90
Ey îman edenler! İçki, kumar,
putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki,
kurtuluşa eresiniz.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
onyedi başlık halinde sunacağız:
1-
Âyeti Kerîmelerde Yasaklanan Hususlar:
Yüce Allah'ın:
"Ey îman edenler"
âyeti, bütün mü’minlere bu hususları
terketmeye dair bir hitaptır. Zira bunlar, cahiliye döneminden beri
yapageldikleri ve nefislere hakim olan birtakım arzu ve kötü adetlerden
ibaretti. Mü’minlerden pek çok
kimsenin nefislerinde henüz bunlardan bir takım kalıntılar devam ediyordu.
İbn Atiyye der ki: Kuşları uçurtma ve böylelikle bundan geleceğe dair
hükümler çıkarma hevesleri, kitaplardan fal bakma ve buna benzer günümüz
insanlarının yaptıkları şeyler de bu kabildendir.
İçki
(el-Hamr) henüz haram kılınmamıştı- İçkinin haram kılınışı ise, Uhud
vak'asından sonra, hicretin üçüncü yılında olmuştu. Uhud vak'ası ise
hicretin üçüncü yılı Şevval ayında cereyan etmişti. Hamr kelimesinin
türeyişi ile ilgili açıklamalar, daha önceden
(el-Bakara 2/219- âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Yine kumar
(el-Meysir)'in türediği köke dair
açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde (2/219. âyet,
4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerimede geçen "el-Ensab"ın
pudar olduğu söylendiği gibi, zar ve satranç olduğu da söylenmiştir. Bu
ikisine dair açıklamalar ise. Yûnus Sûresi'nde
yüce Allah'ın:
"Artık haktan sonra dalâletten başka geriye ne kalır"
(Yûnus, 10/32. ayetin tefsirinde, 5- başlıkta)
âyeti açıklanırken gelecektir.
el-Ezlam ise, fal oklarıdır.
Yine buna dair açıklamalar, bu sûrenin baş tarafında
(3- âyetin tefsirinde 18. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Denildiğine göre, bunlar, Beytullah'da beyt'in bakıcıları ve
putların hizmetkârları yanında bulunuyorlardı. Kişi, herhangi bir ihtiyacını
karşılamak istediğinde, gelir ve bu oklardan birisini çekerdi. Şayet
üzerinde: "Rabbîm bana emretti" yazısı bulunan ok çıkarsa, hoşuna gitsin
veya gitmesin o ihtiyacı olan şeyi
karşılamaya giderdi.
2-
İçkinin Tedricî Olarak Haram Kılınışı ve Nüzul sebebi:
İçkinin haram kılınışı, tedricî
bir şekilde ve birçok olay münasebetiyle gerçekleşmişti. Çünkü İslamdan
önce, Araplar içki içmeye çok düşkün idiler. İçki hakkında ilk nâzil olan
âyet:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem
de insanlar için bazı faydalar vardır"
(el-Bakara, 2/219) âyetidir.
Yani, içki ticaretinde bazı faydalar
vardır, demektir.
Bu âyet-i kerîme nâzil olunca
kimi insanlar, içki içmeyi terk ettiler ve: Buyû'k günahı bulunan bir şeye
ihtiyacımız yoktur, dediler. Kimileri de içki içmeyi terk etmeyip: Biz, bu
içkinin menfaatini alalım, günahını terk edelim, dediler.
Bu sefer:
"Sarhoşken... namaza yaklaşmayın"
(en-Nisâ, 4/43)
âyeti nâzil oldu. Yine bazı kimseler içki içmeyi terketti ve bizi namazdan
alıkoyan birşeye ihtiyacımız yoktur, dediler.
Diğer bazıları ise:
"Ey Îman edenler!, İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis
işlerindendir"
(mealindeki)
bu âyet-i kerîme nâzil oluncaya kadar içmeye devam ettiler. Bu âyet-i
kerimenin nüzulü ile birlikte içki içmek onlar için kesin olarak haram oldu.
O kadar ki, kimileri: Allah, şaraptan daha kesin ve ağır bir ifadeyle
herhangi bir şeyi haram kılmış değildir, dediler.
Ebû Meysere der ki: Bu âyet-i
kerimenin inişine sebep, Ömer b. el-Hattâb'dır.
Çünkü o, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a içkinin
kusurlarını zikretmiş ve içki içmekten dolayı insanların başına gelenleri
anlatmıştı. Haram kılınması için de yüce Allah'a
dua etmiş ve; Allah'ım, içki hususunda bize rahatlatıcı açıklamalarda bulun,
diye dua etmişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuş,
Hazret-i Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik
demişti. Bu husus, el- Bakara Sûresi (2/219-
ayetin tefsirinde) en-Nisa Sûresi'nde (4/43
âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd, İbn Abbâs'tan şöyle
dediğini rivâyet eder:
"Ey îman edenler! Sarhoşken... namaza yaklaşmayınız"
(en-Nisâ, 4/43) ile:
"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar, de ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem
de insanlariçin bazı faydalar vardır"
(el-Bakara, 2/219) âyetlerini el-Mâide
Sûresi'nde bulunan:'"İçkif kumar, putlar ve fal oktan.,." âyeti nesh etmiş
bulunmaktadır.
Ebû Dâvûd.
Eşribe 1.
Müslim'in Sahih'inde de Sa'd b. Ebi Vakkas'tan şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetler benim hakkımda nâzil
olmuştur... Bu arada şunu da zikretti. Ensar'dan bir topluluğun yanına
gittim. Bana: Gel sana yemek yedirelim ve şarap içirelimt dediler. Bu ise,
şarabın haram kılınışından önce idi. Onlarla beraber bir bostana gittik.
Yanlarında kızartılmış bir deve başı ile bir tulum şarap vardı. Onlarla
birlikte yedim, içtim. Yanlarında ensar ve muhacirlerden söz edildi,
Muhacirler ensardan hayırlıdır, dedim. Adamın birisi, devenin çene kemiğini
alarak onunla bana vurdu ve burnumu yaraladı. -Bir rivâyette- de burnumu
çatlattı denilmektedir. Sa'd'ın burnu çatlak kalmıştı. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gittim, durumu bildirdim. Bu
sebeple de yüce Allah benim hakkımda
-yani, kendisi hakkında şarapla ilgili
olarak-:
"İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis İşlerindendir. Artık
bunlardan kaçının..."
âyetini indirdi.
Müslim,
Fednilu's Sahabe 43.
3-
İçkiyi Haram Kılan Âyetlerin İnişinden Önceki Durum
Bu hadisler, içki içmenin o
dönemlerde mübâlı, uygulamada ve onlar tarafından reddolunmayacak ve
değiştirilmesine gerek görülmeyecek şekilde bir maruf
(uygun görülen bir iş) olduğunu
göstermektedir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın de bunu
ikrar ettiği (ses çıkarmadığına) delalet
etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Zaten az önce de geçtiği
üzere, en-Nisâ süresindeki; "Sarhoşken namaza yaklaşmayınız" ayeti de buna
delâlet etmektedir.
Acaba, sarhoş edecek
miktarı içmek onlar için mubah mıydı? Hazret-i
Hamza ile ilgili hadis, bu hususta gayet açıktır: Hazret-i
Hamza, Hazret-i Ali'ye ait iki dişi
devenin böğürlerini delmiş, hörgüçlerini kesmişti, Hazret-i Ali de durumu
Paygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a
haber verince, Hazret-i Hamza'nın yanına
geldi. Hazret-i Hamza,
Peygamber'e karşı gösterilmesi
gereken saygı ve ihtİmâma uymayan ağır bir takım sözler sarfetti. Bu ise
Hazret-i Hamza'nın sarhoşluk veren içki
dolayısıyla aklının başından gittiğine delâlet etmektedir. Bundan dolayı,
hadisi rivâyet eden şöyle demektedir:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) Hazret-i Hamza'nın sarhoş
olduğunu anladı. Sonra Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i
Hamza'nın bu yaptığına karşı çıkmadığı
gibi, bundan dolayı azarlamadı. Ne sarhoşken, ne de daha sonra böyle bir şey
yaptı. Hatta Hazret-i Hamza: Siz babamın
kölelerinden başka bir şey misiniz ki deyince, gerisin geri dönüp yanından
çıkıp gitmişti.
Buhârî
Musakat 13, Humus 1, Meğâzi 12, Talâk 11;
Müslim, Eşribe 1, 2; Ebû Dâvûd
Harac 20; Müsned I, 142.
Bu ise, usulcülerin
söyledikleriyle naklettiklerine uygun düşmemektedir. Çünkü onlar şöyle
derler: Sarhoşluk bütün şeriatlerde haram idi. Çünkü şeriatler kolların
maslahatları içindir. Onları fesada götürmek için değildir. Bütün
maslahatların aslı ise akıldır. Nitekim bütün fesatların asıl kaynağı aklın
gidişidir, o halde aklı gideren, yahut aklı karıştıran herşeyin yasaklanması
gerekir. Ancak, Hazret-i Hamza ile İlgin
bu hadis, Hazret-i Hamza'nın içki
içmekle sarhoş olmayı kastetmediği, fakat bu hususta içki çabuk etki
göstererek aklını örttüğü de ihtimal dahilindedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
4-
Rics:
Yüce Allah'ın:
"Rics: Pis"
âyeti ile ilgili olarak
İbn Abbâs; bu âyet-i kerimedeki "rics"in
gazab olduğunu söylemiştir. Kokuşmuş, necaset ve pisliklere de "rics"
denilebilir. "Ze" harfi ile "ricz'r ise, yalnızca azâb anlamındadır, "lüks"
sadece necaset hakkında kullanılır. Rics ise her ikisi hakkında da
kullanılır.
"Şeytanın pis işlerindendir"
âyetinin anlamı ise, şeytan bu işe itmek ve o işi süslü göstermek suretiyle
bunu yapar, demektir. Şöyle de denilmiştir: Bu hususta kendisine uyuluncaya
kadar bütün bu işleri baştan beri ilk yapan şeytanın kendisidir.
5- Bu
Pis Şeylerden Uzak Durma Gereği:
Yüce Allah:
"Artık bunlardan kaçının"
diye buyurmakla, bunları uzaklaştırın, bir
kenara bırakın, demek istemektedir. Böylelikle
yüce Allah, bu işlerden uzak durmayı emretmektedir Hadislerdeki
nasslar ve ümmetin icmai ile birlikte bu emir sigası sonucunda, "uzak
durmak" haram kılmak manasında olmuştur. İşte içki bununla haram kılınmış
oldu. Müslüman ilim adamları arasında Mâide Sûresi'nin içkiyi haram kılan
âyeti ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yine bu sûrenin,
Medine'de son İnen sûrelerden olduğu kabul edilmiştir. Bununla birlikte
leşin, kanın ve domuz etinin haram kılındığı âyetler ise,
yüce Allah'ın:
"De ki: Bana vahyolunanlar arasında... başka haram kılınmış bir şey
bulmuyorum"
(el-En'âm, 6/145.)
âyeti ile diğer âyetlerde haber kipi şeklinde varid olmakla birlikte içki
hakkında bu haram kılma nehiy ve bir yasak şeklinde varid olmuştur kîr bu da
haram kılmanın en kuvvetli ve en pekiştirilmiş ifade şeklidir.
İbn Abbâs şöyle demektedir; İçkinin haram kılındığına dair âyet nâzil
olunca Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in
arkadaşları, biri diğerinin yanına giderek şarap haram kılındı ve şirke denk
kılındı, dediler. Yani,
yüce Allah şarabın haram kılınışını,
putlar için hayvan kesmek ile birlikte zikretmiştir ki, bu bir şirktir.
Daha sonra
yüce Allah:
"Ta ki, kurtuluşa efesiniz"
âyeti ile de kurtuluşa ermeyi bu emirlere
bağlı kalarak zikretmiştir. Bu da vucubun (yani,
bu emirlere bağlı kalışın) te'kidine delâlet etmektedir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
6-İçki'nin Necaseti:
İçkinin
(hamrın) haram kılınıp, şeriatın onu pis
görmesi, hakkında "rics " tabirini kullanıp ondan uzak durmayı emretmiş
olmasından Cumhûr, onun necis
olma hükmünü de anlamıştır. Ancak bu hususta Rabia,
el-Leys b. Sa'd,
Şâfiî'nin arkadaşı el-Müzenî, müteahhir
Bağdat'lı bazı ilim adamları bu hususta onlara muhalefet edip, içkinin tahir
olduğu görüşünü kabul etmişler; haram kılınanın, yalnızca onu içmek olduğunu
söylemişlerdir. Said b. el-Haddâd el-Kuravî de şarabın temizliğine, Medine
yollarında dökülüşünü delil göstermiş ve şöyle demiştir: Eğer necis olsaydı,
ashâb (Allah hepsinden razı olsun) bu işi
yapmaz ve Peygamber yollarda defi
hacette bulunmayı yasakladığı gibi bunu da yasaklardı.
Buna şöyle cevap verilir:
Ashâb-ı kiramın bu isi yapmasının sebebi, şarabı İçine dökecekleri
giderlerinin ve kuyularının olmayışından dolayıdır. Zira, onların çoğunlukla
görülen durumları, evlerinde helalarının bulunmayışı şeklindeydi. Nitekim
Âişe
(radıyallahü anha) da evlerde hela edinmekten tiksiniyor olduklarını
İfade etmiştir.
Bk.
Buhârî, Meğâzî 34, Tefsir 24. Sûre 6;
Müslim, Tevbe 56;
Müsned, VI, 195.
Dökülmek kastıyla şarabın
Medine dışına taşınması ise, bir külfet ve bir zorluktur, Diğer taraftan
böyle bir işe kalkışmak, derhal yapılması vacib olan bir işi de ertelerdi.
Ayrıca, bunun pisliğinden sakınmak da mümkündü. Çünkü Medine'nin yolları
genişti. Şarap da öyle yolun her tarafını kaplayacak nehir gibi akacak
şekilde fazla değildi. Aksine, sakınmanın mümkün olduğu bazı yerlerde şarap
akmıştı. Diğer taraftan bunun, Medine yollarında açıktan açığa dökülmesi
gibi bir faydası vardı. Haram kılınması muktezasınca onun telef edilmesi ve
ondan yararlanmamak şeklindeki uygulamanın yaygınlık kazanması gibi.
Nitekim, insanlar da bunu peş peşe yapmış ve bu husus da aynı davranışı
göstermişlerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Denilse ki: Necis olmak şer'i
bir hükümdür. Bu hususta ise bir nass yoktur. Bir şeyin haram kılınması ise
necis olmasını gerektirmez. Şeriatta haram olup da necis olmayan nice şey
vardır.
Deriz ki:
Yüce Allah'ın:
"Rics"
âyeti, içkinin necis olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü rics, dilde necaset demektir. Diğer taraftan eğer biz
hakkında nass bulmadığımız sürece bir hüküm vermemek gibi bir kaideye riayet
edecek olursak, şeriat işlemez hale gelir. Çünkü, şeriatteki nasslar azdır.
Sidiğin, kazuratın, kanın, meytenin ve bundan başka birtakım şeylerin necis
olduklarına dair hangi nass vardır? Bunlar, ancak ifadelerin zahirlerinden,
umumlarından ve kıyaslardan anlaşılır. el-Hac Sûresi'nde
(22/30-31- âyet, 3- başlık ve devamında) bu
hususa dair açıklamalar, yüce Allah'ın
İzniyle- gelecektir.
7- Uzak
Durmanın Kapsamı:
Yüce Allah'ın:
"Artık bunlardan kaçının"
âyeti, hiçbir şekilde ve herhangi bir şey ile
yararlanmamak üzere, mutlak olarak kaçınıp uzak durmayı gerektirmektedir. Ne
içmek suretiyle, ne satmak, ne sirkeye dönüştürmek, ne tedavi ve ne de başka
herhangi bir yokla. Bu konuda varid olmuş hadisler de buna delâlet
etmektedir.
Müslim'in
İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bir adam,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’e şarap dolu
bir kırbayı hediye etti. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle
dedi:
"Allah'ın bunu haram kıldığını biliyor musun?"
Adam: Hayır deyince, (İbn Abbâs) dedi ki:
Bir adama gizlice bir şey söyledi.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) ona: "Ona
ne fısıldadın?" diye sordu. Adam: Ben ona
bu şarabı satmasını söyledim. Hazret-i
Peygamber şöyle buyurdu:
"Onu içmeyi haram kılan, onu satmayı da haram
kılmıştır." Bunun üzerine adam kırbayı
açtı ve içinde ne varsa boşalıncaya kadar öylece tuttu.
Müslim,
Musakat 68, Nesâî, Buyû’ 90;
Dârimî Buyû’ 35, Eşribe 9,
Muvatta’, Eşribe 18,
Müsned, IV, 227
İşte bu, söylediğimize
delâlet eden bir Hadîs-i şerîftir.
Zira, onda câiz olan herhangi bir fayda ve menfaat bulunsaydı,
Resûlüllah ölü koyun ile ilgili
olarak:
"Niçin postunu alıp tabaklamadınız da ondan
yararlanmadınız."
Müslim., Hayz 100;
Ebû Dâvûd, Libas 37,
Tirmizî Libâs 7;
Nesâî Feca 5
dediği gibi mutlaka açıklardı.
8- İçki
ve Diğer Necis Şeyleri Satmanın Hükmü:
Müslümanlar, içki ve kan
satımının haram olduğunu icma ile kabul etmislerdir. Bunda ise, pisliklerin,
sair necasetlerin ve yenilmesi helâl olmayan şeylerin satışının da haram
olduğuna bir delil vardır. İşte bundan dote^ -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır- Mâlik, hayvan pisliklerinin
satışını mekruhta görmüştür. İbnü'l-Kasım İse, faydalı oluşu dolayısıyla
buna ruhsat vermiştir. Ancak kıyas, Mâlik'in görüşü doğrultusundadır.
Şâfiî'nin görüşü de böyledir. Ayrıca bu
hadis de bunun doğruluğuna delâlet etmektedir.
9-
Şarabı Sirkeye Donüştürmenin Hükmü:
Fukahâ'nın
Cumhûru, şarabı sirkeye
dönüştürmesinin kimseye câiz olmadiğini kabul etmişlerdir. Şayet, şarabı
sirkeye dönüştürmek câiz olsaydu Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) adamın
kırbasının ağzını açıp şarabı dökmesine imkânmezdi. Çünkü sirke bir maldır.
Malın boşa harcanması, zayi edilmesi ise yasaklanmıştır. Hiçbir kimse de
müslümana ait bir şarabı döken kişinin, müslümana ait bir malı telef
ettiğini söylememektedir. Osman b. Ebi'l-Âs'da bir yetime ait bir şarabı
dökmüştür. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şarabı
sirkeye dönüştürmek hususunda izin istenmiş, fakat kendisi: " Hayır" diyerek
bunu yasaklamıştır.
Müslim,
Eşribe 11: Ebû Dâvûd, Eşribe 3;
Tirmizî, Buyû’ 59;
Dârimî, Eşribe 17;
Müsned, III, 119, 180, 260.
Hadis ehli ile Rey ehlinden
ilim adamlarından bir kesim bu kanaattedir. Suhnûn b. Said de buna
meyletmiştir.
Bir başka kesim ise şöyle
demektedir; Şarabın sirkeye dönüştürülmesinde bir mahzur olmadığı gibi, bir
insanın müdahelesiyle veya başka bir yolla
sirkeye dönüşmüş şaraptan yemenin de mahzuru yoktur, Bu,
es-Sevrî,
el-Evzaî, el-Leys b. Sa'd ve
Kûfelilerin görüşüdür.
Ebû Hanîfe der ki: Şayet şaraba misk ve tuz atar, bu da bir çeşit
marmelata dönüşür ve şarap halinden başka bir hale geçerse caizdir. Fakat,
marmelat hususunda Muhammed b. Hasan ona muhalefet ederek şöyle demektedir;
Şaraba ancak sirkeye dönüştürmek için müdahale yapılır.
Ebû
Ömer (b.
Abdi’l-Berr) der ki: Iraklılar,
şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda Ebû'd-Derdâ'yı delil gösterirler.
Bu rivâyet, Ebû İdris el-Havlânîden, o, Ebû'd-Derdâ’dan pek kuvvetli olmayan
bir yolla rivâyet edildiğine göre, Ebû'd-Derdâ, şaraptan dönüşmüş marmelatı
yer ve: Güneş ile tuz bunu tabakladı, dermiş. Ancak,
Ömer b. el-Hattâb ve Osman b. el-As,
şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususunda ona muhalefet ettiği gibi, sünnetin
varid olduğu yerde herhangi bir kimsenin görüşü delil teşkil edemez. Başarı
Allah'tandır.
Şarabın sirkeye
dönüştürülmesinin yasaklanışının, şarabın haram kılındığı ilk sıralarda,
İslâm'ın (bu yasağın) ilk yıllarında olma
ihtimali de vardır. Böylelikle, şarap içmenin yasaklanışı üzerinden fazla
bir zaman henüz geçmediği için, şarap alıkoymaya kimse devam etmesin. Bu
ise, bu konudaki alışkanlığa son vermek istemekten dolayı idi. Eğer durum
böyle idiyse, o takdirde buradaki yasak, şarabın sirkeye dönüştürülmesiyle
ilgili olmadığı gibi, şarabın dökülmesi emrinin verilmesi, sirkeye
dönüştürülmesinden sonra yenilmesine de engel teşkil etmez.
Eşheb de Mâlik'ten şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: Hıristiyan bir kimse, bir şarabı sirkeye
dönüştürecek olursa, onu yemenin bir mahzuru yoktur. Aynı şekilde müslüman
bir kimse de onu sirkeye dönüştürüp Allah'tan mağfiret taleb ederse yine
hüküm böyledir. Bu rivâyeti ise, İbn Abdi’l-Hakem Kitab'ında zikretmektedir.
Fakat, sahih olan Mâlik'in,
İbnü'l-Kasım ve İbn Vehb'in rivâyetine
göre söylediği; Müslümanın, sirkeye dönüştürmek kastıyla şaraba müdahale
etmesi de helal değildir, onu satması da helâl değildir; ama, o şarabı tutup
döksün, şeklindeki sözüdür.
10-
Şarap Kendiliğinden Sirkeye Dönüşürse:
Mâlik'in ve arkadaşlarının:
Eğer şarap kendiliğinden sirkeye dönüşecek olursa, o sirkeyi yemenin helâl
olduğu hususunda farklı görüşleri yoktur. Bu,
Ömer b. el-Hattâb, Kabîsa, İbn Şihab ve Rabiâ'nın görüşü olduğu gibi;
Şâfiî'nin İki görüşünden birisi de
böyledir. Ayrıca Şâfiî mezhebine mensub
ilim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre
Şâfiî'nin mezhebinden çıkartılan sonuç da budur.
11-
Şarabın Mülkiyet Altına Alınabileceği Görüşü Zayıftır:
İbn Huveyzimendad, şarabın mülk
edinilebileceğini zikretmektedir. O, bu görüşe, şarap vasıtasıyla boğaza
tıkanan lokmaların giderilebileceğini ve yangının söndürülebileceğini
söyleyerek varmıştır. Ancak bu, Mâlik'e ait olduğu bilinmeyen bir nakildir.
Bilakis bu, şarabın tahir olduğu görüşünü kabul edenlerin kanaatine göre
verilebilecek bir hükümdür. Eğer şarabı mülk edinmek câiz olsaydı,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) onun dökülmesini emretmezdi. Aynı
şekilde, mülkiyet bir tür menfaat sağlamaktır. Onu dökmek suretiyle de bu
menfaat iptal edilmiştir, Hamd, Allah'a mahsustur.
12- Zar
ve Satranç Oyunları da Haramdır:
Bu âyet-i kerîme, kumar olsun
olmasın, zar ve satranç oyunlarının haram olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü
yüce Allah, şarabı haram kıldığı
âyetinde bunun haram kılınışına sebep teşkil eden hususu da şöylece
açıklamaktadır: "Ey îman edenler! İçki, kumar... şeytanın pis
işlerindendir." Bu ayeti kerimeden sonra da:
"Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak...
isler"
diye buyurmaktadır.
Her bir oyunun azı, çoğunu da
arkasından getirir ve bu oyuna dalanlar arasında kin ve düşmanlığı salar.
Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyar. O halde bu oyunlar da şarap
gibidir. Böyle olmaları tıpkı içki gibi haram olmalarını gerektirmektedir.
İçki içmek sarhoşluk verir. Sarhoşken ise namaz kılınamaz. Ancak, zar ve
satranç oyunlarında bu özellik yoktur; denilse;
Buna şöyle cevap verilir; Şanı
yüce Allah, içki ve kumarı haramlık
hükmünde bir arada zikretmiş, her ikisini de insanlar arasında düşmanlık ve
kin salmakla nitelendirmiş, Allah'ı zikretmekten, namazdan alıkoyduklarını
ifade buyurmuştur.
Bilindiği gibi şarap sarhoşluk
vermekle birlikte, kumar sarhoşluk vermez. Ancak, bu hususta içki ve kumarın
birbirlerinden ayrı olmaları,-taşıdıkları ortak özellikler dolayısıyla-
Allah nezdinde haram kılınmaları bakımından aynı seviyede olmalarına engel
değildir. Yine şarabın azı sarhoşluk vermez. Tıpkı zar ve satranç oynamanın
sarhoşluk vermediği gibi. Ama, şarabın azı da çoğu gibi haramdır. O halde,
sarhoşluk vermese dahi zar ve satrançla oynamanın şarap gibi haram olmasına
karşı çıkılamaz. Diğer taraftan oyuna başlamakla birlikte gaflet insanı
sarar, Kalbi istila eden bu gaflet ise sarhoşluğun yerini tutar. Şayet şarap
sarhoşluk verip bu sarhoşluk sonucunda namazdan alıkoyduğu için haram kabul
ediliyorsa, o halde insanı gaflete düşürüp, bunun sonucunda da namazdan
alıkoyduğundan dolayı zar ve satrançla oynamak da haram kabul edilmelidir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
13-
Nesih Hükmünün Mükellef Açısından Sübâtu için Nâsik Hükmün Varlığı Yeterli
midir?
Hazret-i Peygambere bir şarap tulumu
hediye eden kişi ile ilgili hadis, (içkinin helal
olduğunu ifade eden âyeti) nesh edici âyetin, o kişiye varmamış
olduğuna; onun o da önceki mübahlığı esas alarak hareket ettiğine delalet
etmektedir. İşte bu şuna delildir: Bazı usul âlimlerinin söylediği gibi
hüküm, nesh edid âyetin varlığı ile kalkmaz. Bu hadisin de delâlet ettiği
gibi, nesh edici âyetin mükellefe varmasıyla kalkar. Sahih olan görüş de
budur. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) o kişiyi
azarlamamış, bunun yerine ona hükmü açıklamıştır. Zira o, ilk âyet gereğince
amel etmekle muhataptır. Muhatap olduğu o âyeti terkedecek olsaydı, isyankâr
olunacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Her ne kadar neshedici âyet
fiilen varid olmuşsa da bu böyledir.
Nitekim Küba mescidinde namaz
kılanlar için de böyle olmuştur, Onlar, haberci gelip kendilerine,
(Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı)
nesh eden âyetin indiğini bildirinceye kadar, Beytü'l-Makdis'e doğru namaz
kılıyorlardı. Haber kendilerine gelince, Kâ'be'ye doğru yöneldiler. Nitekim
bu husus, el-Bakara sûresinde (2/142. âyet, 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
Yine o sûrede, hamr'dan, onun
türeyişinden ve meysir'den (kumardan) da
söz edilmişti. (2/219- ayet, 1 ve 2. başlıklar)
Bu sûrenin baş taraflarında da dikili taşlar ile fal oklarına dair
açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. C5/3- ayet, 17 ve 18. başlıklar) Cenab-ı
Allah'a hamd olsun.
Muhakkak şeytan, içki ve
kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?
14- İçki ve Kumarın Zararları
ve 91. Ayetin Nüzul Sebebi:
Yüce Allah:
"Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak...
ister"
âyeti ile kullarına, şeytanın düşmanlık ve
kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O
bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı.
Rivâyete göre, ensardan iki
kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler
yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların
etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına
birşey yoktu. Onlardan birisi: Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu
bana yapmazdı, dedi. Böylelikle aralarında kin başgösterdi. Bunun üzerine
yüce Allah da:
"Muhakkak şeytan İçki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... İster"
âyetini indirdi.
el-Beyhakî,
es- Sünenu'l-Kübrâ, VIII, 496.
15-
Şeytan, Allah'ı Anmaktan ve Namaz Kılmaktan da Alıkoymak ister:
Yüce Allah:
"Ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister"
âyeti ile bize şöyle
diyor: Sarhoş olduğunuz vakit Allah'ı zikredemez, namaz kılamazsınız. Namaz
kılacak olsanız dahi, Ali'nin başına geldiği gibi siz de karıştırırsınız. Bu
hususun Abdurrahman (b. Avf)'ın başından
geçtiği en-Nisâ sûresinde daha önce anlatıldığı gibi
(4/43. ayet, 1. başlık) de rivâyet
edilmiştir.
Ubeydullah b.
Ömer de der ki: el-Kasım b. Muhammed'e,
satranç hakkında, o bir kumar mıdır? Zar hakkında, da o bir kumar mıdır?
diye sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
alıkoyan herşey bir kumardır. Ebû Ubeyd
der ki: O, bu açıklamasını yüce Allah'ın:
"Sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak İster"
âyetinden hareketle
yapmıştır.
16-
Şarap, Kumar ve Benzerlerinden Vazgeçiş:
"Artık vazgeçtiniz değil mi?"
Ömer
(radıyallahü anh) bunun "vazgeçiniz" lâfzının ifade ettiği manadan
ayrı olarak ağır bir tehdit olduğunu da görünce; Vazgeçtik, dedi.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da münâdisine, Medine yollarında: Şunu
bilin ki, şarap'artık haram kılındı diye seslenmesini emretti. Bunun üzerine
küpler kırıldı ve şarap Medine yollarında akacak kadar yollara döküldü.
Allah'a İtaat edin, Rasûle de
itaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki,
Peygamberimize düşen açıkça
tebliğden ibarettir.
17- Allah'a ve Rasûle İtaatin
Gereği:
Yüce Allah'ın:
"Allah'a itaat edin, Rasûle de itaat edin ve sakının"
buyruğur bu haram kılmayı
daha bir te'kid etmekte, tehdidi ağırlaştırmakta, emre uyma gereğini, yasak
kılınan şeyden vazgeçmeyi pekiştirmektedir.
"Ve Allah'a itaat edin"
âyetinin atf ile gelmesi de güzeldir. Çünkü,
bundan önceki İfadelerde de "vazgeçin" anlamı yer almıştır. Allah Rasulu
hakkında
"İtaat edin"
âyetinin tekrarlanması ise te'kid içindir.
Daha sonra emre muhalefet etmekten de sakındırmakta ve yüz çevirip geri
dönmeye karşılık da âhiret azâbı ile tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır:
"Eğer yüz çevirirseniz"
yani,
muhalefet edecek olursanız, "bilin ki Haram olduğunu bildirmekle
emrolunduğunu haram kılmak hususunda
peygamberimize düşen açıkça tebliğden ibarettir." Kendisine İsyan
olunması veya itaat olunmasına göre
cezalandırmak, yahut mükâfat vermek ise,
Peygamber gönderene aittir.
93
Îman edip salih amel
İşleyenlere, sakınır, îman eder ve salih amel İşledikleri, sonra da sakınıp
îman ettikleri, sonra yine sakınıp İhsanda bulundukları takdirde,
yaptıklarından dolayı bir vebal yoktur. Allah, ihsan edenleri sever.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
dokuz başlık halinde sunacağız:
1-
Âyetin Nüzul Sebebi:
İbn Abbâs,
el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki:
İçkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, ashâbtan bazıları: İçki içip kumar
parasını yediği halde aramuzdan ölenlerin durumu nasıl olacak ? gibi bazı
sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Tirmizî,
Tefsîr 5. sûre 10-12
Buhârî, Enes b. Mâliki'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû
Talha’nın evinde içki içenlere içki
veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair âyet nâzil oldu.
Peygamber de, bir münadiye bunu
yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha
şöyle dedi: Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak. Dışarı çıktım,
(gelip) şöyle dedim: Bu, "haberiniz olsun
muhakkak içki artık haram kılındı" diye ilan eden bir münadidir. Bu sefer
Ebû Talha şöyle dedi: Git ve o şarabı
dök. O şarap, el-Fadîh (diye bilinen, yarılmış
taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şaraptı) den
yapılmıştı. (Enes devamla.) der ki: Şarap,
Medine sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: Karınlarında
(şarap) bulunduğu halde bir topluluk
öldürüldü. Bunun üzerine yüce Allah:
"Îman edip salih amel İşleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur"
âyetini indirdi.
Buhârî,
Tefsir 5. sûre 11. Mezâlim 21; Müslim.,
Eşribe 3; Dârimî, Eşribe 2,
Müsned III, 227.
2-
Hazret-i Peygamber Hayatında Hükmün
İnişinden Önce Ölenlerin Durumu:
Bu âyet-i kerîme ile bu
Hadîs-i şerîf, ashâb-ı kiramın ilk
kıbleye doğru namaz kılarken ölen kimseler hakkındaki sorularını
andırmaktadır. Bu soruyu sormaları üzerine;
"Allah, imanınızı boşa çıkarmaz"
(el-Bakara, 2/143)
âyeti nâzil olmuştur. Buna göre bir kimse, ölünceye kadar mubah olan bir işi
yapacak olursa, bundan dolayı ne lehine, ne de aleyhine bir şey olur. Günah
kazanması da, sorumlu tutulması da, yerilmesi de, ecir alması da, Övülmesi
de sözkonusu değildir. Çünkü mubah, şeriat açısından her iki yönü de
birbirine eşit olan iştir. Buna göre, içki mubah iken içkinin kalıntıları
karnında bulunduğu halde ölen kimselerin durumu ile ilgili olarak korkuya
kapılmamak ve soru sormamak gerekirdi. Ancak, bu soruyu soran kişi,
mübahlığın delilinin farkına varmayarak, mübahlık hatırına gelmediğinden
dolayı sormuş olabilir yahut da yüce Allah'tan
korkusunun ileri derecede oluşundan, mü’min
kardeşlerine şefkatinden dolayı, daha önce içki içmesi sebebiyle
sorgulanmalarından, cezalandırılmalarından vehme kapılmış uluduğundan dolayı
böyle bir soruyu sormuş olabilir, İşte, yüce
Allah da: "îman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından
dolayı bir vebal yoktur" âyeti ile böyle bir vehmi ortadan kaldırdı.
3-
Neblz Diye Bilinen İçki Sarhoşluk Verirse Şarap Demektir:
Âyetin nüzulüne dair bu
Hadîs-i şerîfte, sarhoşluk vermesi
halinde hurmadan yapılan nebîzin, hamr (şarap)
olduğuna açık bir delil vardır. Bu, kendisine U'raz olunması câiz olmayan
açık bir nastır. Çünkü ashâb-ı kiram (Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun) dili bilen insanlardı. Onlar, bu içtikleri
nebizin bir hamr olduğunu akletmişlerdi. Zira, o dönemde Medine'de bundan
başka bir içkileri yoktu.
Şair el-Hakemî de şöyle
demiştir:
"Bizim bir şarabımız var.
Fakat, asma şarabı değildir o.
Bunun yerine o, yüksek hurma
ağaçlarının meyvesinden yapılır.
Bunlar semaya doğru yükselen
asmalardır.
Meyvelerini toplamak
isteyenlerin elleri ona ulaşamamıştır."
Buna açık delillerden
birisi de Nesâî'nin kaydettiği şu
rivâyettir. Bize el-Kasım b. Zekeriyya haber verdi: Bize, Ubeydullah,
Şeyban'dan haber verdi. O, el-A'meş'den,
o, Muharib b. Disar'dan, o, Cabir'den, o da
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan,
Hazret-i Peygamberin şöyle
buyurduğunu nakletti;
"Kuru üzüm ve hurma (dan
yapılan içki) şarabın tâ kendisidir,"
Nesâî,
Eşribe 3.
Yine sahih nakille sabit
olduğuna göre, Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh) -ki, dili ve şeriatı
bilen bir kişi olarak o yeter- Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’ın minberi
üzerinde hutbe irad ederken şöyle demiştir: Ey insanlar, şunu bilin ki,
şarabın haram kılınışı nâzil olduğu günde şarap beş şeyden yapılırdı:
Üzümden, hurmadan, baldan, buğdaydan ve arpadan. Şarap
(Hamr), aklı örten her şeydir.
Bukârî,
Tefsir 5- Sûre 10, Eşribe 2, 5; Müslim,
Tefsir 32, 33; Ebû Dâvûd, Eşribe 1; saf,
Esribe 2.
Bu ise, hamrın anlamı ile.
ilgili en sarih açıklamadır. Ömer b. el-Hattâb,
Medine'de Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın minberi
üzerinde sahabe topluluğunun huzurunda hutbe irad edip bu sözleri söyledi.
Onlar bu dili bilen ehil insanlardı. Ve garaptan
(hamrdan), bizim sözünü ettiğimiz şeyden başkasını da anlamamışlardı.
Bu husus, böylece sabit olduğuna göre, "hamr ancak üzümden yapılır. Üzümden
başkasından yapılana ise hamr denilmez ve hamr ismi onu kapsamaz. O içkilere
ancak nebîz denilir" diyen Ebû Hanîfe ve
Kûfelilerin görüşü de çürütülmüş
olur. Nitekim şair de şöyle demiştir:
"Ben 'nebîai nebîz ehline
terkettim.
Ve ben, onu ayıplayanla
antlaşmalı dost oldum
O öyle bir içkidir ki, gencin
şerefini kirletir
Ve kötülüğün kapılarını açar."
4-
Şarap Dışındaki İçkiler:
İmâm Ebû Abdullah el-Mâzerî der
ki: Seleften olsun, diğerlerinden olsun, ilim adamlarının çoğunluğunun
kanaatine göre türü itibari ile sarhoşluk veren herşeyin içilmesi de
haramdır. Az ya da çok olsun, çiğ
ya da pişmiş olsun, üzümden
veya başka şeyden yapılmış olsun fark
etmez. Bunlardan herhangi birisinden kim birşey içerse, ona had vurulur.
Sarhoşluk veren üzümden yapılan çiğ şaraba gelince, işte bir damlası dahi
olsa, azının da çoğunun da haram olduğu icma ile kabul edilen budur Bunun
dışında kalan içkilerin ise, Cumhûrun
görüşüne göre haram olduğu kabul edilmiştir.
Ancak,
Kûfeliler sözü geçenlerin dışında kalan
içkilerden az olanda muhalefet etmişlerdir. Az miktardan kasıt sarhoşluk
verecek dereceye ulaşmayan miktardır,
Üzümden çıkartıldığı halde
pişirilmiş olması halinde de farklı görüştedirler. Basralılardan bir gurubun
görüşüne göre, haramlık hükmü sadece üzümden sıkılan ve kuru üzümün
ıslatılıp pişirilmemiş olan içeceği içindir. Üzüm ve kuru üzümün suyunun
pişirilmiş olması ile bunların dışında kalanların pişirilmiş ve çiğ
(pişirilmemiş) suları ise, sarhoşluk
vermediği sürece helaldir
Ebû Hanîfe, haramlık hükmünün farklı hükümler taşımakla birlikte,
yalnızca hurma ve üzüm meyvelerinden sıkılana münhasır olduğu görüşündedir.
Onun görüşüne göre saf üzüm suyundan yapılmış şarabın azı da çoğu da
haramdır. Ancak, üçte ikisi gidinceye kadar pişirilmesi hali müstesnadır.
Islatılan kuru üzüm ve hurma İçeceğine gelince, bunlar herhangi bir miktar
nazarı itibara alınmaksızın az dahi olsa ateş üzerinde bırakılmış olsa bile,
bunların pişirilmiş olanları helaldir; çiğleri ise haramdır. Fakat o bunu
haram kabul etmekle birlikte bunları içmekten dolayı haddi gerekli
görmemektedir. Bütün bunlar ise, sarhoşluk sözkonusu olmadığı sürece
sözkonusudur. Eğer, sarhoşluk verecek olurlarsa, hepsi birbirine eşit
olurlar.
Hocamız fakih İmâm Ebû'l-Abbas
Ahmed (radıyallahü anh) der ki; Bu meselede
muhalif kanaatte olanlara hayret edilir. Çünkü bunlar derler ki: Üzümden
sıkılarak elde edilen şarabın az miktarı çoğu gibi haramdır. Bu hususta icma
da vardır. Bunlara; Şarabın az miktarı aklı gidermediğî halde ne diye
haramdır denilecek olursa, mutlaka şöyle denilir: Çünkü onun az miktarını
içmek daha çok içmeye götürür veya teabbüd
için böyledir. Bu durumda onlara şöyle denilir: Şarabın azı hakkında kabul
ettiğiniz herşey, aynen nebîzin azı hakkında da mevcuttur. O halde o da
haram olmalıdır. Zira, -eğer bu kabul edilecek olursa- bunlar arasında
yalnızca isim Farkı vardır. Böyle bir kıyas ise kıyas türlerinin en
yükseğidir. Çünkü burada, fer' bütün nitelikleriyle asla eşittir. Bu ise,
onun (Ebû Hanîfe'nin): "Kölelerimi azad
ettim" diyen bir kimsenînf azad etme hükmünün hem erkek köleler, hem de
cariyeler hakkında geçerli olmasını kıyasa dayanarak söylediğinin aynısıdır
Diğer taraftan Ebû Hanîfe ve
arkadaşlarına -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- gerçekten hayret edilir.
Çünkü onlar, kıyasta o kadar ileri giderler ve kıyası ahad haberlere tercih
dahi ederler. Bununla birlikte Kitap ve Sünnet ile ümmetin ilk dönemindeki
ilim adamlarının icma ile desteklenmiş bu celî kıyası bir kenara İterek,
muhaddislerin kitaplarında illetlerini beyan ettikleri şekilde hiçbirisi
sahih olmayan ve hiçbirisi sahih kitaplarda yer almayan hadislere itimad
etmişlerdir.
Yüce Allah'ın İzniyle bu meselenin geri katan kısmı en-Nahl
sûresinde
(16/67. ayet, 2. başlıkta) gelecektir.
5-
"Tatma"nın Mahiyeti:
Şanı
yüce Allah'ın:
"Tattıklarından"
âyetinde "tatmak;
(taam)" aslında yemek hakkında kullanılır. Mesela: "Yemeğin tadına
baktı, yedi ve içeceği içti," denilir. Ancak bu hususta, mecazî olarak da:
"Ne ekmeğin, ne suyun, ne uykunun tadına baktım," denir. Şair de der ki:
"Vecra
(denilen yer) de, yanakları meyilli deve
kuşları vardır;
Uykunun tadına bakmazlar Ancak
ayakta oldukları halde"
Daha önce el-Bakara sûresinde:
"Fakat kim onu tatmazsa...(el-Bakara, 2/249.
âyetin tefsirinde) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
(Ayrıca bk. 2/61. âyetin tefsiri)
6-
Mubah ve Canın Çektiği Lezzetli Şeylerden Yararlanmanın Sınırı:
İbn Huveyzimendâd der ki: Bu
âyet-i kerîme, mubah ve arzu edilen şeyleri alıp kullanmanın, yiyecek,
içecek, evlenmek gibi zevk alınan herşeyden yararlanmanın -bu hususta aşınya
gidilse ve bedeli ileri derecede olsa dahi- mübahlığını ihtiva etmektedir.
Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın şu
âyetlerini andırmaktadır:
"Allah'ın size helal kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın"
(el-Mâide, 5/82);
"De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve hoş ve temiz rızıkları
haram kılan kimdir?"
(el-A'raf, 7/32)
7-
Âyet-i Kerîmedeki Tekrarların Anlamı:
Yüce Allah'ın:
"Sakınır, îman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp îman
ettikleri, sonra yine sakınıp ihsan ettikleri taktirde, tattıklarından
dolayı bir vebal yoktur. Allah İhsan edenleri sever"
âyeti ile ilgili dört
görüş vardır:
1- Takvanın
(sakınmanın) anılmasında tekrar sözkonusu
değildir. Anlamı şudur: İçki içmekten sakınır, haram olduğuna İnanırlarsa
ikincisinin anlamı ise, sakınmaları
(takvaları) ve îmanları devam ederse,
üçüncüsünün anlamı ise, sakınıp ihsanda
bulundukları takdirde .... şeklindedir.
2- içkinin haram
kılınışından önce diğer haramlardan sakınır, haram kılınışından sonra da onu
içmekten sakınırlar, sonra da geri kalan diğer amellerinde sakınmalarını
devam ettirir ve davranışlarını güzel yapar, ihsanda bulunurlarsa, demektir.
3- Şirkten sakınır,
Allah'a ve Rasulüne îman ederlerse; ikincisinin
anlamı ise, sonra da büyük günahlardan sakınarak imanlarını attırırlarsa;
üçüncüsünün anlamı ise: Sonra da küçük
günahlardan sakınıp ihsanda bulunurlarsa, yani
nafile ameller işlerlerse.... demektir.
4- Muhammed b. Cerir der
ki: Birinci sakınma
yüce Allah'ın emirlerini kabul ile
karşılamak suretiyle sakınmak ve O'nu tasdik ederek O'na itaat edip
gereğince amel etmektir. İkinci sakınmak
ise tasdik üzere sebatı devam ettirmek suretiyle sakınmaktır.
Üçüncü sakınmak ise, ihsan ile ve nafileler
yaparak Allah'a yaklaşmak suretiyle sakınmaktır.
8-
Sakınan ve İhsan Eden:
Yüce Allah'ın:
"Sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde... Allah ihsan edenleri
sever"
âyeti, ihsan eden ve sakınan
(muttaki) kimsenin, salih ameller işleyip
îman eden muttaki kimseden daha faziletli olduğuna delildir. Fazileti ise,
ihsanı dolayısıyla ona verilecek olan ecir iledir.
9- Bu
Ayetin Yanlış Anlaşılması ve Kudame b. Mazûn:
Ashâbdan
(radıyallahü anhüm) Cumalıoğullarından
Kudame b. Maz'ûn, bu âyet-i (yanlış bir şekilde)
te'vil etmiştir. Bu sahabi, Habeşistan'a iki kardeşi Osman ve Abdullah ile
birlikte hicret edenlerdendir. Daha sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir'de
hazır bulunmuş ve uzun bir ömür sürmüştür. Ömer
b. el-Hattâb'ın kayın biraderi, oğlu Abdullah ve kızı Hazret-i
Hafsa’nın dayısı idi. Ömer b. el-Hattâb
onu, önce Bahreyn'e vali olarak tayin etmiş, daha sonra Abdulkays oğulları
efendisi el-Carud'un onun aleyhine şarap içtiğine dair tanıklık etmesi
üzerine azletmişti.
Buhârî,
Meğâzi 12.
Dârakutnî şu rivâyeti kaydederek der ki: Bize Ebû'l-Hasen Ali b.
Muhammed el-Mısrî anlattı: Bize, Yahya b. Eyyub el-Allâf anlattı. Bana, Said
b. Ufeyr anlattı. Bana, Yahya b. Fuleyh b. Süleyman anlatarak dedi ki: Bana,
Sevr b. Zeyd İkrime'den anlattı, o,
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini nakletti:
İçki içenlere
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde ellerle, ayakkabılarla ve
sopalarla vurulurdu. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) vefat
edinceye kadar bu böyle devam etti.
Ebû Bekir'in halifeliği
döneminde içki içenler, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
dönemindekilerden daha fazlaydı. O bakımdan Ebû Bekir vefat edinceye kadar
onlara kırkar sopa vururdu.
Ondan sonra gelen
Ömer de aynı şekilde kırkar sopa vurarak
cezalandırıyordu. Nihayet ona ilk muhacirlerden içki içmiş birisi getirildi.
Ona sopa vurulmasını emretti. Adam: Bana niye sopa vurdun? Benimle senin
aranda Allah'ın Kitabı hakem olsun, dedi.
Hazret-i Ömer şöyle dedi: Peki, Allah'ın Kitabının neresinde sana
sopa vuramayacağımı görüyorsun? Bunun üzerine adam şöyle dedi:
Yüce Allah kitabında: "Îman edip salih
amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur" diye
buyurmaktadır, işte ben de îman edip salih amel işleyen, sonra sakınıp îman
eden, sonra yine sakınıp ihsan edenlerdenim.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve
bütün önemli vakalarda hazır bulundum.
Hazret-i Ömer şöyle dedi: Bu söylediklerine karşı cevap vermiyor
musunuz? İbn Abbâs dedi ki: Bu âyet-i
kerimeler, daha önce geçenler için bir mazeret, geri kalan insanlara karşı
da bir delildir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Ey îman edenler, içki, kumar..."
Sonra, diğer ayeti de okuyarak devam etti.
Eğer bu gerçekten îman edip salih amel işleyen kimselerden olsaydı, şüphesiz
ki Allah ona içki içmesini yasaklamış bulunmaktadır. Bu sefer
Ömer şöyle dedi: Doğru söyledin, Peki
görüşünüz nedir?
Bu sefer
Ali
(radıyallahü anh) şöyle dedi: Şüphesiz bir kimse içti mi sarhoş olur.
Sarhoş oldu mu, hezeyan eder. Hezeyan etti mi de iftiralarda bulunur.
Müfteri kimseye de seksen sopa vurulur. Bunun üzerine
Hazret-i Ömer emrederek ona seksen sopa
vuruldu.
Dârakutnî,
III, 116.
el-Humeydi, Ebû Bekr
el-Berkanî'den, o da İbn Abbâs'tan şöyle
dediğini nakletmektedir: el-Carud, Bahreyn'den gelince dedi ki: Ey
mü’minlerin emiri, Kudame b. Maz'ûn
sarhoşluk verici içki içti. Ve ben, yüce Allah'ın
haklarından bir hak görürsem onu sana getirmem, benim üzerime bir hak görev
olur. Hazret-i Ömer: Senin söylediğinin
doğruluğuna kim şahidlik eder, deyince. O: Ebû
Hüreyre dedi. Bunun üzerine Hazret-i
Ömer, Ebû Hüreyre'yi çağırıp:
Neye şahidlik edersin Ey Ebû Hüreyre?
diye sormuş, O da: İçki içtiğinde ben onu görmedim ama, onu sarhoş ve
kusarken gördüm. Hazret-i Ömer; Sen,
şahidlikte işi aşırıya görürdün dedi, arkasından
Hazret-i Ömer, Bahreyn'de bulunan
Kudame'ye mektup yazarak yanına gelmesini emretti.
el-Carud henüz Medine'de iken
Kudame geldi. el-Carud da Hazret-i Ömer'le
konuşarak: Bu adama Allah'ın Kitabını uygula dedi.
Hazret-i Ömer el-Caruda: Sen bir şahid
misin? Yoksa bir hasım, bir davacı mısın? el-Carud: Ben şahidim dedi.
Hazret-i Ömer: Sen şahidliğini yapmış
bulunuyorsun demesi üzerine, el-Carud Hazret-i
Ömer'e: Ben, Allah adına sana söylüyorum, dedi. Bu sefer
Hazret-i Ömer şöyle dedi: Allah'a yemin
ederim, ya dilini tutarsın, yahut da sana kötülük yaparım.
Bu sefer, el-Carud: Allah'a
yemin ederim senin bu davranışın hak değildir. Amcan oğlu içki içecek, bana
kötü davranacaksın. Hazret-i Ömer onu
tehdit etti. Bu sefer, oturmakta olan Ebû
Hüreyre dedi ki: Ey mü’minlerin
emiri, eğer sen bizim şahitliğimizden şüphe ediyor isen, İbn Maz'un'un
hanımı, Velid'in kızı (Hind)'e sor Bunun
üzerine Hazret-i Ömer, Hind'e Allah
adına söylemesini istiyerek haberci gönderdi. Hint de kocası aleyhine
şahidlik edince, Hazret-i Ömer şöyle
dedi. Ey Kudame, ben sana sopa vuracağım. Bu sefer Kudame: Allah'a yemin
ederim -eğer dedikleri gibi içki içmiş olsam dahi- Ey
Ömer, senin bana sopa vurma hakkın
yoktur. Hazret-i Ömer: Nedenmiş o, Ey
Kudame deyince, Kudame şöyle dedi: Çünkü yüce
Allah:
"Îman edip salih amel işleyenlere... tattıklarından bir vebal yoktur. Allah
ihsan edenleri sever"
diye buyurmaktadır, dedi.
Bunun üzerine
Hazret-i Ömer: Ey Kudame, yanlış tevil
ediyorsun. Sen, eğer Allah'tan korksan, Allah'ın haram kıldığından uzak
dururdun. Sonra Hazret-i Ömer, hazır
bulunanlara dönerek şöyle dedi: Kudameye sopa vurmak hakkındaki görüşünüz
nedir? Hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmam uygun
görmüyoruz dediler. Hazret-i Ömer,
sesini çıkarmayarak ona sopa vurmadı.
Birgün sabahleyin, yine
yanındaki arkadaşlarına: Kudame'ye sopa vurmak hususundaki görüşünüz nedir,
diye sorunca, hazır bulunanlar: Hasta olduğu sürece ona sopa vurmanı uygun
görmüyoruz, dediler. Bunun üzerine Ömer
şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, kamçının altında ölerek Allah'ın huzuruna
çıkması, benim o sorumluluk boynumda olduğu halde Allah'ın huzuruna
çıkmamdan daha çok hoşuma gider. Allah'a yemin ederim ona sopa vuracağım
dedikten sonra, bana bir kamçı getirin, dedi.
Hazret-i Ömer'in azadlısı Eslem ona ince ve küçük bir kamçı getirdi.
Hazret-i Ömer o kamçıyı alıp eliyle
sıvazladıktan sonra Eslem'e şöyle dedi: Kavminin kötü adeti olan iltimas
seni etkiledi ha! Bana bundan başka bir kamçı getiriniz dedi. Bu sefer Eşlem
ona tam bir kamçı getirdi. Bunun üzerine Ömer,
Kudame'ye kamçı vurulmasını emretti. Bundan dolayı Kudame,
Hazret-i Ömer'e öfkelendi ve ona
darıldı. Kudame, Hazret-i Ömer'e dargın
vaziyette ikisi de hacc ettiler. Nihayet haclarından geri döndüklerinde
Ömer, es-Sukyâ denilen yerde konaklayıp
uyudu. Uyandığında Ömer şöyle dedi:
Çabuk bana Kudame'yi getiriniz. Haydi gidin bana onu getiriniz. Allah'a
yemin ederim ben rüyamda birisinin bana gelip şöyle dediğini duydum: Kudame
ile barış, çünkü o senin kardeşindir. Fakat Kudame'nin yanına gittiklerinde
Hazret-i Ömer'in yanına gelmeyi kabul
etmedi. Bu sefer Hazret-i Ömer,
Kudame'nin yanına sürüklenerek getirilmesini emretti. Nihayet
Hazret-i Ömer onunla konuştu ve onun
için Allah'tan mağfiret diledi. Böylelikle dargınlıklarından sonra ilk defa
barışmış oldular.
el-Beyhakî,
es-Sunenu'l-Kübrâ, VIII, 547-548; İlanul-Ashâb. Usdu'l-Gâbe, IV. 95; İbn
Hacer, el-İsâbe, V, 323. 324
Eyyub b. Ebî Temime der ki:
Bedir'e katılanlardan, şarap dolayısıyla ondan başka kimseye had vurulmuş
değildi.
İbnü'l-Arabî der ki: İşte bu, sana âyetin te'vilini
(ne anlama geldiğini) göstermektedir. Bu
hususta, Dârakutnînin naklettiği
hadiste, İbn Abbâs'tan zikredilenler
ile, el-Berkani yoluyla gelen hadiste, Hazret-i
Ömer'den gelen açıklamalar doğru olan açıklamalardır. Eğer şarap içen
bir kimse, başka hususlarda da Allah'tan korkacak olsa
(ve bundan dolayı haddi haketmediği kabul edilse),
şarap dolayısıyla hiç kimseye had vurulmazdı. O bakımdan, böyle bir te'vil,
en bozuk bir te'vildir. Kudame ise bunu farketmemişti.
Ömer ve İbn
Abbâs gibi (Allah ikisinden de razı olsun)
Allah'ın başarı verdiği kimseler ise, bunun doğru anlamını kavramışlardı.
Şair der ki:
"Ben zamanın üzüntü ve
kederinden ağladığını görecek olursam;
Mutlaka bende
Ömer'e ağlarım.."
Ali
(radıyallahü
anh)'dan rivâyet olunduğuna göre, Şam'da bir topluluk içki içtiler
ve: Bu içki bizim için helaldir deyip, bu âyet-i kerimeyi yanlış bir surette
te'vil ettiler. Hazret-i Ali ile Hazret-i Ömer,
tevbe etmelerinin istenmesini, tevbe etmeyecek olurlarsa öldürülmeleri
gerektiğini kararlaştırdılar. Bunu da el-Kiya et-Taberî
zikretmiştir.
el.-Kiyâ et-Taberî,
Ahkâmu'l-Kuran. III, 103.
94
Ey îman edenler, Allah gıyaben
kendisinden korkanları ortaya çıkarmak için avdan, ellerinizin,
mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir. Artık
bundan sonra kim aşırı giderse, onun için pek acıklı bir azap vardır.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
sekiz başlık halinde sunacağız:
1-
Âyetin Nüzul Ortamı:
Yüce Allah'ın:
"...Allah... sizi muhakkak deneyecektir"
âyeti, muhakkak sizi sınayacaktır demektir. Denemek
(ibtilâ), sınamak demektir.
Avlanma, Arab-ı Aribe'nin
Arap Tarihçileri Arapları iki büyük kısma ayırırlar. I.
Arab-ı Bâide Yaşayıp helâk olmuş, nesilleri tükenmiş Araplar. II. Arab-ı
Bakiye, Soyları devam eden Araplar bunlar da : a) Arab-ı Aribe ve b) Arab-ı
Musta'ribe olmak üzere iki kola ayrılırlar. Arab-ı Aribe Kahtanilerden
ortaya çıkan kabilelerdir. Arab-ı Mustaribe ise soyları İsmail
(aleyhisselâm)'a varan Araplardır
(H. İbrahim Hasan. îstûm Tarihi, çevirenler; İ.
Yiğit, S. Gümüş İstanbul 1985,1, 26-28) Merhum müfessir bü sözleriyle
avlanmanın Arapların çok eski dönemlerden beri geçim kaynaklarından birini
teşkil ettiğine işaret etmektedir.
geçim yollarından birisi idi. Hepsi arasında oldukça yaygındı. Oldukça
kullanılan bir yoldu. Allah da onları ihramlı iken ve Harem bölgesinde av
hayvanları ile sınadı. Tıpkı, İsrailoğullarını Cumartesi gününde haddi
aşmamakla sınadığı gibi.
Denildiğine göre, bu âyet-i
kerîme Hudeybiye yılı nâzil olmuştur. Ashâbın bazıları,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte ihrama girdikleri halde,
bazıları da ihrama girmemişti. O bakımdan, bir av göründü mü, durumları ve
davranışları o hususta farklı farklı olurdu. Av ile ilgili hükümler
kendileri için açık ve net olmadığından dolayı, durum ve fiillerinin
hükümlerine, hacc ve umrelerinin yasaklarına dair bir beyan olmak üzere
yüce Allah bu âyeti kerimeyi indirdi.
2- Bu
Âyet-i Kerîme'nin Muhataptan:
İlim adamları, bu âyet-i
kerimenin muhatapları ile ilgili olarak iki farklı görüş ileri sürmüşlerdir.
Birincisine göre, bu âyetin muhatapları
ihramlı olmayan kimselerdir. Bunu Mâlik
söylemiştir.
İkinci görüşe göre ise bunlar ihramlı olanlardır. Bunu da
İbn Abbâs söylemiş ve bu hususta
yüce Allah'ın:
"Sizi muhakkak deneyecektir"
âyetini delil göstermiştir. Çünkü, denemenin
kendisi vasıtasıyla tahakkuk ettiği avlanmaktan uzak durma yükümlülüğü,
ihram ile birlikte sözkonusu olur.
İbnü'l-Arabî ise şöyle demektedir: Ancak, bunun böyle olması
gerekmez, Çünkü teklif, kendisi için avlanmakla ilgili koşulan çeşitli
şartlar ile ve yine avlanma keyfiyetine dair kendisi için meşru kılınan
niteliklerle tahakkuk eder. Doğrusu, bu âyet-i kerimedeki hitabın, ihramlı
olsun, olmasın bütün insanlara yönelik olduğudur. Çünkü
yüce Allah'ın:
"Sizi muhakkak deneyecektir"
âyeti, mutlaka bununla mükellef kılacaktır,
demektir. Teklif ise, bütünüyle bir denemedir. Fazilet iset bunun çokluk ve
azlığında, zayıflık ve sıkıntılar arasındaki farklılıklarda ortaya çıkar.
3-
Hangi Tür Av Hayvanlarıyla Deneme Sozkonusudur:
Yüce Allah'ın:
"Avdan.., bir şeyle"
âyeti, avın bazılarıyla demektir. Burada
geçen; dan," teb'îz (kismîlik) içindir. Bu
da özel olarak kara avıdır. Bütün av hayvanlarını kapsamaz. Çünkü, denizin
de avı vardır. Bu açıklama et-Taberî ve
başkaları tarafından yapılmıştır. "Av (sayd)"
ile ise, avlanan hayvanlar kastedilmiştir. Çünkü
yüce Allah:
"Ellerinizin... erişebileceği"
diye buyurmaktadır.
4- Av
Neye Denir;
Yüce Allah'ın:
"Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği"
âyeti, küçük ve büyük av hayvanlarının durumunu açıklamaktadır.
İbn Vessâb ve
en-Nehaî
"(..........)
Erişebileceği"
âyetini, alttan noktalı
"ye" harfi ile
(.......) diye okumuşlardır.
Mücahid der ki: Eller, yavruları, yumurtaları ve kaçamayanları alıp
yakalayabilir. Mızraklar ise, büyük av hayvanlarına erişir. İbn
Vehb dedi ki:
Mâlik dedi ki:
Yüce Allah :
"Ey îman edenler, Allah... ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir
şeyle sizi muhakkak deneyecektir"
diye buyurmaktadır. İnsanın eliyle,
mızrağıyla, yahut herhangi bir silahı ile erişebilip de öldürdüğü her bir
şey, yüce Allah'ın buyurduğu gibi
avdır.
5- El
ve Mızrak Tabirlerinin Kapsamı:
Yüce Allah'ın, özel olarak
"elleri"
zikretmesinin sebebi, avlanmakta gösterilen
çabanın büyük bir kısmının ellerle yapılışından dolayıdır. Avcılıkta
kullanılan diğer hayvanlar, ipler, el ile yapılan tuzak ve ağlar da bunun
kapsamına girer. (Silahlar arasından) özel
olarak mızrakların anılışı ise, avı yaralayan araçların çoğunluğunu
mızrakların teşkil edişi dolay ısıyladır. Ok ve benzeri şeyler de kapsamına
girer. Avlanmada kullanılan hayvanlar ve oklara dair açıklamalar isef
sûrenin baş tarafında (el-Mâide, 5/4. âyet, 4.
başlık ve devamında) yeteri kadar yapılmış bulunmaktadır. Hamd,
Allah'a mahsustur.
6-
Kurulu Av Tuzak ve Ağlarına Yakalanan Avların Hükmü:
Tuzak ve ağlara yakalanan
avlar, sahiplerine aittir. Herhangi bir kimse avı bunlara takılmak zorunda
bırakacak olsa ve bu ağ ve tuzaklar olmaksızın bu avları yakalama imkânı
yoksa, o takdirde bu ağların sahibi öbürü ile ortaktır. Dağda bulunan arı
kovanlarına düşen arılar da sözü geçen ağ ve tuzaklar gibidir. Yüksek
burçlarda bulunan güvercinler ise, eğer mümkünse sahiplerine geri verilir.
Kovan arılarının durumu da böyledir. Bu, Mâlik'ten rivâyet edilmiştir.
Arkadaşlarından birisi de şöyle
demektedir: Güvercin, ya da arıların yanına
geldiği kimsenin, bunları geri vermek mükellefiyeti yoktur.
Eğer köpekler, bir avı bir
kimsenin evine ya da odasına girmek zorunda
bırakacak olursa, av hayvanı, köpekleri salan avcıya aittir ev sahibine
değil. Eğer, köpeklerin mecbur bırakması sözkonusu olmaksızın eve girecek
olsa, o takdirde o av hayvanı ev sahibine ait olur.
7-
Âyet, Av Hayvanının Avt Yakalayana Ait Olduğuna Delil Gösterilmiştir:
Bazıları, av hayvanının avcı
hayvanı kışkırtana değil de bizzat yakalayana ait olacağına bu âyeti delil
göstermişlerdir. Çünkü, avcı hayvanı kışkırtanın el,
ya da mızrağı henüz birşey ele geçirebilmiş
değildir. Ebû Hanîfe'nin de görüşü
budur.
8-
Kitap Ehlinin Avı:
Mâlik, kitap ehlinin avını mekruh görmekle birlikte haram dememiştir.
Çünkü yüce Allah:
"Ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği"
derken, îman ehlini
kastetmektedir Zira yüce Allah,
âyetin baş tarafında: "Ey îman edenler" diye bîtap buyurmuştur. Böylelikle
kitap ehli dışarıda bırakılmıştır.
İlim ehlinin
Cumhûru ise, ona muhalefet etmiştir.
Çünkü yüce Allah:
"Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir"
(el-Mâide, 5/5) diye buyurmuştur. Onlara
göre, av da tıpkı kitap ehlinin kestikleri gibidir.
Bizim
(Mâliki mezhebimizin) ilim adamlarımız ise, ayet-i kerîme, onların
yiyeceklerini ihtiva etmekle birlikte, av başka bir türdür. O bakımdan genel
olarak yiyeceklerin kapsamına girmez ve yiyecek, mutlak olarak kullanıldığı
takdirde avı kapsamaz.
Derim ki: Bu açıklama, avlanmanın kitap ehli nezdinde meşru
olmayışına binaen böyledir. Bu durumda av onların yiyeceklerinden olmaz.
Böylelikle bu iddia bizim için bağlayıcı olmaktan da çıkar. Şayet av, eğer
dinlerinde meşru ise, lâfız onu da kapsamına aldığından dolayı, bizim
onların av hayvanlarının da etini yememiz gerekir. Çünkü, bu da onların
yiyecekleri arasında yer alır,
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
95
Ey îman edenler! Sîz
ihramdayken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse cezası, iki
âdil kimsenin hükmü ile, öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ'be'ye ulaştırılacak
bir hayvan kurban etmektir. Yahut düşkünlere yemek yedirmek şeklindelti bir
keffârettir. Veya bunun dengi oruç
tutmaktır. Tâ ki ettiğinin vebalini tatmış olsun. Allah, geçmiştekileri
bağışlamıştır. Fakat, kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır.
Allah, mutlak galiptir, intikam sahibidir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
otuz başlık halinde sunacağız:
1-
Âyet-i Kerîmenin Muhatapları ve Nüzul Sebebi;
Yüce Allah'ın:
"Ey îman edenler"
şeklindeki bu hitabı, erkek olsun, dişi olsun bütün müslümanlaradır.
Buradaki yasak ise, yüce Allah'ın;
"Ey îman edenler, Allah... avdan ellerinizin..,erişebileceği bir şeyle sizi
muhakkak deneyecektir"
(el-Mâide 5/94)
âyetinde sözü geçen denemedir. Rivâyet olunduğuna göre, Ebû'l-Yeser, ki,
ismi Amr b. Mâlik el-Ensaif dir.
Ebû'l Yeser künyeli bu
sahabinîn ismi: Ka'b b. Amr b. Abbad...dır- (İbn
Hâcer, Tehzibut-Tehzib, VIII, 392).
Hudeybiye yılında umre yapmak üzere ihrama girmişti. O sırada bir yaban
eşeği öldürünce, onun hakkında:
"Siz ihramda İken avı öldürmeyin"
âyet-i nâzil oldu.
2-
Öldürmenin Mahiyeti:
Yüce Allah'ın:
"Avı öldürmeyin"
âyetinde geçen öldürmek, canın çıkmasına sebep
olan herbir fiildir. Bu da çeşitlidir. Boynunu kesmek, boğazını kesmek,
boğmak, vurmak ve buna benzer. Böylece yüce
Allah, avlanmak hususunda ihramlı kimseye, canın çıkmasına sebep
teşkil edecek hertürlü davranışı haram kılmış olmaktadır.
3- Avı
Öldürmenin ve Ondan Yemenin Cezası:
Bir kimse, bir av hayvanını
öldürse veya kesset ondan yiyecek olsa, onu
öldürmesi dolayısıyla tek bir ceza ödemesi gerekir. Yediği için bir ceza
gerekmez. Şâfiî de bu görüştedir.
Ebû Hanîfe ise şöyle der: Ona, yediğinin cezasını da vermek düşer.
Yani, onun kıymetini vermelidir. Ancak, iki
arkadaşı (Ebû Yûsuf ile Muhammed) ona
muhalefet ederek şöyle derler: (Yemesinden dolayı)
ona İstiğfar etmekten başka birşey gerekmez. Zira o, bundan başka bir meyte
yemiş gibidir. Bundan dolayı bir başka ihramlı kişi ondan yiyecek olsa, ona
da İstiğfardan başka bir şey düşmez.
Ebû Hanîfe'nin delili şudur: O, İhramı dolayısıyla kendisine yasak
olan bir iş yapmıştır. Zira o av hayvanını öldürmek ihramın yasaklarındandır
Bilindiği gibi öldürmekten maksat o hayvanın etini yemektir. Eğer maksada
kendisi vasıtasıyla ulaşılan şey, ihramının yasağı ise, ve bu onun için bir
cezayı gerektirmekte ise, bizzat maksadın kendisini gerçekleştirmesi,
cezalandırılması için daha uygundur.
4-
İhramlt Kimsenin Av Hayvanını Boğazlaması:
Bize
(Mâliki mezhebine) göre, ihramlı bir kimsenin av hayvanım boğazlaması
câiz değildir. Çünkü yüce Allah,
ihramlı olan kimseye av hayvanını öldürmeyi yasaklamıştır.
Ebû Hanîfe de bu görüştedir.
Şâfiî ise der ki: İhramlı kimsenin av hayvanını boğazlaması, bir serT
kesimdir. O,-bunu ileri sürerken şunları delil gösterir: Şer'î kesim,
ehliyete sahip bir kimseden -ki, o da müslümandır- sadır olmuştur. Ve bu
kesimT mahalline izafe olunmuştur. Bunlar da davarlardır. O halde bu, onu
yemeyi helal kılmak olan maksadını da gerçekleştirir. Bunun asıl dayanağı
ise,ihramsızkimsenin kesebilmesidir.
Derim ki: Kesme işinin ehil kimseden sadır olduğuna dair
iddianıza gelin' ce, ihramda olan bir kimse, av hayvanını kesme ehliyetine
haiz değildir. Zira ehliyet, akla dayanılarak tesbit edilen bir durum
değildir. Bunu belirleyen şeriattır. Bu da, şeriatın kesime izin vermesiyle
yahut da bunu reddetmesiyle anlaşılır. Reddetmek de kesmenin
yasaklanmasından anlaşılır. İhramlı olan kimseye ise, av hayvanını kesmesi
yasak kılınmıştır. Çünkü yüce Allah:
"İhramda iken avı öldürmeyin"
diye buyurmaktadır. Böylelikle bu nehiy
sebebiyle ehliyet sözkonusu olmamaktadır. Diğer taraftan, bu maksadını
gerçekleştirmektedir, sözünüze gelince, bizler ihramlı bir kimsenin av
hayvanını kesmesi halinde onun, o av hayvanından yemesinin helâl
olmayacağını ittifakla kabul ediyoruz. Ancak, size göre ondan başkası o av
hayvanından yiyebilir. Eğer hayvanı kesmek, kesen için helâl olması gibi bir
fayda sağlamıyor ise, ondan başkasına böyle bir fayda sağlamaması öncelikle
sözkonusudur. Çünkü fer' hükümleri itibari ile aslına
(yani, kıyasta ikinci önerme birinci önermenin
hükümlerine) tabidir. Dolayısı ile, asıl için sabit olmayan şeylerin
fer' için sabit olması sahih olamaz.
5- Av;
Sayd:
Yüce Allah'ın:
"Av"
âyeti, mastar olup, isim gibi muamele görmüştür. Avlanılan hayvan hakkında
kullanılmıştır. Burada "av" lâfzı ister kara, ister deniz av hayvanı olsun,
hepsi hakkında umumidir. Nihayet yüce Allah'ın:
"İhramda bulunduğunuz sûrece de icara avı size haram kılındı"
âyeti gelince, bu
âyetle yüce Allah deniz avını mutlak
olarak mubah kıldı. Nitekim, yüce Allah'ın
izniyle, bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair açıklamalar gelecektir.
6-
Yırtıcı Hayvanlar Kara Avının Kapsamı İçinde midir, Değil midir?:
Yırtıcı hayvanların, kara avı
kapsamının dışında olup ondan tahsis edilip edilmediği hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır.
Mâlik der ki: Kedi, tilki, sırtlan ve buna benzer saldırgan olmayan
bütün yırtıcı hayvanları İhramU bir kimse öldüremez. Öldürecek olursa
karşılığında fidyesini öder. Yine Mâlik
der ki: Küçük sinekleri de ihramlı kimsenin öldürmesini uygun görmedim.
Öldürecek olursa onların da fidyesini öder. Bunlar ise, karga yavruları gibi
değerlendirilir.
Bununla birlikte,
insanların üzerine çoğunlukla saldıran, hayvanların öldürülmesinde bir
mahzur yoktur. Aslan, kurt, kaplan ve pars gibi. Aynı şekilde yılan, akrep,
fare, karga ve çaylakın öldürülmesinde de bir mahzur yoktur. İsmail der ki:
Bu ise, Hazret-i Peygamber'in şu
âyeti dolayısıyladır:
"Beş fasık vardır ki bunlar,
Harem bölgesinde de Harem bölgesinin dışında da öldürülürler..."
Bu
Hadîs-i şerîf 7. başlıkta da
gelecektir. Kaynakları orada gösterilecektir.
Peygamber bunlara, "fasıklar"
diye ad vermiş ve onları yaptıkları fiillerle vasfetmiştir Çünkü, fasık,
fıskın ism-i failidir. Küçüklerinin bu gibi davranışlan yoktur. Köpeği
saldırgan olmakla nitelendirmiştir. Köpek yavruları ise saldırmazlar. O
bakımdan köpek yavruları bu sıfatın kapsamı içerisine girmezler.
Yine kadı İsmail der ki:
Saldırgan köpek, insanlara zararı büyük olan hayvanlardandır. Yılan ve akrep
de bu kabildendir. Çünkü bunlardan korkulur. Çaylak ve karga da böyledir.
Çünkü bunlar insanların elinden eti kapıp gider.
İbn Bukeyr der ki: Akrebin
öldürülmesine izin verilmesi, akrebin iğne ve zehirinin bulunmasından
dolayıdır. Farenin öldürülmesine izin verilmesi ise, yolcu için hayati önemi
olan su kabı ile ayakkabıları kemirmesinden dolayıdır. Karga ise, deve
üstüne kendisini bırakır ve devenin etini gagalayıp sırtını oyar.
Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Karga ve çaylak, zarar vermeleri hali dışında öldürülmezler.
Yine kadı İsmail der ki: Eşek ansı hakkında görüş ayrılığı vardır. Kimisi
onu yılan ve akrebe benzetmiştir. Eğer, eşek ansı insanlara kendiliğinden
saldırmayan bir hayvan olmasaydı, onlar için yılan ve akrepten daha çetin
olurdu. Şu kadar var ki, yılan ve akrepinki kadar onun tabiatında
saldırganlık yoktur. Hatta eşek arısı, rahatsız edilecek olursa kendisini
korumaya çalışır. (Yine Kadı İsmail) der
ki: Bir kimseye eşşek ansı gelir de, o da kendisini ona karşı sallallahü
aleyhi ve sellemunacak olursa, onu öldürmekten dolayı ona birşey düşmez.
Ömer b. el-Hattâb'dan eşek arısının
öldürülmesinin mübahlığına dair rivâyet sabit olmuştur.
İmâm Mâlik ise der ki: Eşek arasını öldüren bir kimse, birşeyler
yedirir. Yine Mâlik, pire, sinek,
karınca ve benzeri hayvanları öldüren hakkında da aynı şeyleri söylemiştir.
Rey Ashâbı derler ki: Bütün
bunları öldürenlere birşey düşmez. Ebû Hanîfe
de der ki: İhramlı bir kimse, yırtıcı hayvanlar arasından yalnızca saldırgan
köpeği ve kurtu öldürür. İster ilk saldıran bu hayvanlar olsun, ister
bunlara ilk saldıran ihramlı olsun farketmez. Bunların dışında yırtıcı
hayvanlardan herhangi birisini öldürecek olursa, onun fidyesini verir.
Yine
Ebû Hanîfe der ki: Şayet köpek ve kurlun
dışında herhangi bir yırtıcı hayvan ilk olarak ihramlıya saldıracak olursa,
ihramlı da onu öldürürse, ihramlıya birşey düşmez. Yine yılan, akrep, karga
ve çaylağı öldürmekten dolayı da ona birşey düşmez.
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının -Züfer
müstesna- özetle görüşleri böyledir. el-Evzaîf
es-Sevrf, el-Hasen de böyle demişlerdir.
Delil olarak da Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bazı
hayvanları muayyen olarak özellikle zikredip zararları dolayısıyla ihramlı
kimsenin bunları öldürmesine ruhsat vermiş olmasını göstermişlerdir. O
bakımdam bunlara herhangi bir hayvanı daha ilave etmenin izah edilir bir
tarafı olamaz. Ancak, herhangi bir şey üzerinde icma edecek olurlarsa, bu da
onların (Hazret-i Peygamber'in muayyen
olarak öldürme ruhsatı verdiği hayvanların) kapsamı içerisinde
değerlendirilir.
Derim ki: Ebû Hanîfe'ye
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- gerçekten hayret edilir O, kile ile ölçülme
illeti dolayısıyla toprağı da buğday gibi değerlendirdiği halde, fısk ve
saldırganlık illeti dolayısıyla diğer saldırgan yırtıcı hayvanları köpeğe
kıyas etmemekte; Mâlik ve
Şâfiî
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)'nin yaptığı değerlendirmeyi
yapmamaktadır.
Züfer b. el-Hüzeyl de der
ki: İhramlı kimse yalnızca kurtu öldürebilir. İhramlı olduğu halde kurttan
başka hayvan öldüren kişinin, ister bu hayvan ilk saldıran olsun, İster ilk
saldıran olmasın fidye ödemesi gerekir. Çünkü, bu hayvan dilsiz
(açma) bir hayvandır ve onun yaptığı bir
hederdir.
(Buhârî,
Zekât 66, Diyat 28, 29; Müslim Hudûd 45, 46;
Ebû Dâvûd,
Diyât 21; Tirmizî, Zekât 16, Ahkâm 37; Nesâî, Zekât 28 vs...)
hadîsine işaret edilmektedir.
Aksini kabul etmek konu ile ilgili hadisi reddetmektir ve ona muhalefet
etmektir.
Şâfiî ise der ki: Eti yenmeyen her bir hayvanı, ihramlı kimse
öldürebilir. Bunların küçükleri ile büyükleri arasında fark yoktur.
Bunlardan kurt ile sırtlandan doğma, melez yavru müstesnadır.
Şâfiî der ki: Akbaba, hamamböceği
maymun, şempanze ve etleri yenilmeyen hayvanlarda birşey yoktur. Çünkü
bunlar av hayvanları arasında değildir. Zira
yüce Allah şöyle buyurmaktadır;
"İhramda bulunduğunuz sürece de kara avı size haram kılındı"
(el-Mâide, 5/96) İşte bu da ihramlılara
haram kılınan avların, ihrama girmeden önce helal olan avlar olduğunu
göstermektedir. Bu ifadeyi Şâfiî'den
el-Müzenî ve er-Rabi' nakletmiştir.
Denilse ki; Eziyet vermekle ve
yenmemekle birlikte bitin neden fidyesini vermek gerekir? Buna şöyle cevap
verilir: Bitin fidyesini ödemenin tek sebebi, tırnak, saç gibi şeyler ile
ihramlının giymemesi gereken şeyi giymesi karşılığında vermesi gereken fidye
kadar vermesi gereğidir. Çünkü bitin atılması suretiyle eğer baş ve
sakalında bulunuyor ise, kendi üzerinden rahatsız edici bir şeyi atmış olur.
O, böylelikle sanki saçının bir bölümünü atmış gibidir. Şayet bit, açıkta
görülür ve öldürülecek olursa, bu durumda bitin bir eziyeti de olmaz, Bu
hususta Ebû Sevr'in görüşü, Şâfiî'nin
görüşüdür Bunu da Ebû Ömer
(b.
Abdi’l-Berr) söylemiştir.
7-
İhramlı Kimselerin Hadis Nassı ile Öldürebilecekleri Sabit Olanlar:
Hadis İmâmları,
İbn Ömer'den
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederler: "Beş
canlı hayvan vardır ki, ihramlı için bunları öldürmekte bir vebal yoktur:
Karga, çaylak, akrep, fare ve saldırgaa köpek." Lâfız
Buhârînindir.
Buhârî,
Cezau’s Sayd 7, Bedu’l-Halk, 16; Müslim,
Hacc 72, 76-79; Ebû Dâvûd, Menasik, 39;
Nesâî, Menâsik 82, 84, 86-88;
İbn Mâce Menasik 91:
Muvatta’' Hacc 88-90.
Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.
Müslim'in
kitabında da Hazret-i Âişe'den,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:
"Beş fasık (bozguncu hayvan) vardır ki, bunlar Harem
bölgesinin dışında da, Harem bölgesinin içinde de öldürülürler: Yılan, alaca
karga, fare, saldırgan köpek ve çaylak."
Buhârî,
Cezau's sayd 7; Müslim Hacc 66- 71;
Ebû Dâvûd, Menasik Î9;
Tirmizî, Hacc 21;
Nesâî, Menâsik 83,113, 114, 116-119;
İbn Mâce Menasik 91.
İlim ehlinden bir gurup da bu
hadis gereğince görüş belirtmiş ve şöyle demişlerdir: Kargalardan yalnızca
alaca olanı öldürülebilir. Çünkü, hadisteki ifade mutlak olanı
kayıtlamaktadır.
Ebû Dâvûd'un
Sünen'inde de Ebû Said el-Hudrî'den,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Ve kargaya ok atar fakat onu öldürmez"
Ebû Dâvûd, Menâsik
39, Tirmizî Hacc 21;
İbn Mâcet Menasik 91.
diye buyurmaktadır.
Mücahid de bu görüştedir. Cumhûr
ise, İbn Ömer hadisi gereğince görüş
belirtmişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
Ebû Dâvûd
ile Tirmizî'deki rivâyette ise,
saldırgan yırtıcı hayvan da yer almaktadır.
Ebû Dâvûd,
Menâsik 39, Tirmizî Hacc 21.
İşte bu da (bunların öldürülmesine müsaade
edilmesinin, illetine) dikkat çekmektedir.
8.
İkramda Avlanma Yasağının Kapsamına Giren Mükellefler;
Yüce Allah'ın:
"Siz İhramda iken"
âyeti, erkek kadın, hür ve köle hakkında
umumidir. Çünkü, " ihramlı erkek, ihramlı kadın" denilir. Bunun çoğulu da
"îhramlılar" şeklinde gelir.
Harem bölgesine giren kimse,
ifadesi hem zamanı, hem mekânı, hem ihramlı olma halini umum yoluyla değil
de müşterek lâfız olmak bakımından kapsamaktadır. Meselâ: Haram aylara
veya Haram bölgesine giren, yahut da ihram
elbisesini giyen bir kimse hakkında müşterek olarak: tabiri kullanılır. Şu
kadar var ki, zaman itibariyle Haram aylarına girmenin haram kılınışının
nazar-ı itibara alınmayacağı icma ile kabul edilmiştir. Geriye yalnızca
mekân ve ihramlı olma hali mükellefiyetin aslı olarak kalmaktadır. Bu
açıklamayı, İbnü'l-Arabî yapmıştır.
9-
Harem Bölgeleri ve Medine'nin Harem Bölgesi
Mekân olarak Harem bölgeler iki
tanedir, Medine Harem bölgesi ile, Mekke Harem bölgesi.
Şâfiî ise, Taif Harem bölgesini de
bunlara ilave etmiştir. Ona göre, Taif in de ağacı kesilmez, avı avlanmaz,
Bununla birlikte bunlardan herhangi birisini yapanın da bir cezası yoktur.
Medine Harem bölgesinde ise,
hiçbir kimsenin avlanması, oranın ağaçlarım kesmesi, Mekke hareminde olduğu
gibi, câiz değildir. Böyle bir iş yapacak olursa,
Mâlik,
Şâfiî ve arkadaşlarına göre yapana herhangi bir ceza düşmez, İbn Ebi
Zi'b, ceza ödemesi gerekir demektedir, Sa'd ise şöyle demektedir: Buna
verilecek ceza: Üzerindeki eşyanın alınmasıdır. Bu görüş
Şâfiî'den de rivâyet edilmiştir.
Ebû
Hanîfe ise der ki: Medine bölgesinin
avını avlamak haram değildir. Ağaçlarını kesmek de böyle. Onun görüşünü
kabul eden bazı kimseler, onun lehine Sa'd b. Ebi Vakkas'ın
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğine dair naklettiği
hadisi delil göstermişlerdir:
"Her kimi, Medine sınırları
içerisinde avlanır, yahut oranın ağaçlarını keserken görecek olursanız, onun
beraberindeki eşyalarını alınız."
Nitekim, Sa'd da bu şekilde davrananın beraberindeki eşyalarını
(selebini) almıştır.
Ebû Dâvûd, Menâsik
95; Müsned, 170.
(Ebû Hanîfe) der ki; Fukaha, Medine'de
avlanan kimsenin beraberindeki eşyalarının alınmayacağını ittifakla kabul
etmişlerdir, Bu ise, bu hadisin mensûh olduğuna delâlet etmektedir. Yine
Tahavî, böyle diyenlerin lehine Enes hadisini delil göstermiştir.
Hazret-i Peygamber
"en-Nuğayr ne yaptı?"
diye sormuş, kuş avlanmasını ve kuşu yakalamasını tepki ile karşılamamıştır.
Enes (radıyallahü
anh)'in rivâyetine göre küçük kardeşinin kendisiyle oynadığı Nuğayr
diye bilinen küçük bir kuşu varmış. Hazret-i
Peygamber onu görünce şakalaşarak: "Ey Ebû Umeyr, ne yaptı
Nugayr?" diye sorarmış, Buhârî, Edeb 81,
112; Müslim, Âdâb 30; Ebû Dâvûd, Edep 69
vd.
Ancak, bütün bunlarda
delil olacak bir taraf yoktur. Birinci hadis pek kuvvetli bir hadis
değildir. Diğer taraftan sahih olduğu kabul edilse bile, avlanan kimsenin
beraberindeki eşyaların alınmasının nesh edilmesi, Medine bölgesinin Haremi
ile ilgili sahih olan hadisleri ortadan kaldıramaz. Çünkü, nice haram şey
vardır ki, dünyada onun için bir ceza yoktur, İkinci hadise gelince bu,
harem bölgesi dışında avlanmış olabilir, Hazret-i
Âişe yoluyla gelen hadis de böyledir. Bu
hadîste belirtildiğine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait bir yabani hayvan vardı.
Resûlüllah dışarı çıktı mı, bu
hayvan oynar, hızlıca koşuşur, gider gelirdi. Fakat
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın geldiğini fark eder etmez, olduğu
yerde durur ve ona eziyet verir korkusu ile hareketsiz yerinde dururdu.
Müsned,
VI, 113, 150, 209.
Bizim bunlara karşı
delilimiz, Mâlik'in İbn Şihab'dan, onun, Said
b. el-Müseyyeb'den rivâyetine göre, Ebû
Hüreyre'nin şu sözleridir: Ben, ceylanları Medine'de otlar görecek
olursam, onları rahatsız etmem. (Çünkü),
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"(Medine'nin) iki kara taşlığı arası, Haram bölgedir"
Muvatta’',
Cami' (Medine) 11,
Buhârî, Fedailul-Medine 4;
Müslim, Hacc 471, Bu manadaki diğer
hadisler için bk. el-Mu'cemul-Mufehresti Elfazi'l-Hadis, VI, 151.
Ebû
Hüreyre'nin: Ben onları ürkütmem,
rahatsız etmem, şeklindeki ifadesi, Medine Haremi çevresinde av hayvanlarını
ürkütüp korkutmanın câiz olmadığına delildir. Tıpkı Mekke Hareminde av
hayvanlarını ürkütüp korkutmanın câiz olmadığı gibi. Aynı şekilde Zeyd b.
Sabit de Şûrahbil b. Sa'd'ın Medine'de avlamış olduğu ve elinde bulundurduğu
göçeğen kuşunu almış olması
Muvatta’'i Cami'
(Medine) 13
da, ashâb-ı kiramın Medine bölgesindeki av hayvanlarının haram kılınışı
hususunda Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın maksadını
iyice kavramış olduklarına ve Medine'de avlanmayı da, avlanılan hayvanları
mülk edinmeyi de câiz görmediklerine bir delildir.
İbn Ebi Zi'b'in,
(Medine'de avlanan ceza verir şeklindeki)
görüşüne gösterdiği dayanak ise, Hazret-i
Peygamber'den gelip, Sahih'te yer alan şu âyetidir:
"Allah'ım, şüphesiz İbrahim Mekke'yi Haram bölge ilan
etti. Ben de Medine'yi o, ne ile Mekke'yi haram kılmış ise, ben de onun gibi
ve onunla birlikte bir o kadar fazlası ile haram kılıyorum. (Medine'nin)
bitkisi kopanlmaz, ağacı kesilmez ve av hayvanı ürkütülmez."
Buhârî,
İlm 39, Hacc 43, Lukata 7 Buyu' 28, Cizye 22;
Müslim, Hacc 445, 448; Ebû Dâvûd
Menasik 89; Nesâî, Menasik 110, 111120;
İbn Mâce, Menâsik 103;
Dârimî, Buyû’ 60. Bütün bu yerlerde;
Mekke'yi haram kılanın yüce Allah
olduğu belirtilmektedir.
Diğer taraftan, Medine haremi
de avlanmanın yasak kılındığı bir Harem bölgedir. O halde Mekke hareminde
olduğu gibi, bu bölgede yapılan avın da cezası-ödenmelidir. Kadı
Abudulvehhab der ki: Bu görüş, benim kanaatime göre bizim
(Mâliki) mezhebimiz usullerine en uygun bir
kıyastır. Özellikle bizim mezheb âlimlerimize göre Medine, Mekke'den daha
faziletlidir. Yine, Medine'de kılınan namaz, Mescid-i Haram'da kılınan
namazdan daha faziletlidir.
Mâlik
ve Şâfiî'nin Medine hareminde avlanan
kimse hakkında ceza hükmü ve -Şâfiî'nin
meşhur olan görüşüne göre- beraberindeki eşyasının alınmayacağı hükmünün
verilmeyişine dair gösterdikleri deliller arasında
Hazret-i Peygamber'in Sahih'te yer
alan şu âyetinin genel ifadesi de vardır.
"Medine'nin Ayr dağı ile Sevr dağı arasındaki bölgesi (harem bölgesidir).
Kim orada bir suç işler, yahut cinayet işlemiş birisini barındıracak olursa,
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah,
Kıyâmet gününde ondan herhangi bir hayır amelini ve fidyesini kabul
etmesin,"
Buhârî, Efdalu'l-
Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 21; Müslim,
Hacc 467, İtk 20; Ebû Dâvûd, Menasik 95;
Tirmizî, Vela 3;
Müsned, I, 81, 126, 151.
Görüldüğü gibi burada
Hazret-i Peygamber oldukça ağır
tehditte bulunmuş, fakat bir keffâretten söz etmemiştir.
Sa'd'dan nakledilene
gelince bu, Sa'd'a has bir görüştür. Çünkü, Sahih'te ondan rivâyet
olunduğuna göre, o, el-Akikideki köşküne binip gittiği sırada, bir kölenin
bir ağacı kesmekte -ya da meyvesini
silkelemekte- olduğunu görür, o da beraberinde ne varsa ondan alır. Sa'd
geri dönünce, bu köle sahipleri yanına gelip onunla kölelerinden
aldıklarını, kölelerine ya da kendilerine
vermesi için konuşurlar. Sa'd ise :
Resûlüllah'ın bana ganimet olarak vermiş olduğu bir şeyi
vermekten Allah'a sığınırım diyerek, köleden aldıklarını geri vermeyi kabul
etmedi.
Sa'd
(radıyallahü anh)'ın başından geçen bu
olaya bu başlığın baş taraflarında değinilmiş; kaynakları da orada
gösterilmişti.
İşte Sa'd'ın "bana verdiği ganimeti" şeklindeki sözünün zahirinden
anlaşılan, bunun ona has olduğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
10-
İhramlıyken Kasten, Unutarak ve Hata ile Avlanmanın Hükmü:
"İçinizden kim onu bilerek öldürürse"
âyetinde
yüce Allah, kasten avı öldüreni
sözkonusu etmekte, fakat hata ederek ve unutarak avlanandan söz
etmemektedir. Burada kasten avlanandan kasıt, ihramlı olduğunu bilmekle
birlikte bir ava kastedendir. Hata eden ise, kastı başka bir şeye olmakla
birlikte ava isabet ettirendir. Unutan ise, avı kastetmekle birlikte ihramlı
olduğunu hatırlamayan kimsedir. Bu hususta ilim adamlarının beş ayrı görüşü
vardır.
1-
Dârakutnî'nin senedini kaydederek
İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair
rivâyeti: "Keffaret, ancak kasten avlanmaktadır. Hata yoluyla avlanmakta
cezayı ağırlaştırmaları ise, bir daha bu İşe tekrar dönmemeleri içindir."
Dârakutnî,
II, 245
2-
Yüce Allah'ın:
"Bilerek (kasten)"
diye buyurması,
çoğunlukla görünen hale binaen buyrulmustur. Şeriat usulünde olduğu gibi,
nadir olan da buna ilhak edilmiştir (aynı hükme
tabi görülmüştür).
3- Hata edene ve unutana
birşey düşmez. Taberî ve kendisinden
nakledilen iki rivâyetten birisinde Ahmed b.
Hanbel bu görüştedir. Bu görüş, İbn
Abbâs ve Saîd b. Cübeyr'den de
rivâyet edildiği gibi, Tavus ve Ebû Sevr de böyle demiştir. Davud'un görüşü
de budur. Ahmed şöylece görüşüne delil göstermektedir: Şanı
yüce Allah'ın, özel olarak bilerek ve
kasten avlananı sözkonusu etmesi, böyle olmayanları farklı hükme tabi
olduğunun delilidir. Şunu da İlave eder: Aslolan, zimmetin berâetidir.
Dolayısıyla herkim, zimmetin herhangi bir hakla meşgul olduğunu iddia edecek
olursa, delil getirmesi gerekir.
4- İster kasten, ister
hata, isterse de unutarak avlansın, onun aleyhine ceza vermekle hüküm
edilir. Bu görüşü İbn Abbâs ileri
sürmüştür. Ayrıca, Ömer, Tavus,
el-Hasen, İbrahim ve
ez-Zührî'den de rivâyet edilmiştir.
Mâlik,
Şâfiî, Ebû Hanîfe ve arkadaşîan
da bu görüştedirler. ez-Zührî der ki:
Kasten avlanmada ceza Kur'ân ile öngörülmüştür. Hata ve unutarak avlanmada
ceza ise sünnet gereği öngörülmüştür.
İbnü'l-Arabî der ki: Eğer sünnetten kastı,
İbn Abbâs'tan ve
Ömer'den varid olan rivâyetler ise
mesele yok. Ve zaten onlardan gelen bu rivâyetler örnek olarak ne kadar
güzeldir.
5- Av hayvanını kasten
öldürmesi, ihramlı olduğunu unutarak öldürmesi demektir. -Bu,
Mücahidin görüşüdür. Çünkü
yüce Allah, bundan sonra:
"Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır"
diye buyurmuştur.
(Mücahid) devamla der ki: Eğer ihramlı
olduğunu hatırlayarak avlanacak olursa, ilk defa ona ceza vermek gerekirdi.
İşte bu da yüce Allah'ın, ihramını
unutarak, fakat av hayvanını öldürmeyi kastederek avlandığının sözkonusu
edildiğine delil olmaktadır. Mücahid der
ki: Eğer ihramlı olduğunu hatırlayarak avlanırsa, artık o, ihramdan çıkar ve
onun haccetmesi sözkonusu olmaz: Çünkü o, ihramlı halinde yasak olan bir iş
işlemiştir. Tıpkı namazda iken konuşması veya
abdest bozacak bir durumu olması halinde olduğu gibi, haccı da batıl olur.
İşte hata ederek avlanan kimseye cezanın faydası vardır
Bizim,
Mücahide karşı delilimiz ise şudur: Şanı
yüce Allah, ceza vermeyi öngörmüş,
fakat fesaddan söz etmemiştir. Dolayısıyla kişinin, ihramlı olduğunu
hatırlaması ile unutması arasında bir fark yoktur. Haccı namaza kıyas etmek
de doğru olamaz. Çünkü bunlar birbirlerinden farklı şeylerdir. Yine
Mücahid'den bu şekilde kastı olarak av
hayvanını öldüren ihramlı aleyhine ceza hükmü verilmeyeceğini, Allah'tan
mağfiret dileyeceği ve haccının da tamam olacağını söylediği de rivâyet
edilmiştir, İbn Zeyd de bu görüştedir.
Dâvud
(ez-Zahirî)'ye
karşı delilimiz ise şudur: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)a, sırtlan
hakkında soru sorulmuş, o da:
"O bir av hayvanıdır"
buyurmuş, böylelikle ihramlı bir kimse avladığı takdirde onun
yerine bir koç fidye vermesini emretmiş ve orada kasıt
veya hatadan gözetmemiştir.
İbn Mâce.
Menâsik 90:Dârimî. Menâsik 90v
Muvatta’', Hacc 230,
Dârakutnî, II, 246.
Bizim
(Mâliki) mezhebimizin ilim adamlarından olan Bukcyr der ki: Şanı
yüce Allah'ın:
"Bilerek"
diye buyurması, kasten öldürülmesi halinde
keffâret belirlemediği Âdemoğluna benzemediğini, av hayvanında keffâretin
sözkonusu olduğunu ve bununla hata yoluyla öldürmede cezayı kaldırmayı
kastetmediğini açıklamak içindir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
11-
İhramlı Bir Kimse, Bir Çok Defa Av Hayvanı Öldürürse:
İhramlı olduğu halde, arka
arkaya av hayvanı öldürecek olursa, Mâlik,
Şâfiî, Ebû
Hanîfe ve diğerlerinin görüşlerine göre, her bir öldürmesi
karşılığında aleyhine ceza vermesi hükmü verilir. Çünkü
yüce Allah:
"Ey Îman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek
öldürürürse, cezası... öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayran kurban
etmektir"
diye buyurmaktadır.
Bu âyette yasak, ihramlı
hakkında süreklidir, O ihramda kaldığı sürece bu yasak da devam etmektedir.
O bakımdan, ne vakit bir hayvan öldürürse, bundan dolayı onun bir ceza
ödemesi gerekir.
İbn Abbâstan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İslamda onun aleyhine
iki defa ceza vermesi hükmü verilmez. Aleyhine yalnızca bir ceza vermesi
hükmü verilir. İkinci bir defa bu işi
tekrarlayacak olursa, aleyhine hüküm verilmez. Ona: Allah senden intikam
alır, denilir. Çünkü yüce Allah:
"Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan İntikam alır"
diye buyurmuştur, el-Hasen, İbrahim,
Mücahid ve Şûreyh de bu görüştedir.
Bunlara karşı delilimiz ise,
sözünü ettiğimiz şekilde onun ihramda kaldığı sürece bu avlanmanın haramlığı
hükmünün devam etmesi ve İslâm dininde onun aleyhine bu şekilde hitabın
yöneltilmiş olmasıdır.
12-
Kıraat Farkları:
Yüce
Allah'ın:
"Cezası... öldürdüğü hayvanın benzeri"
âyetinde, dört ayrı kıraat vardır, (Birincisi):
"şeklinde, birinci kelime olan cezanın merfu' ve tenvinli okunması, ikinci
kelimenin de sıfat olmak üzere ötreli gelmesi. Bu durumda haber ise
saklıdır, ifadenin takdiri ise şöyledir: "Ona, öldürdüğü hayvanın benzeri
bir ceza vacib olur." Bu kıraate göre "benzerin bizzat cezanın kendisi
olması gerekir.
İkinci kıraat 'ın merfu' ve tenvinsiz olarak, nin de izafet ile
okunmasıdır. Yani ona, öldürdüğünün benzeri
ceza vardır. Bu halde- fazladan gelmiştir. Konuşma anında; ; Ben senin
gibisine ikram ediyorum, deyip de bununla; Ben de sana ikram ediyorum demek
istemesine benzer. Bunun bir benzeri de şanı
yüce Allah'ın şu âyetleridir:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için
kendisine bir nûr verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan
kimse gibi midir?"
(el-En'âm, 6/122)
İfadenin takdiri ise,: Karanlıklardaki kimse gibi midir? seklindedir.
(Yani, âyet-i kerimede yer alan ve ikinci bir
benzetmeyi ifade eden mesel kelimesinin zâid geldiğini kastetmektedir).
Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir:
"O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur."
(eş-Şûra, 42/11)
Yani, onun gibi hiçbir şey yoktur. Bu kıraate göre, Öldürülen avın
cezasının, onun benzerinden başkasının olmasını gerekmektedir. Zira, hiçbir
şey kendi kendisine izafe edilmez. Ebû Ali de der ki: Ceza olarak verilmesi
gereken öldürülenin karşılığıdır. Yoksa, öldürülenin benzeri ceza olarak
verilmez. İzafet ise, mislin karşılığının ceza olarak verilmesini
gerektirir. Öldürülenin cezasını değil. Bu, ileride de geleceği gibi
Şâfiî'nin görüşüdür.
Yüce Allah'ın:
"Hayvanın"
âyeti, her iki kıraate göre de ceza"nın
sıfatıdır.
el-Hasen ise, şeklinde "ayn" harfini
sakin olarak okumuştur ki, bu da bir şivedir. Abdurrahman ise, şeklinde, ref
ile ve tenvinli olarak; kelimesini ise mansub olarak okumuştur. Ebul-Feth
der ki: kelimesinin mansub olması, bizzat "ceza" kelimesi iledir. Anlamı da:
Öldürdüğünün benzerini ceza olarak verir, şeklinde olur
İbn Mes'ûd ve
el-A'meş ise, "ne" zamirini izhar
ederek; Onun cezası,, benzeri...dir" diye okumuşlardır. Bu zamirin, ava
yahut da avı öldüren avcıya ait olması muhtemeldir.
13-
İhramlı İken Avlanmanın Cezası Hangi Halde Sözkonusudur?
Ceza,
yüce Allah'ın da buyurduğu gibi, av
hayvanını bizzat yakalamakla değil de onu öldürmekle vacib olur.
el-Müdevvene'de şöyle denilmektedir: Kim bir kuş avlar da onun tüylerini
yolsa, sonra da onu bir yerde alıkoysa, o kuşun tüyleri bitip uçsa, bu kuşu
avlayana bir ceza düşmez.
Aynı şekilde bir av hayvanın ön
ayağını yahut arka ayağını, ya da
organlarından herhangi birisini koparsa ve ölmezse sağlığına kavuşup diğer
av hayvanlarına katılacak olsa, avcıya birşey düşmez. Ona, o av hayvanına
verdiği eksiklik kadar bir ceza vermesi gerekir, de denilmiştir.
Eğer av hayvanı kaybolup ne
yaptığını bilemeyecek olursa, onun tam cezasını Ödemesi gerekir. Av hayvanı
kötürümleşip diğer hemcinslerine katılamayacak olursa yahut da onun için
durumun tehlikesinden korkulacak bir halde bırakırsa, o hayvanın tam olarak
cezasını ödemesi gerekir.
14-
Cezası Gereken Av Hayvanları:
Cezası gereken av hayvanları,
karada yaşayan hayvanlar ile kuşlar olmak üzere iki türlüdür. Karada yaşayan
hayvanlardan, hilkat ve şekil itibariyle benzeri olanı ile cezalandırılır. O
bakımdan, deve kuşunda büyük baş hayvanı, yaban eşeği, yaban öküzü
karşılığında inek, ceylanda da koyun ceza olarak kesilir.
Şâfiî de bu görüştedir.
Mâlik'e göre, ceza olarak
yeterli olan asgari miktar, mümkün olan ve kurban edilebilen hediye
kurbanıdır. Bu ise, koyun ve keçi türünden bir yaşında, onun dışındaki büyük
başlardan ise seniy (inek türü için üç yaşında,
deve için altı yaşında )dir. Cezası bu seviyeye ulaşmayanların
karşılığında ya yemek yedirilir, yahut oruç tutulur.
Bütün güvercin türlerinde
-Mekke güvercini müstesna- kıymetleri fidye olarak verilir. Ancak Mekke
güvercini karşılığında bu hususta selefe uyularak bir koyun verilir. Dubsî
(kara tüylü bir kumru çeşidi), üveyik kuşu
ve kumru ile boynunda gerdanlığı andıran renkli tüyleri bulunan bütün
kuşların hepsi de güvercin gibidir. İbn Abdilhakem'in, Mâlik'ten
naklettiğine göre, Mekke güvercinleri ile yavruları karşılığında bir koyun
ceza kurbanı kesilir. Yine Mâlik der ki:
Bütün Harem bölgesinin güvercinleri de böyledir. Ancak, Harem bölgesi
dışındaki güvercinlerde bilirkişi takdirine göre ceza verilir.
Ebû Hanîfe der ki: Avlanan hayvanın misli, kıymette muteberdir.
Hilkatte değil, O bakımdan, avlanan hayvanın öldürüldüğü yerde o av
satılmıyor ise, ona en yakın olan yerde dirhem olarak kıymeti belirlenir. O
da bu kıymet ile dilediği takdirde bir hediye kurbanı satın alır. Yahut
dilerse onunla yiyecek alır ve herbir yoksula dilediği takdirde yarımşar sa'
buğday, yahut arpa veya hurmadan da birer
sa' yedirir.
Şâfiî ise, öldürülen avın mislinin davarlardan takdir edilmesi
gerektiği görüşündedir. Nasıl ki telef edilen birşeyin mislinin kıymeti
nazar-ı itibara alınıyorsa, bunda da mislinin kıymeti tesbit edilir. Eşyanın
kıymeti alındığı gibi, burada da Öldürülen hayvanın mislinin kıymeti esas
alınır. Çünkü, vücutta aslolan misildir. Bu da gayet açıktır. İşte,
şeklindeki izafetle kıraat de buna göre açıklanır.
Ebû
Hanîfe delil göstererek der ki: Eğer,
deve kuşunda büyük baş hayvan, yaban eşeğinde inek ve ceylanda bir koyun
şeklinde hilkat bakımından benzerlik muteber olsaydı, âyet-i kerimede cezayı
tesbit etmek, o hususta hüküm verecek adaletli iki kişinin hükmüne bağlı
bırakılmazdı. Çünkü bu, bilinmiş olduğundan ayrıca görüş belirtip üzerinde
düşünmeye gerek olmazdı. Âdil kişilerin takdirine ve konu üzerinde düşünmeye
ihtiyaç duyulan şey, belirtip içinden çıkılması zor ve konu ile ilgili bakış
açılarının farklı olduğu şeylerde sözkonusudur, Bizim ona karşı delilimiz,
yüce Allah'ın:
"Cezası... Öldürdüğü hayvanın benzeri kurban etmektir"
âyetidir Benzerlik, zahiri itibariyle
yaratılış ve suret bakımından benzerliği gerektirir. Mana bakımından
benzerliği gerektirmez. Diğer taraftan yüce
Allah:
"Öldürdüğü hayvanın benzeri"
diye buyurmakla, benzerin cinsini beyan etmekte, bundan sonra ise
"içinizden... iki âdil kimsenin hükmü İle" diye buyurmaktadır ki, burada
hakkında hüküm verilecek olana ait olan zamir, hayvanın benzerine racidir.
Çünkü, bundan önce zamirin kendisine raci olacağı ondan başka herhangi bir
şeyden söz edilmemiştir. Daha sonra İse:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir"
diye buyurulmaktadır. İşte kurban edinilmesi düşünülebilen hayvan, öldürülen
hayvanın misli olmaktadır. Kıymete gelince, kıymetin hediye kurbanı olması
düşünülemez. Ayru âyet-i kerimede ondan söz edilmiş değildir O halde, bizim
zikrettiğimiz hususun doğruluğu ortaya çıkmaktadır. Allah'a hîimd olsun.
Onların: Eğer benzerlik muteber
olsaydı, bu konuda hüküm vermek âdil kişilere bırakılmazdı, şeklindeki
sözlerine de şöyle cevap verilir: Âdil kişilerin verecekleri hükmün muteber
olması, av hayvanının küçüktük ve büyüklük gibî durumlarının, cinsinden
davar bulunan ile, bulunmayanın tesbit edilmesi ile, hakkında nassın
sözkonusu olduğu hayvanları, nassın sözkonusu olmadığı hayvanlara ilhak
edilip edilmemesi içindir.
15-
Avla Öldürülen Çeşitli Hayvanların Cezaları:
Bir kimse, Mekke'den ihrama
girerek, evinin kapısını İçeride güvercin yavruları bulunduğu halde
kapatacak olur da bu yavrular ölecek olursa, her bir yavruya karşılık bir
koyun kurban keser.
Mâlik der ki: Av hayvanlarının küçüklerindeki ceza da büyüklerindeki
ceza gibidir. Bu, aynı zamanda Atâ'nın da görüşüdür. Mâlik'e göre, hiçbir
hayvanın sütten yeni kesilmiş dişi oğlak veya
dört aylık kuzu ise fidyesi verilmez. Yine
Mâlik der ki: Bu da diyet gibidir. Küçüğü ile büyüğü arasında bir
fark yoktur, Mâlik'e göre keler ile cerboa karşılığında yiyecek olarak
kiymetev Medavditef küçük ona mu.
edenler olduğu gibi,
küçük baş hayvanlarda, bir yaşında, büyükbaş hayvanlardan olan ineklerde üç,
develerde de altı yaşını nazar-ı itibara almak hususunda ona muhalefet eden
ve Hazret-i Ömer'in şu görüşü
doğrultusunda kanaat belirtenler vardır: Tavşana karşılık dişi oğlak,
cerboa'ya karşılık da dört aylık kuzu ceza verilir. Bunu,
Mâlik de mevkuf olarak rivâyet etmiştir.
Muvatta’,
Hacc 230.
Ebû'z-Zubeyr de
Cabir'den, o, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir: İhramlı bir kimse bir sırtlan öldürecek
olursa, karşılığında bir koç, ceylan öldürecek olursa bir koyun, tavşan
öldürecek olursa, dişi oğlak, cerboa öldürecek olursa da dört aylık bir kuzu
(cefra) ceza verir, O dedi ki: Cefra,
sütten kesilmiş olup ot yemeye başlamış olan kuzudur. Bir başka rivâyette de
şöyle denilmektedir: Ben, Ebû'z- Zubeyr'e; Cefra nedir, diye sordum, o da:
Sütten kesilip otlamaya başlamış olan kuzudur dedi. Bunu da
Dârakutnî rivâyet etmiştir.
Dârakutnî,
II, 247.
Şâfiî ise der ki: Devekuşuna karşılık bir büyükbaş hayvan, yavrusunda
ise, sütten kesilmiş bir deve verilir. Yaban eşeğine karşılık bir inek,
yaban keçisine karşılık ise, bir dana verilir. Çünkü,
yüce Allah, hilkat itibari ile misli
olmasını hükme bağlamıştır. Küçüklük ve büyüklük ise birbirinden farklı
olabilir. O bakımdan bu gibi durumlarda küçüğü ve büyüğü, diğer telef olan
şeylerde olduğu gibi nazar-ı itibara almak gerekir
İbnü'l-Arabî der ki: Bu doğrudur,
ilim adamlarımızın tercihi de budur Onlar derler ki: Eğer, öldürülen av
hayvanının bir gözü kör yahut bir ayağı topal veya
kırık ise, ceza olarak verilecek olan benzeri davar da onun niteliğinde
(bir gözü kör veya topal, ya da kırık) ise,
mislinden oluş tahakkuk etmiş olur. Çünkü, bir şeyi telef eden, telef
ettiğinden fazlası ile yükümlü tutulmaz.-Delilimiz ise,
yüce Allah'ın;
"Cezası., öldürdüğü hayvanın benleri...dir"
diye buyurmuş ve küçük ile büyük arasında herhangi bir ayırım gözetmemiş
olmasıdır.
Yüce Allah'ın:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir"
âyeti ise, mutlaklık
dolayısı ile, kurban olabilecek, kendisine kurban denilebilecek türden
olmasını gerektirir. Bu da, kurbanın tam ve eksiksiz olmasına
gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
16- Av
Hayvanlarının Yumurtaları Telef Edilirse:
Devekuşu yumurtasında, Mâlik'e
göre büyükbaş hayvanın kıymetinin onda biri ceza olarak verilir. Mekke
güvercinleri yumurtası karşılığında ise yine ona göre, bir koyunun
kıymetinin ondabiri ceza olarak verilir. İbnü’l-Kasım der ki: Yumurtada
yavru bulunması ile bulunmaması arasında yumurtanın kınlısından sonra yavru
canlı olarak çıkmadığı sürece- değişen birşey olmaz. Şayet -yumurtadan canlı
çıkarsa, o kuşun büyüğünün cezası gibi tam ceza ödemesi gerekir.
İbnü'l-Mevvâz, âdil iki kişinin vereceği hükme göre ceza verilir,
demektedir.
İlim adamlarının
çoğunluğu ise, her kuşun yumurtasına karşılık kıymetinin ceza olarak
verileceği görüşündedirler. İkrime,
İbn Abbâs'tan, o, Kâ'b b. Ucre'den,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ihramlı bir kimsenin kırdığı
devekuşu yumurtası hakkında, onun kıymetinin verilmesini hükme bağladığını
rivâyet etmektedir. Bunu da Dârakutnî
rivâyet etmiştir.
Dârakutnî,
II, 247.
Ebû
Hüreyre'den de şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Herbir devekuşu yumurtasına karşılık ya bir gün oruç
tutulur yahut bir yoksula yemek yedirilir."
Dârakutnî,
II. 249.
17-
Davarlardan Benzeri Bulunmayan Av Hayvanları:
Serçe ve fil gibi benzeri
bulunmayan av hayvanlarına gelince, bunların et olarak kıymetleri yahut
bunun dengi yiyecek verilir. Bunların avlanmalarından gözetilen maksatlar
ise nazar-ı itibara alınmaz. Çünkü, misli bulunanlar hakkında nazar-ı
itibara alınan husus, onun mislinin kurban edilmesidir. Şayet misli yoksa, o
takdirde gasb ve benzeri hususlarda olduğu gibi, kıymet onun yerini tutar.
Çünkü insanlar, bu hususta iki görüş benimsemişlerdir. Kimisi bütün av
hayvanlarında kıymeti nazar-ı itibara alır ve kimisi de yalnızca davarlardan
benzeri bulunmayan hayvanlar hakkında kıymet verileceğini kabul eder. İşte
bu husus, aynı zamanda misli bulunmayan avlar hakkında kıymetin muteber
olacağı üzerinde icmaı da İhtiva etmektedir.
Fil hakkında, denildiğine göre,
iki tane hörgücü bulunan büyük bir hecin devesi kurban edilir.
Hecîn develeri ise Horasanda
olup beyaz tüylüdürler. Şayet bu develerden hiç bulunamıyor ise, o takdirde
onun kıymeti kadar yiyeceğe bakılır ve bu kadar yiyeceği yoksullara
yedirmesi gerekir. Bu hususta yapılacak uygulama ise şöyledir: Fü\ bir
kayığa bindirilir. Bu kayığın suya ne kadar geçeceğine bakılır. Daha sonra
fi) kayıktan çıkartılır, kayığa filin indirdiği sınıra ininceye kadar
yiyecek (buğday ve benzeri yiyecekler)
doldurulur. İşte, yiyecek bakımından onun dengi budur. Şayet kıymetine
bakılacak olursa, şüphesiz ki, kemikleri, dişleri dolayısıyla büyük bir
değeri vardır. O takdirde fidye olarak verilecek yiyecek de artar. Bu ise
bir zarardır.
18-
Âdil İki Kişinin Hükmü:
Yüce Allah'ın:
"İki âdil kimsenin hükmü ile..."
âyeti ile ilgili olarak Mâlik,
Abdulmelik b. Kurayb'den, o, Muhammed b. Sîrîn'den rivâyet ettiğine göre,
bir adam Ömer b. el-Hattâb;a gelip şöyle
demiş: Ben ve bir arkadaşım bir dağ yolu ağzına kadar iki atla yarıştık.
İkimiz de İhramlı olduğumuz halde bir ceylan öldürdük. Görüşün nedir?
Ömer, yanındaki adama şöyle dedi: Gel de seninle beraber bu işe hüküm
verelim. Hakkında bir keçi kurban etmesini hükme bağladılar.
Adam giderken şöyle diyordu: Şu
Emiru'l-mü’minin olacak adama
bakınız. Yanına onunla birlikte hüküm vermek üzere bir başka adamı
çağırmayıncaya kadar bir ceylan hakkında hüküm veremiyor.
Ömer b. el-Hattâb adamın bu sözünü
işitince onu çağırdı ve el-Mâide sûresini biliyor musun diye sordu. Adam:
Hayır deyince, bu sefer: Peki benimle beraber hüküm veren adamın kim
olduğunu tanıyor musun, diye sordu, adam yine: Hayır deyince
Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: Eğer bana
el-Mâide Sûresi'ni bildiğini söylemiş olsaydın, canını acıtacak kadar seni
döverdim. Sonra şöyle dedi: Muhakkak yüce Allah
Kitabında:
"İki âdil kimsenin hükmü ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ’be’ye
ulaştırdacak bir hayvan kurban etmektir"
diye buyurmaktadır. Bu adam da Abdurrahman b. Avf'dır.
19-
Hakemlerin İttifak Etmeleri ve Görüş Ayrılıklarının Etkisi:
İki hakem ittifak edecek
olursa, verdikleri hükmün yerine getirilmesi gerekir.
el-Hasen ve
Şâfiî böyle demiştir. Şayet ihtilâf edilirse onlardan başka hakem
aranır. Muhammed b. el-Mevvâz der ki: İki hakemin görüşünden daha yüksek bir
görüş almaz. Çünkü bu, hakem tayini olmaksızın bir uygulama olur. Aynı
şekilde eğer hakemler hükme bağlayacak olurlarsa, hilkat bakımından benzeri
olan davan bırakıp yemek yedirme cihetine gitmez, Çünkü, artık bu yerine
getirilmesi gereken bir husus olmuştur. Bunu da İbn Şaban söylemiştir.
İbnü'l-Kasım ise der ki: Eğer
avı öldürmüş olan kişi, öldürdüğü hayvanın davarı bırakıp benzerini hükme
bağlamalarını istemişse, onlar da böyle yapmış İseler, o da bunu bıraksp
yemek yedirme yolunu seçecek olursa, câiz olur.
İbn
Vehb -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
de, "el-Utbiyye" de şöyle demektedir: Hakemlik edeceklerin, avı öldüreni
muhayyer bırakmaları sünnettir. Nitekim, yüce
Allah'ın onu: "Kâ'be'ye ulaştıracak bir hayvan kurban etmektir,
yahut keftareti, düşkünlere yemek yedirmektir veya
bunun dengi oruç tutmaktır"dan birisini seçmekte muhayyer bıraktığı gibi.
Eğer o3 kurban göndermeyi
tercih edecek olursa, hakemler de kendi görüşlerine göre öldürdüğü av
hayvanına denk düşecek yemek yedirme veya
bunun dengi oruç tutmak ile öldürdüğü hayvanın dengi bir koyun olup
olmamasını gözönünde bulundurarak hüküm verirler. Çünkü koyun, kurbanın
asgarisidir. Şayet, öldürdüğü hayvanın dengi koyuna ulaşamıyor ise, o
takdirde buna karşılık yemek yedirme hükmünü verirler, sonra da bu miktan
yoksullara yedirmesi, yahutta bunun yerine her bir mud karşılığında bir gün
oruç tutması arasında muhayyer bırakılır. Mâlik
de el-Müdevvene’de böyle demiştir.
20-
Öldürülen Avlara Karşılık Geçmişte Belirlenmiş Cezalar Nazarı İtibara Alınır
mı?
Hakkında âdil kişilerin hüküm
verdiği olsun olmasın, her meselede yeniden hüküm verilir. Şayet ashâb-ı
kiramın vermiş olduğu av hayvanlarının cezalarını kabul edip, onların
hakemlikleriyle yetinecek olursa bu güzel bir şeydir.
Mâlik'ten rivâyet olunduğuna
göre, Mekke güvercinleri, yaban eşekleri, ceylan ve devekuşu müstesna,
diğerlerinde yeniden âdil kişilerin hükümlerine başvurmak gerekir. Bu dört
hayvanda ise, geçmişteki seleflerin verdikleri hükümlerle yetinilir.
21- Avı
Öldürmüş Olan (Cani) Hakemlik Yapabilir mi?
Avı öldürmüş olanın ikt
hakemden birisi olması câiz değildir. Ebû
Hanîfe de bu görüştedir. Şâfiî
ise iki görüşünden birisinde şöyle demektedir: Cani, iki hakemden birisi
olabilir.
Ancak bu, onun bir parça
müsamahakârca verdiği bir hükümdür. ÇünküT âyetin
zahiri bir cani ile iki hakemin ortada
olmasını gerektirmektedir. Sayılardan birisini kaldırmak,
zahiri ıskat etmektir, manayı da ifsad
etmektir. Çünkü kişinin kendi lehine hüküm vermesi câiz değildir. Şayet bu
câiz olsaydı, o takdirde kendisi bu iş için yeterli olur, başkasına da
ihtiyaç olmazdı. Zira bu, kendisiyle Allah arasında vereceği bir hükümdür.
Onun yanına ikinci bir kişinin katılması ise, bu hükmün bağımsız iki kişi
tarafından verilmesi gerektiğine delildir.
22- Bir
Topluluk Tek Bir Av Hayvanını Öldürürse:
İhrama girmiş bir topluluğun,
tek bir avın öldürülmesine katılmaları haliyle ilgili olarak
Mâlik ve
Ebû Hanîfe : Bunların herbirisi tam bir ceza öder demektedir,
Şâfiî ise şöyle der:
Ömer ve Abdurrahman
(radıyallahü anh)'ın bu konudaki hükümleri
dolayısıyla hepsine tek bir keffaret düşer.
Dârakutnî'nin
rivâyetine göre, İbn ez-Zubeyr'in azatlı köleleri, yanlarından geçen bir
sırtlana asalarını fırlatıp atarlar. Sırtlana isabet ettirmeleri üzerine
içten içe rahatsız olurlar. (Daha önce bir
sahabiye sormuş, o da herbirinin ayrı birer keffârette bulunacağını onlara
söylemişti). Sonra İbn Ömer'e
giderek ona durumu anlatırlar, o da şöyle der: Hepinize bir koç düşer.
Onlar: Herbirimize mi bir koç düşer, deyince o: Size böyle denilmek
suretiyle gerçekten aleyhinize olmak üzere iş sıkı tutulmuş. Hepinize bir
koç düşer, diye cevap verir.
Dârakutnî,
II, 250
Yine
İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre,
o, bft sırtlan öldürmüş bir topluluk hakkında: Hepsine bir koç düşer. Onlar
bunu kendi aralarında paylaşırlar, demiştir.
Dârakutnî,
II, 250.
Delilimiz ise,
yüce Allah'ın:
"İçinizden kim onu bilerek öldürürse, cezası iki âdil kimsenin hükmü ile
öldürdüğü hayvanın benzeri... bir hayvan kurban etmektir"
âyetidir. İşte bu,
av öldüren herkese yönelik bir fritabtır. Avı öldürmeye katılanların
herbirisi ise, tam ve eksiksiz bir canın katilidir. Buna delil de bir kişiyi
öldüren bir topluluğun o kişi karşılığında öldürülmesidir. Eğer bu böyle
olmasaydı onlara kısas gerekmezdi. Bu durumda bütün katillere kısas
uygulamanın vücubunu, biz de, onlar da icma halinde söylemiş bulunuyoruz. O
halde bizim dediğimiz sabit olmaktadır.
23-
îkram Olmayanların Harem Bölgesinde Av Hayvanları öldürmeleri:
Ebû Hanîfe der ki: Hepsi de ihramlı olmayan, harem bölgesinde bulunan
bir topluluk, orada bir av hayvanı öldürecek olurlarsa, ihramlı kimselerin
Harem bölgesi içerisinde veya dışında
öldürmeleri halinin aksine tek bir ceza ödemekle yükümlü olurlar. Çünkü, Un
ramlılar için) durumda herhangi bir farklılık olmaz.
Mâlik ise der ki: Onların herbirisi için tam bir ceza sözkonusudur.
Bu da bir kimsenin Harem bölgesine girmekle birlikte ihranılı bir kişi
olması esasına binaendir. Tıpkı bir kimsenin ihram için telbiye getirmesiyle
ihrama girmiş kabul edildiği gibi. BU iki fiilden herbirisi o kişiye, bir
yasağın kendisine taalluk ettiği bir nitelik kazandırmıştır. Bu kişi de bu
haliyle (yani avı öldürmesiyle) her iki
halde de bu yasağı çiğnemiş olur,
Ebû Hanîfe'nin delili de, Kadı Ebû Zeyd ed-Debûsİ'nin zikrettiğine
göre şöyledir: Buradaki sır şudur: İhramda cinayet ibadete karşı bir
cinayettir. Onlardan her birisi ayrı ayrı kendi ihramına ait bir yasağı
işlemiştir. İhramlı bir kimse Harem bölgesinde bir av hayvanını öldürecek
olursa, öldürülmemesi gereken bir canı öldürmüş olur ve böylelikle bu, bir
topluluğun bir canı öldürmesi gibi olur. O takdirde, onların herbirisi bir
canı öldürmüş demek olur. Bu durumda da hepbirlikte kıymetini ortaklaşa
öderler.
İbnü’l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe
delil itibari ile bizden daha güçlüdür. Bizim ilim adamlarımız bu delili
küçümserler ama, bizim için bundan ayrılmak zordur.
24-
Kâ'be'ye Ulaştırılacak Kurban:
Yüce Allah'ın:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir"
âyetinin anlamı şudur: Her iki hakem de eğer kurban kesilmesi hükmünü
verecek olurlarsa, bu kurbana hediye kurbanına uygulandığı gibi işaret
koyma, gerdanlık koyma işlemleri yapılır ve Harem dışındaki bölgeden
Mekke'ye gönderilir, o kurbanlık orada kesilerek orada sadaka olarak
dağıtılır. Çünkü Yüce Allah'ın:
"Kâ'beye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir"
âyeti bunu
gerektirmektedir.
Burada muayyen olarak
kastedilen Kâ'be değilir Çünkü hediye kurbanı oraya ulaşamaz. Zira Kâ'be
Mescid-i Haramın içindedir. Maksat, Harem bölgesidir, bu hususta görüş
ayrılığı yoktur.
Şâfiî de der ki: Gönderilecek hediye kurbanının mutlaka haremin
dışındaki bölgeden gönderilmesi gereği yoktur. Çünkü, küçük av hayvanına
karşılık, küçük hediye göndermek gerekir. O takdirde bu hediye Haremden
satın alınır ve orada hediye olarak verilir.
25-
îhramhyken Avlanmanın Keffâreti Olarak Yoksullara Yemek Yedirmek:
Yüce Allah'ın:
"Yahut keffareti düşkünlere yemek yedirmektir"
âyetinde sözü geçen
keffâret, avlanmanın keffare tidir. Hediye kurbanının yerine bir keffâret
değildir. İbn Vehb der ki:
Mâlik dedi ki: Av hayvanı öldüren kişi
hakkında işittiklerimin en güzeli, o konuda avlanan aleyhine şu şekilde
hüküm verilmesidir: Öldürdüğü av hayvanına kıymet biçilir. O değerde ne
kadar yiyecek alınabileceğine bakılır. Her bir yoksula bir mud yedirilir,
yahut her bir mud karşılığında bir gün oruç tutar.
İbnü’l-Kasım da Mâlik'Een
naklen şöyle demektedir: Eğer Öldürülen av hayvanına dirhem türünden kıymet
biçilecek olursa, sonra da bununla yiyecek olarak ne alınacağı tesbit
edilirse bu da onun için yeterlidir. Ancak doğrusu
birincisidir. Abdullah b. Abdulhakem de onun gibi demiştir.
Yine, Abdullah b. Abdulhakem,
Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmiştir: Av öldüren, bu üç hususta
muhayyerdir. Yani, İster maddi imkânı
bulunsun ister bulunmasın, hangisini yaparsa onun için yeterlidir.
Atâ ve fukahânın
Cumhûru da bu görüştedir. Çünkü "veya,
yahut" gibi anlamlara gelen; (........)
muhayyerlik ifade eder.
Mâlik der ki: Şanı yüce Allah'ın
Kitabında keffâretler hakkında; şu veya şu
denilen her hususta sahibi muhayyerdir. Bunların hangisini yapmak isterse
yapabilir
İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: îhramlı bir
kimse, bir ceylan veya ona benzer bir
hayvan öldürecek olursa, Mekke'de kesilmek üzere bir koyun kurban eder. Eğer
bulamayacak olursa, altı yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa üç
gün oruç tutması gerekir. Şayet bir dağ keçisi
veya onun gibi bir av hayvanı öldürecek olursa, bir inek kurban
etmesi gerekir Bulamayacak olursa, yirmi yoksula yemek yedirir. Eğer
bulamayacak olursa, yirmi gün oruç tutar, Şayet bir devekuşu yahut bir eşek
öldürecek olursa, büyükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Bulamadığı takdirde
otuz yoksula yemek yedirir. Yine bulamayacak olursa, otuz gün oruç tutar.
Yoksullara yemek yedirme miktarı ise, doymaları için herbirisine birer mud
verilir.
İbrahim
en-Nehaî ve Hammâd b. Seleme de böyle
demişlerdir. Onlar derler ki: "Yahut keffareti yemek yedirmektir" âyeti,
kurban bulamadığı takdirde yemek yedirir, demektir. et-Taberî
de İbn Abbâs'tan şöyle dediğini
nakletmektedir: îhramlı bir kimse bir av hayvanı öldürecek olursa onun
hakkında onun karşılığım ceza olarak vermesi hükme bağlanır. Eğer onun
karşılığını bulabilecek olursa, onu keser ve sadaka olarak dağıtır.
Şayet, yanında onun karşılığını
alacak para yoksa, karşılığına dirhem cinsinden kıymet biçilir. Sonra,
dirhemlerle ne kadar buğday alınacağı tesbit edilir. Ondan sonra da herbîr
yarım sa' karşılığında bir gün oruç tutar.
Yine
İbn Abbâs der ki: Yemek yedirmekle
orucun durumu açıklanmak istenmiştir. Yemek yedirme imkânı bulamayan bir
kimse, elbette onun karşılığını bulabilir. Bunu, ayrıca
es-Süddî'den de senediyle
kaydetmektedir. Fakat bu görüş, âyetin zahiri
ile tearuz, çatışma, halindedir ona uygun düşmemekîedir.
26-
Öldürülen Hayvanın Kıymeti Ne Zaman Nazarı İtibara Alınır?
İlim adamları, telef edilen
hayvanın nazar-ı itibara alınacağı zamanı tesbitte farklı görüşlere
sahiptir. Bir gurup, hayvanın telef edildiği gün nazar-ı itibara alınır
derken, başkaları da bunun cezasını vereceği gün nazar-ı itibara alınır,
demektedir.
Başkaları da; telef eden,
hayvanı telef ettiği günden hükmün verileceği güne kadar iki değerden
hangisi daha fazla ise onu yerine getirmek zorundadır, derler
İbnü'l-Arabî ise der ki: Bizim ilim adamlarımız da onlar gibi
ihtilaf etmişlerdir. Doğru olan ise, avı telef ettiği günkü kıymeti ödemekle
yükümlü olduğudur. Buna delil de şudur: O hayvanın varlığı, aleyhine telef
olunana ait bir hak idi. Telef eden onu ortadan kaldırdığına göre, misli ile
onu var etmek zorundadır. Bu da o hayvanı telef ettiği vakittir.
27-
Öldürülen Av Hayvanının Keffâreti Nerede Yerine Getirilir?
Eğer kelfâret kurban şeklinde
verilecekse, bunun mutlaka Mekke'de olması gerektiği hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Çünkü yüce Allah:
"Kâ'be'ye ulaştırılacak bir hayvan kurban etmektir"
diye buyurmaktadır.
Yemek yedirmek hususunda ise,
Mekke'de mi olur, yoksa hayvanın öldürüldüğü yerde mi, olur hususunda
Mâlik'in farklı görüşleri gelmiştir Şâfiî,
bunun Mekke'de olacağı görüşünü benimsemiştir.
Atâ ise der ki: Eğer ceza, kan (kurban)
yahut yemek yedirmek şeklinde ise Mekke'dedir. Orucu da dilediği yerde
tutabilir. Oruç hususunda Mâlik'in görüşü de budur, bu hususta görüş
ayrılığı yoktur.
Kadı Ebû Muhammed Abdulvehhâb
der ki: Oruç müstesna, avlanma cezasından herhangi birisini Harem bölgesi
dışına çıkarmak câiz değildir.
Hammâd ile Ebû Hanîfe ise derler
ki: Kayıtsız ve şartsız olarak av hayvanını öldürdüğü yerde keffârette
bulunur
Taberî de şöyle demektedir: Mutlak olarak dilediği yerde keffârette
bulunur. Ebû Hanîfe'nin görüşünün kıyas
açısından İzah edilir bir tarafı olmadığı gibi, bu hususta herhangi bir
rivâyette yoktur.
Dilediği yerde oruç tutar,
diyenlerin görüşüne gelince, oruç, oruç tutana has bir ibadettir. O bakımdan
diğer keffâretler dolayısıyla ve başka sebeplerle oruç tutmakta olduğu gibi
her yerde olabilir.
Yemek yedirmenin Mekke'de
olması gerektiğine gelince, çünkü yemek yedirmek, hediye kurbanına bedeldir
veya onun benzeridir. Hediye kurbanı ise
Mekke yoksullarının bir hakkıdır. Bundan dolayı onun bedeli
veya benzeri de Mekke'de olmalıdır.
Her yerde olur, diyenlerin
görüşüne gelince, onlar bu hususta hertürlü yemek yedirme ve fidyeyi nazar-ı
itibara alırlar. O bakımdan bunun her yerde yapılmasını câiz kabul ederler.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
28-
Avlanma Keffâreti Olarak Oruç Tutmak:
Yüce
Allah'ın:
"Veya
bunun dengi oruç tutmaktır"
âyetinde geçen "Denk" kelimesinin "ayn' harfi
üstün de esreli de okunabilir. Bunu, el-Kisâî
söylemiştir, el-Ferrâ' der ki: Bu
kelimenin "ayn" harfi esreli okunursa onun
cinsinden benzeri demektir. Üstün okunursa, başka cinsten onun benzeri
anlamına gelir. Bu görüş el-Kisaî'den
nakledilmektedir. O bakımdan, konuşma esnasında; "Yanımda senin
dirhemlerinin dengi, benzeri dirhemler vardır" derken,
"ayn" harfi esreli söylenir. Buna karşılık;
Yanımda senin dirhemlerine denk elbise vardır," denildiği zaman da
"ayn" harfi üstün olarak söylenir. Ancak,
el-Kisaîden sahih olan rivâyet, her
ikisinin de birer söyleyiş olduğu şeklindedir. Basralıların görüşü de budur.
Orucun yemeğe denkliği ise, sayıdan daha yakın bir şekilde düşünülemez.
Mâlik der ki: Her mud için bir gün oruç tutar. İsterse bu iki yahut
üç aydan fazlasına tekabül etsin. Şâfiî
de bu görüştedir.
Bizim mezhebimiz âlimlerinden Yahya b.
Ömer de der ki: Bunun yerine şöyle
denilir: Bu avla kaç kişi doyabilir? Böylelikle onla doyacak insan sayısını
öğrenir. Sonra: Bu sayıdaki kişiye ne kadar yemek
(buğday) yeter diye sorar. Ondan sonra dilerse bunu yiyecek olarak
çıkarıp verir, dilerse bu yiyeceğin (buğdayın)
mud miktan kadar oruç tutar. Bu ise, ihtiyatı gözönünde bulunduran güzel bir
görüştür. Çünkü kimi zaman av hayvanının yiyecek türünden kıymeti az
olabilir. Bu uygulama ile yemek yedirme miktan da çoğalmış olur.
İlim ehli arasından kimisi de
ceza orucunun iki ayı geçmeyeceği görüşündedir. Bunlar derler ki: Çünkü iki
ay kefaretlerin en üst sinindir. İbnü’l-Arabî
de bunu tercih etmiştir. Ebû Hanif'e de (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) şöyle der; Rahatsızlık dolayısıyla oruç tutma
fidyesi nazar-ı İtibara alınarak, her iki mud karşılığında bir gün oruç
tutar.
29- Bu Ceza Yaptığının Vebalini
Tatması İçindir:
Yüce Allah'ın:
"Tâ ki, ettiğinin vebalini tatmış olsun"
âyetinde yer alan
"tatmak", istiare yoluyla kullanılmıştır. Yüce
Allah'ın:
"Tat Çünkü sen, aziz ve kerim imişsin"
(ed-Duhân, 44/49);
"Allah da onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı"
(en-Nahl, 16/112) âyetinde olduğu gibi,
"Tatmak" ise, gerçekte tat alma duyusu olan dil ile olur. Burada tatmak,
bütün bu âyetlerde istiare yoluyla kullanılmıştır, "Kim, Rabb olarak
Allah'tan razı olursa, imanın tadını almış olur"
Müslim, Îman 56;
Tirmizî, Îman 10;
Müsned, I, 208.
hadisindeki tatmak da bu kabildendir.
Vebal; kötü akıbet demektir.
(Aynı kökten gelen): Vebil mer'a ise,
yenilmesinden sonra rahatsızlık veren mer'adır. Vebil yiyeyecek İse, ağırlık
veren ve ağır gelen yiyecek demektir. Şairin şu mısra) da bu kabildendir:
"Açın düşmanlık eden ve oldukça
ağır bir yiyeceği andıran
bir yaşlı adamın hanımı..."
Yüce Allah burada "ettiği" ile bütün halini İfade etmiştir.
30-
Geçmişi Allah Affetmiştir. Tekrar Bu İşe Dönenden de Allah İntikam
Alacaktır:
Yüce Allah'ın:
"Allah geçmiştekileri bağışlamıştır"
âyeti, cahiliye
döneminizde iken av hayvanını öldürmenizi bağışlamıştır, demektir. Bu
açıklamayı Atâ b. Ebi Rabalı ile, bir
topluluk yapmıştır.
Keffâret ile ilgili hükmün
nüzulünden öncekileri bağışlamıştır, anlamında olduğu da söylenmiştir,
"Fakat kim bir daha böyle yaparsa" yani,
kim bir daha bu yasaklanan işi işleyecek olursa, "Allah ondan" keffâret ile
"intikam alır." "Allah ondan İntikam alır" âyetinin anlamı hakkında şöyle de
denilmiştir: Yani, eğer bu işi helal
belleyerek yapmışsa, Allah âhirette ondan intikâm alır ve zahir hükme göre
de keffârette bulunur.
Şurcyh İle
Saîd b. Cübeyr derler ki: İlk defasında
onun aleyhinde keftâret hükmü verilir. Bir daha tekrarlayacak olursa,
hakkında hüküm vermez, ona: Git, Allah senden intikamım alacaktır, denilir.
Yani, senin günahın keffâret ile
bağışlanmaktan daha büyük bir şeydir. Tıpkı yalan yere kastı olarak yapılan
yeminin (yemin-i facirenin) ilim ehlinin
çoğunluğuna göre günahının büyüklüğünden Ötürü keffâret siz oluşu gibi. Verâ
ve takva sahipleri, ise, keffârette bulunmak yoluyla Allah'ın intikamından
sakınmaya çalışırlar.
İbn Abbâs'tan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir kimse bir
daha tekrar bu işi yapacak olursa, ölünceye kadar sırtına kamçı vurulur.
Zeyd b. el-Mualla’dan da rivâyet olunduğuna göre, adamın birisi ihramlı iken
bir av hayvanı öldürdü. Bu durumu affolunduktan sonra bir daha aynı işi
tekrarladı, Bunun üzerine yüce Allah
gökten bir ateş indirdi ve o ateş o kimseyi yaktı. İşte bu da ümmet ve haddi
aşan kimselerin masiyetten uzak durmaları için bir ibrettir.
Yüce Allah'ın:
"Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir"
âyetinde geçen
"mutlak galip: aziz"
âyeti mülkünde güçlüdür. Kimse ona zarar
veremez ve istediğini yapar, ona karşı konulamaz demektir.
"İntikam sahibidir",
dilediği takdirde kendisine karşı gelenlerden, isyankârlardan intikam alır.
|