Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

418

 

033 - AHZÂB SÛRESİ

 

CÜZ :

21

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7

"Ey Resûlüm! Hani biz, o Peygamberlerden ahitlerini almıştık; senden de, nuh'tan da, İbrâhîm'den de, Mûsa'dan da, Meryem oğlu İsa'dan da, evet biz, onlardan sağlam söz aldık."

Yani ey Resûlüm! O vakti an ki, biz, bütün Peygamberlerden, risaleti (ilâhî mesajı) tebliğ edeceklerine ve dine davet edeceklerine dâir ahitlerini almıştık...

Âyette isimleri zikredilen Peygamberlerin de, Peygamberlere dâhil oldukları gayet açık iken, özellikle bunların zikre tahsis edilmesi, bunların meziyetlerini, faziletlerini ve bunların, şeriat (ilâhî kitap) sahibi olan Peygamberlerin ünlülerinden ve ülü'i azim olan resullerin ileri gelenlerinden olduklarını bildirmek içindir.

Âyetteki "evet, biz, onlardan sağlam söz aldık" cümlesiyle ifâde edilen söz de, birincinin aynısıdır ve bu sözün alınması, birinci sözün alınmasıdır. Bunun birinciye atıf yoluyla zikredilmesi, şânını yüceltmek içindir. Yani biz, onlardan şânı yüce, yahut yemin ile tekit edilmiş bir söz aldık. Nitekim hûd: 58. Âyetindeki tekrar da, bu kabildendir.

8

"Ta ki, Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun! O kâfirlere de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır. "

A- "Tâ ki, Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun!"

Yani Allah, bunu yapmıştır ki, kıyamet günü bunu Peygamberlere sorsun.

Bu doğruculardan murat peygamberlerdir. Onların bu vasıfla zikredilmeleri Peygamberlerin, kendilerine sorulan hususlarda doğrucu olduklarım baştan bildirmek içindir. Onlara sorulması, bunu gerektiren bir hikmete binaendir.

Yani ta ki, Allah, ahitlerine sadık kalan Peygamberlere, kavimlerine söylediklerini yahut Peygamberlerine îman etmemiş olan kavimlerini susturmak için, onların, Peygamberi tasdiklerini sorsun. Nitekim bir âyette şöyle denilmektedir: "Allah'ın, Peygamberleri toplayıp da" size ne cevap verildi? "diyeceği gün..."

Yahut ta ki, Allah, Peygamberleri tasdik edenlere tasdiklerini sorsun! Zira doğrucuyu tasdik eden de doğrucudur ve onun tasdiki de doğruluktur.

Bir görüşe göre ise, yani ta ki, Allah, ahdine sadık kalan mü’minlere, kendi nefislerine şahadet ettirirken, onların ahitlerine olan sadakatlerini sorsun! Ancak Peygamberlerin ahdini hatırlatma makamı, bu mânâya engeldir.

B- "O kâfirlere de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır."

Bu cümle de, mukadder olan "Allah, bunu yapmıştır" cümlesine atıftır, yoksa kimilerin dediği gibi, "biz, Peygamberlerden ahitlerini almıştık..." cümlesine atıf değildir. Bu atfı, "Peygamberlerin gönderilmesi ve onlardan ahit alınması, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir" şeklinde izah etmek, yahut "mânâ şöyledir: Allah'ın, Peygamberlerden, kendi dinine davet etmelerini kuvvetle istemesi, mü’minleri mükâfatlandırmak içindir" şeklinde izah etmek, pek açık bir zorlamadır, ilâve olarak da, bu izah, kâfirler için dayanılmaz azap olduğunu zikretmenin, bizzat maksut olmadığı sonucuna varır, Evet, "ta ki., Allah, doğruculara doğruluklarından sorsun!" Cümlesinin delâlet ettiği cümleye atıf edilmesi caizdir. Yani böylece Allah, mü’minleri mükâfatlandırmış ve kâfirler için de dayanılmaz bir azap hazırlamıştır.

9

"Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de, onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Zaten Allah, sizin yapmakta olduklarınızı tamamıyla görmektedir."

A- "Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani sizin üzerinize ordular gelmişti de, biz de, onların üzerine kasırga ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik."

Bu ordulardan murat, ahzâb'tır (hizipler, topluluklardır) ki, bunlar, Kureyş, Gatafan ve Kurayza ile Nadîr yalıud ilerinden oluşuyordu. Sayıları da on iki bin civarında idi.

Resûlüllah, bu orduların kendilerine doğru hareketini duyunca, Selmarı el-Fârisî'nin tavsiyesiyle Medine etrafında hendek kazdırdı. Sonra müslümanlardan üç bin askerle Medine'nin dışına çıktı; askerî karargâhım da hendeğin gerisinde, hendeği kendileri ile düşman arasında bırakacak şekilde kurdu ve çocuklar ile kadınların da Medine kalelerine sığınmalarını emretti. Bu arada kimi insanları şiddetli bir korku sardı; bazı mü’minler de, her türlü zanlarda bulundular ve münafıklar arasında da nifak su yüzüne, çıktı. Öyle ki, Muattib b. Kuşeyr dedi ki: "Muhammed, Kisra (İran hükümdarı) ve Kayserin (Roma imparatorunun) hazinelerini bize vaat ediyordu; Halbuki biz tuvalete bile gidemiyoruz."

Ve karşi karşıya duran iki taraf üzerinden bir aya yakın bir zaman geçtiği halde aralarında daha savaş başlamadı. Yalnız, aralarında Amr b. Abdivüdd, İkrime b. Ebi Cehil, Hübeyre b. Ebi Vehb, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. El-Hattâb ve Beni Muharibin kardeşi Mirdasin da bulunduğu Kureyş'in bazı atlı bahadırları, atlarına binip hendeğin dar bir yerine yöneldiler ve adarını koşturup oradan atlamayı basardılar; sonra da atlarıyla hendek de sel' denilen tepe arasında kalan tuzlak sahada dolaşmaya başladdar. Bunun üzerine Hazret-i Ali, müslümanlardan bir grupla derleyip onların geçtiği geçidi tuttu. Bunun üzerine o atlılar, onlara yöneldiler. Bu atlılardan amr b. Abdivüdd, kim olduğu bilinsin diye bir işaret takmıştı. Hazret-i Ali, ona dedi ki: "Ey Amr! Ben seni Allah'a, Resulüne ve İslam'a davet ediyorum!" Amr: "Benim ona ihtiyacım yoktur!" dedi. Hazret-i Ali: "Ben seni düelloya davet ediyorum!" dedi. Amr: "Ey kardeşimin oğlu (yeğenim)! Vallahi, ben seni öldürmek istemiyorum!" dedi. Hazret-i Ali: "Ama Vallahi, ben, sen öldürmek istiyorum!" dedi. İşte o zaman Amr, öfkelendi. Amir, gayretli ve kahramanlığıyla meşhur bir kimse idi. Amr, atından indi ve atını boğazladı. Yahut kılıcıyla atının yüzüne vurdu. Sonra Hazret-i Ali'ye yöneldi, iste o zaman ikisi birbirine hamle yaparak dönmeye başladılar. Sonunda Hazret-i Ali, ona ağır bir darbe indirip işini bitirdi. Hazret-i Ali, onu öldürünce, onun beraberindeki atlılar, hezimete uğrayıp kaçmaya başladılar ve gerisin geriye hendekten karşı tarafa atladılar. Ve Amr ile beraber Münebbih b. Osman b. Abdiddar ve Nevfel b. Abdullah b. El-Muğîre el-Mahzûmî adlarında iki adamları daha öldürüldü. Bunları da Hazret-i Ali öldürdü.

Deniliyor ki, taraflar arasında yalnız ok ve taş atışmaları oldu ve nihayet Allah, yardımını indirdi; onların üzerine kasırga ve göremedikleri ordular, yani melekler gönderdi. Gönderilen meleklerin sayısı bin idi. Allah, bir kış gecesinde soğuk bir saba rüzgârı onların üzerine gönderdi; bu rüzgâr, onları dondurdu ve toz-toprağı yüzlerine savurdu. Ve Allah, meleklere de emir verdi; onlar da, çadırlarının kazıklarını söktüler; çadır iplerini kopardılar; ateşlerini söndürdüler; yemek çömleklerini devirdiler; atlar birbirlerine girdi; kalplerine büyük bir korku girdi ve melekler, onların ordugâhı etrafında tekbir getirmeye başladılar. O zaman Tuleyha b. Huveylid el-Esedî dedi ki: "Muhammed var ya, o size önce sihir yapmaya başlamıştır. Artık bundan kurtulmaya bakalım!" Böylece düşman orduları, savaşmadan hezimete uğradılar.

B- "Zaten Allah, sizin yapmakta olduklarınızı tamamıyla görmektedir."

Yani Allah, sizin hendek kazmanızı ve savaş hazırlıklarını yaptığınızı tamamıyla görmektedir. Yahut sizin, O'na sığındığınızı ve sizin O'nun lûtfunû umduğunuzu hakkıyla görmektedir. İşte bundan dolayı (zahirî tedbirleri aldığınızdan dolayı) sizi düşmanlarınıza karşı muzaffer kıldı.

10

"Hani onlar, hem yukarıdan, hem de aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi. Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu (yerinden kaymıştı.). Yürekler de gırtlağa dayanmıştı. Siz Allah hakkında türlü, türlü zanlarda bulunuyordunuz."

A- "Hani onlar, hem yukarıdan, hem de aşağı tarafınızdan sizin üzerinize gelmişlerdi."

Yani düşman orduları hem vadinin yukarı tarafından, doğudan sizin üzerinize gelmişlerdi, -bunlar, Uyeyne b. Hisn kumandasındaki Galatan oğulları ile onlara katılmış olan necid'liler ve Amir b. Tufeyl kumandasındaki Hevazin'liler idi ve Kurayza yahudileri ile Nadir yahudüeri de onlara katılmışlardı.- hem de vadinin aşağı tarafından, batıdan sizin üzerinize gelmişlerdi. Bunlar da, Kureyş ve onların taraftarları olan Ahabiş, Kinane oğulları ve Tihâme'liler idi. Bunların kumandanı da Ebû Süfyan idi. Bunların sayısı, on bini buluyordu.

B- "Ve hani gözler, zâyiğ olmuştu (yerinden kaymıştı)."

Yani gözler, hayret ve şaşkınlıktan, yerinden ve doğrultusundan kaymışü.

Diğer bir görüşe göre de, yani gözler, şiddetli korkudan, hiçbir tarafa bakmayıp yalnız düşmana dikilmişti.

C- "Yürekler de gırtlağa dayanmıştı."

Zira şiddetli korku halinde ak ciğer şişer ve onun yükselmesiyle yürek de gırtlağa kadar yukarı çıkar.

Diğer bir görüşe göre ise, hakikatte yürekler, gırtlağa çıkmaz; bu ifâde, yürek acısı için bir temsildir.

D- "Siz Allah hakkında türlü, türlü zanlarda bulunuyordunuz.

Bu hitap, mutlak olarak îmanını izhar edenler içindir. Yani siz, Allah hakkında çeşitli zanlarda bulunuyordunuz. Nitekim kalpleri sabit olan muhlisler, Allah'ın, dinini yüceltmek hususundaki vaadini mutlaka gerçekleştireceğine inanıyorlardı. Nitekim onların: "İşte Allah ve resulünün bize vaat ettikleri!" sözleri de bunu bildirmektedir. Yahut muhlis mü’minler, Allah'ın, kendilerini imtihan ettiğini zannettiler. Bundan dolayı da küçük hatalardan ve katlanma zafiyetinden korktular. Kalpleri zayıf olanlar ile münafıklar ise, kendilerinden hikâye edilen o hayırsız zanlarda bulundular.

11

"İşte orada mü'minler, imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı."

Yani işte o korkunç zamanda yahut o kaypak zeminde mü’minler, imtihandan geçirilir gibi bir muameleye tabi tutuldular. Sonunda muhlis mü’min, münafıktan ve sebatlı olan, sarsılandan ayrılmış oldu. Ve mü’minler de, korku ve dehşetten şiddetli bir sarsıntı geçirdiler.

12

"Ve o sırada münafıklar ile kalplerinde bir hastalık bulunanlar: "Meğer Allah ve Resulü, bize sadece aldatıcı vaatlerde bulunmuşlar!" diyorlardı."

Yani o zor anda münafıklar ile kalplerinde îman zafiyeti olanlar: "meğer Allah ve Resulü'mün bize vaat ettiği İslam dininin yüceltilmesi ve zafer, aldatıcı bir vaat imiş"; yahut "boş bir sözmüş!" diyorlardı. Bunu söyleyen Muattib b. Kuşeyr idi; benzerleri de buna rıza göstermişlerdi. Muattib şöyle demişti: "Muhammed, bize Kisra'nın (İran hükümdarının) ve Kayser'in (Roma imparatorunun) hazinelerini vaat ediyordu; Halbuki bizden hiçbiri korkudan tuvaletine bile gidemiyor. İşte bu, sadece aldatıcı bir vaattir."

13

"O zaman onlardan bir güruh da demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (Yesribliler / Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen dönün!" İçlerinden bir kısım ise: "Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı."

A- "O zaman onlardan bir güruh da demişti ki: "Ey Yesrib Ehli (yesribliler / Medineliler)! Sizin için durulacak yer yok; hemen dönün!"

Yesrib kelimesi, Medine-i Mutahhere'nin adıdır.

Diğer bir görüşe göre ise, Yesrib, bir bucağında Medine kentinin bulunduğu bir bölgenin adıdır. Peygamberimiz, (Yesrib, kelimesi, çirkinlik anlamına geldiğinden dolayı) bu ismi sevmediği için Medine'nin bu isim ile anılmasını men' etti ve "bu kent tayyibe" veya "tabe'dir" buyurdu. Öyle sanılıyor ki, o münafıklar, Peygamberimize muhalefet için Medine'yi bu isimle zikretmişlerdi.

Bunu söyleyen, Evs b. Kayzî ile ona bağlı olanlar idi.

Diğer bir görüşe göre ise, Abdullah b. Übeyy ve adamları idi.

Onların "ey Yesrib ehli" demeleri, onları kendi kentlerine dönmelerini teşvik içindi. Onlar, Medine'nin dışında kurulmuş olan asken, karargâhta durma imkânınız yok; onun için siz, Medine'deki evlerinize dönün! Demek istiyorlardı. Onların bu sözlerinden maksadı, firar etmelerini emretmek idi; fakat bu sözlerine geçerlilik kazandırmak ve bu dönüşün, ayıplanacak bir firar kabilinden olmadığını bildirmek için bunu böyle ifâde etmişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, onların bu sözlerinin mânâsı şöyledir: Sizin Muhammed'in dininde kalmanız mümkün değildir; artık daha önceki şirk inancına dönün! Yahut Muhammed'e yaptığınız biatten dönün ve Muham-med'i düşmanlarına testim edin! Yahut sizin artık Medine'de durmak imkânınız kalmamıştır; Medine'de durabilmek için, kâfir olarak oraya dönün! Ancak bundan sonraki cümleye en münasip düşen mânâ birincisidir.

B- "İçlerinden bir kısım ise: "Evlerimiz gerçekten açık!" diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Halbuki evleri hiç de açık değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı."

Bunlar, Harise oğulları ile Seleme oğulları olup Peygamberimizin emrine bağlı olarak evlerine dönmek istiyorlardı.

Yani anılan iki kabile de: "Evlerimiz, savunmasız ve düşmana ve hırsızlara maruzdur; onun için bize izin ver ki, gidip evlerimizi güvenli hale getirelim de, sonra yine ordugâha dönelim!"

14

"Eğer evlerinin her yanından üzerlerine gelinip de, küfre dönmeleri istenseydi, mutlaka dönerlerdi ve bu dönmeyi ancak pek az geciktirirlerdi."

Yani eğer evlerimiz savunmasızdır, diye izin isteyenlerin evleri, gerçekten tamamıyla savunmasız olup isteyen her soyguncu ve bozguncunun onlara girmesine açık olsaydı, sonra, şu anda kendilerinden istenen îman ve itaat yerine, bu korkunç durum karşısında başkaları tarafından, irtidat ve küfre dönmeleri istenseydi, karşi karşıya bulundukları büyük felakete ve dağınık saldırıya aldırmadan mutlaka küfre dönerlerdi ve bu dönmeyi, ancak bu sual ve cevabin sığabileceği bir zaman geciktirirlerdi; şimdi yaptıkları gibi, evleri selamette olduğu halde, evlerinin her tehlikeye, açık olduğu gerekçesiyle hiç meşgul olmazlardı.

Diğer bir görüşe göre ise, yani onlar küfre döndükten, sonra Medine'de ancak az bir zaman kalırlardı. Ancak bu makama uygun olan, birinci görüştür.

Onlarin evlerine girmeleri tarz edilen kimselerin, o müttefik düşman ordularının askerleri ile izah edilmesi, "üzerlerine gelinip..." ifâdesinde fitin meçhul bırakılması suretiyle biidirilen umumîlik mânâsına ters düştüğü gibi, aynı zamanda bu izah, gerçek durumu bir nevi değiştirmek olur. Zira malûmun olduğu üzere kelâm-ı kerimin siyakı şu gerçeği bildirmek içindir: onlar, hakka davet edildiklerinde, geçersiz gerekçeler ileri sürerler; bâtıla davet edildiklerinde ise, onları hiçbir engel alıkoymadan, öncelikle ona koşarlar. Buna göre, mezkûr askerlerin onların üzerine girmesi ve küfür davetinin başka bir taifeye isnat edilmesi, isabetten pek uzaktır. Çünkü din düşmanlığı ile bilmen, mü’minlerle bilfiil savaşan, haktan yüz çevirmekte ısrarlı olan ve küfür ile dalâlete ciddiyetle davet eden anılan askerlerdir, (bu itibarla mezkûr küfür davetinin, başka bir taifeye isnat edilmesi isâbeth değildir.)

15

"Yemin olsun ki, onlar, daha önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz ise, her zaman sorumluluk gerektirmektedir."

A- "Yemin olsun ki, onlar, daha önce arkalarım dönüp kaçmayacaklarına dâir Allah'a söz vermişlerdi."

Nitekim Harise oğulları, Uhud Savaşında dağılmışlardı; sonra bir daha bunun tekerrür etmeyeceğine dâir Peygamberimize söz vermişlerdi.

Diğer bir görüşe göre ise, bu sözü verenler, Bedir savaşında bulunmayıp da, sonra Allah'ın, Bedir mücahitlerine verdiği keramet ve fazileti duyunca: "Bundan böyle Allah, önümüze bir savaş çıkarırsa, hiç şüphesiz savaşacağız!" diye söz veren bir kavim idi.

B- "Allah'a verilen söz ise, her zaman sorumluluk gerektirmektedir."

Yani Allah'a verilen söz, yerine getirilinceye kadar talep edilen bir gerekliliktir.

Diğer bir görüşe göre ise, sahibi, bu sözüne vefa göstermekten sorumludur ve bundan dolayı mükâfat veya ceza gerekmektedir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1574  H : 982)

 

İRŞÂD, EBU'S-SUÛD TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

HANEFÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç