38Gemiyi yaparken, kavminin İleri gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: "Eğer bizimle alay ederseniz, siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. "Gemiyi yaparken" gemiyi yapmaya koyulduğunda, demektir. Zeyd b. Eslem dedi ki: Nûh (aleyhisselâm) yüzyıl süreyle ağaç dikip kesmeye ve kurutmaya devam etti. Yüzyıl süreyle de gemiyi inşa etti. İbnu'l-Kasım, İbn Eşres'den, o Malik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Bana ulaştığına göre Nûh kavmi yeryüzünü; dağlar ve ovalara varıncaya kadar doldurdular. Dağdakiler öbürlerinin yanına inemiyorlar, düzlüktekiler de öbürlerinin yanına çıkamıyorlardı. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) gemiyi yapmak maksadıyla yüzyıl süreyle ağaç dikip durdu. Daha sonra bu ağaçları toplayıp kuruttu. Bu da yüzyıl sürdü. Kavmi ise onunla alay ediyorlardı. Alay edişlerinin sebebi ise yaptığı bu işlerdi. Sonunda Allah'ın onlar hakkındaki hükmü gerçekleşti. Amr b. el-Haris'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Nûh, gemisini Dimaşk topraklarında yaptı. Kerestesini de Lübnan dağlarından kesti. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî der ki: Şanı yüce Allah sulblerdeki ve rahimlerdeki mü’minleri kurtarınca ona: "Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir. Artık gemiyi yap" diye variyetti. Hazret-i Nûh: Rabbim ben marangoz değilim deyince, bunun üzerine yüce Allah: "Hayır sen bunu yaparsın, çünkü bu Benim gözetimim altında olacaktır" diye buyurdu. Bunun üzerine Nûh (aleyhisselâm) eline keseri aldı, eli yanlış bir iş yapmaz oldu. Kavmi yanından geçip giderken: Şu peygamber olduğunu iddia eden kişi bu sefer de marangoz oldu, demeye koyuldular, Nûh (aleyhisselâm) gemiyi kırk yılda yaptı. es-Sa'lebî ve Ebû Nasr el-Kuşeyrî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet ederler: Nûh (aleyhisselâm) gemiyi iki yılda yaptı. es-Sa'lebî şunu da ilave eder: Çünkü Hazret-i Nûh geminin nasıl yapıldığını bilmiyordu. Yüce Allah kendisine gemiyi kuşun göğüs kafesi gibi yap, diye vah yetti. Ka'b der ki: Gemiyi otuz yılda inşa etti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. el-Mehdevî der ki: Haberde rivâyet edildiğine göre melekler ona gemiyi nasıl yapacağını öğretiyorlardı. Geminin eni ve boyu hususunda farklı görüşler vardır.İbn Abbâs (radıyallahü anh)dan gelen rivâyete göre uzunluğu üçyüz, eni de elli zira, kalınlığı ise otuz zira idi. Gemi tik ağacındandı. es-Sa'lebî, Katâde ve İkrime de aynı şekilde boyu otuz zira'dı, demişlerdir. Zira' ise, omuzdan parmak ucuna kadar olan mesafedir. Bunu da Selman el-Farisî söylemiştir. Hasan-ı Basrî de der ki: Geminin uzunluğu bin ikiyüz zira, eni ise altıyüz zira'dı. es-Sa'lebî bunu "Kitabu'l-Arâis" adlı eserinde nakletmektedir. Ali b. Zeyd, Yusuf b. Mihran'dan, oİbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Havariler Îsa (aleyhisselâm)a dediler ki: Nûh'un gemisini görmüş birisinin diriltilmesini dilesen de o da bize gemiden söz etse. Hazret-i Îsa havarileri ile birlikte topraktan bir yığının yanına varıncaya kadar yola koyuldu, O topraktan bir avuç aldı ve: Bunun ne olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Onlar, Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine Hazret-i Îsa: Bu Nûh'un oğlu Hâm'ın topuğudur, dedi. Hazret-i Îsa asasıyla toprağa vurdu ve: Allah'ın izniyle ayağa kalk, dedi. Ansızın başından toprakları silkeleyerek ayağa kalktığında saçlarının ağarmış olduğunu gördüler, Hazret-i Îsa ona: Sen bu şekilde mi öldün? diye sorunca, o: Hayır ben genç yaştayken ölmüştüm, fakat kıyâmetin koptuğunu zannettim. İşte bundan dolayı saçlarım ağardı, dedi. Hazret-i Îsa ona: Bize Nûh(aleyhisselâm)ın gemisi hakkında bilgi ver, deyince şunları söyledi: Boyu bin ikiyüz zira' idi, eniyse altıyüz zira'di. Üç kattı, katın birinde karada yaşayan hayvanlar ile yabani hayvanlar vardı. Birisinde insanlar, diğerinde de kuşlar vardı,.. Bu şekilde ileride yüce Allah'ın izniyle nakledileceği üzere haberin geri kalan bölümlerini de zikretti. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre deel-Kelbî der ki: Geminin dört zira' kadarlık bir bölümü suya gömülmüştü. Üç kapısı vardı, kapının birisinde yırtıcı hayvanlar ve kuşlar. Birisinde yabani hayvanlar, diğerinde ise erkeklerle kadınlar vardı. İbn Abbâs der ki: Nûh(aleyhisselâm) gemiyi üç büyük bölmeye ayırmıştı. Alt bölmesini vahşi hayvanlarla yırtıcı hayvanlara ve diğer kara hayvanlarına, orta bölmeyi yiyecek ve içeceğe ayırmıştı. Kendisi ise en üst bölmeye binmişti. Âdem (aleyhisselâm)ın cesedini de erkeklerle kadınlar arasında enine yatırmış idi. Daha sonra onu Beytu'l-Makdis'e defnetti. İblis de geminin arka tarafında onlarla beraberdi. Denildiğine göre yılan ile akrep gemiye binmek üzere geldiler. Hazret-i Nûh onlara: Ben sizi gemiye almıyorum çünkü sizler zarar ve belalara sebepsiniz, deyince bu iki hayvan şöyle dediler: Sen bizi gemiye al, biz de sana seni anan hiçbir kimseye zarar vermeyeceğimize dair teminat veriyoruz. O bakımdan yılan ve akrebin zararından korkan bir kimse yüce Allah'ın: "Âlemler içerisinde Nûh'a selâm olsun" (es-Sâffât, 37/79) âyetini okuyacak olursa, akrebin de, yılanın da o kimseye zararı olmaz. Bunu da el-Kuşeyrî ve başkaları zikretmektedir. Hafız b. Asakir, "Tarih Dimaşkrde merfu olarak Ebû Umame'den şu hadisi nakletmektedir: Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"Her kim akşamı ettiğinde "sallallahu alâ Nûh'in ve alâ Nûh'in es-selâm" diyecek olursa o gece hiçbir akreb onu sokmaz." Yüce Allah'ın; "Her seferinde (mealde: "Oldukça") zarftır. "Kavminin ileri gelenlerinden yanına uğrayan oldukça onunla alay ediyorlardı." âyeti ile ilgili olarak el-Ahfeş veel-Kisaî derler ki: "Onunla alay ettim" anlamında olmak üzere hem denilir, hem de denilir. Onların Hazret-i Nûh ile alay etmeleri hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre onlar Hazret-i Nûh'un gemisini karada yaptığını görüyorlar ve bundan dolayı onunla alay ederek; Ey Nûh! Sen peygamberlikten sonra marangozluğa mı başladın? diyorlardı. İkinci görüşe göre onlar Bz, Nûh'un gemiyi yaptığını görmekle birlikte daha önce gemi yapımım görmediklerinden, Ey Nûh! ne yapıyorsun? diye sordular. O da: Su üzerinde yürüyecek bir ev yapıyorum, demişti, Onun bu cevabından hayrete düşüp onunla alay etmeye başladılar. İbn Abbâs der ki: Tufandan önce yeryüzünde nehir de yoktu, deniz de yoktu, Bundan dolayı onunla alay ettiler. İşte bu denizlerin suları o tufandan geriye kalan sulardır. "Dedi ki Eğer" bugün gemiyi yaparken, bizim yaptığımız bu işten ötürü "bizimle alay ederseniz, siz alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz." Boğulma esnasında sizinle alay edeceğiz, demektir. Burada "alay etmek"ten kasıt, onların cahilliklerini yüzlerine vurmaktır. Anlamı da şudur: Eğer siz bizi cahil kabul ediyorsanız, sizin bizleri cahil gördüğünüz gibi sizi cahil görmekteyiz. 39"Artık kendisini rezil edecek azâbın kime gelip çatacağını ve kalıcı azâbın da kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz." "Artık kendisini rezil edecek azâbın kime gelip çatacağını... bileceksiniz" âyeti bir tehdittir. Buradaki; "Kim" edatı; "Bileceksiniz" fiilinin muttasıl ismidir. Burada; "Bilirsiniz" fiili bir mef'ûle geçiş yapan türdendir, yani siz azâbın kime geleceğini bileceksiniz. Bununla birlikte; "Kimin" soru edatı olması da mümkündür; azâbın hangimize geleceğini bileceksiniz anlamında olur. Bu edatın mübteda olarak ref mahallinde Kime geleceğini" lâfzının haber; "Kendisini rezil edecek" kelimesinin de "azâb"ın sıfatı olduğu da söylenmiştir. el-Kisaî'nin de naklettiğine göre Hicazlılardan bir takım kimseler; "Bileceksiniz"(şeklinde "vav"dan sonra "fe" harfi getirmeksizin) kullanırlar. Yine el-Kisaî deı ki: "Bileceksiniz" diyenler ise hem "vav"ı hem de "fe"yi birlikte düşürmüş olurlar.Kûfeliler de; şeklinde bir kullanım naklederler. Ancak Basralılar; (uzak gelecekte.) yapacaksın ile; (yakın gelecekte) yapacaksın kullanımlarından başkasını bilmezler ve onlara göre bunlar İki ayrı kullanım olup birinin diğeriyle ilgisi yoktur. "Ve kalıcı azâbın" daimi azâbın -ahiret azabını kastediyor-" kimin başına İneceğini" kimin hakkında vacib olup kimin üzerine ineceğini "bileceksiniz." 40Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: "Her birinden çifter çifter ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını ve îman edenleri (geminin) İçine yükle. Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse îman etmişti. "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca..." âyetindeki "tandır (tennûr)" hakkında yedi ayrı görüş vardır: 1- Bundan kasıt yeryüzüdür. Çünkü Araplar yeryüzüne de "tennûr" derler Bu görüş İbn Abbâs,İkrime, ez-Zührî ve İbn Uyeyne'ye aittir. Şöyle ki: Hazret-i Nûh'a; Sen suyu yeryüzünde gördün mü beraberindekilerle birlikte gemiye bin, denilmişti. 2- Bu içinde ekmek pişirilen tandırdır ve bu taştan yapılmış idi. Bu tandır Hazret-i Havva'ya aitti, sonunda Hazret-i Nûh'a kalmıştı. Ona: Suyun tandırdan kaynayıp coştuğunu görecek olursan sen ve arkadaşların gemiye bin, denilmişti. Allah da suyu tandırdan kaynatmış ve Hazret-i Nûh'un hanımı durumu öğrenib: Ey Nûh! Tandırın suyu kaynadı, deyince o da: Rabbimin va'di hak olarak geldi, demişti. el-Hasen’in görüşü bu olduğu gibi, Mücahid de bu görüşledir. Atiyye bu görüşü İbn Abbâs'tan nakletmiştir. 3- Tandırdan kasıt suyun gemide toplandığı bir yerdir. Bu da el-Hasen'den nakledilmiş bir görüştür. 4- Bundan kasıt tan yerinin ağarması ve sabahın aydınlığının çıkmasıdır. Bu da Arapların; "Tan, aydınlattı" ifadesinden alınmıştır. Bu açıklamayı Ali b. Ebî Tâlib(radıyallahü anh) yapmıştır. 5- Bundan kasıt Küfe mescididir. Bunu daAli b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) ifade etmiştir. Mücahid de böyle demiştir. Mücâhid der ki: Tandırın bir tarafı Kûfe'de idi, yine Mücahid der ki: Hazret-i Nûh gemiyi Küfe mescidinin iç tarafında yaptı. Tandır da, Kinde'ye bitişik tarafın içinin sağ cihetinde idi. Suyun tandırdan kaynayıp coşması da Hazret-i Nûh için bir alâmet, kavminin de helâk edileceğine bir delil idi. Şair Umeyye de der ki: "Ve derken tandırları kaynadı ve su ile coştu, Dağların üstüne çıkıncaya kadar yükseldi." 6- Tandırdan kasıt, yeryüzünün yüksek yerleri ve tümseklikleridir. Bu da Katâde'nin görüşüdür. 7- Tandır, el-Cezire'deki Aynu Verde diye bilinen pınardır. Bu görüşü de İkrime rivâyet etmiştir. Mukâtil de der ki: Bu tandır Hazret-i Âdem'in tandırı idi. Şam taraflarında "Aynu Verde" denilen bir yerde idi. Yineİbn Abbâs der ki: Âdem'in tandırı Hindistan'da idi. en-Nehhâs der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişmemektedir, çünkü şanı yüce Allah bize suyun hem gökten, hem de yerden geldiğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: "Biz de sağanak sağanak suyla göğün kapılarını açtık, yerden de kaynaklar fışkırttık..." (el-Kamer, 54/11-12) Bütün bu görüşlerin ortak noktası bunun tufanın alâmeti oluşudur. Feveran ise galeyan(kaynayıp, coşmak) demektir. "Tennûr" aslında Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu Arapçalaştırmalardır. Binası; veznidir, çünkü bunun aslıdır, Arapçada ise "râ"dan önce "nûn"un geldiği kelime yoktur. "Tandır kaynayınca" tabiri azâbın yaklaştığının temsilî ifadesidir. Bu da Arapların Savaşın kızışması esnasında: "Tandır ısındı, kızdı" demelerine benzer. Çünkü kelimesi "tandır" demektir. Yine bir kavmin giriştiği Savaş kızışacak olursa; "O kavmin tenceresi taştı" anlamındaki tabir kullanılır. Nitekim şair de şöyle demiştir: "Siz tencerenizi içi bomboş bıraktınız, Onların tencereleri ise kızmış ve taşmaktadır." "Dedik ki: Herbirinden çifter çifter... içine yükle." Bununla erkek ve dişi kastedilmektedir. Böylelikle tufandan sonra neslin devamı sağlanmış oldu. Hafs "herbirinden çifter çifter" âyetindeki; "(.......); Her" kelimesini tenvinli olarak okumuştur. Yani herbir şeyden çifter çifter taşı demektir. Her iki kıraatin de ifade ettiği anlam birdir: Bu da herbir şey ile birlikte mutlaka kendisine muhtaç olacağı diğer bir şeyi de birlikte almayı ihtiva eder. Arapça da eğer birşey diğeri olmaksızın olmuyor ise bu türdeki her iki şey hakkında "bu ikisi çifttir" denilir. Yine Araplar bu çiftlerin herbinsine de (çift anlanftnı da veren): "zevç" ismini verirler. Bir kimsenin iki tane ayakkabısı varsa, onun iki çift (iki tek) ayakkabısı var, denilir. Aynı şekilde onun yanında iki çift(biri erkek, biri dişi) güvercin var ve üzerinde iki çift bağ var (sağlı sollu bağ var) denilir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve o erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti yaratmıştır." (en-Necm, 53/45) Kadın için; o erkeğin zevci(kelime olarak çifti yani eşi) denildiği gibi, erkek hakkında da; o kadının zevcidir, denilir. Bazen iki şeye de "ikisi bir çifttir" denildiği de olur. Kimi zaman "iki çift (zevcân)" ifadesi iki tür, iki sınıf anlamında da kullanılır ve herbir türe de çift (zevç) denilebilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve her çeşit(zevç) güzel bitkiden bitirir." (el-Hac, 22/5) Bu da her çeşit ve her türden anlamındadır. Şair el-A'şâ da der ki: "Ebû Kudâme'nin giyindiği her çift(tür) ipek de Onunla birlikte ona hediye edilmiştir." Burada tür ve çeşit kastetmektedir. "Herbirinden çifter çifter" anlamındaki âyet da "yükle" anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir. "İki" anlamındaki kelime de te'kid için gelmiştir. " ...Ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını" da taşı. Buradaki;...anlar, istisna olarak nasb mahallindedir. "Aleyhinde söz geçmek" ise helâk edileceğine dair hüküm verilmiş olmak demektir. Bunlar da oğlu Kenan ile hanımı Vâile'dirler, ikisi de kâfir idiler. "Ve îman edenleri" ed-Dahhâk ileİbn Cüreyc derler ki:Yani bana îman edenleri yahut seni tasdik eden kimseleri taşı demektir. Buna göre burada da; "...enler," de; "... yükle" fiili ile nasb mahallindedir. "Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse îman etmişti." İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: Hazret-i Nûh'un kavminden seksen kişi îman etmişti, Bunların Üç tanesi oğlu idi: Sânı, Hânı ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini îman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu's-Semaîn" (seksen kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hazret-i Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne,İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka'b'ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hazret-i Nûh da yüce Allah'a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi ki: Nûh (aleyhisselâm), Hâm'a: Çocuklarının saçlan kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes'in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti. el-A'meş:(Gemidekiler) yedi kişi idiler. Nûh, üç oğlu ve üç gelini, diyerek, Nûh'un hanımını saymamıştır. İbn İshâk dedi ki: Hanımları hariç on kişi idiler. Nûh, oğulları Sâm, Hâm ve Yâfes ile ona îman etmiş altı kişi ile bunların hepsinin hanımları. Çok az" lâfzı, "îman etmişti" fiiliyle ref edilmiştir, Müstesnâ olarak nasbi câiz değildir. Çünkü ondan önce ifade lamam olmamaktadır. Ancak ile edatlarının birlikte kullanılmasının faydası şudur: Eğer: Onunla şu şu îman etti, denilecek olursa, başkaları da îman etmiş olabilir. Bu iki edat zikredilerek istisna yapılacak olursa, istisna edatından sonra anılanların îman ettikleri, başkalarının Îman etmedikleri anlaşılmış olur. 41Dedi ki: "Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîmdir." "Dedi ki; Binin içerisine" Bu, gemiye binmek için verilmiş bir emirdi. Bu emrinyüce Allah'tan verilmiş olma ihtimali olduğu gibi, Hazret-i Nûh'un kavmine verdiği emir olma ihtimali de vardır. Binmek (rukûb) bir şeyin sırtına, üstüne çıkmak demektir. Mesela; " Borç ona bindi(borca batü)" denilir. Bu itadede hazf vardır, yani siz suya gömülen gemiye binin, demektir. Anlamın ona binin şeklinde olduğu ve" İçerisi..." lâfzının ise te'kid için geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Eğer rüya yorumunu biliyorsanız..."(Yusuf, 12/43) âyetinde olduğu gibi. (Burada "rüya" lâfzının başına gelen "lâm" harf-i cerrinin te'kid için geldiğini söylemek istiyor). Buradaki; "İçerisi" edatının faydası da şudur: Onlar geminin sırtında değil de içerisinde yer almakta emrolunmuşlardı. İkrime der ki: Nûh(aleyhisselâm) gemiye Eeceb ayının onuncu günü bindi ve gemi Cûdî dağı üzerinde 10 Muharrem (Âşurâ) günü durdu. Böylelikle altı ay tamam olmaktadır. Katâde de bu görüştedir. Ayrıca o, işte o gün Âşurâ günüdür, dîye ilavede bulunur. Hazret-i Nûh da beraberinde bulunanlara dedi ki: Aranızdan oruçlu bulunanlar, oruçlarını tamamlasınlar, oruçlu olmayanlar da bugün oruç tutsunlar. Taberî ayrıca bu hususta Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)den naklen bir hadis zikretmektedir. Buna göre Nûh (aleyhisselâm) Receb ayının birinci günü gemiye bindi ve bütün ayı oruçla geçirdi. Gemi, Âşurâ gününe kadar suyun üzerinde akıp, durdu. İşte Âşurâ günü gemi Cûdî dağı üzerinde demir attı. Nûh (aleyhisselâm) ve beraberindekiler de o günü oruç tuttular. Yine Taberî, İbn İshak'tan, Hazret-i Nûh'un allı ay süreyle su üzerinde kaldığını ve Beytullah'ın yanından geçerek etrafında yedi(şavt) tavaf ettiğini ve yüce Allah'ın o sırada Beyt'i suyun üstüne çıkartmış olduğunu ve su altında kalmamış olduğunu, bundan sonra gemisinin Yemen'e kadar gittikten sonra Cûdî'ye geri dönüp, Cûdî üzerinde durduğunu ifade eden rivâyeti de zikretmektedir. “Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır" âyetini Haremeyn ehli ile Basralılar her iki kelimenin de "mim" harflerini -istisna(şâz) teşkil edenler dışında- ötreli okumuşlardır ve bunun anlamı, onun akıtılması da, durdurulması da Allah'ın İsmi iledir, şeklindedir. Buna göre "akması ve durması" anlamındaki kelimeler mübledâ olarak ref mahallindedirler. Nasb mahallinde olmaları ve takdirin şu şekilde olması da caizdir: "Akacağı vakit Allah'ın İsmi ile (akar)." Bu durumda "vakit" kelimesi hazfedilmiş ve bunun yerine; "Akması" kelimesi getirilmiştir. el-Ameş, Hamzâ ve el-Kisaî "mim" harfini ötreli olarak; "Onun akması Allah'ın adıyladır" şeklinde; "Durması" kelimesini ise "mim" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Yahya b. Îsa, el-A'meş'ten, o Yahya b. Vessab'dan; şeklinde her iki kelimenin de "mim" harfini üstün olarak okuduğunu rivâyet etmektedir ki; bu okuyuşa göre birincisi: Aktı, akar’dan mastar, diğeri İse; "Durdu, demirledi" kelimesinden mastar okumuştur. Buna karşılık Mücahid, Süleyman b. Cundub, Âsımel-Cahderî ve Ebû Recâ el-Utaridî ise; "Onu akıtan ve durduran Allah'ın adıyla" şeklinde cer mahallinde "Allah" lâfzının sıfatı olarak okumuşlardır. Bununla birlikte bu isimlerin bir mübtedâ takdiri ile ref mahallinde, yani; "Onu akıtan da, durduran da O'dur" anlamında olması mümkündür. Hal olarak nasb olması da mümkündür. ed-Dahhâk der ki: Nûh(aleyhisselâm) "akması Allah'ın İsmi iledir" dedi mi gemi akar giderdi. "Durması Allah İsmi iledir" dedi mi de dururdu. Mervan b. Salim, Talha b. Ubeydullah b. Kerîz'den, o el-Huseyn b. Ali'den, o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Ümmetimin gemiye binmeleri halindeki emânları: "Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile! Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyâmet gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler de O'nun sağ eli ile dürülmüş olacaktır. O şirk koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir,"(ez-Zümer, 39/67); "Onun akması da, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîm'dir" (sözlerini söylemeleri)dir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 132. İşte bu âyet-i kerîme de herbir işin başında besmeleyi zikretmeye dair bir delildir. Nitekim biz bunu daha Önce Besmele ile ilgili yaptığımız açıklamalarda beyan etmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. "Şüphesiz Rabbim günahları bağışlayandır, Rahîm'dir." Yani gemiye bi nenlerin günahlarım bağışlar, onlara çok merhametlidir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Hayvanların dışkıları ve pislikler çoğalınca yüce Allah Nûh (aleyhisselâm)a: Filin kuyruğuna bastır diye vahyetti. Ondan biri erkek, biri dişi bir çift domuz düştü ve bunlar da dışkılara yöneldiler. Nûh, kendi kendine: Şu domuzun kuyruğuna bastırsam dedi ve dediğini yaptı. Bu sefer ondan biri erkek, biri dişi bir çift fare çıktı. Bu fareler gemiye düşünce, gemiyi ve iplerini, eşyaları ve azıkları kemirmeye başladılar. Öyle ki geminin halatlarının kopacağından korktular. Şanı yüce Allah bu sefer Hazret-i Nûh'a: Arslanın alnını sıvazla, diye vahyetti. Hazret-i Nûh, alnını sıvazladıktan sonra bu sefer ordan iki kedi çıktı ve bunlar da fareleri yemeye koyuldular. Hazret-i Nûh, arslanı gemiye yüklediğinde: Rabbim ben buna nereden yiyecek bulacağım, demişti. Bu sefer yüce Allah: Ben onu meşgul edeceğim, diye buyurdu ve arslan hummaya tutuldu. O bakımdan arslan her zaman hummalı(yüksek ateşli)dir. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Nûh'un gemiye aldığı hayvanların ilki ördek, sonuncusu ise eşek'tir. İblis de eşeğin kuyruğuna yapıştı ve o sırada eşeğin ön ayakları geminin içinde, arka ayakları ise geminin dışıtıda idi. Eşek yerinde kıpırdanıp duruyor ve içeri giremiyordu. Hazret-i Nûh yüksek sesle ona, ne oluyor sana, girsene! diye bağırınca yine eşek yerinde debelenmeye başladı. Yine: Ne oluyor sana? girsene, beraberinde şeytan dahi olsa gir, dedi ve bu son sözleri ağzından kaçırmış oldu. Böylelikle eşek de girdi, beraberinde şeytan da girmiş oldu. Daha sonra Hazret-i Nûh) şeytan'in gemide şarkı söylediğini görünce ona, ey lanetli! Seni evime sokan ne oldu? deyince, Hazret-i Nûh'a: Sen bana izin verdin, diyerek durumu anlattı. Hazret-i Nûh da ona: Kalk ve buradan çık git, deyince, şeytan: Senin de beni gemide, seninle beraber taşımaktan başka yolun yok. İşte bu iddiaya göre iblis de gemide bulunuyor idi. Nûh (aleyhisselâm) ile birlikte birisi güneşin yerine, diğeri de ayın yerine olmak üzere parıldayan iki boncuk vardı, İbn Abbâs der ki; Bunlardan birisi gündüzün aydınlığı gibi beyaz, diğeri ise gecenin karanlığı gibi siyahtı. O bu boncuklar vasıtasıyla namaz vakitlerini tesbit edebiliyordu. Akşam olduğunda siyah boncuğun siyahlığı, beyazınkini bastırırdı. Sabah olduğunda ise beyaz boncuğun aydınlığı, diğerinin siyahlığını bastırırdı ve bu da gece ile gündüzün saatleri miktarına göre oluyordu. Bu anlatılanların senet itibariyle güvenilir olduklarını söylemeye imkân olmadığı gibi âyetin anlaşılmasında olumlu herhangi bir payları da yoktur. 42O içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken, Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: "Oğlum, gel bizimle birlikte sen de bin. Kâfirlerle beraber olma!" "O İçindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken",âyetindeki; "Dalgalar" kelimesi; in çoğuludur. Dalga; şiddetli rüzgarın esmesi esnasında yükselen suyun bir bölümüne denilir. Âyetteki "kef" harfi benzetme edatıdır. Bu edat da "dalgalar"ın sıfatı olarak cer mahallindedir. Tefsirlerde nakledildiğine göre su, herbir şeyin üzerinden onbeş zira yükselmiş idi. "Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi.” Denildiğine göre oğlunun ismi Kenan olup, kâfir idi. Admın Yâm olduğu da söylenmiştir. Sîbeveyh’in görüşüne göre "Nûh... oğluna seslendi" anlamındaki âyette yer alan; Oğluna" kelimesinden(sonraki zamirinde yazılmayıp med olarak okunan) "vav" hazfedilebilir. Sîbeveyh buna Örnek olmak üzere de şu mısraı kaydeder: "O avamca şiir söyleyip söylediği bu şiir develere şarkı söyleyenin sesini andıran gibidir." "Nûh ... olan oğluna seslendi şeklindeki kıraat ise şâz bir kıraattir, bununla birlikte bu Ali b. Ebî Tâlib den ve Urve b. ez-Zübeyr'den de rivâyet edilmiştir. Ebû Hatim ise bu kıraatin. O kadının oğlu, kasdı ile câiz olacağını ve tıpkı; "O erkeğin oğiu" derken "vav" halledildiği gibi, bundan da "elifin hazfedildiğini iddia etmiştir. en-Nehhâs ise der ki: Ebû Hâdm'in bu açıklaması, Sîbeveyh'in görüşüne göre câiz değildir. Çünkü "elif" söylenişi hafif bir harf olduğundan hazfedilmesi câiz olmaz, "vav"ın ise sakil (ağır) olduğundan hazli caizdir. "Ayrı bir yere çekilmiş olan" yani babasının dininden uzak bulunan, bir açıklamaya göre gemiden uzakta olan. Diğer bir açıklamaya göre; Nûh (aleyhisselâm) oğlunun kâfir olduğunu bilmiyordu, mü’min olduğunu zannederek onu çağırmış ve bundan dolayı ona: "Kâfirlerle beraber olma" demişti -ki ileride gelecektir,- Hazret-i Nûh'un bu seslenişi, kavminin suda boğulacaklarına inanmalarından ve artık kurtuluştan ümitlerinin kesildiğini görmelerinden önce olmuştu. Tandırdan suyun ilk kaynadığı ve Hazret-i Nûh'un tufan alâmetim ilk gördüğü sırada olmuştu. Âsım: " Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" âyetinde ki "ya" harfini üstün, diğerleri ise esreli okumuştur, "Ey oğulcağızım" kelimesinin aslında üç "ya"lı olması gerekiyor. Birisi küçültme "ya"sı, diğeri fiilin aslındaki "ya" diğeri de izafet "ya"sı. Küçültme "ya"sı lâm el-fiil'in (son harfin) "ya"sına idğam edildikten sonra izafet "ya"sından ötürü de lâm el-fiil esreli gelmiş ve tenvin mahallinde olduğundan, "ya" da burada hem kendisinin, hem de ondan sonraki kelimenin "ra" harfinin sakin oluşundan dolayı hazfedilmiştir. İşte "ya" harfini esreli okuyanların kıraatinin asıl şekli budur. Fethah okuyanların kıraatinin aslı da budur. Çünkü bu şekilde okuyanlar izafet için kullanılan 'ya" harfini, "elifin söylenişinin hafifliği dolayısıyla "elife kalb etmişler. Bundan sonra da hazfedilen harfin yerine geldiği için "ya" da hem kendisinin hem de ondan sonraki "ra" harfinin sakin oluşundan ötürü "elif" hazfedilmiştir. en-Nehhâs der ki: Âsım'ın kıraati, açıklanması zor bir kıraattir, Ebû Hatim de der ki: O bununla; "Ey oğulcağızım," şeklindeki kıraati ve ondan sonraki (sondaki "lıe" harfinin) hazfini kastetmektedir. Yine en-Nehhâs der ki: Ben Ali b. Süleyman'ın böyle bir kıraatin câiz olmadığı görüşünde olduğunu gördüm. Çünkü "elif hafif bir harftir. Ebû Ca'fer en-Nehhâs der ki: Ben nahivcilerden bu şekildeki bir telaffuzu Ebû İshak'ın dışında câiz gören bir kimse olduğunu bilmiyorum. Çünkü o iki cihetten üstün, iki cihetten de esreli okunabileceğini ileri sürmüştür. Üstün okuyuş "elifin "ya" harfine bedel gelişine göredir. Nitekim yüce Allah, şöyle söyleneceğini bize haber vermektedir: " Eyvah bana..." (el-Furkan, 25/28) Şair de bu şekilde kullanmıştır: "Onun sırtına vurulan yükten hayret doğrusu." (Ebû İshak) bununla; söyleyişini kastetmektedir. Bundan sonra ise iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, "elif" hazfedilmiştir. Nitekim lesniye olarak; "iki Abdullah bana geldi" demek de bu kabildendir. İkinci açıklama şekli ise, nida hazf mahalli olduğundan dolayı '"elifin hazfedildiği şeklindeki açıklamadır. Esreli okuyuşa gelince, nida dolayısıyla sondaki "ya" harfi hazfedilir. İkinci açıklaması da iki sakinin arka arkaya gelişinden dolayı, son "ya" harfinin hazfedilişi şeklindedir. 43O dedi ki: "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım." Dedi ki: "Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu yoktur." Derken ikisinin arasına dalgalar girdi. Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu. "O dedi ki Ben beni sudan koruyacak"ve boğulmamı önleyecek, engelleyecek "bir dağa sığınırım." Oraya gider ve orada yerimi alırım. "Dedi ki: Bugün -rahmet ettiği kimselerden başka- Allah'ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu" Allah'ın azabını önleyecek hiçbir engelleyici "yoktur." Çünkü bugün azâbın, kâfirlere hak olduğu bir gündür. "Koruyucu" kelimesi ondan önceki "lâ" edatının tebrie(cinsi nefy) için gelmesi dolayısıyla nasbedilmiştir. Bununla birlikte; "Yoktur" anlamında olması da mümkündür. "Rahmet ettiği kimselerden başka"ifadesi de birinci türden olmayan(munkatı) bir istisna olarak nasb mahallindedir, Allah'ın rahmetine mazhar kıldığı kimseyi Allah korur, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Bununla birlikte; "Koruyucumun, "Korunmuş anlamında olması suretiyle ref mahallinde olması da mümkündür. Nitekim; "Atılıp, dökülen bir su" (et-Târık, 86/6) âyetinde olduğu gibi, kelime ismi fail olmakla birlikte, ism-i mef'ûl anlamındadır. Buna göre ise istisna muttasıl olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: "Yerinden kalkması zor, sözü de anlaşılmıyor. Bununla birlikte kalbim ona meyledicidir." Burada da "fâtin (meyledici)", ism-i mef'ûl olarak "meftun (meyletmiş)" anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demektedir; "Sen yüksek ahlâki değerlere ulaşmaktan vazgeç. Onları elde etmek için Yerinden kalkma(na gerek yoktur) otur, çünkü sen yedir(il)en ve giydir(il)ensin." Görüldüğü gibi burada da (ism-i mef'ûl anlamında) yedirilen ve giydirilensin demektir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de; Kimse," kelimesinin: Bugün Allah'ın emrinden ancak rahmet edici, yani Allah koruyabilir, başka kimse koruyamaz, anlamında ref mahallinde olmasıdır.Taberî'nin tercih ettiği görüş de budur. Bunun güzel görünme sebebi ise, buradaki "koruyucu" kelimesinin "korunan" anlamında (ism-i mef'ûl) kabul edilmeyip aslî babından başka bir baba nakledilmeyişidir. Aynı şekilde; "Başka" anlamındaki istisna edatının da; "Ama, lakin" anlamına nakledilmeyişidir. "Derken İkisinin" yani Hazret-i Nûh ile oğlunun "arasına dalgalar girdi. Böylelikle o, suda boğulanlardan oldu." Denildiğine göre oğlu bir ata binmiş ve bundan dolayı bayağı böbürlenmiş idi. Suyun yaklaşmakta olduğunu görünce, bu sefer; Babacığım! Tandır kaynayıp coştu demiş, babası da kendisine: "Oğlum gel, bizimle birlikte sen de bin" demiş, fakat daha cevabı tamamlanmadan, gelen büyük bir daiga oğlunu atıyla birlikte içine alıvermiş, böylelikle Hazret-i Nûh ile oğlu arasına dalga girdikten sonra oğlu da boğulup gitmişti. Yine denildiğine göre o, kendisi için suya karşı korunmak üzere camdan bir oda yapmıştı. Tandır kaynayınca, bu odasının içine girib içerden üzerine kilitlemiş idi. O odası içerisinde büyük ve küçük abdestîni bunlarla boğuluncaya kadar yapıp, durdu. Ancak âyet-i kerîmenin lâfzından anlaşıldığı kadarıyla boğulması gelen dalga ile olmuştur. Sığındığı dağın Turu Sina olduğu söylenmiştir. 44"Ey arz! Suyunu yut! Ey gök! Sen de tut!" denildi. Su kesildi, İş olup bitirildi ve Cûdî üzerinde oturdu. "O zâlimler topluluğu uzak olsunlar" denildi. "Ey arz! Suyunu yutl Ey gök! Sen de tut, denildi." Buradaki ifade mecazi bir ifadedir. Çünkü arz da, sema da cansızdır. Arzı ve semayı idrak ve ayırdetme gücüne sahip kıldığı da söylenmiştir. Bunun mecazi bir ifade olduğunu söyleyenler şöyle derler: Eğer Arapların da, Arap olmayanların da dilleri araştırılacak olursa, güzel söz dizisi, ifadelerinin belağati ve kapsadığı anlamları itibariyle bu âyetin bir benzeri bulunamaz. Rivâyette denildiğine göre yüce Allah bir ya da iki yıl boyunca yeryüzünü yağmursuz bırakmaz. Semadan ne kadar su (yağmur) indiyse, mutlaka bu işle görevli meleğin koruması(ve tesbiti) ile inmiştir. Tufan yağmurları ve suları bundan müstesnadır. Çünkü tufanda meleğin koruyup tesbit etmediği kadar sular çıktı. İşte yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık" (el-Hâkka, 69/11) âyeti bunu anlatmaktadır. Gemi, içindekilerle birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde akıp gitti. Daha sonra yüce Allah, gökten boşanan suya kesilmesini, yere de suyunu yutmasını emretti. " Suyu yuttu, yutar" ifadesinde fiilin ikinci harfi hem mazi, hem muzaride üstündür, " Engelledi, engeller" fiilinde olduğu gibi, "Hamdetti, hamdeder" fiilinde olduğu gibi, mazide ikinci harfi esre'li, muzaride de üstün kullanıldığı da olur. Bunlar iki ayrı söyleyiş olup her ikisini deel-Kisaî ve el-Ferrâ' nakletmişlerdir. Aynı kökten gelen; Suyu içen, yutan yer demektir. İbnu'l-Arabî der ki: Yerin ve göğün suları ilâhî ilimde takdir edilmiş bir noktada birbirine karıştı, kavuştu. Yerdeki su ile gökten inen su bir araya geldikten sonra yüce Allah gökten inene çekilmeyi emretti, O bakımdan yeryüzü ondan bir damla dahi emmedi. Yere de yalnızca kendisinden çıkan suları yutmasını emretti. İşte yüce Allah'ın: "Ey Arz! Suyunu yut. Ey gök! Sen de tut (geri kalanı al) denildi" âyetinde anlatılan budur. Yüce Allah'ın her iki suyu birbirinden ayırtettiği de söylenmiştir. Yerin suyunu Allah yere emir vererek yuttu, gökten gelen su da denizleri meydana getirdi. "Su kesildi" yani eksildi; "Eksildi" ile; " Onu ben eksilttim" şeklinde (hem lazım, hem müteaddi olarak) kullanılır. Nitekim; Eksildi ve başkası onu eksiltti" de denilir. "Kesildi," fiilinin harfi ötreli (yani "ya" harfin üzerinde esrenin işmâmı ile) okunması da mümkündür. "İş olup bitti." Yani sağlam bir şekilde bitirildi. Bu da Nûh kavminin bütünüyle ve kesin bir şekilde helâk edildiği anlamına gelir. Denildiğine göre yüce Allah, tufandan kırk yıl öncesinden kadınlarını kısırlaştırdı. O bakımdan helâk edilenler arasında küçük (mükellef olmayan kimse) yoktu. Ancak sahih olan, çocukların da tufan ile helâk edildiğidir, tıpkı kuşların ve yırtıcı hayvanların helâk edildiği gibi. Suda boğulmak, çocuklar, hayvanlar ve kuşlar için bir ceza değildi. Onlar ecelleriyle ölmüş oldular. Yine nakledildiğine göre su yollarda çoğalıp, artınca bir çocuğun annesi, çocuğunun boğulacağından korktu. Yavrusunu oldukça seviyordu, çocuğunu alıp dağa çıktı. Dağın üçte birine ulaştığında,-su da ona yaklaşmaya başladı. Yine dağın üçte ikisine kadar tırmandı, su orada da ona yetişince, dağın tepesine kadar çıktı. Su kadının boynuna ulaşınca, elleriyle oğlunu havaya kaldırdı ve nihayet su onu alıp gitti. İşte, şayet Allah onlardan herhangi bir kimseyi rahmetine kavuşturacak olsaydı, bu çocuğun annesine rahmet eder, tufandan kurtarırdı." Hâkim, el-Müstedrek, II, 342. Ancak hadis ile ilgili olarak et-Telhîs"den naklen:"İsnadı karanlıktır (muzlim),(râvilerinden) Mûsâ (b. Ya'kub.) ise pek güvenilir bir râvi değildir" denilmektedir. Ve Cûdî üzerinde durdu. O zâlimler topluluğu uzak olsunlar denildi." Yani onlar helâk olsunlar denildi. Cûdî; Musul yakınlarında bir dağdır. Muharrem ayının onuncu günü olan Âşurâ günü o dağın üzerinde durdu. O bakımdan Nûh(aleyhisselâm) o günü oruç tuttu, beraberinde bulunan herkese de vahşi hayvanlara, kuşlara ve diğer canlılara da emir vererek o günü yüce Allah'a şükür olmak üzere- oruçla geçirdiler. Bu husus daha önceden de geçmişti. Bugünün, cuma günü olduğu da söylenmiştir. Rivâyet olunduğuna göre yüce Allah dağlara: Geminin dağlardan birisi üzerine duracağını vahyetti. Bu dağların herbirisi yüksekliğini düşünerek umutlandı. Cûdî dağı ise yüce Allah'a tevazu olmak üzere öyle bir umuda kapılmadı. O bakımdan gemi de onun üzerine durdu ve geminin tahtaları, direkleri o dağın üzerinde kaldı. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir: "Yemin olsun ki bu gemiden, bu ümmetin ilklerinin yetiştiği (yetişeceği) bir şeyler geriye kalmış bulunuyor."Süyûrî, ed-Durru'l-Mensâr, IV, 437'de belirtildiğine göre; İbn Ebî Hatim ve Ebû'ş-Şeyh, Katâde'den şöyle dediğini nakletmektedirler: "Yüce Allah bu ümmetin ilkleri tarafından görülünceye kadar o geminin(kalıntılarının) Cezire topraklarında bulunan Cûdî dağı üzerinde kalmasını sağladı. Halbuki ondan sonra nice gemi yapılmış ve yok olup gitmiştir." Mücahid der ki: Dağlar yüksekliklerine ve yüceliklerine kanarak, suyun altında kalmayacaklarını zannettiler. Ancak su dağların üzerinden onbeş zira kadar yükseldi. Cûdî dağı ise yüce Allah'ın emrine karşı alçak gönüllülük ve tevazu gösterdi. O bakımdan orası suyun altında kalmadı ve gemi onun üzerinde durdu. "Cûdî" kelimesinin her dağın ismi olduğu da söylenmiştir. Nitekim Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in şu beyiti de bu türdendir: "Tenzih ederim O'nu, sonra yine yalnız O'na ait olmak üzere tenzih ederim, Bizden önce de zaten Cûdî (dağlar) ve yerdeki diğer yükseklikler de tesbih etmişlerdi." Cûdî'nin cennet dağlarından bir dağ olduğu için, geminin onun üzerinde durduğu da söylenmiştir. Şanı yüce Allah'ın üç kişi ile üç dağa ikramda bulunduğu söylenmiştir: Hazret-i Nûh ile Cûdî'ye, Hazret-i Mûsa ile Turu Sina'ya, Muhammed ile de Hira dağına(Allah'ın salât ve selâmlan hepsine olsun) Alçak gönüllülük ve büyüklük taslamak: Cûdî dağı alçak gönüllülük gösterip, boyun eğince Allah ona üstünlük verdi. Başkası da kendisini yüksek görüp, üstünlük taslayınca zelil oldu. İşte yüce Allah'ın yarattıkları arasındaki sünneti (kanunu) budur. Tevazu ile boyun eğeni yükseltir, üstünlük taslayanı da alçaltın Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş: "Boyunlarımız Senin önünde itaatle eğilecek olup, zilletini arzederse, İşte bizim aziz oluşumuz da onların zelilliklerini ortaya koymalarındadır." Buhârî veMüslim'in, Sahihlerinde kaydedildiğine göreEnes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in "el-Adbâ" adında bir dişi devesi vardı ki bu deve bir türlü gecikmiyordu. Bedevi bir Arap altı yaşına henüz basmamış erkek bir deve ile geldi. İşte bu deve Hazret-i Peygamber'in dişi devesini (yarışta) geride bıraktı. Bu durum müslümanlara ağır geldi ve el-Adbâ yarışta geçildi, dediler. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:"Dünyadan herhangi bir şeyi yükseltti mi, mutlaka onu alcaltmak Allah'ın üzerindeki bir haktır (O'nun kanunudur)." Buhâri, Cihâd 59, Rikaak 38;Ebû Dâvûd, Edeb 8;Nesâî, Hayl 14; Müned, III, 103, 253.Müslim'de tesbit edemedik. Yine Müslim,Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)dan Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetini kaydetmektedir: "Sadaka hiçbir malı eksiltmez. Affeden kulunun da Allah mutlaka izzetini arttırır. Allah İçin alçak gönüllülük gösteren bir kimseyi de Allah mutlaka yükseltir. "Müslim, Birr 69;Tirmizî, Birr 82; Dârimi, Zekât 35;Muvatta’, Sadaka 12;Müsned, II, 386. Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah bana: "Sizden herhangi bir kimse bir diğerine haksızlık etmeyecek ve kimse kimseye karşı övünmeyecek noktaya gelinceye kadar birbirinize alçak gönüllü olunuz, diye vahyetti." Bu hadisi de Buhârî rivâyet Müslim, Cennet 64;Ebû Dâvûd, Edeb 40;İbn Mâce, Zühd 16, 23. etmiştir. Hazret-i Nûh ve Gemisi İle İlgili Bazı Bilgiler: Burada Hazret-i Nûh'un kavmi ile başından geçen kıssanın bir bölümünü ve gemi ile ilgili bazı açıklamaları söz konusu edelim. Bu hususta burada Kur'ân'dan hareketle verilen bilgileri istisna edecek olursak; diğer teferruatın sağlam bir dayanağının olmadığını hatırlatalım. Hafız İbn Asâkir, Tarih'inde (Tarihu Dimaşk), el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir; Nûh (aleyhisselâm) yüce Allah'ın yeryüzündeki insanlara gönderdiği ilk rasûldür. İşte yüce Allah'ın: "Yemin olsun Biz Nûh'u kavmine gönderdik. O da onlar arasında elli yıl eksik olmak üzere bin. yıl kaldı..."(el-Ankebût, 29/14) âyeti buna işaret etmektedir. Kavminin işledikleri masiyetler alabildiğine çoğalmış, aralarındaki zorbaların sayısı artmış ve azdıkça azmışlardı. Hazret-i Nûh da gece gündüz, gizli açık onları davet eder dururdu. Oldukça sabırlı ve tahammüfkâr birisi idi. Peygamberlerden hiçbir kimse Hazret-i Nûh'un karşılaştıklarından daha ağırı ile karşılaşmış değildir. Kavmi yanına girer ve yere yığılıncaya kadar onun boğazını sıkar, dururlardı. Meclislerde onu döverler ve kovulurdu. Bununla birlikte kendisine bunları yapanlara beddua etmez, aksine onları hak dine davet eder ve: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" derdi. Ancak onun bu yaptıkları kavminin kendisinden kaçıp, uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmıyordu. Hatta onlardan birisiyle konuşacak olursa, o kişi elbisesi ile başını sarar, sarmalar, kulaklarını da sözlerinden hiçbir şey işitmesin diye parmaklarıyla tıkardı. İşte yüce Allah'ın: "Gerçekten ben onlara kendilerine mağfiret etmen için ne zaman davette bulunduysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler..." (Nûh, 71/7) âyetinde anlatılan budur. Mücahid ve Ubeyd b. Umeyr derler ki: Hazret-i Nûh'u kavmi baygın düşünceye kadar döver dururlardı. Ayılıp kendisine geldiğinde ise: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" derdi. İbn Abbâs der ki: Hazret-i Nûh kavmi tarafından dövülür, sonra da bir keçeye sarılarak öldü düşüncesi ile evine bırakılırdı. Sonra yine dışarı çıkar, onları davet ederdi. Nihayet kavminin Îman edeceğinden ümidini kestiği bir sırada, bir adam asasına yaslanarak, oğluyla birlikte yanına geldi ve oğluna şöyle dedi: Oğulcağızım! Şu yaşlıya dikkatle bak, sakın seni aldatmasın. Oğlu: Babacığım! Sen bana asayı ver dedi. Babası ona asayı verince, o da asayı aldıktan sonra beni yere bırak dedi. Babası onu yere bıraktıktan sonra, asa ile Hazret-i Nûh'un üzerine yürüdü ve ona vurup ve başını yaraladı, başından kanlar aktı. Bunun üzerine Hazret-i Nûh şöyle dedi: "Rabbim, kullarının bana neler yaptığını görüyorsun. Eğer Senin kulların hakkında dilediğin bir hayır var ise onlara hidayet ver, eğer dileğin bundan başkası ise hükmünü verinceye kadar da bana sabır ver. Zaten, Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın." Yüce Allah ona indirdiği vahyiyle artık kavminin îman etmeyeceğini belirtip Îmanlarından yana ümidini kesti. Ne erkeklerin sulblerinde, ne de kadınların rahminde îman edecek kimse kalmadığını bildirdi ve buyurdu ki: "Nûh'a şöyle vahyolundu: Kavminden daha evvel îman etmiş olanlardan başkası asla îman etmeyecektir. O halde işlediklerine tasalanma." Yani onlara üzülme "gözümüzün önünde ve vahyimizle gemiyi yap." (Hûd, 11/36-37) Hazret-i Nûh: Peki Rabbim gemiyi yapmak için kereste nerede? deyince, yüce Allah ona, ağaç dik, diye emir verdi. O da yirmiyıl süreyle tik ağaçlarını dikü. Davet etmekten uzak durdu, onlar da onunla alay etmekten uzak durdular. Çünkü onunla alay edip dururlardı. Ağaçlar yetişince Rabbinin ona emir vermesi üzerine ağaçları kesip kuruttu ve şöyle dedi: Peki Rabbim ben bu evi (gemiyi) nasıl yapacağım? Yüce Allah ona: Sen bu evi (gemiyi) üç şekle benzeterek yap. Başı horoz başı gibi olsun, teknesi kuşun göğüs kafesi gibi olsun, kuyruğu da horozun kuyruğuna benzesin. Bu gemiyi kat kat yap ve yan taraflarında kapıları olsun. Ondan sonra demir çivilerle bu kapıları kapat. Yüce Allah Hazret-iCebrâîl'i göndererek, ona gemiyi nasıl yapacağını öğretti. Hazret-i Nûh'un eli en ufak bir yanlışlık yapmaz oldu.İbn Abbâs dedi ki: Nûh(aleyhisselâm)ın evi Dimaşk'ta idi. Gemisini Lübnan'dan getirdiği kerestelerden, Zemzem kuyusu ile Rükün ile Makam arasında inşa etti. Gemi tamamlanınca yırtıcı hayvanları ve yerdeki diğer canlıları birinci kapıdan aldı. Yabani hayvanlar ile kuşları ikinci kapıdan aldı ve kapıları üzerlerine kapattı. Âdem oğullarından kırk erkek ve kırk kadını da üst kapıdan alarak, kapıyı da üzerlerine kapattı. Küçük çocukları da zayıflıkları dolayısıyla, hayvanların onları ezmemesi için güçsüzlükleri dolayısıyla kendisiyle beraber üst kapıdan aldı. ez-Zührî dedi ki: Yüce Allah bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar, yırtıcı hayvanlardan, kuşlardan, vahşi hayvanlardan ve diğerlerinden herbir çiftten birisini ona taşıyıp getirdi. Cafer b. Muhammed dedi ki: Yüce Allah, Hazret-i Cebrâîl'i gönderdi, o da bu canlıları toplayıp bir araya getirdi. Eliyle bir çiftin üzerine vuruyor ve böylelikle sağ eli erkeğin, sol eli de dişinin üzerine konuyor ve bunları alıp gemiye koyuyordu. Zeyd b. Sabit dedi ki: Teke gemiye girmekte Hazret-i Nûh'a zorluk çıkardı. O da eliyle kuyruğundan İtti, işte o zamandan bu yana keçinin kuyruğu yukarı doğru bükük olarak kaldı ve edeb yeri açığa çıkmış oldu. Koyun da gelip gemiden içeriye girdi, Hazret-i Nûh da eliyle kuyruğunu sıvazladığından dolayı edeb yeri örtülmüş oldu. İshak dedi ki: İlim ehlinden bir kişinin bize haber verdiğine göre; Hazret-i Nûh gemidekileri, gemiye yerleştirdi ve o gemiye her türden çifter çifter koydu. Hüdhüd kuşundan da bir çift taşıdı. Dişi hüdlıüd kuşu yer görünmeden önce öldü. Erkek hüdhüd ona bir yer bulsun diye dünyayı dolaştırdı, ne çamur, ne de toprak bulamadı. Rabbi rahmetiyle onu korudu ve kafasının arka tarafında ona bir kabir kazıdı ve onu oraya gömdü. İşte hüdhüdun kafasının arka tarafında çıkıntı şeklindeki tüyler o kabrin yeridir. Bundan dolayı hüdhüdlerin kafalarında böyle bir çıkıntı vardır. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Nûh gemiye beraberinde bütün ağaçlardan almıştı. Acve (denilen hurma ağacı) da cennetten olup, gemide Nûh ile birlikte idi." "Kitabu'l-Arus"un sahibinin ve başkalarının naklettiğine göre Nûh (aleyhisselâm) yeryüzünün durumuna dair kendisine bilgi getirmek üzere birisini görevli göndermek isteyince, tavuk ben gideyim dedi. Hazret-i Nûh, o tavuğu alıp kanatlarını mühürledi ve ona şöyle dedi: Sen benim mührümle mühürlüsün,ebediyyenuçamazsın. Seninle benim ümmetim istifade etsin. Bunun üzerine kargayı gönderdi, karga bir leşe kondu ve orada kaldı, dönüşü gecikti. Hazret-i Nûh da kargaya lanet etti, işte bundan dolayı karga hem Harem bölgesinde hem de Harem bölgesinin dışında öldürülür. Hazret-i Nûh kargaya korkak olsun diye beddua etti. Bundan dolayı karga evcil değildir. Daha sonra güvercini gönderdi, güvercin duracak bir yer bulamadı. Sina topraklarında bir ağaca kondu ve bir zeytin yaprağı taşıdı, Nûh(aleyhisselâm)ın yanına geri döndü, böylelikle Hazret-i Nûh güvercinin yere konamadığını anladı. Bundan sonra onu bir daha gönderdi. Bu sefer güvercin Harem bölgesi vadilerinden birisine kondu. Kabe'nin bulunduğu yerlerde suyun çekilmiş olduğu görüldü. Oranın çamurları kırmızı renkli idi, o bakımdan güvercinin iki ayağı da bu çamur ile renklendi. Sonradan Nûh (aleyhisselâm)a gelerek, sana vereceğim müjde karşılığında benim boynuma gerdanlık bağışlaman, ayaklarımın kınalanması ve Harem bölgesinde yerleşmem olsun. Hazret-i Nûh da eliyle boynunu sıvazladı, boynu etrafında gerdanlık oluştu; ayaklarında da ona kırmızılık bağışladı, ona ve zürriyetine mübarek olması için dua etti. es-Sa'lebînin naklettiğine göre Hazret-i Nûh kargadan sonra sülünü göndermişti. Sülün de tavuk türundendi, ona: Sakın ha özür beyan etmeyesin, demişti. Sülün yeşilliğe ve seyredilecek manzaralara kendisini kaptırdı, kıyâmet gününe kadar da onun yavrularını yanına rehin aldı. 45Nûh, Rabbine nida edip dedi ki: "Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benini aile halkımdandır. Senin va'din ise elbette haktır ve sen hâkimler hâkimisin." Bu âyetlere dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: 1- Allah'ın Va'di Hak'tır ve O Hâkimler Hâkimidir: "Nûh, Rabbine nida edip" dua edip "dedi ki: Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır." Yani kendilerini boğulmaktan koruyacağını va'detmiş olduğun aile halkımdandır. Buna göre ifadede hazfedilmiş sözler vardır. "Senin va'din ise elbette haktır."Doğrudur, gerçektir. İlim adamlarımız derler ki: Hazret-i Nûh'un, Rabbine oğluna dair soru sorması, yüce Allah'ın: "Aile efradını.,." âyeti dolayısı iledir; buna karşılık "aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç" âyetini göz önüne getirmemiş,ti. Hazret-i Nûh'un kanaatine göre, oğlu kendi aile efradından olduğundan ötürü o da: "Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demişti. Bunun böyle olduğuna delil, Hazret-i Nûh'un oğluna söylediği: "Kâfirlerle beraber olma!" Yani sen kendilerinden olmadığın kimseler arasında bulunma, şeklindeki sözleridir. Çünkü Hazret-i Nûlı, oğlunun mü’min olduğunu zannediyordu, yoksa Hazret-i Nûh bu kanaatte olmasaydı, Rabbine: "Benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır" demezdi. Zira Hazret-i Nûh'un önce kâfirlerin helâk edilmelerini isteyip de daha sonra onlardan birilerinin kurtarılmasını istemesi imkansız bir şeydir. Oğlu kâfir olduğunu gizliyor ve mü’min olduğunu izhar ediyordu. Şanı yüce Allah da Hazret-i Nûh'a tek başına kendisinin bilmiş olduğu gaybî bir hususu haber verdi. Yani, Ben senin oğlunun bilmediğin bir halini biliyorum.el-Hasen de der ki: Oğlu münafık'tı. İşte bundan dolayı Hazret-i Nûh ona (kendileriyle birlikte gemiye binmesi için.) seslenmeyi helal görmüştü. Yineel-Hasen'den nakledildiğine göre bu, onun üvey oğlu idi. Buna delil de Hazret-i Ali'nin: "Ve Nûh, hanımının oğluna seslendi" şeklindeki kıraattir. "Ve sen hâkimler hâkimisin." anlamındaki âyet mübtedâ ve haber'dir.Yani sen kimilerinin kurtuluşuna, kimilerinin de suda boğulmalarına hükmettin. |