını söktüler; çadır iplerini kopardılar; ateşlerini söndürdüler; yemek
çömleklerini devirdiler; atlar birbirlerine girdi; kalplerine büyük bir korku
girdi ve melekler, onların ordugâhı etrafında tekbir getirmeye başladılar. O
zaman Tuleyha b. Huveylid el-Esedî dedi ki: "Muhammed var
ya, o size önce sihir yapmaya başlamıştır. Artık
bundan kurtulmaya bakalım!" Böylece düşman orduları, savaşmadan hezimete
uğradılar.
B- "Zaten Allah, sizin yapmakta
olduklarınızı tamamıyla görmektedir."
Yani Allah, sizin hendek
kazmanızı ve savaş hazırlıklarını yaptığınızı tamamıyla görmektedir.
Yahut sizin, O'na sığındığınızı ve sizin O'nun
lûtfunû umduğunuzu hakkıyla görmektedir. İşte bundan dolayı
(zahirî tedbirleri aldığınızdan dolayı) sizi
düşmanlarınıza karşı muzaffer kıldı.
10
"Hani onlar, hem yukarıdan, hem de
aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi. Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu
(yerinden kaymıştı.).
Yürekler de gırtlağa dayanmıştı. Siz Allah hakkında türlü, türlü zanlarda
bulunuyordunuz."
A- "Hani onlar, hem yukarıdan, hem
de aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi."
Yani düşman orduları hem
vadinin yukarı tarafından, doğudan sizin üzerinize gelmişlerdi, -bunlar, Uyeyne
b. Hisn kumandasındaki Galatan oğulları ile onlara katılmış olan necid'liler ve
Amir b. Tufeyl kumandasındaki Hevazin'liler idi ve Kurayza yahudileri ile Nadir
yahudüeri de onlara katılmışlardı.- hem de vadinin aşağı tarafından, batıdan
sizin üzerinize gelmişlerdi. Bunlar da, Kureyş ve onların taraftarları olan
Ahabiş, Kinane oğulları ve Tihâme'liler idi. Bunların kumandanı da Ebû Süfyan
idi. Bunların sayısı, on bini buluyordu.
B- "Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu
(yerinden kaymıştı)."
Yani gözler, hayret ve
şaşkınlıktan, yerinden ve doğrultusundan kaymışü.
Diğer bir görüşe göre
de, yani gözler, şiddetli korkudan, hiçbir tarafa bakmayıp yalnız
düşmana dikilmişti.
C- "Yürekler de gırtlağa
dayanmıştı."
Zira şiddetli korku halinde ak ciğer şişer ve onun
yükselmesiyle yürek de gırtlağa kadar yukarı çıkar.
Diğer bir görüşe göre
ise, hakikatte yürekler, gırtlağa çıkmaz; bu ifâde, yürek acısı için bir
temsildir.
D- "Siz Allah hakkında türlü, türlü
zanlarda bulunuyordunuz.
Bu hitap, mutlak olarak îmanını izhar edenler içindir.
Yani siz, Allah hakkında çeşitli zanlarda
bulunuyordunuz. Nitekim kalpleri sabit olan muhlisler, Allah'ın, dinini
yüceltmek hususundaki vaadini mutlaka gerçekleştireceğine inanıyorlardı. Nitekim
onların: "İşte Allah ve resulünün bize vaat ettikleri!" sözleri de bunu
bildirmektedir. Yahut muhlis mü’minler,
Allah'ın, kendilerini imtihan ettiğini zannettiler. Bundan dolayı da küçük
hatalardan ve katlanma zafiyetinden korktular. Kalpleri zayıf olanlar ile
münafıklar ise, kendilerinden hikâye edilen o hayırsız zanlarda bulundular.
11
"İşte orada mü'minler, imtihandan
geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı."
Yani işte o korkunç zamanda
yahut o kaypak zeminde mü’minler, imtihandan
geçirilir gibi bir muameleye tabi tutuldular. Sonunda muhlis mü’min, münafıktan
ve sebatlı olan, sarsılandan ayrılmış oldu. Ve mü’minler de, korku ve dehşetten
şiddetli bir sarsıntı geçirdiler.
12
"Ve o sırada münafıklar ile
kalplerinde bir hastalık bulunanlar: "Meğer Allah ve Resulü, bize sadece
aldatıcı vaatlerde bulunmuşlar!" diyorlardı."
Yani o zor anda münafıklar
ile kalplerinde îman zafiyeti olanlar: "meğer Allah ve Resulü'mün bize vaat
ettiği İslam dininin yüceltilmesi ve zafer, aldatıcı bir vaat imiş";
yahut "boş bir sözmüş!" diyorlardı. Bunu
söyleyen Muattib b. Kuşeyr idi; benzerleri de buna rıza göstermişlerdi. Muattib
şöyle demişti: "Muhammed, bize Kisra'nın (İran
hükümdarının) ve Kayser'in (Roma imparatorunun)
hazinelerini vaat ediyordu; Halbuki bizden hiçbiri korkudan tuvaletine bile
gidemiyor. İşte bu, sadece aldatıcı bir vaattir."
13
"O zaman onlardan bir güruh da
demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (Yesribliler /
Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen
dönün!" İçlerinden bir kısım ise: "Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek
Peygamberden izin
istiyorlardı. Halbuki evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak
istiyorlardı."
A- "O zaman onlardan bir güruh da
demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (yesribliler /
Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen
dönün!"
Yesrib kelimesi, Medine-i Mutahhere'nin adıdır.
Diğer bir görüşe göre
ise, Yesrib, bir bucağında Medine kentinin bulunduğu bir bölgenin adıdır.
Peygamberimiz,
(Yesrib, kelimesi, çirkinlik anlamına geldiğinden dolayı) bu ismi
sevmediği için Medine'nin bu isim ile anılmasını men' etti ve "bu kent tayyibe"
veya "tabe'dir" buyurdu. Öyle sanılıyor ki, o münafıklar,
Peygamberimize muhalefet için Medine'yi
bu isimle zikretmişlerdi.
Bunu söyleyen, Evs b. Kayzî ile ona bağlı olanlar idi.
Diğer bir görüşe göre
ise, Abdullah b. Übeyy ve adamları idi.
Onların "ey Yesrib ehli" demeleri, onları kendi kentlerine
dönmelerini teşvik içindi. Onlar, Medine'nin dışında kurulmuş olan asken,
karargâhta durma imkânınız yok; onun için siz, Medine'deki evlerinize dönün!
Demek istiyorlardı. Onların bu sözlerinden maksadı, firar etmelerini emretmek
idi; fakat bu sözlerine geçerlilik kazandırmak ve bu dönüşün, ayıplanacak bir
firar kabilinden olmadığını bildirmek için bunu böyle ifâde etmişlerdi.
Diğer bir görüşe göre
ise, onların bu sözlerinin mânâsı şöyledir: Sizin Muhammed'in dininde kalmanız
mümkün değildir; artık daha önceki şirk inancına dönün!
Yahut Muhammed'e yaptığınız biatten dönün ve Muham-med'i düşmanlarına
testim edin! Yahut sizin artık Medine'de durmak
imkânınız kalmamıştır; Medine'de durabilmek için, kâfir olarak oraya dönün!
Ancak bundan sonraki cümleye en münasip düşen mânâ birincisidir.
B- "İçlerinden bir kısım ise:
"Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek
Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki
evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı."
Bunlar, Harise oğulları ile Seleme oğulları olup
Peygamberimizin emrine bağlı olarak
evlerine dönmek istiyorlardı.
Yani anılan iki kabile de:
"Evlerimiz, savunmasız ve düşmana ve hırsızlara maruzdur; onun için bize izin
ver ki, gidip evlerimizi güvenli hale getirelim de, sonra yine ordugâha
dönelim!"
14
"Eğer evlerinin her yanından
üzerlerine gelinip de, küfre dönmeleri istenseydi, mutlaka dönerlerdi ve bu
dönmeyi ancak pek az geciktirirlerdi."
Yani eğer evlerimiz
savunmasızdır, diye izin isteyenlerin evleri, gerçekten tamamıyla savunmasız
olup isteyen her soyguncu ve bozguncunun onlara girmesine açık olsaydı, sonra,
şu anda kendilerinden istenen îman ve itaat yerine, bu korkunç durum karşısında
başkaları tarafından, irtidat ve küfre dönmeleri istenseydi, karşi karşıya
bulundukları büyük felakete ve dağınık saldırıya aldırmadan mutlaka küfre
dönerlerdi ve bu dönmeyi, ancak bu sual ve cevabin sığabileceği bir zaman
geciktirirlerdi; şimdi yaptıkları gibi, evleri selamette olduğu halde, evlerinin
her tehlikeye, açık olduğu gerekçesiyle hiç meşgul olmazlardı.
Diğer bir görüşe göre
ise, yani onlar küfre döndükten, sonra Medine'de
ancak az bir zaman kalırlardı. Ancak bu makama uygun olan, birinci görüştür.
Onlarin evlerine girmeleri tarz edilen kimselerin, o
müttefik düşman ordularının askerleri ile izah edilmesi, "üzerlerine gelinip..."
ifâdesinde fitin meçhul bırakılması suretiyle biidirilen umumîlik mânâsına ters
düştüğü gibi, aynı zamanda bu izah, gerçek durumu bir nevi değiştirmek olur.
Zira malûmun olduğu üzere kelâm-ı kerimin siyakı şu gerçeği bildirmek içindir:
onlar, hakka davet edildiklerinde, geçersiz gerekçeler ileri sürerler; bâtıla
davet edildiklerinde ise, onları hiçbir engel alıkoymadan, öncelikle ona
koşarlar. Buna göre, mezkûr askerlerin onların üzerine girmesi ve küfür
davetinin başka bir taifeye isnat edilmesi, isabetten pek uzaktır. Çünkü din
düşmanlığı ile bilmen, mü’minlerle bilfiil savaşan, haktan yüz çevirmekte
ısrarlı olan ve küfür ile dalâlete ciddiyetle davet eden anılan askerlerdir,
(bu itibarla mezkûr küfür davetinin, başka bir taifeye
isnat edilmesi isâbeth değildir.)
15
"Yemin olsun ki, onlar, daha önce
arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen
söz ise, her zaman sorumluluk gerektirmektedir."
A- "Yemin olsun ki, onlar, daha
önce arkalarım dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi."
Nitekim Harise oğulları, Uhud Savaşında dağılmışlardı;
sonra bir daha bunun tekerrür etmeyeceğine dâir
Peygamberimize söz vermişlerdi.
Diğer bir görüşe göre
ise, bu sözü verenler, Bedir savaşında bulunmayıp da, sonra Allah'ın, Bedir
mücahitlerine verdiği keramet ve fazileti duyunca: "Bundan böyle Allah, önümüze
bir savaş çıkarırsa, hiç şüphesiz savaşacağız!" diye söz veren bir kavim idi.
B- "Allah'a verilen söz ise, her
zaman sorumluluk gerektirmektedir."
Yani Allah'a verilen söz,
yerine getirilinceye kadar talep edilen bir gerekliliktir.
Diğer bir görüşe göre
ise, sahibi, bu sözüne vefa göstermekten sorumludur ve bundan dolayı mükâfat
veya ceza gerekmektedir.
|