Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

255

 

014 - İBRÂHÎM SÛRESİ

 

CÜZ :

13

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6

Hani Mûsa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi azâbın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Fir'avun hanedanından kurtarmıştı ve bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.

Yüce Allah'ın:

"Hani Mûsa kavmine şöyle demişti: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, çünkü O, sizi azâbın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Fir'avun hanedanından kurtarmıştı ve bunda Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" âyetine dair yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/49. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

7

"Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz şunu bildirmişti: Yemin olsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz hiç şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir."

"Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz şunu bildirmişti..." Denildiğine göre; bu da Hazret-i Mûsa'nın kavmine söylediği sözler arasındadır. Bunun(Hazret-i Mûsa'dan nakledilen değil de) bizatihi yüce Allah'ın sözü olduğu da söylenmiştir. Yani ey Muhammed! hatırla ki, Rabbin şunu bildirmişti... demektir. ile aynı anlamda "bildirdi" demektir. Tıpkı in "tehdit etti" anlamına gelmesi gibi. Bu anlamdaki açıklamalarel-Hasen ve başkalarından rivâyet edilmiştir. "Ezan" kelimesi de buradan gelmektedir, çünkü o da bir bildirmedir. Şair der ki:

"Biz sabah aydınlığının farkına varmadık tâ ki

Meclislerimizde ezanı (bildirme ve ilânı) işitinceye kadar."

İbn Mes'ûd ise; "Hani Rabbiniz şöyle demişti" diye okumuştur ki ikisinin de anlamı birdir.

" Yemin olsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm." Yani eğer Benim nimetlerime şükredecek olursanız, yemin olsun size lütfü keremimden daha da fazlasını veririm.

el-Hasen der ki: Eğer nimetime şükredecek olursanız, Ben de sizin bana itaatinizi yemin olsun, daha da arttıracağım.

İbn Abbâs da şöyle açıklamıştır: Eğer Beni tevhid eder ve Bana itaat ederseniz, şüphesiz size vereceğim sevap ve mükâfatımı da arttırırım. Bu görüşlerin ihtiva ettiği manalar birbirlerine yakındır.

Âyet-i kerîme şükrün, nimetin artışına sebeb olduğu hususunda açık bir nasstır. el-Bakara Sûresi'nde 2/152-1531 şükrün anlamına dair ilim adamlarınn görüşlerini aktarmış bulunuyoruz.

Salih zatlardan birisine yüce Allah'a şükre dair sorulmuş, o da şöyle demiş: Şükür Allah'ın nimetleri ile O'nun masiyetlerine karşı gıdalanarak güç kazanmamandır.

Hazret-i Davud'dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rabbim ben Sana nasıl şükredebilirim? Çünkü sana şükredişini bile Senin benim üzerimdeki yeni bir nimetindir. Bunun üzerine yüce Allah: Ey Davud! İşte şimdi Bana şükretmiş oldun, diye buyurdu.

Derim ki: Buna göre şükrün gerçek mahiyeti, nimet sahibi olana nimetlerinin itiraf edilmesi ve O'nun nimetlerini, O'na itaatin dışındaki yerlerde tüketmemesidir. el-Hâdî yemek yediği sırada:

"O sana rızkını ulaştırdı, o rızkı sayesinde,

O'na itaat edesin ve hakkının bir bölümüne olsun şükredesin.

Ama nimetine de şükretmedin fakat,

O'nun sana verdiği rızıkla masiyetlerine karşı güç kazandın"

beyitlerini söyleyiverdi, ardından lokması boğazına tıkandı ve göz yaşlarına boğuldu. Cafer es-Sadık da der ki: Nimete karşılık şükür nimetini de işittin mi (yerine getirdin mi), artık daha fazlasının gelmesi için kendini hazırla.

"Nankörlük ederseniz" hakkımı kabul etmez ve inkâr ederseniz, bir açıklamaya göre de nimetlerimi inkâr ederseniz

"hiç şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir." Yüce Allah şükre karşılık nimetini arttıracağını vaadettiği gibi, küfür ve nankörlüğe karşılıkta azâb tehdidinde bulunmuştur. Şartın cevabı başında gelmesi gereken "fe" harfinin; "Hiç şüphesiz" ifadesinin başından hazfedilmesi bu husustaki şöhret ve acıktıktan dolayıdır.

8

Mûsa demişti ki: "Siz ve bütün yeryüzündekiler inkâr etseniz, şüphe yok ki Allah Ğani'dir, Hamîd'dir."

Yüce Allah'ın:

"Mûsa demişti ki: Siz ve bütün yeryüzündekiler İnkâr etseniz, şüphe yok ki Allah Ğani'dir, Hamîd'dir." Yani bundan dolayı Ona hiçbir eksiklik ulaşmaz, aksine O hiçbir şeye muhtaç olmayan "Ğani'dir" her fiili dolayısıyla övülüp hamdedilen

"Hamîd'dir."

9

Sizden öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık belgelerle gelmişti de, ellerini ağızlarına götürüp şöyle demişlerdi: "Muhakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey hakkında şüphe ve tereddüt içindeyiz."

"Sizden Öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin... haberleri size gelmedi mi?" âyetindeki; " Haber" demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Şair der ki:

"Sana gelmedi mi ve haberler yayılıp, duruyor..."

Diğer taraftan, bu âyetlerin Hazret-i Mûsa'nın nakledilen sözleri olduğu söylendiği gibi; Allah'ın âyetten olduğu da söylenmiştir.Yani ey Muhammed, şunu hatırla ki, hani Rabbin şöyle şöyle buyurmuştu. Bunun yüce Allah'tan yeni bir hitab olduğu da söylenmiştir. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin haberleri ise meşhurdur ve yüce Allah bunu Kitab-ı Kerîm'inde bizlere anlatmıştır.

"Ve onlardan sonra Allah'tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri" sayılarını, neseblerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği kavimlerin haberleri...

Neseb âlimleri her ne kadar Hazret-i Âdem'e kadar nesebi uzatıyor iseler de, bütün ümmetleri tek tek saydıkları iddiasında değildirler. Onlar ancak bazı kimselerin nesebini tesbit etmektedirler, bazılarının neseblerini de söylememektedirler. Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)in neseb âlimlerinin, nesebi zikrederek Maad b. Adnan'a sonra da daha da ileriye götürdüklerini İşitince: "Neseb bilginleri yalan söylüyorlar. Çünkü yüce Allah: "Allah'tan başkasının bilmediği" diye buyurmaktadır. " İbn Sa'd, Tabakat, 7, 56.

Urve b. ez-Zübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bizler Adnan ile İsmail arasındakileri bilen kimse görmedik.İbn Abbâs da şöyle demektedir: Adnan ile İsmail arasında bilinmeyen otuz kişi vardır. İbn Mes'ûd da yüce Allah'ın:

"Allah'tan başkasının bilmediği"âyetini okuduğu vakit, nesepçiler yalan söylüyorlar, derdi.

"Peygamberleri onlara apaçık belgelerle" kesin hüccet ve delil teşkil edecek hususlarla "gelmişti de ellerini ağızlarına götürüp"yani onların kavimleri kendi ellerini, peygamberlerin getirdiklerine öfkelendiklerinden ötürü ısırmak üzere kendi ağızlarına götürüp... demektir. Çünkü peygamberler getirdikleri belgelerde onların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve putlarını eleştiriyorlardı. Bu açıklamayı İbn Mes'ûd yapmıştır. Abdu'r-Rahmân b. Zeyd de onun gibi bir açıklamada bulunmuş ve yüce Allah'ın:

"Kinlerinden dolayı aleyhinize parmaklarının uçlarını ısırırlar" (Al-i İmrân, 3/119) âyetini okumuştur.

İbn Abbâs da der ki: Onlar yüce Allah'ın Kitabını işittiklerinde hayret ettiler ve ellerini ağızlarına götürdüler. Ebû Salih de der ki: Peygamberleri kendilerine: Ben Allah'ın size gönderdiği rasûlüyüm dediğinde, parmaklarını ağızlarına götürüp: Sus diye işaret ediyorlardı. Böylelikle onu yalanlıyor ve sözünü reddediyorlardı.

Bu üç görüş de mana İtibariyle birbirine yakındır. "Ellerini" ve "ağızları" kelimelerindeki her iki zamir de kâfirlere aittir. Birinci görüş de senet itibariyle daha sahihtir. Ebû Ubeyd der ki: Bize Abdu'r-Rahmân b. Mehdî anlattı, o Süfyan'dan, o Ebû İshak'tan, o Ebû'l-Ahvas'tan, o Abdullah'dan yüce Allah'ın:

"Ellerini ağızlarına götürüp" âyeti hakkında dedi ki: Kin ve öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Şair de şöyle demiştir:

"Bir görseydi Selma benim bir deri, bir kemik kaldığımı,

Bacaklarımın ve ellerimin kemiklerinin de inceldiğini,

Yakınlarımın benden uzaklığını ve beni ziyarete gelenlerin de uzak kaldıklarını,

Hiç şüphesiz duyduğu ızdıraptan ısırırdı parmak uçlarını."

Bu anlamdaki açıklamalar güzel ve yeterli bir şekilde Âl-i İmrân Sûresi'nde (3/119. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

Mücahid veKatade derler ki: Kavimleri ellerini, sözlerini reddetmek üzere peygamberlerin ağızlarına götürdüler, demektir. Buna göre birinci zamir kâfirlere, ikincisi peygamberlere aittir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kavimleri peygamberlere: Susun diye işarette bulundular. Mukâtil der ki: Kavimleri peygamberlerin ellerini alarak onları susturmak ve sözlerini kesmek kastıyla bizzat peygamberlerin ağızları üzerine koydular.

Bir diğer açıklamaya göre; peygamberler kavimlerinin ellerini ağızlarına geri döndürdüler.

Bir diğer açıklamaya göre buradaki "eller"den kasıt nimetlerdir. Yani ağızlarıyla peygamberlerin nimetlerini reddettiler, Bu da sözleriyle ve peygamberleri yalanlamak suretiyle nimetleri reddettiler demektir. Çünkü peygamberlerin şeriat hükümlerini getirmeleri nimettir. Âyetin anlamı da şöyle olur: Onlar ağızlarıyla peygamberlerin getirdiklerini yalanladılar.

"Ağızlarına" anlamındaki âyetin başındaki; edatı(de, da anlamı vermekle birlikte e, a anlamı veren) "be" manasınadır.

Mesela; "Evde oturdum," denildiği gibi; da denilebilir. Esasen sıfat harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir.

Ebû Ubeyde der ki: Bu bir darb-ı meseldir. Îman etmediler, peygamberlerin çağrılarını kabul etmediler, anlamındadır. Araplar bir kimse cevap vermeyip susacak olursa, o elini ağzına götürdü anlamındaki tabir kullanılır,el-Ahfeş de böyle demiştir.

el-Kutebî de şöyle demektedir: Biz Araplardan herhangi bir kimsenin emrolunduğu bir işi terketmeyi anlatmak üzere "elini ağzına götürdü" dediğini işitmedik. Anlam ancak: Bunlar kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırdılar, şeklinde olabilir. Çünkü şair de şöyle demektedir:

"Kıskanç olanın aldatmasını ağzına geri çeviriyorsunuz,

Ve nihayet bana karşı (öfkesinden) avuçlarını ısırmaya koyuluyor."

O bu sözleriyle, kıskanç kimseyi parmaklarım ve ellerini ısırıncaya kadar öfkelendirdiklerini anlatmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Isıra ısıra parmak uçlarını bitirdi.

Bu sefer bana öfkesinden, incik kemiğini ısırmaya koyuldu."

Ve peygamberlerin ümmetleri peygamberlere

"şöyle demişlerdi: Muhakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik." Yani kendi iddianız üzere peygamber gönderildiğinizi iddia ediyoruz. Yoksa onlar hakikaten peygamberliklerini kabul etmiş değillerdi.

"Ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey" olan tevhid

"hakkında şüphe ve tereddüt" şüphe etmeyi gerektiren bir tereddüt

"içindeyiz."

" Şüphe etmeyi gerektiren tereddüt" demektir. Bir kimseye şüphe ve tereddüt etmesini gerektiren bir iş yaptığımızı ifade etmek üzere; "Onu şüpheye düşürdüm" denilir. Yani biz, sizin(peygamberlik iddiasıyla) hükümdarlık ve dünyalık istediğinizi zannediyoruz.

10

Peygamberleri şöyle demişti: "Gökleri ve yeri yaratan, sizi günahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya ve belirli bir süreye kadar ertelemeye çağıran Allah hakkında mı şüphe?" Dediler ki: "Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin."

Yüce Allah'ın:"Peygamberleri şöyle demişti: ... Allah hakkında mı şüphe" âyetindeki istifhamın (sonunun) anlamı inkârdır, yani Allah hakkında şüphe olamaz. Bu da O'nun tevhidi hakkında şüphe olamaz, demektir. Bu açıklamayıKatade yapmıştır. O'na itaatin gereği hususunda şüphe olamaz, diye de açıklanmıştır.

Üçüncü bir anlama gelme ihtimali vardır: Allah'ın kudreti hakkında şüphe olabilir mi? Çünkü onlar bu hususta ittifak halindedirler, ama bunun dışındaki hususlarda anlaşmazlık içerisindedirler. Bu açıklamaya yüce Allah'ın:

"Gökleri ve yeri yaratan" âyeti da delil teşkil etmektedir.

Fâtır (yaratan); yaratıcı, yoktan var eden, meydana getiren, yokken vücuda getiren demektir. Bu da kudretine dikkat çekmek içindir. O bakımdan O'ndan başkasına ibadet câiz değildir.

"Sîzi günahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya... çağıran" Ebû Ubeyd der ki: "Günahlarınızdan" âyetindeki; "...dan" fazladan gelmiştir. Sîbeveyh ise bu teb'îz (bir kısım) için gelmiştir, der. Bununla birlikte bir kısmın söz konusu edilip tamamının kastedilmesi de mümkündür. Bunun bedel için gelip zâid de olmadığı, teb'îz için de, gelmediği söylenmiştir.

Yani günahlarınızın yerine mağfiretin geçmesi için...

"ve belirli bir süreye kadar" yani ölüme kadar

"ertelemeye" ve dünya hayatında sizi azaba uğratmamaya

"çağıran Allah hakkında mı şüphe(ediyorsunuz?) Dediler ki: Siz de ancak bizim gibi bir insansınız." Şekil ve görünüş itibariyle bizim gibisiniz, yediklerimizden yersiniz, içtiklerimizden içersiniz. Siz melek de değilsiniz,

"Atalarımızın taptıklarından" onların bağlandıkları put ve heykellerden

"bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil" apaçık bir belge

"getirin." Bu onların, inadına bir tartışma için söyledikleri sözlerdi. Çünkü peygamberler ancak beraberlerinde mucizeler bulunduğu halde, davette bulunmuşlardır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç