Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

334

 

022 - HACC SÛRESİ

 

CÜZ :

17

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

24

Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar, hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar.

"Onlar hem güzel söze hidayet olunurlar." Yani bu yol onlara gösterilir. İbn Abbâs der ki: Bundan kasıt; lâ ilahe illallah ve elhamdülillah zikirleridir. Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu, dünyada olacaktır, onlar kelime-i şehadet getirmeye ve Kur'ân okumaya hidayet olunmuşlardır.

"Hem de Hamîd olanın yoluna hidayet olunurlar." Kasıt Allah'ın yoluna iletildikleridir. Allah'ın yolu ise O'nun dini demektir ki bu da İslâm'dır,

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar âhirette güzel söz söylemeye hidayet olunurlar ki bu da elhamdülillah sözüdür. Çünkü onlar yarın(cennette): Bizi buna ileten Allah'a hamdolsun; Bizden keder ve üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun" diyeceklerdir. Cennette boş söz yoktur, yalan yoktur. Onların söyledikleri bütün sözler hoş ve güzel sözlerdir ve cennette onlar yüce Allah'ın yoluna iletilmiş olacaklardır. Zira cennette Allah'ın emrine muhalefet diye hiçbir şey olmayacaktır.

"Güzel söz"den kastın, Allah'tan onlara gelen güzel müjdeler olduğu da söylenmiştir.

"Hamid olan Allah'ın yoluna hidayet olunurlar" âyeti da cennetin yoluna iletilirler, demektir.

25

Şüphe yok ki kâfir olanlar, İnsanları Allah'ın yolundan ve insanlar için kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız Mescidi Haram'dan alıkoyanlar... Kim orada zulümle, ilhâdı isterse Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız.

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Kâfirler Allah'ın Yolundan Alıkoy arlar:

Yüce Allah:

"Şüphe yok ki kâfir olanlar insanları Allah'ın yolundan... alıkoyanları..," âyeti ile, tekrar Arap müşriklerinden, Hudeybiye yılı Allah Rasûlü(sallallahü aleyhi ve sellem)nü Mescid-i Haram'dan alıkoymaları dolayısıyla, söz konusu etmektedir. Çünkü onların, -insanlar arasından ferdî bir takım alıkoymaları kastediyor olması halî müstesna- bundan önce bu topluluğu alıkoymalarından başka bir alıkoyuşSarı bilinmemektedir. Ferdî alıkoymaları ise peygamberliğin ilk yıllarında olmuş bir şeydir.

"es-Sadd: Alıkoymak": Mani olmak, engel olmak demektir ve kendileri alıkoyanlar... takdirindedir. Muzari fiilin, mazi fiile atfedilmesi böylelikle uygun düşmektedir. Bununla birlikte

"Ve... alıkoyanlar" ifadesindeki "vav" zaid olup, fiil bu haliyle; "(........): Şüphe yok ki"nin haberidir. Ancak bu açıklama maksad olarak gözetilen anlamı ifsad edici bir özelliktedir. Haber olsa olsa mahzuftur ve yüce Allah'ın:

"Yolcuların" âyetinde takdir edilmiş olup, takdiri de: Helâk oldukları takdirde hüsrana uğramışlardır, şeklindedir.

"Alıkoyanların muzari bir fiil şeklinde gelmesi, onların alıkoyma işini devamlı yapıyor olmalarındandır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Bunlar îman edenlerdir, gönülleri Allah'ın zikri ile huzura kavuşanlardır"(er-Ra'd, 13/28) Burada da görüldüğü gibi mazi bir fiile müzari bir fiil vav harfiyle atfedilin iştir. Çünkü bu özellikler îman edenlerin sürekli özelliğidir.

Burada şöyle buyurulmuş gibidir: Şüphesiz ki kâfir olanların özelliklerinden birisi de alıkoymalarıdır. Şayet "alıkoymak" fiili de mazi olarak kullanılmış olsaydı, bu dahi ifade bakımından uygun düşerdi.en-Nehhâs der ki: Benim Ebû İshak'tan yazdıklarıma göre o şöyle demiştir: Burada haberin -ki uygun açıklama da budur- "Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız" anlamındaki âyet olması da mümkündür. Ebû Ca'fer (en-Nehhâs) der ki: Ancak bu bir yanlıştır. Çünkü ben uygun açıklama şeklinin bunun nasıl görülebildiğini bilmiyorum. Zira burada; in haberi olduğu belirtilen ifade cezm ile gelmiştir. Aynı şekilde bu, şartın da cevabıdır. Şayet haber olsaydı o takdirde şart cevapsız kalırdı. Bilhassa şart cümlesinde yer alan fiil de muzari bir fiil olduğundan dolayı mutlaka cevabının gelmesi de kaçınılmaz bir şeydir.

2- Mescidi Haram'dan Alıkoyanlar:

"Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar..." âyetinde, kastedilenin bizatihi Mescidin kendisi olduğu söylenmiştir. Kur'ân'ın zahirinden anlaşılan da budur. Zira ondan başkası zikredilmiş değildir. Kastın Harem bölgesinin tamamı olduğu da söylenmiştir. Çünkü müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı ve ashabını Hudeybiye yılı Harem’in İçerisine girmekten alıkoymuşlardır. O da Harem'in dışında konaklamak durumunda kalmıştı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"...Sizleri Mescidi Haram'dan... alıkoyanlardır." (el-Feth, 48/25);

"Kulunu geceleyin Mescid-i Haramdan... götüren (Allah) münezzehtir."(el-İsra, 17/1) Bu da doğru bir açıklama olmakla beraber, burada Harem bölgesinden maksat önemli olarak gözetilen yer bilhassa zikredilmiş bulunmaktadır.

3- Yolcunun da, İkamet Edenin de Birbirine Eşit Olduğu Yer, Mekke ve Çevresi ile İlgili Hükümler:

"İnsanlar için... kıldığımız" yani namaz, tavaf ve ibadet için tayin ettiğimiz.,. Bu da yüce Allah'ın:

"Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev..." (Al-i İmrân, 3/96) âyetine benzemektedir,

"Kendisinde hem yolcuları, hem de yerli olanları eşit kıldığımız..." âyetindeki

"el âkif: Orada ikamet edip, oradan ayrılmayan",

"el-Bâdi; Çölde yaşayıp onların bulundukları yere gelen kimseler" demektir. Âyet şu anlama gelir: Onun saygınlığını (hürmetini) ta'zim edip, orada ibadetlerini ifa etmek bakımından etrafında bulunan ve ikamet eden kimseler ile sair bölgelerden gelen kimseler birbirine eşittirler. Mekke ahalisi bu hususta dışardan oraya gelenlere göre daha bir hak sahibi değildirler.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada eşitlikten kasıt, Mescid-i Haram'ın evleri ve konaklama yerleri ile ilgilidir. Orada ikamet eden kimselerin oraya dışarıdan gelenlere göre bir öncelikleri yoktur. Bu açıklama Mescid-i Haram'ın bütün Harem bölgesini kapsadığı görüşüne göredir.Mücahid ve Malik'in görüşü de budur. İbnu’l-Kasım bunu Mâlik'ten rivâyet etmiştir.

Ömer,İbn Abbâs ve belli bir topluluktan rivâyet edildiğine göre dışardan gelen kimsenin, bulduğu yerde konaklamak hakkı vardır. O yer ve ev sahibinin de ister istemez onu orada barındırması vazifesidir. Süfyan es-Sevrî ve başkası da bu görüştedir. Aynı şekilde İslâm'ın ilk dönemlerinde de durum böyleydi.(Harem bölgesi ahalisinin) evleri kapısızdı. Hırsızlık olayları çoğalmcaya kadar bu böyle devam etti. Adamın birisi evine bir kapı yaptırınca Ömer(radıyallahü anh) bunu tepki ile karşılayarak: Allah'ın evini haccetmeye gelen bir kimsenin yüzüne kapı mı kapatacaksın? demiş. O adam da şu cevabı vermişti: Ben onların eşyalarını hırsızlğa karşı korumak istedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona ilişmedi. Oranın ahalisi de böylelikle evlerine kapılar yapmaya başladılar.

Yine Ömer b. el-Hattâb(radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o hac mevsiminde Mekke'deki evlerin kapılarının sökülmesini emrederdi, tâ ki oraya gelen dilediği yerde konaklayabilsin. Konaklamak için büyük çadırlar da evlerin bahçelerine kurulurdu. Malik'ten rivâyet edildiğine göre etrafı çevrilmiş bahçe ve avlular mescid gibi değildir. Ora sahiplerinin böyle bir konaklamayı kabul etmemek ve kendi tasarrufları altında tutmak hakları vardır. Bugüne kadar uygulama da budur, ümmetin Cumhûrunun benimsediği görüş de bu şekildedir.

Bu husustaki görüş ayrılığının iki temel dayanağı vardır: Bunlardan birisine göre Mekke evleri oranın sahiplerinin mülkü müdür, yoksa insanların mıdır?

Bu görüş ayrılığının da iki nedeni vardır; Birincisine göre Mekke kılıç zoru ile fethedilmiş bir yer midir? O takdirde orası ganimet demektir. Ancak Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) orayı paylaştırmamış ve ora ahalisi ile onlardan sonra gelenlerin elinde bırakmıştır. Tıpkı Ömer (radıyallahü anh)ın Sevâd (Irak) topraklarında uyguladığı ve onların esir alınmalarını, köle edinilmelerini -diğer kâfirler arasından istisna olarak- bağışlayarak, onları affettiği gibi affetmiştir. O bakımdan bu haliyle oralar satılmamak ve kiralanmamak üzere kalmıştır. Böyle bir yere öncelikle sahip olan kimse ise, başkalarına göre öncelik hakkına sahiptir. Malik, Ebû Hanîfe ve el-Evzaî de bu görüşü benimsemiştir,

Diğer bir görüşe göre -ki Şâfiî'nin kabul ettiği görüş de budur- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)Mekke'yi sulh yoluyla fethetmiştir. O bakımdan evleri ellerinde kalır ve onların mülkle rindedir. Burada diledikleri gibi tasarruf ederler.Ömer (radıyallahü anh)dan rivâyet edildiğine göre o Safvan b. Ümeyye’nin evini dört bine satın almış ve orayı hapishane yapmıştır. Daha önceden el-Mâide Sûresi'nde muharipler (yol kesiciler) ile ilgili âyet-i kerimede (5/33-34) açıklandığı üzere, İslâm tarihinde hapiste ilk tutuklayan kimse odur.

Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın bir itham dolayısıyla hapsettiği rivâyet edilmiştir. Tavus ise Mekke'de hapsetmeyi mekruh görür ve şöyle derdi: Rahmet evinde bir azâb evinin bulunmaması gerekir.

Derim ki: Doğrusu Malik'in söylediğidir. Bu hususta sabit olan haberlerin zahirleri Mekke'nin kılıç zoruyla fethedildîğine delalet etmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Bildiğimiz kadarıyla hiçbir şehir Mekke'ye benzememektedir. Dârakutnî'nin kaydettiği rivâyete göre Alkame b. Nadla şöyle demiştir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem), Ebubekir veÖmer (Allah ikisinden de razı olsun) vefat ettiler de Mekke'nin evleri ve konaklama yerleri sadece "es-Sevâib" (serbest kılınmış yerler) diye anılıyordu. İhtiyaç duyan orada konaklar, ihtiyacı olmayan da başkasının konaklamasına imkân verirdi. Bir diğer rivâyette de "... ve Osman döneminde de"(fazlalığı vardır). Dârakutnî, III, 58

Yine Alkame b. Nadla el-Kinânî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Mekke evleri Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebubekir ve Ömer (r. anhuma) dönemlerinde "es-Sevaib" diye adlandırılırdı. Bunlar satılmazlardı, ihtiyacı olan orada yerleşir, ihtiyacı olmayan da başkalarını yerleştirirdi. Dârakutni, III, 59

Yine Abdullah b. Amr'dan, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak yüce Allah Mekke'yi haram bölge kılmıştır. Bundan dolayı oranın evlerinin satılmaları ve paralarının yenilmesi de haramdır." -Şöyle de buyurdu-:"Kim Mekke evlerinin kiralarından bir şeyler yiyecek olursa, hiç şüphesiz ki o bir ateş yemiş olur."Dârakutnî dedi ki: Bunu Ebû Hanîfe bu şekilde merfu olarak rivâyet etmiş, ancak bu hususta yanılmıştır. Yine o "Ubeydullah b. Ebi Yezid" dîye ravinin ismini verirken de yanılmaktadır, Çünkü bu kişinin asıl ismi Ubeydullah b. Ebi Ziyad el-Kaddah'tır. Sahih olan da bu hadisin mevkuf olduğudur. Dârakutni, 111, 57

Yine Dârakutnî, Abdullah b. Amr'dan senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Mekke bir konaklama yeridir. Evleri, avluları satılmaz, evleri icara (kiraya) verilmez." Dûrakutnî, III, 57

Ebû Dâvûd'da ki rivâyete göre de Âişe(radıyallahü anhnhâ) şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Ben sana Mina'da bir ev yahut seni güneşe karşı gölgelendirecek bir yapı yapayım mı? O şöyle buyurdu: "Hayır, orası oralara öncelikle gelenin konaklama yerleridir." Ebû Dâvûd, Menâsik 89;Tirmizî, Hacc 51;İbn Mâce Menâsik 52; Dârimi, Menâsik 87;Müsned, VI, 187, 207 l

Şâfiî(radıyallahü anh) da delil olarak yüce Allah'ın:

"Onlar ki evlerinden, yurtlarından çıkartılmışlardır" (el-Hacc, 22/40) âyetine sarılmıştır. Burada görüldüğü gibi yüce Allah evleri onlara izafe etmektedir.Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Mekke'nin fethi gününde şöyle demiştir:"Kim evinin kapısını kapatırsa, o kimse emniyet altındadır. Ebû Süfyan’ın evine giren de emniyet altındadır."Müslim, Cihâd 86,Ebû Dâvûd, Haraç ve İmâre 25;Müsned, II, 292.

4- Kıraat ve Nahiv Açıklamaları:

İnsanların çoğunluğu; "Eşit" kelimesini ref ile mübtedâ olarak okumuşlardır. "Yerli olanlar" kelimesi de onun haberidir. "Eşit" anlamındaki kelimenin mukaddem bir haber olduğu da söylenmiştir.Yani orada ikamet eden de, dışardan yolculuk ederek oraya gelen de orada eşittir. Bu açıklama Ebû Ali'nin açıklamasıdır,yani: Bizim kendisini insanlara bir kıble yahut ibadet olunacak yer kıldığımla mekânda, ikamet eden de, oraya yolculuk edip gelen de eşittir.

Hafs'ın, Âsım'dan kıraatine göre ise o, "Eşit" kelimesini nasb ile okumuştur. el-A'meş'in kıraati de budur. Bu da iki şekilde açıklanabilir: Birincisine göre "kıldığımız" anlamındaki fiilin ikinci bir mef ûlüdür. Bu durumda " Yerli olan" kelimesi,("eşit" kelimesi) mastar olduğundan ötürü onunla merfû' olur. Böylelikle ism-i fail gibi amel etmiş demektir, çünkü ism-i fail; manasınadır.

İkinci açıklama şekline göre bu; "Kıldığımız" kelimesindeki zamirden hal olabilir.

Bir kesim de "eşit" anlamındaki lâfzı nasb ile "yerli olan" anlamındaki kelimeyi de cer ile okumuşlardır. "Yolcu" kelimesini de "İnsanlar" anlamındaki kelimeye atf ile okumuşlardır. İfade de: Orada ikamet edeni ile, dışardan yolculuk edip geleni ile insanlara... kıldığımız... takdirindedir.

İbn Kesîr "yolcu" anlamındaki "el-bâdı" kelimesini hem vakfederken, hem vaslederken "ya" ile okumuştur. Ebû Amr ise vakıf halinde "ya"siz, vasl halinde "ya" ile okumuştur, Nâfî ise hem vakıf, hem vasl halinde "ya"sız okumuştur.

İnsanlar bizzat Mescid-i Haram'da eşitlik hususunda icmâ' etmiş olmakla birlikte, Mekke'de eşitlik hususunda farklı görüşlere sahiptir ki biz bunu (az önce) söz konusu ettik.

5- Orada Zulüm ile İlhâd'ı İstemenin Cezası:

"Kim orada zulümle ilhâd'ı İsterse"âyeti şarttır. Bunun cevabı: "Biz ona pek acıklı azâbı tattırırız" âyetidir. Sözlükte "ilhâd" meyletmek demektir. Ancak yüce Allah burada meylin zulüm ile olmasını zikrederek buna açıklık getirmiştir ki, maksat da budur. Zulmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ali b. Ebi Talha’nınİbn Abbâs'tan rivâyetine göre "kim orada zulümle İlhad'ı isterse" âyetini, şirki isterse diye açıkladığını rivâyet etmektedir. Atâ da şirk ve öldürme diye açıklamıştır. Anlamının, oranın güvercinlerini avlayıp, ağacını kesmek, ihramsız olarak oraya girmek olduğu da söylenmiştir.

İbn Ömer der ki: Biz kendi aramızda orada ilhâd'ın insanın, hayır vallahi, evet vallahi, asla vallahi demek olduğunu konuşurduk. Bundan dolayı İbn Ömer'in biri helâl bölgesinde (Harem'in dışında) diğeri de Harem bölgesinde olmak üzere iki tane çadırı olurdu. Namaz kılmak istediği takdirde Harem hudutları İçerisindeki çadırına girer, diğer bazı işlerini görmek istediği vakit Harem bölgesi dışındaki çadırına girerdi. Böylelikle Harem bölgesi içerisinde asla vallahi, evet vallahi demekten kendilerini korumuş oluyorlardı. Çünkü yüce Allah orada işlenen günahın pek büyük olduğunu belirtmiş bulunmaktadır.

Aynı şekilde Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın da birisi Harem bölgesinin dışında "Hill'de", diğeri ise Harem bölgesi içerisinde iki tane çadırı vardı. Çoluk-çocuğuna sitem etmek istediği vakit onlarla Harem bölgesi dışında sitemleşirdi, namaz kılmak istediği vakit de Harem bölgesinde namaz kılardı. Bu durumu hakkında ona soru sorulunca o şu cevabı vermişti; Gerçek şu ki biz kendi aramızda Harem bölgesinde: Asla vallahi, evet vallahi dememizin bir ilhad olduğunu söyler dururduk. Masiyetler de tıpkı hasenatın katlandırıldığı gibi Mekke'de katlandırılır. Dolayısıyla bir masiyet iki masiyet olur. Birisi bizatihi emre muhalefet şeklindeki masiyet, ikincisi ise haram olan beldenin hürmetini çiğnemekle işlenen masiyet. İşte haram aylar da aynen bu şekildedir. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Ebû Dâvûd'da yer alan bir rivâyete göre Ya'lâ b. Ümeyye, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir; "Harem bölgesinde yiyecek ihtikâr etmek, orada bir ilhâddır."Ebû Dâvûd, Menâsik 89

Bu, aynı zamanda Ömer b. el-Hattâb'ın da görüşüdür. İfadenin umumi olduğunu kabul etmemiz halinde bütün bunlar da kapsama girer.

6- Mekke'de Yapılması Niyet Edilen Masiyetler Dolayısıyla Günahkâr Olmak Söz Konusu mudur?:

Aralarında ed-Dahhâk veİbn Zeyd’in de bulunduğu bazı te'vil bilginlerinin kanaatine göre bu âyet-i kerîme; Mekke'de işlemeyi niyet ettiği masiyetler sebebiyle -o masiyeti işlemeyecek olsa dahi- kişinin cezalandırılacağına delil teşkil etmektedir. Buna benzer bir görüş İbn Mes'ûd ile İbn Ömer'den rivâyet edilmiştir. Buna göre onlar şöyle demişlerdir: Şayet bir kimse bu Beyt'te bir adamı öldürmeyi içinden geçirecek olursa ve kendisi "Aden Ebyen" denilen yerde bulunsa dahi, şüphesiz Allah onu azaplandıracaktır.

Derim ki: Bu doğrudur, çünkü bu mana yüce Allah'ın:

"Nûn. Kalem'e... yemin olsun ki"(el-Kalem, 68/1) âyetinde -orada yüce Allah'ın izniyle açıklaması geleceği üzere- açıkça ifade edilmiş bir husustur.

7- "Zulümle İlhad":

Yüce Allah'ın:

"ilhâd'ı" âyetindeki "be" fazladan gelmiştir, Nitekim yüce Allah'ın:

"Yağ veren" (el-Mu'minûn, 23/20) âyetinde de bu harf fazladan gelmiştir. Şairin şu beyitini de(nahivciler) böyle açıklamışlardır :

"Biz Ca'deoğullarıyız, el-Pelec denilen yerin sakinleri,

Kılıçla darbe indirir ve kurtulmayı da ümid ederiz."

Burada şair -"be" harfi olmaksızın-: Kurtuluşu ümid ederiz, demek istemiştir.

el-A'şâ da şöyle demektedir:

"Bizim mızraklarımız çoluk-çocugumuzun rızkını teminat altına almıştır."

Burada da "rızık" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiş bulunmaktadır. Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Sana ulaşmadı mı -ki haberler yayılıp, durmaktadır-

Ziyadoğullarının süt veren develerinin karşılaştıklarını."

Burada da; Karşılaştıkları" kelimesinde "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu şekilde kullanım pek çoktur. el-Ferrâ' da şöyle demektedir: Ben kendisine bir şeye dair soru sorduğum bedevi bir Arab'ın: Böyle olacağını ümid ederim" anlamında "be" harfi ziyadesi ile; O dediğini duydum.

Şair de şöyle demektedir:

"Bereketli bir vadi ki üst tarafı boya bitkisi(eş-şes) yetişir,

Alt tarafında ise (ateş yakmakta kullanılan) merh ile yine (çok güzel kırmızı gülleri olan) eş-şebehan yetişir."

Burada da "el-merh" kelimesinin başına "be" harfi fazladan gelmiştir. Bu el-Ahfeş'in de görüşüdür ve ona göre mana; "Her kim orada zulüm ile ilhâdı isterse..." şeklindedir.

Kûfeliler de şöyle demektedirler: Burada "be" harfinin gelmesi anlamın; "İthad etmek suretiyle" şeklinde olduğundan dolayıdır. "Be" harfi ise; (üt) ile kullanıldığı gibi, hazf de edilebilir.

İfade; Kim orada insanlara bir ilhadde(haksızlık meyli) isteğinde bulunursa, takdirinde de olabilir.

Buradaki ilhad ve zulüm küfürden, küçük günahlara kadar bütün masiyetleri bir arada ifade eder, İşte mekânın hürmetinin büyüklüğü dolayısıyla yüce Allah orada kötülük yapma niyeti dolayısıyla dahi tehditte bulunmaktadır. Bir kötülük yapmayı niyet ettiği halde işlemeyen kimse bundan dolayı hesaba çekilmez, Mekke müstesna. İbn Mes'ûd ile Ashab-ı Kiram'dan bir topluluğun ve başkalarının kabul ettiği görüş budur, bunu da az önce zikretmiş idik.

26

Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş ve şöyle demiştik: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, orada ikamet edenler, rükû' ve sucud edenler için Beyt'imi temizle!"

Bu âyete dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Beyt'in Yerinin İbrahim (aleyhisselâm)a Gösterilmesi:

"Hani Biz, İbrahime Beyt'in yerini tayin etmiş" âyeti ibrahim'e Beyfin yerini tayin edişimizi hatırla demektir. "Ona tayin ettim," anlamında kullanılır. Nitekim; "Sana imkân verdim, imkân hazırladım," derken de böyledir. "İbrahim'e" anlamındaki âyetteki "lâm" harfi te'kid için bir sıladır. Yüce Allah'ın:

"Hemen ardınızda..." (en-Neml, 21/72) âyetinde olduğu gibi. Bu, el-Ferrâ''nın görüşüdür.

"Hani Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin etmiş" âyetinin yeniden inşa etmek için, temellerini ona göstermiş idik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü tufan ve başka etkenler sebebiyle Ev yıkılmıştı, tbrahim(aleyhisselâm)ın dönemi gelince yüce Allah orayı yeniden bina etmesini emretti. O da Beyt'in bulunduğu yere geldi ve onun izlerini tesbit etmeye koyuldu. Yüce Allah'ın gönderdiği bir rüzgar Âdem (aleyhisselâm)ın kurduğu temelleri açığa çıkardı, o da Beyt'i o temeller üzerinde -daha önce el-Bakara Sûresi'nde(2/127. âyetin cefsi rinde) belirtildiği gibi- bina etti.

"Tayin etmiştik" âyetinin Kıldık" fiili gibi "lâm" ile teaddi(geçiş) yapan bir fiil konumunda olduğu söylenmiştir. Yani Biz Beyt'in yerini İbrahim'e tayin edilen bir yer kıldık. Şair de şöyle demektedir:

"Benim nice şanlı kardeşim vardır ki,

Kendi ellerimle ben onu lahde yerleştirmişimdir."

2- Îman ve İbadetin Esası Allah'a Ortak Koşmamak:

"Bana hiçbir şeyi ortak koşma, demiştik" ifadesi Cumhûrun görüşüne göre İbrahim(aleyhisselâm)a bir hitaptır.İkrime bunu; "Bana ortak koşmasın diye..." şeklinde "ya" harfi ile ona söylenen sözün anlamının aktarılması suretinde okumuştur. Ebû Hatim: Bu kıraate göre Ortak koşmaması için" anlamında olmak üzere "kef" harfinin nasb ile okunması kaçınılmaz bir şeydir, der.

Ayrıca; ( af )nin şeddeli olanından hafifletilmiş olduğu söylendiği gibi, müfessire(açıklayıcı) olduğu da, zaide(fazladan geldiği) de söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Müjdeci gelince" (Yusuf, 12/96) âyetinde olduğu gibi.

Âyet-i kerîmede Beyt'in etrafında yerleşmiş bulunanlar arasından şirk koşanlar da yerilmektedirler. Yani sizin atanız İbrahim'e, ondan sonra gelenlere ve sizlere bu şekilde hareket etmek bir şarttı. Siz bu şartı yerine getirmediniz, aksine şirk koştunuz.

Bir başka kesim de yüce Allah'ın:

"Bana hiçbir şeyi ortak koşma"âyetinden itibaren hitab Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)adır. O Beytullah'ı temizlemek ve hac için insanları çağırmakla da emrolunmuştur, Ancak Cumhûr bu emirlerin İbrahim (aleyhisselâm)a verildiği kanaatindedir, daha sahih olan görüş de budur.

Küfür, bid'at, bütün pisliklerden ve kan davalarından Beytullah'ın temizlenme emri umumidir.

Bir görüşe göre bu temizleme emri ile putlardan temizlenmesi kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şu halde pisliğin tâ kendisi olan puflardan uzak durun." (el-Hacc, 22/30) Çünkü Curhumlular İle Amalikalıların Beytullah'ın bulunduğu yerde ve etrafında -İbrahim(aleyhisselâm) onu bina etmeden önce- putları bulunmakta idi.

Şöyle de açıklanmıştır: Âyetin anlamı benim evimi orada bir puta ibadet edilmesi gibi bir pislikten uzak tut. Bu, orada tevhidin açıkça ortaya konulmasına dair bir emirdir. Mescid-i Haram'in ve diğer mescidlerin bu gibi pisliklerden tenzih edilmesi ile ilgili olarak ilim adamlarının görüşlerine dair yeterli açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde(9/28. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

"Orada ikamet edenler" orada ayakta duranlar demek olup, namaz kılanlar kastedilmektedir. Şanı yüce Allah, burada namazın rükünlerinden en büyük olanlarını söz konusu etmiştir ki, bu da kıyam, rükû ve sücuddur.

27

"Ve insanlar arasında haccı ilân et. Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler,"

Bu âyete dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız;

1- Haccın İlanı:

Yüce Allah;

"Ve insanlar arasında haccı İlan et"âyetinde yer alan

"İlan et" anlamındaki kelimeyi büyük çoğunluk "zel" harfini şeddeli olarak; diye okumuşlardır. el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile İbn Muhaysın ise "zel" harfini şeddesiz, "elifi de med ile; diye okumuşlardır.

İbn Atiyye der ki: İbn. Cinnî bu okuyuşun tashif olduğunu (yanlış yazıldığını) söylemiştir. O, onların bunu mazi bir fiil olarak; "İlan etti" diye okuduklarını da nakletmekte ve buna binaen bu kelimeyi;

"Tayin etmiş...tik" kelimesine atf diye i'rabım yapmıştır,

Ezan, bildirmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/3. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

2- İbrahim (aleyhisselâm)ın İlânı ve Yüce Allah'ın Bu İlânı Ulaştırması:

İbrahim (aleyhisselâm), Beyt'i İnşa etme İşini bitirdikten ve ona: "İnsanlar arasında haccı İlan et" emri verildikten sonra, Rabbim benim sesim nereye kadar ulaşır ki deyince, yüce Allah şöyle buyurdu: Sen ilan et, ulaştırmak bana ait.

Bunun üzerine yüce Allah'ınHalil'i İbrahim, Ebû Kubeys tepesine çıkarak, "ey insanlar" diye seslendi. "Allah size karşılığında cenneti verip mükâfatlandırmak, ateş azabından da sizi korumak İçin bu Beyt'i haccetmenizi emretmektedir. Siz de haccediniz." Erkeklerin sulblerinde ve kadınların rahimlerinde bulunan herkes ona: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk diye cevap verdi. İşte o gün bu çağrıya icabet eden kimseler, icabet ettiği kadarıyla hacceder. Bir defa icabet ettiyse bir defa, iki defa icabet etmişse iki defa hacceder. Telbiye de bu şekilde cerayan edegeldi. Bu açıklamayıİbn Abbâs ve İbn Cubeyr yapmıştır.

Ebû't-Tufeyl'den şöyle dediği rivâyet olunmaktadır:İbn Abbâs bana dedi ki: Telbiye getirmenin esasının ne olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İbrahim (aleyhisselâm)a insanlar arasında haccı ilan etmesi emredilince, dağlar başlarını eğdi, yerleşik beldeler onun için yukarılara kaldırıldı. O da insanlar arasında seslendi ve herşey ona: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdi.

Bir diğer görüşe göre İbrahim (aleyhisselâm)a yapılan hitab yüce Allah'ın;

"Ve sücud edenler için Beyt'imi temizle" âyeti ile sona ermektedir. Daha sonra yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)a hitab ederek: "Ve insanlar arasında haccı ilan et" diye buyurmaktadır. Yani onlara haccetmekle yükümlü olduklarını bildir,

Üçüncü bir görüşe göre yüce Allah'ın:

"Bana hiçbir şeyi ortak koşma"âyetinden itibaren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a hitab edilmektedir. Nazar ehlinin kabul ettiği görüş budur, çünkü Kur'ân Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)a indirilmiştir. Ondaki bütün hitablar böyle olmadığına dair kat'î bir delil bulunmadığı sürece yalnızca ona yöneliktir. İşte burada bir diğer delil daha buradaki hitabın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)a yönelik olduğunu göstermektedir. Bu da muhatab kipi ile: "Bana hiçbir şeyi ortak koşma" hitabıdır. Bu ise şahit olan kimseye bir hitaptır. İbrahim (aleyhisselâm) ise gaibtir. Buna göre âyetlerin anlamı şöyle olur: Hatırla ki Biz, İbrahim'e Beyt'in yerini tayin edip göstermiş, sana da yüce Allah'ın tevhidine ve İbrahim'in de yalnızca Allah'a ibadet ettiğine dair delilleri göstermiş bulunuyoruz.

Büyük çoğunluk "Haccı" kelimesini "ha" harfini fethalı olarak okumuştur. İbn Ebi İshak ise bu kelimeyi Kur'ân-ı Kerîm'de geçtiği her yerde aynı harfi esreli olarak okumuştur.

Bir görüşe göre İbrahim (aleyhisselâm)a yapılan nida, ona emredilmiş bulunan dinin şer'î hükümleri arasındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Hacca Geliş (Gidiş) Keyfiyeti:

"Hem yayan, hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde sana gelsinler" âyeti ile yüce Allah insanların kimi yayan, kimi binekli olarak Beyt'i hac etmek çağrısını kabul edecekleri va'dinde bulunmaktadır. Gelecekler Ka'be'ye gelecek olmakla birlikte,yüce Allah'ın

"sana gelsinler" diye buyurması nida edenin İbrahim(aleyhisselâm) oluşundan dolayıdır. Buna göre haccetmek maksadıyla Ka'be'ye giden bir kimse İbrahim (aleyhisselâm)a gitmiş gibidir, çünkü bununla onun nidasını kabul etmiş, çağrısına icabet etmiş olmaktadır. Bu ifade ile İbrahim(aleyhisselâm)ın şanı ve şerefi yüceltilmektedir.

İbn Atiyye der ki: "Yayan(lar)" kelimesi, çoğuludur. Tacir, tacirler" ile "Arkadaş, arkadaşlar" kelimeleri gibi.

Bir diğer görüşe göre "Yayalar" kelimesi(........)in çoğuludur. Bu da; in çoğuludur. Tıpkı ile kelimeleri gibi. Bunun çoğulu olarak "cim" harfi şeddeli: de denilebilir in çoğulunun, şeklinde gelmesi gibi.

İbn Ebi İshak ve İkrime "yayan" kelimesini; şeklinde "re" harfi ötreli ve "cim" harfini de şeddesiz olarak okumuştur. Bu kip ise çoğul şekillerinde az kullanılır. Bu kıraatMücahid'den de rivâyet edilmiştir. YineMücahid'in "fuâlâ" vezninde; diye okuduğu rivâyet edilmiştir. "Tembeller" kelimesi gibi.

en-Nehhâs der ki: "Yayan" kelimesinin beş türlü çoğulu yapılabilir. "Rükkâb" gibi "rüccâl" şeklinde. İkrime'den rivâyet edilen budur. "Kıyam" gibi "rical" şeklinde, bir de "reci" ve "reccâle" diye.Mücahid'den rivâyet olunan "rücâl" kıraati ise bilinen bir çoğul şekli değildir. Ancak uygun olan bu kelimenin tenvinsiz olarak "küsâlâ" ve "sükârâ" gibi tenvinsiz olarak yapılmasıdır. Eğer tenvinli olursa, bunun vezni "fuâl" olur ki bu çoğulda az kullanılan bir vezindir.

Âyet-i kerîmede yayan geleceklerin binekli olarak geleceklerden önce söz konusu edilmesi, yürümek suretiyle onların daha çok yorulduklarından dolayıdır.

"Her zayıf develer üstünde... gelsinler" diye buyurulmasının sebebi "Zayıf deve" kelimesinin çoğul anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır.el-Ferrâ' der ki: Burada fiilin çoğul değil de lâfza uygun tekil olarak şeklinde gelmesi de mümkündür.

Zayıf deve" ise yolda oldukça yorgun düşmüş ve zayıflamış deve demektir. Fiili: Zayıfladı, zayıflar, zayıflamak" şeklinde gelir.

Şanı yüce Allah burada develeri Mekke'ye ulaşacakları vakitteki son halleriyle nitelendirmektedir. Ayrıca zayıflayışlarının sebebini de zikredip: "Her uzak yoldan gelecek..." diye buyurmaktadır. Yani bu develeri yapılan uzun yolculuklar etkilemiş olacaktır. Zamirin develere İrca edilmesi ise, sahipleriyle birlikte hac maksİsmi ile gidişlerinden ötürü onlara bir üstünlük vermek kastıyladır. Nitekim yüce Allah cihada giden atlar hakkında Allah yolunda koştuklarında onlara bir ikram olmak üzere:

"Yemin olsun(mücahidlerin) harıl harıl koşan atlarına"(el-Âdiyât, 100/1) diye buyurmaktadır.

4- Yayan Haccetmenin Fazileti:

Kimisi şöyle demiştir. Yüce Allah'ın burada: "(.........): Yayan olarak" diye buyurması (bu kelime aynı zamanda erkekler anlamında da kullanılabilir) çoğunlukla hacca gidenlerin kadınlar değil, erkekler oluşundandır. Bu görüşe göre buradaki bu kelime: Bu bir racul'dür (adamdır) demekten gelmiş kabul edilmektedir, ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü daha sonra yüce Allah binicileri kastederek: "Hem de her uzak yoldan gelecek zayıf develer üstünde" diye buyurmaktadır. Bunun kapsamına ise erkekler ve kadınlar dahildir.

Yüce Allah:

"Yayan" diye buyurup önce onları söz konusu etmesi yayan haccetmenin binekli olarak haccetmekten faziletli olduğuna delildir.İbn Abbâs der ki: Yapamadığım hiçbir şeye üzülmedim, sadece yürüyerek haccetmemiş olduğuma üzülüyorum. Çünkü ben yüce Allah'ın:

"Hem yayan... sana gelsinler" diye buyurduğunu işitmiş bulunuyorum.

İbn Ebi Necîh de der ki: İbrahim ve İsmail -ikisine de selâm olsun- yürüyerek haccettiler.

İbn Mes'ûd'un arkadaşları; şeklinde("ya" harfi yerine, "vav" ile) okumuşlardır. Bu aynı zamanda İbn Ebi Able ve ed-Dahhak'ın kıraatidir. O takdirde zamir insanlara ait olur. (Diğer okuyuşa göre ise zamir zayıf develere aittir).

5- Yürüyerek Haccetmek mi, Binerek mi Faziletlidir?:

Hac yolculuğunda binmenin de, yürümenin de câiz oluşunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunların hangisinin daha faziletli olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Malik,Şâfiî ve başkaları binmenin daha faziletli olduğu kanaatindedir. Böylelikle Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)a uyulmuş olur ve daha çok para harcanmış, haccın şeâiri de binmek için gerekli hazırlıklar yapılmak suretiyle, daha bir ta'zim edilmiş olur.

Başkalarının kanaatine göre ise nefse verdiği meşakkat dolayısıyla yürümek daha faziletlidir. Ayrıca Ebû Said'in rivâyet ettiği hadis de bunu gerektirmektedir. O şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ve ashabı Medine'den, Mekke'ye yürüyerek haccettiler. Peygamber de: "Kuşaklarınızı, izarlarınıza (örtü şeklindeki elbiselerinize) bağlayınız."diye buyurdu ve bazen koşarcasına, bazen de normal yürüdü. Bu hadisiİbn Mâce, Sünen'inde rivâyet etmiştir İbn Mâce, Menâsik 108. Bütün hac ibadetlerinde binek üzerinde olmanın, -Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)a uymak bu yolla gerçekleşeceğinden dolayı- daha fazîfetli oluşunda Malik'e göre(gelen rivâyetlerde) görüş ayrılığı yoktur.

6- Deniz Yoluyla Hac Farz mıdır?:

Bazı ilim adamları bu âyet-i kerîmede denizin söz konusu edilmemesinin deniz yoluyla haccetme farzının sakıt olduğuna delil göstermişlerdir. Malik "el-Mevvâziyye"de şöyle demektedir: Ben denizden söz edildiğini duymadım.

Ancak bu sadece işaret yoluyla bir kavrayıştır, yoksa denizin söz konusu edilmemesi denizde yolculuk yapmak durumunda olanlardan bu farzın sakıt olması manasına gelmez. Çünkü Mekke deniz kıyısında değildir ki, insanlar oraya gemilerle gelsinler. Denizde yolculuk yapan kimsenin de Mekke'ye kıyıdan itibaren ya piyade, yahut ta deve üzerinde yolculuk yapması kaçınılmaz bir şeydir. Âyet-i kerîmede sadece Mekke'ye ulaşılabilecek iki hal söz konusu edilmiştir.

Yalnızca deniz zikredilmedi diye hac farzını iskat etmek pek kabul edilebilecek ve güçlü bir delil değildir. Ancak bununla beraber düşman, korku yahut büyük bir dehşet ya da kişinin maruz kalabileceği bir hastalık bulunması halinde Malik,Şâfiî ve ilim adamlarının Cumhûru bu özürler sebebiyle haccın vücubunun düşeceğini kabul etmektedirler. Böyle bir yolculuk ise güç yetirîlebilecek bir yolculuk değildir.

İbn Atiyye der ki: "el-İstihzâr" müellifi bu anlamda bir takım sözler nakletmektedir ki, bunların zahirinden anlaşıldığına göre bu özürlerden hiçbirisi dolayısıyla hac farizası sakıt olmaz. Ancak bu zayıf bir görüştür.

Derim ki: Hatta bu zayıftan da zayıftır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

"el-Fecc: geniş yol" demektir. Bunun çoğulu da; şeklinde gelir. Nitekim daha önce el-Enbiyâ Sûresi'nde (21/30-33- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

"el-Amîk: Uzak" anlamındadır.

Büyük çoğunluk:"Gelsinler" diye okumuşlardır. Abdullah(b. Mes'ûd'un) arkadaşları ise;(.........) diye okumuşlardır. Bu şekildeki okuyuşa göre zamir binicilere aittir. Öbür okuyuşa göre ise zamir develere raci'dir: Gelecek olan zayıf ve güçsüz develer üzerinde... denilmiş gibidir.

"Her uzak yoldan" âyetindeki; kelimesi uzak demektir, "Dibi uzak(derin) kuyu" tabiri de buradan gelmektedir. Şu mısrada da bu kelime bu manadadır:

"Derinlikleri çok derin, geçilen yolu da çok tenhadır."

7- Beytullah'a Ulaşanın Yapacağı İş:

Beytullah'a ulaşan kimsenin, Beytullah'ı görünce ellerini kaldırıp kaldırmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.Ebû Dâvûd'un kaydettiği rivâyete göre Cabir b. Abdullah'a Beytullah'ı görüp de ellerini kaldıran kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Ben bu işi yahudilerden başka yapan hiçbir kimseyi görmemiştim. Biz Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte haccettik ve böyle bir şey yapmazdık Ebû Dâvûd, Menâsik 45; Tirmizî, Hacc 32;Nesâî, Menâsik 122

İbn Abbâs(radıyallahü anh) da, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir; "Eller yedi yerde kaldırılır: Namaza başlarken, Beytullah'a yönetirken, Safa'ya-Merve'ye yönelirken, vakfe yapılan iki yerde (Arafat ve Meg'ar-i Haram'da) ve iki cemrede." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, I, 103.

es-Sevrî,İbnu’l-Mübarek, Ahmed ve İshak,İbn Abbâs'ın bu hadisi doğrultusunda görüş belirtmişler ve Cabir'in rivâyet ettiği hadisi zayıf kabul etmişlerdir. Çünkü Muhacir el-Mekki isimli ravi meçhul bir ravidir. İbn Ömer de Beytullah'ı gördüğünde ellerini kaldırırdı.İbn Abbâs'tan da bunun gibi bir rivâyet nakledilmiştir.

28

"Tâ ki kendileri için menfaatlere şahit olsunlar. Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar. Artık onlardan yeyin ve eli dar olan fakire de yedirin."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı yirmi üç başlık halinde sunacağız:

1- Haccın Faydalarına Şahit Olmak:

" ... Şahit olsunlar." Yani şahit olsunlar diye sen haccı ilan et, onlar da sana yayan ve binekli olarak gelsinler.

"Şahit olsunlar" hazır bulunsunlar demektir. Çünkü şahit olmak(şuhûd) hazır bulunmak demektir.

"Kendileri İçin menfaatlere" yani Arafat ve Meş'ar-i Haram gibi hac menasiklerinde bulunsunlar. Mağfiret diye de açıklandığı gibi, ticaret diye de açıklanmıştır. Genel kapsamlı olduğu da söylenmiştir,yani kendileri için faydalı olacak şeylere şahit olsunlar, hazır bulunsunlar. Yani dünya ve âhiret ile ilgili işlerden Allah'ı razı edecek işler yapsınlar. Bu açıklamayı da Mücahid ve Atâ yapmış, İbnu'l-Arabî de tercih etmiştir. Çünkü bu açıklama hac ibadetleri, ticaret, mağfiret, dünya ve âhiret menfaatlerini kapsayan bir açıklamadır. Yüce Allah'ın:"(Hac aylarında) Rabbinizden bir lütuf istemenizde size bir günah yoktur"(el-Bakara, 2/198) âyetinde ticaretin kastedildiğinde görüş ayrılığı yoktur.

2- Bilinen Günler:

"Belirli günlerde Allah'ın... ismini ansınlar." Daha önce

"bilinen günler" ile

"sayılı günler"e dair açıklamalar el-Bakara Sûresi'nde (2/203. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah'ın adının anılmasından kasıt ise, davarların ve develerin kesilip boğazlanması esnasında besmele çekmektir. "Bismillahi vellahu ekber, Allahumme minke ve leke: Allah'ın İsmi ile, Allah en büyüktür, Allah'ını, bu Sendendir, Senin içindir" demek gibi. Ya da kesim esnasında:

"Şüphesiz benim namazım, kurban kesmem,.." (el-En'âm, 6/162) âyetini okumak gibi.

Kâfirler putlarının ismini anarak keserlerdi. Şanı yüce Rabbimiz Allah'ın ismini anarak kesmek gerektiğini açıklamış olmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-En'âm Sûresi'nde (6/118-121. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

3- Kurban Bayramı Birinci Günü Kurban Kesme Vakti:

İlim adamları kurban bayramı birinci günü(yevmu'n-nahr) kurban kesme vakti hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik (radıyallahü anh) İmâmın (halifenin ve onun namaz kıldırmak için tayin ettiği kimsenin) namaz kılıp kurbanını kesmesinden sonradır, der. Ancak haddi aşacak kadar bir gecikmede bulunursa, o takdirde ona uyma gereği de sakıt olur.

Ebû Hanîfe, kurban kesmeyi değil de sadece namazı bitirmeyi göz önünde bulundurmuştur.

Şâfiî, namaz vaktinin girip iki hutbe irad edilecek kadar bir süre geçmesini göz önünde bulundurmuştur. Buna göre, namazı değil de vakti nazar-ı itibara almaktadır. el-Müzent'nin ondan yaptığı rivâyet bu şekildedir, et-Taberî'nin görüşü de budur,

er-Rabî’in el-Buveytî'den naklettiğine göreŞâfiî şöyle demiştir: İmâm kurbanını kesmedikçe -kurban kesmesi gerekmeyenlerden olması müstesnâ- hiç kimse kurbanını kesmez. İmâm namazını kılıp hutbeyi bitirdikten sonra da kurban kesmek helâl olur. Bu, Malik'in görüşüne benzemektedir.

Ahmed der ki: İmâm namazını bitirdi mi, sen de kurbanını kesebilirsin. Bu, İbrahim'in de görüşüdür.

Bu görüşlerin en sahih olanı, Malik'in görüşüdür. Çünkü Câbir b. Abdullah rivâyet ettiği hadiste şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kurban günü bize Medine'de namaz kıldırdı. Bir takım kimseler acele edip kurbanlarını kestiler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın kesmiş olduğunu zannettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kesmiş olanlara tekrar yeni bir başka kurban kesmelerini emretti ve Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) kesmedikçe, kesmemelerini söyledi. Bu hadisi Müslim veTirmizî rivâyet etmiş olup Müslim, Edahi (Mesâcid) 14; Müsned, III, 294, 324, 349.

Bu hususta Cabir'den, Cundub'dan, Enes'ten, Uveymir b. Eşkar'dan, İbn Ömer'den ve Ebû Zeyd el-Ensarî'den de rivâyetler gelmiştir, bu da hasen bir hadistir. İlim ehli de buna göre uygulama yapmaktadırlar. Şehirde bulunan bir kimse İmâm kesmedikçe, kurbanını kesmemelidir.

Ebû Hanîfe de el-Berâ’nın rivâyet ettiği hadisi delil göstermektedir. O hadiste şöyle denilmektedir: "Kim namazdan sonra kurbanını keserse, artık önün kurban kesmesi tamam demektir ve müslümanların sünnetini de isabet ettirmiştir." Bu hadisi deMüslim rivâyet etmiştir. Buhâri, Edahi 1, 8;Müslim, Edâhi 4.

Görüldüğü gibi burada kurban kesme sadece namaza bağlı olarak zikredilmiş ve İmâmın kurban kesmesi söz konusu edilmemiştir. Cabir'in rivâyet ettiği hadis ise bunu kayıtlamaktadır. Aynı şekilde yine el-Berâ yoluyla gelen hadis de böyledir. Buna (bu hadisin başka rivâyetlerine) göre Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur; "Bizim bugünde yapacağımız ilk iş önce namaz kılmak, sonra dönüp kurban kesmektir. Kim böyle yaparsa bizim sünnetimizi de isabet ettirmiş olur."Buhârî, Edâhî 1;Müslim, Edâhi 7.

Ebû Ömerb. Abdi’l-Berr de şöyle demektedir; İlim adamları arasında şehir halkından (yani bayram namazı kılınan bir yerde yaşayanlardan) olup da namazdan önce kurbanını kesen bir kimsenin kurban kesmemiş olacağında bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyorum. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem): "Namazdan önce kim kurban keserse, o kestiği (kurban değil) et için kesilmiş bir koyun olur” Buhâri, 'îydeyn 23;Müslim, Edâhî 4, 10, 11;Ebû Dâvûd, Edâhî 5;Nesâi, Salâtu'l-İdeyn 8, 23.İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, XV, 149 vd.

4- Bayram Namazı Kılınmayan Yerde Ne Zaman Kurban Kesilir?:

Çölde yaşayanlarla, İmâmları olmayanlara gelince Malik'in mezhebindeki meşhur görüşe göre İmâmın yahut da kendi bölgesine yakın İmâmın kurban kesim vaktini tesbit etmeye çalışır.

Rabia ile Atâ, İmâmı olmayan kimseler hakkında şöyle demişlerdir; Şayet güneş doğmadan Önce kurbanım keserse, yerini bulmaz. Güneş doğduktan sonra keserse, yerini bulur, Re'y sahipleri ise tan yerinin ağırmasından sonra yeterli olur demişlerdir. İbnul-Mubarek'in görüşü de budur,Tirmizî bu görüşü ondan nakletmektedir. Bunlar yüce Allah'ın:

"Belirli günlerde Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurban edilen hayvanlar üzerine Allah'ın ismini ansınlar" âyetini delil göstermişlerdir. Burada görüldüğü gibi yüce Allah, kurban kesmeyi güne izafe etmiştir. Günün tan yerinden mi, yoksa güneşin doğuşundan itibaren mi başladığı hususunda da iki görüş vardır.

Kurban bayramı birinci günü can yeri ağırımdan önce kurban kesmenin yerini bulmayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur.

5- Kurban Kesme Günleri:

Kurban kesme günlerinin kaç gün olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Malik, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki iki gün olmak üzere üç gündür, demiştir. Ebû Hanîfe,es-Sevrî ve Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler. Aynı zamanda buEbû Hüreyre ve Enes b. Malik'ten de -onlardan farklı bir rivâyet söz konusu olmaksızın- nakledilmiştir.

Şâfiî, kurban bayramı birinci günü ve ondan sonraki üç gün olmak üzere dört gündür, demiştir.el-Evzaî de bu görüştedir. Bu görüşAli (radıyallahü anh), İbn Abbâs veİbn Ömer (radıyallahü anhüm)dan da rivâyet edilmiştir. Yine onlardan Malik ve Ahmed'in görüşlerinin aynısı da rivâyet edilmiştir.

Kurban günlerinin özel olarak kurban bayramının birinci günü yani zülhicce'nin onuncu günü olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Şîrîn'den de rivâyet edilmiştir.

Saîd b. Cübeyr ile Câbir b. Zeyd'den şöyle dedikleri nakledilmektedir: Şehirlerde kurban kesme günü bir gündür. Minâ'da ise üç gündür.

Hasan-! Basrî'den bu hususta üç rivâyet gelmiştir. Birisi Malik'in görüşü gibi, ikincisi Şâfiî'nin görüşü gibidir. Üçüncüsü ise zülhicce'nin son gününe kadar devam eder. Muharrem ayının hilali görülmekle birlikte artık kurban kesmek söz konusu olmaz.

Derim ki: Bu, aynı zamanda Süleyman b. Yesâr ve Ebû Seleme b. Abdu'r-Rahmân'ın da görüşüdür. BunlarDârakutnî'nin, Sünen'inde kaydettiği mürsel ve merfu bir hadis olarak: "Kurban kesmeler zülhicce ayı(nın sonundaki muharrem) hilâline kadardır"Dârakutnî, IV, 275 şeklinde bir hadis rivâyet etmişlerse de bu hadis sahih değildir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın:

"Belirli günlerde" âyetidir ki, bu cem-i kıllet (azlık bildiren çoğul)dır. Bundan kat'î olarak bilinen sayı ise üçtür. Üçten sonrasının bu çoğula girip girmediği kat'î olarak bilinmemektedir. O bakımdan ondan sonrası ile amel edilmez.

Ebû Ömerb. Abdi’l-Berr der ki: İlim adamları yevmu'n-nahr'ın kurban kesme günü olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Yine zülhicce ayının bitiminden sonra kurban kesmenin söz konusu olmayacağını da icma ile kabul etmişlerdir. Bana göre bu hususta sadece İki görüş sahihtir. Bunlardan birincisi Malik ile Kûfelilerin görüşüdür, diğeri ise Şâfiî ile Şamlıların görüşüdür. Bu iki görüş Ashab-i Kiram'dan rivâyet edilmiştir. O halde bunlara muhalif olan görüşlerle uğraşmanın bir anlamı yoktur, çünkü bunlara muhalif olan görüşlerin ne sünnette, ne de Ashab-ı Kiram'ın sözlerinde herhangi bir asli dayanağı bulunamaz. Bu iki görüşün dışında görüş belirtenler, görüşleriyle başbaşa bırakılırlar.

Katade'den altıncı bir görüş daha rivâyet edilmiştir ki buna göre kurban yevmu'n-nahr(kurbanın birinci günü) ile ondan sonraki altı gündür. Bu da aynı şekilde Ashab-ı Kiram'ın görüşleri dışında kalmaktadır ve bunun da bir anlamı yoktur,

6- Kurban Kesme Günlerinin Geceleri, Kurban Kesme Günlerine Dahil midir?

Kurban kesme günlerinin gecelerinin, kurban kesme günlerine dahil olup olmadığı ve bu gecelerde kurban kesmenin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Malikten rivâyet olunan meşhur görüşüne göre geceler dahil değildir ve geceleyin kurban kesmek câiz olmaz. Ashabın Cumhûru ile re'y sahiplerinin çoğunluğu bu görüştedir. Çünkü yüce Allah:

"Belirli günlerde Allah'ın... ismini ansınlar" âyeti bunu gerektirmektedir. Burada görüldüğü gibi "el-eyyâm: Günler"i söz konusu ermektedir. Günlerin söz konusu edilmesi, geceleyin kurban kesmenin câiz olmadığına delildir.

Ebû Hanîfe,Şâfiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr ise şöyle demektedirler: Geceler de günlere dahildir ve geceleyin de kurban kesmek yerini bulur. Malik ve Eşheb'den de buna yakın bir görüş rivâyet edilmiştir. Eşheb'in görüşüne göre ise hedy (hediye kurbanı) ile udhiye (kurban) arasında fark gözetilir. Hediye kurbanının geceleyin kesilmesini câiz kabul etmiş, udhiye'nin geceleyin kesilmesini câiz kabul etmemiştir.

7- Kurban Edilen Hayvanlar:

Yüce Allah'ın:

"Kendilerine rızık olarak verdiği"ve kurban olarak kestikleri

"kurban edilen hayvanlar üaserine Allah'ın ismini ansınlar" âyetinde sözü edilen hayvanlar (el-en'âm), kurban olarak kesilen deve, inek ve koyun türleridir. "Kurban edilen hayvanlar" bizzat hayvanlar (demek olan: el-en'âm) demektir. Bu da bir kimsenin "birinci namaz" "cami' mescid" demesine(yani bir şeyin bizzat kendisine izafe edilmesine) benzer.

8-Kurban Etinden Yemenin Hükmü:

"Artık onlardan yeyin" âyetindeki emrin anlamı, Cumhûra göre mendubluk ifade etmesidir. Kurban kesen bir kimsenin hediye ya da udhiye kurbanı olsun, ondan yemesi ve çoğunluğunu da tasadduk etmesi müstehabtır. Bununla birlikte ilim adamları tamamını sadaka olarak vermeyi de tamamını yemeyi de câiz görmüşlerdir.

Bir kesim istisnaî olarak yemeyi ve yedirmeyi âyet-i kerîmenin zahiri dolayısıyla, bir de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Yiyin, saklayın ve tasadduk edin."Buhârî, Edâhi 16;Müslim, Edâhî 28, 33;Ebû Dâvûd, Edâhî 9;Tirmizî, Edâhî 14;Nesâî, Dahâyâ 36, 37; Dirimi, Edâhî 6;Muvatta’', Dahâyâ 6-8;Müsned, IV, 15, V, 75, 76..., VI. 51. âyeti dolayısıyla vacib kabul etmişlerdir.

el-Kiyâ (et-Taberî) der ki: Yüce Allah'ın:

"Artık onlardan yeyin... ve yedirin"âyeti tamamını satmanın yahut tâ tamanını tasadduk etmenin câiz olmadığına delil teşkil etmektedir.

9- Keffaret Kurbanları:

Keffaret maksİsmi ile kesilen kurbanlardan kurban sahipleri yiyemezler. Malik (radıyallahü anh)ın meşhur olan görüşü kurban sahibi üç kurbandan yiyemez: (İhramlı iken) avlandığı hayvana ceza olarak kestiği kurban, yoksulların adak kurbanları ve eziyet (başındaki rahatsızlık) dolayısı ile (başını traş ettiği için) kestiği fidye kurbanı. Bunun dışında kestiği kurbanlar, kurban kesme yerine ulaşması şartıyla ister vacib, ister nafile olsun yiyebilir. Bu hususta gerek seleften, gerek değişik bölgelerdeki fukahadan bir topluluk Mâlik'in görüşüne uygun kanaat belirtmişlerdir.

10- Kurban Sahibi Yemesi Yasak Olan Kurbanından Yerse:

Kurban kesen şahıs şayet kendisi için yemesi yasak olan kurbandan yiyecek olursa, acaba yediği miktarının tazminatını mı öder, yoksa kendisinden bir miktar yediği hediye kurbanının tamamını mı öder? Bu hususta mezhebimizde İki görüş vardır. İbnu'l-Macişun birinci görüşü benimsemiştir. İbnu'l-Arabî de: Hak olan görüş budur ve kurban sahibine bunun dışında bir mükellefiyet de düşmez, demektedir. Aynı şekilde bir kimse yoksullar için bir kurban hediye etmeyi adayacak olur da kurban mahalline ulaştıktan sonra ondan yiyecek olursa -"el-Müdevvene"deki ifadenin aksine- sadece yediği kadarının tazminatını öder. Çünkü kurban kesme işi (nahr) gerçekleşmiş bulunmaktadır. Herhangi bir haddi aşmak ise sadece ete yapılmıştır, o bakımdan bu hususta haddi aştığı kadarının tazminatını öder.

Yüce Allah'ın "adaklarını yerine getirsinler" âyeti adağın gereğinin yerine getirilmesinin vacib olduğuna delildir. Bu adak ister bir kan akıtmak (kurban kesmek), ister hediye kurbanı, isterse de başka türlü olsun hüküm değişmez. Bir kimsenin adağını gereği gibi yerine getirmesi ondan yemesinin câiz olmaması buna delildir. İhramlı iken avlanmanın cezası da baştaki rahatsızlık dolayısıyla (traş etmekten dolayı) kesilen fidye kurbanının durumu da böyledir. Çünkü istenen şey, etinden, yahut başka cihetten herhangi bir eksiklik söz konusu olmaksızın adağını lâm anlamıyla yerine getirmektir. Şayet ondan bir şey yiyecek olursa, onun tam bir hediye kurbanı kesmesi icab eder. (Bu da ikinci görüşe bir delildir). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

11 Tazminat Aynî mi Ödenir? Nakdî mi Ödenir?:

Bu şekildeki bir kurban etinden yiyen kimse etin kıymetini mi tazminat olarak öder? yoksa yiyecek olarak mı tazminat öder. "Muhammed'in Kitabı"nda Abdu'l-Melik'ten rivâyetle yiyecek olarak tazminat öder, ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yiyecek ibadet olarak hediye kurbanının tamamiyle gönderilmesine imkân bulunmadığı halde hediye kurbanının karşılığı olarak verilir. Haddi aşmanın hükmü ile ibadetin hükmü ise aynı değildir.

12- Hediye Kurbanı Yerine Ulaşmadan Önce Sakatlanır ya da Telef Otursa:

İhramlı iken avlanmanın cezası yahut(baştaki) rahatsızlık dolayısıyla fidye olarak verilmesi gereken kurban, ya da yoksullar için adanmış olan ve tazminat altında olan bu hediye kurbanında bir sakatlık olursa, bu kurbanın sahibi ondan yiyebilir, zenginlere de, fakirlere de, sevdiği kimselere de ondan yedirebilir. Ancak etini, derisini ve ona gerdanlık olarak taktığı şeylerden herhangi bir şeyi satamaz.

İsmail b. İshak dedi ki: Çünkü (gerektiğinde) tazminatı ödenmesi icab eden hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, onun bedelini vermesi gerekir. Bundan dolayı o kurban sahibinin ondan yemesi de, yedirmesi de caizdir. Şayet nafile hediye kurbanı mahalline ulaşmadan önce telef olursa, ondan yemesi de, başkasına yedirmesi de câiz değildir. Çünkü onun bedelini ödeme mükellefiyeti olmadığından dolayı hediye kurbanı telef olmadan da bu uygulamayı yapabileceğinden ve telef olmadan kurbanı kesmeye kalkışabileceğinden korkulur. O bakımdan insanlara karşı ihtiyatta hüküm verilmiştir, uygulama da böylece devam edegelmiştir.

Ebû Dâvûd'un, Nâciye el-Eslemî'den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) kendisi ile birlikte hediye kurbanlarını göndermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şayet bunlardan sakatlanan bir şey olursa, onu kes. Sonra da (boyunlarına alâmet olarak taktığın) nalınlarını kanı ile boya, sonra da onu insanlarla başbaşa bırak (onların yemesine izin ver)."Ebû Dâvûd, Menâsik 18;Tirmizî, Hacc 71;İbn Mâce, Menâsik 101. benzeri başka rivâyetler için bk.: Müslim, Hacc 377, 378;Müsned, 1, 217, IV, 64, 187, 238, V, 377.

Malik ile iki görüşünden birisindeŞâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr, Re'y ashabı ve onlara tabi olanlar da nafile hediye kurbanında bu hadisin gereğine göre görüş belirtmişler ve bu hediye kurbanlarını götüren kimse onlardan bir şey yemez ve o kurbanı insanlar yesinler diye onlara terkeder, demişlerdir.

Müslim'in, Sahih'indeki hadiste şöyledir: "Sen de, beraberindeki yol arkadaşlarından hiçbir kimse de ondan yemesin."Müslim, Hacc 377, 378;Müsned, I, 217

İbn Abbâs ve diğer görüşünde de Şâfiî bu nehyin zahirine uygun olarak görüş belirtmişlerdir. İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. İbn Abbâs ileŞâfiî derler ki: Hediye kurbanlarını güden onlardan bir şey yemediği gibi arkadaşlarının ahalisinden hiç kimse de o kurbanlardan bir şey yemez.

Ebû Ömer(İbn Abdi’l-Berr) der ki; Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Onlardan sen de, yol arkadaşlarından bir kimse de yemesin"ifadesi sadece İbn Abbâs'in rivâyet ettiği hadiste vardır. Hişam b. Urve'nin babasından, onun Naciye'den naklettiği hadiste bu şekilde değildir. Bize göre Naciye yoluyla gelen hadisİbn Abbâs'ın hadisinden daha sahihtir, fukahaya göre uygulama da ona göredir. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "O kurbanlığı insanlara terket"ifadesinin kapsamına kişinin yol arkadaşının yakınları da, başkaları da girer.

Şâfiî ve Ebû Sevr derler ki: Aslı itibariyle vacib olan hediye kurbanlarından hiçbir şey yemez. Ancak tatavvu', yahut hac ibadetinin bir nüsükü (kurbanı) ise ondan yer, hediye eder, saklar ve tasadduk da eder, Ona göre temettü' ve kıran haccı da bir nüsüktür. el-Evzaî'nin mezhebi de buna yakındır.

Ebû Hanîfe ve arkadaşları da derler ki: Temettü ve tatavvu' dolayısıyla kesilen kurbanlardan yer. Bunların dışında ihramlı olması dolayısıyla kesmesi vacib olan diğer kurbanlardan ise yemez,

Malikten de: İhrama aykırı fiilleri dolayısıyla kestiği kurbanlardan yemez, dediği nakledilmiştir. Buna kıyasen bir hatayı telâfi etmek için kesilen kurbandan da yiyemez. Şâfiî veEvzaî'nin dediği gibi.

Mâlik bu görüşlerine şunları delil göstermektedir: Yüce Allah:

"Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklinde bir keffaretdir" (el-Mâide, 5/95) âyetinde ihramlı iken avlanmanın cezasını yoksullara (düşkünlere, miskinlere) tahsis etmiştir. Başındaki bir rahatsızlık dolayısıyla saçlarını traş edenin fidyesi ile ilgili olarak da:

"Oruç, sadaka yahut kurbandan bir fidye vermesi gerekir" (el-Bakara, 2/196) diye buyurmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Ka'b b. Ucre'ye şöyle demiştir: "Sen ya herbir miskine İki mud olmak üzere altı yoksul doyur, yahut üç gün oruç tut, yahut ta bir koyun kurban kes" demiştir. Buhârî, Muhsar 5, Meğâzî 35, Tıb 16; Müslim, Hacc HO-86;Ebû Dâvûd, Menâsik 42;Tirmizî, Hacc 107, Tefsir 2. sûre 21;Nesâî, Menâsik 96;Muvatta’, Hacc 237. 258;Müsned, IV, 243.

Yoksullar için yapılan adak zaten açıkça ifade edilmiştir. Bunun dışındaki hediye kurbanlıklar ise yüce Allah'ın şu âyetinde belirtilen esas hüküm üzeredir:

"Kurbanlık develeri de size Allah'ın şeâirinden kıldık... Artık yanları üzere, düşüp can verince etinden yeyin..."(el-Hac, 22/36)Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da, Ali (radıyallahü anh) da getirdikleri hediyelik kurbandan yemişler, etinin suyundan içmişlerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de konu ile ilgili en sahih rivâyete ve görüşe göre hacc-ı kıran yapmıştır. O bakımdan onun getirdiği hediye kurbanı vacib idi. Dolayısıyla Ebû Hanîfe'nin delil diye yapıştığı sahih olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Şanı yüce Allah'ın hediye kurbanlıklardan yemeye izin vermesi şundan dolayıdır: Araplar hac dolayısıyla kesilen kurbanlıklardan yemeyi uygun görmüyorlardı. Şanı yüce Allah peygamberine onlara muhalefet etmeyi emretmiştir. Şüphesiz ki o bunu böylece teşrî' buyurmuş ve böylece tebliğ etmiştir. Nitekim hediye olarak kurbanlık gönderip ihrama girdiğinde de o böyle yapmıştır.

13- Kurbanlık Etlerinden Yemek:

"Artık onlardan yeyin" âyeti ile ilgili olarak kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah'ın:

"Artık onlardan yeyin" âyeti Arapların (İslâm'dan önceki) uygulamalarını neshetmiştir.

Çünkü onlar kurbanlık ellerinden yemeyi kendilerine haram kabul ediyorlardı ve bunlardan -dediğimiz gibi -hediye kurbanlıklarından yemezlerdi. İşte yüce Allah onların bu uygulamasını: "Artık onlardan yeyin" âyeti ile; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)de: "Kim bir kurban keserse, o kestiği kurbandan yesin" Müsned, 11,391 âyeti ile neshetmiştir. Ayrıca Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) da bizzat kendi kurbanından ve hediye kurbanlıklarından yemiştir. ez-Zührî der ki: Sünnet ilk olarak kurbanın ciğerinden yemektir.

14- Kurban Etinin Müstehab Olan Paylaştırma Şekli:

İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre kurban etinin üçte birini sadaka olarak vermek, üçte birini (dost, tanıdık ve akrabaya) yedirmek, üçte birini de çoluk-çocuğuyla birlikte yemek müstehabtır.

İbnu'l-Kasım, Malik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Bize göre kurbanlıkların nitelikleri belli ve bilinen bir paylaştırma şekli yoktur. Malik bu husustaki hadis hakkında şunları söylemektedir: Bana İbn Mes'ûd'dan(bu şekilde bir rivâyet) ulaşmış olmakla birlikte uygulama buna göre yapılmamıştır.

Sahih(-i Müslim) ileEbû Dâvûd'un kaydettikleri rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir koyun kurban etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ey Sevban! Bu koyunun etini pişir." Dedi ki: Ben Medine'ye gelinceye kadar peygambere o koyunun etinden yedirip, durdum. Müslim, Edâhî 35; Ebû Dâvûd, Edâhi 11;Dârimî, Etlâhi 6;Müsned. V, 277, 281.

Bu rivâyet, bu maksada açıklık getiren bir nasstır.Şâfiî'nin bu husustaki görüşü farklıdır. Bir seferinde: Yarısını yer, öbür yarısını da tasadduk eder demiştir. Çünkü yüce Allah:

"Artık onlardan yeyin ve elî dar olan fakire de yedirin" buyurmuş ve burada iki şahıs söz konusu etmiştir. Bir başka seferinde de şöyle demektedir: Üçte birini yer, üçte birini hediye eder, üçte birini de yoksullara yedirir. Çünkü yüce Allah:

"Artık yanları üzere düşüp can verince etinden yeyin ve ondan dilenen, dilenmeyen fakirlere yedirin." (el-Hac, 22/36) âyetinde üç kişiden söz etmektedir.

15- Yolcunun Kurban Kesme Yükümlülüğü:

Mukim kurban kesmekle muhatab olduğu gibi, yolcu da kurban kesmekle muhataptır. Çünkü aslolan bu hususta hitabın umumî olduğudur. Genel olarak bütün ilim adamlarının görüşü de budur. Ancak bu husustaEbû Hanîfe ve en-Nehaî farklı kanaattedirler. Bu farklı kanaatAli (radıyallahü anh)dan da rivâyet edilmiştir, ancak hadîs onlara karşı delil teşkil etmektedir.

Malik yolculardan Mina'daki hacıları istisna etmiştir. Ona göre hacının kurban kesme yükümlülüğü yoktur. Temettu ve kıran haccı dolayısıyla kesilen kurbanlar, kurban bayramı dolayısıyla kesilen kurbanlar olmayıp, hac ve umrenin birlikte yapılması dolayısıyla kesilen şükür kurbanlarıdırlar.en-Nehaî de bu görüştedir. Yine bu görüş iki halife Ebubekir ve Ömer ile seleften bir topluluktan (Allah hepsinden razı olsun) da rivâyet edilmiştir. Çünkü hacı aslında hediye kurbanı kesmeye muhataptır, eğer o kurban kesmek isteyecek olursa hediye kurbanı olarak keser. Hacı dışındakiler ise Mina'da bulunanlara kendilerini benzetmek maksadıyla kurban kesmekle emrolunmuşlar, böylelikle onlar da Mina'dakilerin ecirlerinden bir pay elde etmiş olurlar.

16- Kurban Etini Saklamak:

İlim adamları kurban etini saklamak hususunda dürt farklı görüşe sahiptirler. Alî ve İbn Ömer(radıyallahü anh)dan sahih bir yolla rivâyet edildiğine göre üç günden sonra kurban etlerinden bir şey saklanmamalıdır. Onlar bunu Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)dan rivâyet etmişlerdir, İleride gelecektir,

Bir topluluk da şöyle demektedir: Kurban etlerinin saklanmasının yasaklandığına dair gelen rivâyet neshedilmiştir. O bakımdan kurban kesen istediği vakte kadar etini saklayabilir.Ebû Said el-Hudrî ile Bureyde el-Eslemî bu görüştedirler.

Bir başka kesim şöyle demektedir: Kurban etinden yemek mutlak olarak caizdir. Bir başka kesim de şöyle der: Şayet insanların kurban etine ihtiyaçları varsa saklamaz, çünkü yasaklama belli bir illet(sebeb) dolayısıyla yapılmıştır. O da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetinde dile getirilmektedir: "Benîm size (kurban etlerini saklamanızı) yasaklamamın sebebi çevreden misafir olarak gelen bedevi Araplardır." Müslim, Edâhî 2H;Ebû Dâvûd, Edâhi 10;Nesâi, Dahâyâ 37;Muvatta’, Dahâya 7;Müsned, VI, 51. Bu ihtiyaç ortadan kalkınca daha önceden söz konusu edilmiş olan yasak, bu yasağı gerektiren sebeb kalktığı için kaldırılmış oldu, yoksa neshedildiği için kaldırılmış değildir. İşte burada bir usûl meselesi ortaya çıkmaktadır ki o da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir:

17- Nesh İle Hükmün Kaldırılması ile İlletinin Kalkması Dolayısıyla Hükmün Kaldırılması Arasındaki Fark:

Nesh dolayısıyla hükmün kaldırılması ile illetinin kalkması dolayısıyla hükmün kaldırılması arasında bir fark vardır. Şunu belirtelim ki, nesh dolayısıyla kaldırılmış bir hükümle bir daha ebediyyen hüküm verilemez. İlletinin kalkması dolayısıyla kaldırılmış olan hüküm, illetinin avdet etmesi dolayısı ile tekrar geri gelir. Buna göre bir belde ahalisinin yanına kurban kesme zamanında ihtiyaç sahibi bir takım insanlar gelecek olursa ve o belde ahalisi gelenlerin İhtiyaçlarını ancak kurban etleri ile karşılayabiliyorlarsa, o takdirde Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın yaptığı gibi üç günden sonrası için kurban etlerini saklamamaları muayyen bir yükümlülük olarak ortaya çıkar.

18. Kurban Etini Saklamayı Yasaklayan ve Mubah Kılan Rivâyetler:

Bu hususta yasak kılan ve mubah kılan hadisler sahih ve sabittir. Aynı zamanda hem yasaklayıcı, hem mubah kılıcı ifadeler gelmiştir. Nitekim Âişe, Seleme b. el-Ekva',Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen ve sahih kitaplarda yer alan hadislerde bu hususlar açıkça belirtilmiştir.

Sahih(-i Buhârî)nin, İbn Ezher'in azatlısı Ebû Ubeyd'den rivâyetine göre Ömer b. el-Hattâb(radıyallahü anh) ile birlikte(kurban bayramında) hazır bulundu ve dedi ki: Sonra Ali b. Ebî Tâlib(radıyallahü anh) ile de bayram namazı kıldım. Bize hutbe okumadan önce namaz kıldırdı, sonra insanlara hutbe irad edip, dedi ki: Muhakkak Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) sizlere üç günden sonra kestiğiniz kurbanların etlerinden yemenizi yasak kılmıştır. O bakımdan onlardan yemeyiniz. Buhârî, Edâhi 16; Müslim, Edâhî 25;Nesâî, Dahâyâ 35;Müsned, I, 61, 70, 141.İbn Ömer'den de rivâyet ettiğine göreResûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) üç günden sonra kurban etlerinin yenilmesini yasaklamıştır. Salim dedi ki: İbn Ömer üç günden sonra kurban etlerinden yemezdi. Müslim, Edâhî 27; Müsned, II, 81. SSHm'in açıklamasını kayd etmeksizin yalnızca İbn Ömer'in rivâyeti: Tirmizî, Etiâhî 13;Nesâi, Dahayâ 35;Müsned, ü, 16, 34, 37. Yalnız Salimin açıklaması: Müsned, II, 9

Ebû Dâvûd da, Nubeyşe'den şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)buyurdu ki: "Biz sizlere yetsin diye üç günden sonra kurban etlerinden yemenizi yasaklamıştık. Artık Allah sizlere bolluk vermiş bulunuyor, yeyiniz, saklayınız ve (Allah'tan) ecir isteyiniz. Şunu bilin ki bu günler yeme, içme ve aziz ve celil olan Allah'ı anma günleridir."Ebû Dâvûd, Edâhî 10;İbn Mâce, Edâhi 16 (kısmen); Dârimî, Edâhî 6(kısmen); Müsned, V, 75-76.

Ebû Ca'fer en-Nehhâs dedi ki: Bu, bu hususta söylenmiş sözlerin en güzelidir. Tâ ki konu ile ilgili hadisler arasında uyum olduğu ve çelişki bulunmadığı ortaya çıksın. Mü’minlerin emiriAli b. Ebî Tâlib o sözleri Osman(radıyallahü anh) kuşatma altında bulunurken söylemiştir. Çünkü o sırada insanlar ihtiyaç içerisinde idiler ve darlık çekiyorlardı. O da Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye dışardan pek çok kimseler geldiği vakit yaptığı gibi yaptı. Buna delil İse İbrahim b. Şerîk'in bize naklettiği şu rivâyettir: İbrahim dedi ki: Bize Ahmed anlattı, dedi ki: Bize Leys anlattı, dedi ki: Bana el-Haris b. Yakub, Yezid b. Ebi Yezid'den anlattı: O hanımından naklettiğine göre, hanımıÂişe (radıyallahü anh)ya kurbanlık etlerine dair soru sormuş, şu cevabı vermiş:Ali b. Ebî Tâlib bir yolculuktan bizim yanımıza geldi. Biz de ona kurban etinden takdim ettik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)a sormadan yemeyi kabul etmedi. Ona sorunca,Peygamber şöyle buyurdu: "Sen (kurban etinden) zülhicce ayından gelecek zülhicce ayına kadar yiyebilirsin. "Taberânî, el-Evsât, IV, 417.

Şâfiî der ki: Üç günden sonra kurban eti saklamanın yasak olduğu görüşünü kabul edenler bu husustaki ruhsat bildiren rivâyetleri işitmemişlerdir. Mutlak olarak ruhsatı kabul edenler de et saklamayı yasaklayan hadisleri İşitmemişlerdir. Hem yasak olduğunu, hem ruhsat olduğunu söyleyen de her iki tür hadisi de İşitmiş ve gereklerince amel etmiş demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İleride -yüce Allah'ın izni ile- el-Kevser Sûresi'nin tefsirinde kurban kesmenin vücubu ve mendub oluşu ile ilgili görüş ayrılıklarına; kurbanın daha önceden söz konusu olan(ve ibadet maksatlı) bütün kesimleri neshedici olduğuna dair açıklamalar gelecektir.

19- Eli Dar Olan Fakire Yedirmek:

"Ve eli dar olan fakire de yedirin"âyetinde aslında "el-fakir" kelimesi "el-bâis: eli dar" kelimesinin sıfatıdır. Bu da sefil düşmüş ve ileri derecede fakir kimse demektir. Fakir düşen bir kimse hakkında; Fakir düştü, düşer, fakir düşmek" denilir. Bu durumda olan kimseye de denilir (ism-i fail). Fakir olmamakla birlikte başına bir musibet gelen kimse hakkında da kullanılır. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın; "Fakat o zavallı Sa'd b. Havle..."Buhârî, Cenâiz 37;Müslim, Vasiyye 5;Ebû Dâvûd, Vesâyâ 2;Tirmizî, Vesâyâ 1;Muvatta’, Vesâyâ 4,Müsned, I, 172, 176, 179, Hz Peygamber bu sözlerini, Sa'd b. Havle(radıyallahü anh)nin, hicret ettiği Mekke'de vefat etmesi üzerine üzüntüsünü dile getirmek üzere söylemiştir. ifadeleri de bu kabildendir.

İleri derecede güçlü kimseyi kastetmek üzere; denilir. Oldukça güçlü kimse hakkında: "Oldukça güçlendi, güçlenir, oldukça güçlü olmak" denilir. Yüce Allah'ın:

"Zulmedenleri de yapageldihleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azabla yakaladık." (el-A’raf, 7/165) Burada görüldüğü gibi "beîs" şiddetli (güçlü, çetin) anlamındadır.

Kurbanlık etleri ne kadar çok tasadduk edilirse, ondan da daha çok ecir alınır. Kendisinden yenilmesi câiz olan miktar hususunda ise sözünü ettiğimiz şekliyle görüş ayrılıkları vardır. Yüce Allah'ın: "Yeyin... ve yedilin" âyeti dolayısıyla yarısının yenilebileceğİ söylendiği gibi, Hazret-i Peygamber'in: "Yeyin, saklayın ve başkasına yedirmek suretiyle de ecir bekleyin" âyeti dolayısıyla üçte ikisinin yenilebileceğİ dahi söylenmiştir.

Yemenin ve yedirmenin hükmü hususunda da görüş ayrılığı vardır. Her ikisinin vacib olduğu söylendiği gibi, müstehab oldukları da söylenmiştir. Yemek ile yedirmek arasında fark olduğu da söylenmiştir. Buna göre yemek müstehab, yedirmek vacibtir ve bu Şâfiî'nin görüşüdür.

29

"Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i tavaf etsinler."

20- Kurban Kestikten Sonra Haccın Diğer İşleri:

"Sonra kirlerini gidersinler" âyeti kurbanlıklarını ve hediye kurbanlıklarını kestikten sonra traş olsunlar, cemrelere taş atıp (ihramda kalmaktan ötürü) üstbaşlarının kirlerini gidersinler ve buna benzer hac İşlerinden geri kalanlarını yerine getirsinler, demektir. İbn Arafe der ki: "Üzerlerindeki kirlerini gidersinler" anlamındadır. el-Ezherî der ki: "Kirleri gidermek" bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altlarını yolmak ve etek traşı yapmaktır. Bu da ihramdan çıktıktan sonra olur.

en-Nadr b. Şumeyl der ki; Bu kelime Arap dilinde insanın üzerindeki kir pası gidermesi demektir. el-Ezherî'yi şöyle derken dinledim: Arapçada bu kelimenin ne demek olduğu ancakİbn Abbâs ile tefsir âlimlerinin açıklamalarından bilinmektedir.

el-Hasen dedi ki: Bu ihram dolayısıyla insanın vücudundaki bakımsızlık sonucu meydana gelen kir pasın izale edilmesi demektir.

Bu kelimenin haccın bütün menâsiki demek olduğu da söylenmiştir. Bunu da İbn Ömer veİbn Abbâs rivâyet etmişlerdir.

İbnu'l-Arabî der ki: Eğer bu rivâyet onlardan sahih olarak gelmişse bu onların ashabdan olmak şerefi ve dili İyice bilmek özellikleri dolayısıyla bir delil olurdu... Bu lâfız garib (yabancı) bir lafızdır, Arap dili ile uğraşanlar bu kelimenin kullanıldığı bir şiir tesbit edemedikleri gibi, anlamına dair herhangi bir rivâyet te bilmemektedirler. Ancak ben bu kelimenin sözlük anlamının ne olabileceğini tesbit etmeye çalıştım. Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ'nın şunları söylediğini gördüm: Bu, tırnakları kesmek, bıyıkları kısaltmak ve -nikâh(cinsî beraberlik) dışında- ihramlı olan kimseye haram olan herbir İşi yapabilmektir. Bu hususta delil gösterilebilecek bir şiir de bize ulaşmamıştır. "Kitabu’l-Ayn"ın müellifi(Halil b. Ahmed) der ki: et-Tefes: Taş atmak, traş olmak, saçları kısaltmak, kurban kesmek, tırnakları kesmek, bıyık ve koltuk altlarını da traş etmek demektir. ez-Zeccâc veel-Ferrâ' da benzer açıklamalarda bulunmuşlardır. Ancak ben onların bu açıklamaları, ilim adamlarının konu ile ilgili açıklamalarından almış oldukları kanaatindeyim.Kutrub da der ki: (........) tabiri; adamın kiri pası arttığı zaman kullanılır. Ümeyye b. Ebi's-Salt da şöyle demektedir:

"Başlarını çepeçevre kuşattılar (veya: saçlarını kısalttılar)

hiçbir kirlerini (uzamış saçlarını) da traş etmediler.

Ne bitlerini ayıkladılar, ne de bitlerin sirkelerini."

Kutrub'un işaret ettiği bu anlam İbn Vehb'in, Malik'ten naklettiği anlamın aynısıdır. Bu kelimenin doğru anlamı da budur. İşte bu, sözlük anlamı itibariyle kirleri giderme şeklini ortaya koymaktadır. Şer'î bakımdan gerçek manasına gelince, hac yahut umre yapan kimse kurbanını kesip de saçlarını traş edip, kirlerini giderip temizlendiğinde, kirlerinden arınıp da elbise giydi mi artık o kimse "üzerindeki kirleri gidermiş ve adağını yerine getirmiş" olur. Adak ise insanın yerine getirmesi gereken ve kendisinin yerine getirmeyi üstlendiği şey demektir.

Derim ki:Kutrub'un naklettiği ve zikrettiği şiiri aynı şekilde el-Maverdî de Tefsir'inde zikretmiş bulunmaktadır. Bir diğer beyit daha zikrederek şöyle demektedir:

"Kirlerini de giderdiler, ihtiyaç ve adaklarını da, sonra yola koyuldular,

Necid'e doğru ve Ali'yi de beklemediler,"

es-Sa'lebî der ki: Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı kirdir. Araplar kirli buldukları bir adama: "(........): Ne kadar pis, ne kadar kirlisin," derler, Umeyye b. Ebi's-Salt'ta şöyle demiştir:

"Koltuk altlarını (oldukları gibi) bıraktılar, hiçbir kirlerini atmadılar,

Üzerlerinden ne bir bit, ne de sirkesini uzaklaştırdılar."

el-Maverdî der ki: Salihlerden birisine: İhramlı olan kimsenin kir, pas içersinde kalmasından maksat nedir, diye sorulmuş o şu cevabı vermiştir; Yüce Allah'ın senin kendi nefsine ihtİmâm göstermekten yüz çevirdiğini görüp, nefsini O'na itaat uğrunda feda etmekte samimi olduğunu ortaya çıkarmasıdır,

21- Adakları Yerine Getirip el-Beytul-Atîk'i Tavaf Etmek:

"Adaklarını yerine getirsinler"âyetinde masiyet olması hali müstesna kayıtsız ve şartsız olarak adaklarını gereği gibi yerine getirmekle emrolunmuşlardır. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'a isyan hususunda adaği yerine getirmek söz konusu değildir"Müslim, Nezr 8;Ebû Dâvûd, Eymân 21, 22;Dârimî, Siyer 62, Nüzûr 3;Müsned, IV, 430, 434. "kim Allah'a itaat etmeyi adamış ise O'na itaat etsin, O'na isyan etmeyi adayan ise asla O'na isyan etmesin. " Buhâri, Eymân 2e, 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19;Tirmizî, Nüzür 2;Nesâî, Eyman 27, 28; İbn. Mâce, Keffârât 16;Muvatta’, Nüzûr i?,Dârimî, Nüzûr 3;Müsned, VI, 36, 41, 224.

"Ve Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler"âyetinde sözü edilen tavaf haccın farzlarından olan ifâda tavafıdır.

Taberî der ki: Bu hususta te'vil âlimlerinin herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.

22- Hacdaki Tavaflar:

Hacda üç türlü tavaf vardır. Kudüm tavafı, ifâda tavafı ve veda tavafı.

İsmail b. İshak der ki: Kudüm tavafı sünnettir. Murahik, Mekkeli ve hac için Mekke'den İhrama giren herkesin üzerinden düşen bir tavaftır. (Yine) der ki: Vacib olan tavaf ise hiçbir şekilde sakıt olmayan tavaftır. Bu da Arafe'den sonra yapılan ifâda tavafıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sonra kirlerini gidersinler, adaklarım yerine getirsinler ve Beyt-i Atik'i tavaf etsinler." İşte yüce Allah'ın Kitabında farz kılınan tavaf budur. Hacının bütünüyle ihramdan çıkıp(bütün) yasakların kendisine helâl kılınmasına sebeb olan tavaf da budur.

Hafız Ebû Ömer(b. Abdi’l-Berr) dedi ki: İsmail b. İshak'ın ifâda tavafı ile ilgiü naklettikleri Medinelilere göre Malik'in görüşüdür. Bu aynı zamanda İbn Vehb'in, İbn Nâfî'in ve Eşheb'in ondan yaptığı rivâyettir. Hicaz ve Irak fukahâsından ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur. Ancak İbnu'l-Kasım ve İbn Abdi'l-Hakem, Malik'ten Kudüm tavafının vacib olduğunu nakletmektedirler. İbnu'l-Kasım "el-Müdevvene"nin birkaç yerinde de böyle demiş ve bunu yine İbn Malik'ten rivâyet etmiştir: Vacib tavaf, Mekke'ye gelenin yapacağı tavaftır. Mekke'ye girdiği sırada tavaf etmeyi unutan yahut onun bir şavtını(turunu) ya da sa'y etmeyi yahut ondan bir şavtı unutup da beldesine dönünceye kadar bunu hatırlamaz, sonra bunu hatırlayacak olursa, şayet kadına yaklaşmamış ise Mekke'ye geri döner, Beyt'i tavaf eder, tavaf namazını kılar Safa ile Merve arasında sa'y eder, sonra da kurbanını keser. Şayet kadına yaklaşmış ise geri döner, tavaf eder ve sa'y eder. Sonra da umre yapıp hediye kurbanını keser. Onun bu görüşü tıpkı İfâda tavafını unutan kimse hakkındaki görüşü gibidir. Bu rivâyete göre ise her İki tavaf da ve aynı şekilde say etmek de vacibtir.

Veda tavafı diye de adlandırılan Sader tavafına gelince; İbnu'l-Kasım ve başkalarının Malik'ten abdestsiz olarak İfâda tavafı yapan bir kimse hakkında şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Böyle bir kimse memleketinden geri döner ve İfada tavafı yapar. Bundan sonra tatavvu'(nafile tavaf) yapmış olması müstesnadır. Bu da Malik'in ve arkadaşlarının icma ettikleri hususlardandır. Buna göre yaptığı nafile tavaf, onun hakkında farz olan tavafın yerini tutar. Yine icma ile kabul ettiklerine göre haccı esnasında hac amellerinden herhangi birisini tatavvu' olarak yapan bir kimse, eğer hac amellerinden yapması farz olan o amelin de vakti geçmiş bulunuyor ise, onun yaptığı o nafile amel -namazın hilâfına- tatavvu' değil, vacib'in yerine geçer. Hac esnasında yapılan nafile amel, farzın yerini tuttuğuna göre, Mekke girişi dolayısıyla, yapılan tavafın, İfâda tavafının yerini tutması daha bir uygundur. Ancak kurban bayramı birinci günü Akabe cemresine taş atmaktan yahut ta bundan sonra veda maksadıyla yapılan tavaf böyle değildir. İbn Abdi’l-Hakem'in, Malik'ten yaptığı rivâyet ise bundan farklıdır. Çünkü oradaki rivâyete göre Mekke'ye giriş tavafı ile birlikte sa'y etmek, kurban kesmekle birlikte beldesine geri dönen kimse için yapması gereken İfâda tavafının yerini tutar. Tıpkı sa'y ile birlikte yapılmış İfâda tavafının Mekke'ye girdiği esnada tavaf da, sa'y de yapmayan bununla birlikte kurban kesmiş kimsenin bu tavafının Kudüm tavafı yerine geçmesi gibi.

Bu görüşü kabul eden şunu da söyler: Mekke'ye giriş tavafının da İfada tavafının vacib olduğunun söylenmesi onların birisinin, diğerinin yerini tutmasından dolayıdır. Çünkü Malik'ten rivâyet edildiğine göre bunlardan herhangi birisini unutan bir kimse -belirttiğimiz üzere- beldesinden döner ve yerine getirir. Zira yüce Allah hac eden kimseye şu âyetiyle sadece bir tavaf farz kılmıştır: "Ve insanlar arasında haccı İlan et... ve Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler." Bu görüşü kabul edenlere göre bu âyetteki ve başka yerlerdeki "vav"ın rütbeyi(tertibi) vacib kılması ancak tevkif ile(konu ile ilgili vârid olmuş bir nass ile) söz konusu olabilir.

et-Taberî de Amr b. Seleme'den senedini kaydederek şöyle dediğini nakletmektedir: Ben yüce Allah'ın:

"Ve Beyti Atîk'i tavaf etsinler"âyeti ile ilgili olarak Züheyr'e soru sordum da şöyle dedi: Buradaki tavaf, Veda tavafıdır, İşte bu da onun vacib olduğuna delildir. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. Çünkü Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem) ay hali olanın bu tavafı yapmadan Mekke'den ayrılmasına müsaade etmiştir. Böyle bir müsaadeyse ancak vacib olan hakkında söz konusu olabilir.

23- Beytullah'ın "Atik" Diye Nitelendirilmesi:

Te'vil bilginleri, Beytullah'ın "el-Atîk" ile nitelendirilmesinin sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptirler.Mücahid ve el-Hasen: el-Atîk kadim, eski demektir. "Atık kılıç" demek "eski kılıç" demektir. Bu görüşü kıyas da desteklemektedir. Sahih hadiste de: "O yeryüzünde kurulmuş ilk mesciddir" Bu manadaki rivâyetler için bk: Müslim, Mesâcid 1, 2;Müsned, V, 150, 156, 157, İÖO, 166. denilmektedir.

Bir diğer açıklamaya göre "atik" denilmesi, yüce Allah'ın zorba herhangi bir kimsenin kıyâmete kadar onu küçümseyecek bir surette oraya musallat olmaktan yana o Ev'i kurtarmış olmasından dolayıdır. Bu anlamdaki bir açıklama İbn ez-Zübeyr veMücahid'den yapılmıştır.Tirmizî'de de, Abdullah b. ez-Zübeyr'den şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Beyt'e "el-Atîk" adının verilmesi, herhangi bir zorbanın onun üzerinde üstünlük sağlayamamasından dolayıdır." Tirmizî dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan mürsel olarak da rivâyet edilmiştir.Tirmizî, Tefsir 22. sûre 3

Herhangi bir kimse eğer Haccac b. Yusuf'un sözünü edip de onun Ka'be'ye karşı mancınıklar kurup, oranın bir bölümünü yıktığını ileri sürecek olursa, ona şöyle denilir: Yüce Allah orayı zorba kâfirlerin tasallutundan azade etmiştir. Çünkü bizzat onlar Allah'a karşı isyan ile gelip Beytullah’ın hürmetine inanmayacak olurlarsa ve böylelikle Ka'be'ye kötülük yapmak isteyecek olurlarsa, Ka'be onlara karşı korunur ve onlar eliyle Ka'be'ye bir kötülük ulaşmaz. İşte bu, şanı yüce Allah'ın onları kendileri istemese bile ve zorla bu işten uzak tuttuğunu gösterir.

Ka'be'nin saygınlığına inanan müslümanlara gelince, onlar eğer Ka'be'ye zarar vermekten uzak duracak olurlarsa, bu durum Ka'be'nin Allah nezdindeki değerine, düşmanların önlenmesi halinde ortaya çıkacak olan değeri kadar ortaya çıkmaz, O bakımdan yüce Allahmü’minler taifesini Ka'be'ye yasak ve tehdit suretiyle zarar vermekten vazgeçmelerini istemiştir. Bundan İleriye geçerek, kötülük yapmak isteklerini mecburen ve çaresizce önlemek noktasına kadar götürmemiştir. Bu şekilde (Ka'be'nin hurmiyetine inananların) Ka'be'ye saygısızlık etmeleri dolayısıyla onları kıyâmet günü ile tehdit etmiştir. Kıyâmet günü ise daha büyük bir musibet ve daha uzun sürelidir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, onun hiçbir kısmının asla mülkiyet altına alınamayacağından dolayıdır.

Bir kesim de şöyle der: Beyt'e "el-Atîk" denilmesinin sebebi, yüce Allah'ın orada günahkârların boyunlarım azaptan kurtarmasıdır.

Şöyle de açıklanmıştır: Beyt'e "el-Atîk" denilmesi, tufan suyunun baskınından azad edilmiş, kurtarılmış olmasıdır. Bu açıklamayı İbn Cübeyr yapmıştır.

el-Atîk'in, el-Kerîm anlamında olduğu da söylenmiştir. "îtk" de kerem demektir. Tarafe atın kulaklarını nitelendirirken şöyle demektedir:

"Kulakları çok keskindir, sen onları görünce asaletini anlarsın,

Yaban öküzü sürüsü içerisinde korkuya kapıldığı için kulaklarını dikmiş

bir koyunun kulakları gibi."

Rakik'in (kölenin) ıtk'ı(azadı) ise köleliğin zilletinden, hürriyetin şerefine çıkıp kurtulmaktır.

"el-Atîk"in bir şeyin kaliteli oluşunu gerektiren bir övgü sıfatı olması ihtimali de vardır. Nitekim Ömer (radıyallahü anh)'in: Atik bir ata bindim... sözleri bu kabildendir.

Birinci görüş, kıyas ve sahih hadis dolayısıyla daha sahihtir. Mücahid der ki: Allah Beyt'i yeryüzünden ikibin yıl önce yaratmıştır, bundan dolayı oraya atîk(eski) denilmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır,

30

Bu (böyledir). Kim Allah'ın saygı duyulmasını İstediği şeyleri ta'zim ederse, bu, Rabbi katında kendisi İçin daha hayırlıdır. Size davarlar helâl kılındı, ancak size okunanlar müstesna. Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun ve yalan söylemekten de kaçının;

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Allah'ın Saygı Duyulmasını İstediği Şeyleri Ta'zim:

Yüce Allah'ın

"bu" anlamındaki âyetinin: Üzerinizdeki farz yahut vacip budur, takdirinde ref mahallinde olması ihtimali olduğu gibi "bu emre uyunuz" anlamındaki bir takdir ile nasb mahallinde olma ihtimali de vardır, Züheyr'in şu beyiti de, buradaki bu beliğ işaretle benzerlik arzetmektedir:

"Bu (böyledir; işte) planı dolayısıyla yorulan bir kimse gibi değildir,

Meclisin ortasında söz söyleyen konuştuğu vakit."

Burada sözü edilen "el-hummât: Allah'ın saygı duyulmasını istediği şeylerden kasıt, yüce Allah'ın:

"Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler" (Hacc-22/29) âyetinde kendilerine işaret edilen hac fiilleridir. Bunun kapsamına hac mahallerinin ta'zim edilmesi de girmektedir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve başkası yapmıştır. el-Hunımât (saygı duyulması İstenen şeyler) farz ve sünnetleriyle emirlere uymak demektir, şeklindeki bir açıklama bütün bunları kapsar.

"Bu, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır" âyeti onun gerek li ta'zimde bulunması Rabbi katında bunların herhangi birisini önemsememekten, daha hayırlıdır.

Şöyle de açıklanmıştır: Böyle bir ta'zim kendisi vasıtası ile faydalanılan hayırlarından bir hayırdır. Buradaki "daha hayırlıdır" ifadesi bir tafdil (başkasına göre daha üstünlük) manasını ifade etmek için değil, hayır vaadetmek anlamındadır.

2- Davarlardan Helâl Kılınanlar:

"Size davarlar"ı yemeniz

"helâl kılındı." Davarlar: "el-En'âm"dan kasıt ise deve, inek ve koyun türüdür.

"Ancak size okunanlar" Kitab-ı Kerîm'de haram oldukları belirtilenler

"müstesna." Bunlar, meyte (leş), başına ağır bir darbe indirilmiş ve diğer benzerleridir.

Bunun hac ile yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü hacda kurban kesmek söz konusudur. Böylelikle kesilmesi ve etinin yenilmesi helâl olanları da açıklamış olmaktadır. Bununla yüce Allah'ın:

"îhram'da iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere..." (el-Mâide, 5/1) âyetine atıfta bulunulduğu da söylenmiştir.

3- Putlardan ve Pis Şeylerden Kaçınmak:

"Şu halde pisliğin tâ kendisi olan putlardan uzak durun" âyetinde geçen(ve pislik anlamına gelen): er-rics, pis olan şey demektir. (Put demek olan): el-vesen ise tahta, demir, altın, gümüş ve buna benzer şeylerden yapılan heykel demektir. Araplar bu heykelleri diker ve onlara ibadet ederlerdi. Hristiyanlar ise haçı diker, ona ibadet eder ve onu ta'zim ederler. Bu da aynı şekilde kendisine tapınılan heykel durumundadır.

Adiy b. Hatim dedi ki: Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın huzuruna vardım. O; "Üzerindeki şu putu at" yani haçı at, dedi. Tirmizî, Tefsir 9. sûre 10.

Bu kelimenin aslı; "O şey yerinde kaldı" tabirinden alınmadır. Puta "vesen" denilmesinin sebebi dikilmesi ve belli bir yerde bırakılarak o putun da oradan ayrılmamasıdır.

Yüce Allah bununla putlara ibadet etmekten uzak durun, demektedir. İbn Abbâs ve İbn Cüreyc'den bu açıklama rivâyet edilmiştir. Putlara (pislik anlamına gelen:) "rics" demesi, onların azâbın kendisi olan ricz'e sebeb olmalarından ötürüdür.

Bir diğer açıklamaya göre putların "er-ricz" diye nitelendirilmesi, necaset anlamına gelmesi ve putların da hükmen necis olmalarından dolayıdır.

Necaset, bu putların bizatihi nitelikleri değildir. Bu nitelik imanın hükümlerinden olup, şer'î bir vasıftır. Nasıl ki taharet ancak su ile yapılabiliyor ise, bu vasıf da ancak Îman ile izale olunur.

4- Özel ve Geneliyle Pislikten Uzak Durmak:

Yüce Allah'ın:"Putlardan" âyetindeki" ...dan" edatının cinsin beyanı için olduğu söylenmiştir. Buna göre yüce Allah sadece cins olarak putların pisliğinden yasaklamış olmaktadır. Diğer pisliklerden yasaklamak ise, bir başka âyette söz konusu edilmiştir. Buradaki bu edatın gayenin ihtidası (başlangıç noktası)nı ifade etmek için gelmiş olma ihtimali de vardır. Sanki önce onlara genel olarak pisliği yasakladıktan sonra, bu pisliğin kendilerine gelip bulaşacağı noktanın başlangıcını tayin etmiş gibi olmaktadır. Zira puta tapmak, her türlü fesad ve pisliği ihtiva eder. Buradaki bu edatın teb'îd (kismîlik bildirmek) için olduğunu söyleyenler, âyetin manasını altüst eder ve bozarlar.

5- Batıl Sözlerden Uzak Durmak:

"Ve yalan söylemekten de kaçının" âyetindeki (yalan anlamı verilen): "ez-zûr" batıl ve yalan demektir. Ona bu ismin veriliş sebebi, haktan uzaklaştırılmış olması dolayısıyladır. Yüce Allah'ın:

"Mağaralarından... meyledip, yöneldiğini"(el-Kehf, 18/17) âyetiyle: "Eğimli, meyilli bir şehir," ifadeleri buradan gelmektedir.

Kısacası hakkın dışındaki herbir şey yalandır, batıldır ve zûr'dur. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın hutbe irad ederken de: "YalanşahidlikAllah'a şirk koşmayla birlikte zikredilmiştir" diye buyurmuş ve bunu iki ya da üç defa tekrarlamıştır. Ebû Dâvûd, Akcliye 15; Tirmizî, Şehâdât 3;İbn Mâce, Ahkâm 32;Müsned, IV, 178, 233, 321,322.Yani yalan şahidlik puta tapmanın yasaklanması ile birlikte yasaklanmıştır.

6- Yalan Şahitliğin Hükmü:

Bu âyet-i kerîme yalan şahidliğe tehdidi ihtiva etmektedir. Hakimlik yapan bir kimsenin yalan şahidlik yapan birisini tesbit ettiği takdirde onu ta'zir ile cezalandırması ve onun şahidliğine kimsenin kanmamasını sağlamak için ve bilinmesi maksadıyla onu teşhir etmesi gerekir. Tevbe etmesi halinde şahidlik ederse, durumuna göre hükümleri farklıdır. Eğer adalet vasfına sahip olmakla meşhur olmuş, bu hususta bariz bir halde görülüyor ise tevbesi kabul olunmaz. Çünkü tevbe ederken halini bilmeye imkân yoktur. Zira bu kimse hal-i hazırda yapmakta olduğu Allah'a yakınlaştırıcı amellerden fazlasını yapamaz.

Eğer bundan daha aşağı merhalede olup da daha sonra ciddi bir şekilde ibadete kendisini verir, takva hali daha ileri dereceye ulaşırsa, şahitliği kabul edilir.

Sahih'de, Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; "Şüphesiz büyük günahların en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Anne-baba haklarına riayet etmemek, yalan şahitlikte bulunmak ve yalan söz söylemektir." Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) yaslanmış iken oturdu ve bizler: Keşke sussa diye temennide bulununcaya kadar, bu sözlerini tekrarlayıp durdu. Buhâri, Edeb 6; Müslim, Îman 143;Tirmizî, Şehâdât 3, Tefsir 4. sûre 5;Müsned, V, 36-37.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç