83
Peygambere indirileni işittiklerinde
hakkı bildiklerinden gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki:
"Rabbimiz, Îman ettik. Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz."
Şanı
yüce Allah'ın:
"Peygambere
indirileni işittiklerinde, hakkı bildiklerinden, gözlerinin yaşla dolup
taktığını görürsün"
âyetindeki:
"Yaşla"
ifadesi hal konumundadır.
"Derler ki"
âyeti de böyledir. Şair İmruu’l-Kays der ki:
"Özlem duyarak gözyaşlarını
taştı da
Bağrıma düştü, hatta
gözyaşlarını kılıcımın kınını dahi ıslattı."
Yine aynı kökten gelen "müstefl(d)
haber" de çokluktan dolayı suyun taşması gibi çoğalan ve yayılan haber
demektir.
İşte ilim adamlarının hali
budur. Onlar ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Allah'tan dilerler. Fakat,
feryad ve figan etmezler. Üzüntülü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir
görüntü vermezler.
Nitekim
yüce Allah:
"Allah sözün en güzelini:, müteşabih, tekrar tekrar edilen bir kitap halinde
indirmiştir. Ondan ötürü Rabblerinden korkanların derileri titrer. Sonra
Allah'ın zikrine derileri ve kalpleri yumuşar"
(ez-Zümer, 39/23) diye buyurmaktadır.
Bir başka yerde de:
"Mü’minler ancak o
kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer..."
(el-Enfal, 8/2) diye buyurmuştur.
Yüce Allah'ın izniyle ileride en-Enfal
Sûresi'nde (sözü geçen âyetin tefsirinde)
buna dair açıklamalar gelecektir. Şanı yüce
Allah bu âyet-i kerimelerde, kâfirler arasında müslümanlara karşı
en katı, inatçı ve ileri derecede düşman olan kimselerin yahudiler
olduklarını, müşriklerin de bunlara benzediklerini açıkladığı gibi, sevgi
bakımından onlara daha yakın olanlarının ise hıristiyanlar olduklarını
açıklamaktadır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Artık bizi şahid olanlarla beraber yaz"
âyetine gelince, bizi de
hakk ile şahidlik yapan Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti ile
birlikte yaz demektir. Bununla kendilerini yüce
Allah'ın:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler
olasınız"
(el-Bakara, 2/143)
âyetinde geçen şahidler arasına katmasını istemektedirler. Bu açıklama
İbn Abbâs ve İbn Güreyc'den
nakledilmiştir. el-Hasen der ki: Îman
ile şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir, Ebû Ali de der ki:
Peygamberim ve Kitabım doğrulayarak
şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir,
"Bizi... yaz kıl"
demektir. O bakımdan bu, yazılıp tedvin edilen
şey gibi bir anlam ifade eder.
84
Rabbimizin bizi de salihler
topluluğu ile birlikte (cennete) sokmasını
ümid edip dururken, ne diye Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim?
Şanı
yüce Allah'ın:
"... ne diye Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim"
âyeti, onların din hususundaki basiretlerini açıklamaktadır.
Yani, biz ne diye îman etmeyelim?
Yani, ne diye İmâm terkedelim; derler. Buna
göre "(.......): Îman ederiz" kelimesi,
burada hal olarak nasb mahallindedir
"Rabbimizin bizi de salihler topluluğu ile birlikte
(cennete) sokmasını ümid edip dururken."
Yani, Muhammed ümmeti ile birlikle ...
demektir. Buna delil de yüce Allah'ın:
"Muhakkak arza Benim salih kullarım mirasçı olacaktır"
(el-Enbiya, 21/105) âyetinde Muhammed
ümmetini kastetmiş elmasıdır.
Bu ifadelerde hazf edilmiş
kelimeler vardır. Yani biz, Rabbimizin bizi
cennete sokmasını ümid edip dururken.... demektir.
Buradaki
"Birlikte"
lâfzının, "Arasında" anlamında olduğun
söylenmiştir. Emiri karşılayanlarla birlikte idim, anlamamda kullanılması
gibi, ümid etmek anlamındaki tama'ın masum şekillerinde gelebilir.
85
Allah da onları
söylediklerinden dolayı, altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî
kalmak üzere onlara mükâfat olarak ihsan etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı
budur.
Yüce Allah'ın;
"Allah da onları söylediklerinden dolayı... cennetleri... onlara mükâfat
olarak İhsan etti"
âyeti, onların imanlarının îhlasına ve
sözlerinin doğruluğuna bir delildir. Yüce Allah,
onların dileklerini kabul etti, umduklarını gerçekleştirdi. İşte ihlaslı bir
şekilde îman edip, doğru samimi bir yakîne sahip olan herkesin mükâfatı
cennet olur.
86
Kâfir olup ayetlerimizi
yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.
"Kâfir olup"
yahudi, hıristiyan ve müşrikler arasından
küfürde kalıp,
"âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin
arkadaşlarıdırlar."
Çılgın ateş
(el-Cahîm) oldukça şiddetli yanan ateş demektir. Ateşi şiddetle
yakmayı ifade etmek üzere Filan kişi ateşi kızıştırdı, denilir. Aynı şekilde
aşın derecede parıldadığından dolayı arslanın gözüne de; denilir. Aynı
tabir, Savaş hakkında da kullanılır. Şair der ki:
"Savaş öyle bir şey ki, onun
alevli ateşi içerisinde kalanın
Ne hayal kurması olur, ne de
sevinip coşması,
Ancak tehlikeli hallerde çok
dirençli yiğitler ile
Tırnağı sağlam at kalır.
87
Ey îman edenler! Allah'ın size
helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi
aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.
Yüce Allah'ın;
"Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri
haram kılmayın ve haddi aşmayın"
âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık
halinde sunacağız:
1-
Âyetin Nüzul Sebebi:
Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar
ulaşan bir sened ile naklettiğine göre âyet-i kerîme,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip şöyle diyen bir kişi hakkında
nâzil olmuştur: Ey Allah'ın Rasulü, ben et yedim mi, cinsi isteğim harekete
geçer ve şehvetim bana galip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım. Bunun
üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Yine denildiğine göre bu âyet-i
kerîme, aralarında Ebû Bekir, Ali, İbn Mes'ûd, Abdullah b.
Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin
azadh kölesi Salim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Mâ'kil b.
Mukarrin (Allah hepsinden razı olsun)in de
bulunduğu, Resûlüllah ashâbından
bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz'un'un evinde
bir araya geldiler ve gündüzün oruç tutup, geceleyin namaz kılmak, döşek
üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku
sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek,
yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek
üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah
bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Her ne kadar nüzul sebebinden
söz edilmiyorsa da bu anlamdaki rivâyetler pek çoktur. Bu rivâyetler de bir
sonraki başlığımızın konusudur.
2-
Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair Ashâbı Kiram'ın Eğilimi ve
Hazret-i Peygamberin Bunu Reddi:
Müslim,
Enes'den rivâyet ettiğine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve
sellem)'ın ashâbından bir gurup,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
hanımlarından onun gizlice işlediği amellere dair soru sordular. Daha sonra
onlardan birisi: Ben kadınlarla evlenmeyeceğim dedi. Bir diğerleri: Ben de
et yemeyeceğim, dedi. Bir başkası ise: Döşek üzerinde uyumayacağım dedi.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'a hamd-ü senada bulunduktan sonra
şöyle buyurdu:
"Şöyle şöyle diyen bir
topluluğa ne oluyor ki, işte ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da. Oruç da
tutuyorum, orucumu açtığım da oluyor. Kadınlarla da evleniyorum- Benim
sünnetimden yüz çeviren benden değildir."
Müslim,
Nikâh 5; Nesâî, Nikâh 4.
Bu hadisi
Buhârî de yine Enes'den rivâyet
etmiştir. Lâfzı da şöyledir: Enes dedi ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
hanımlarının odalarına üç kişi gelerek
Peygamber efendimizin ibadetine dair soru sordular. Onlara
(bu hususta istekleri) haber verilince,
bunu (kendileri için) azımsar gibi oldular
ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) nerede.?
Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamış bulunuyor.
Onlardan birisi şöyle dedi: Ben ebediyyen gece namazı kılacağım. Diğeri ise:
Ben de sene boyunca oruç tutacağım ve asla oruç açmayacağım dedi, öteki de:
Ben de kadınlardan uzak duracağım, ebediyyen evlenmeyeceğim dedi.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şöyle buyurdu:
"Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?. Bana gelince, Allah'a yemin ederim
aranızda Allah'tan en çok korkanınız, O’na karşı en takvalı olanınız benim.
Ama ben, oruç da tutarım, oruç açarım da. Namaz da kılarım, uyurum da.
Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa o,
benden değildir."
Buhârî,
Nikâh 1; Müsned, III, 241.
Buhârî
ve Müslim'de Sa'd b. Ebi Vakkas'dan
şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Osman b. Maz'un, kadınlardan temelli
olarak uzaklaşmayı ve evlenmemeyi istedi de,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona böyle yapmasını yasakladı. Şayet bu
işi için ona cevaz vermiş olsaydı, biz de kendimizi buracaktik.
Buhârî,
Nikâh 8; Müslim Nikâh 7;
Nesâî, Nikâh 4;
Müsned, i, 175
İmâm
Ahmed b. Hanbel
(radıyallahü anh) da
Müsned'inde şunu rivâyet etmektedir:
Bize Ebû'l-Muğîre anlattı dedi ki: Bize, Muan b. Riraa anlattı, dedi ki:
Bana, Ali b. Yezid, el-Kasım'dan anlattı. O, Ebû Umame el-Bahilî
(radıyallahü anh)dan şöyle dediğini
nakletti: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile
sedyelerinden birisinde beraber çıktık. Adamlardan birisi, içinde bir miktar
su bulunan bir mağaranın yanından geçti. Bu mağarada kalarak oradaki sudan
İçip, etrafında bulunan bakliyattan yemeyi ve böylelikle dünyadan el etek
çekmeyi içinden geçirdi. Sonra dedi ki:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’a
gidip ona bundan söz etsem (iyi olur). Bana
izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber'in yanına varıp
şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi
ben, beni yaşatacak kadar suyu ve bakliyatı bulunan bir mağaranın yanından
geçtim. İçimden bu mağarada kalıp dünyadan el etek çekmek geçti.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle buyurdu:
"Ben, ne yahudilik ile gönderildim, ne de Hıristiyanlıkla. Aksine ben,
müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed'in nefsi elinde bulunana
yemin olsun ki, Allah yolunda sabahleyin bir yola çıkış, yahut da akşamleyin
bir yola kovuluş, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayırlıdır. Sizden
herhangi birinizin (Savaş için, ya da cemaatle namaz için) safta durması,
altmış yıl (kendi başına nafile) namazından hayırlıdır."
Müsned,
V, 266; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 17.
3.
Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle Uğraşanlar:
İlim adamlarımız
(Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler
ki: Bu âyet-i kerîme ile, ona benzeyen diğer âyetler ve bu anlamda varid
olmuş Hadîs-i şerîfler, aşın
giden zühd taslayıcıları ile mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflar arasından
işi tembelliğe vuranların yaklaşımları reddedilmektedir. Zira bunların her
birisi kendi yolundan uzaklaşmış ve maksadını gerçekleştirmekten uzak
düşmüştür.
Taberî der ki: Bir müslüman bunları kullanmaktan dolayı bir dereceye
kadar zorluk ve sıkıntılar ile karşılaşacağından korksa bile Allah'ın
mü’min kulları için helal kılmış olduğu
şeylerden herhangi bir hoş ve temiz yiyeceği, giyeceği
veya evlenmeyi haram kılması hiçbir
müslüman için câiz değildir. İşte bundan dolayı
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Osman b. Maz'un'un kadınlardan uzak
durmak isteğini reddetmiştir. İşte, bununla da Allah'ın kulları için helal
kılmış olduğu herhangi bir şeyi terk etmekte fazilet olmadığı sabit
olmaktadır. Fazilet ve iyilik, Allah'ın kullarını teşvik ettiği şeyleri,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yapıp, ümmeti için sünnet kıldığı ve
raşit İmâmların (halifelerin) izinden
giderek tabi oldukları şeyleri yapmaktır. Zira yolun en hayırlısı
Peygamberimiz
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yoludur.
Durum böyle olduğuna göre,
helalinden pamuk ve ketenden yapılmış elbise giymeye gücü yettiği halde
kıldan ve yünden yapılmış elbiseleri tercih edenlerin, aynı şekilde
kadınlara ihtiyacının arız olmasından çekindiği için ve benzeri yiyecekleri
terk edip bayağı şeyleri yemeyi tercih edenlerin yanlışlığı böylelikle
ortaya çıkmaktadır,
Yine
Taberî der ki: Kaba şeyleri giyip,
yemenin, nefse ağır gelmesi ve ikisinden artan değeri ihtiyaç sahiplerine
harcamak dolayısıyla hayrın söylediğimizden başka yolda olduğunu kim
zannederse, hiç şüphesiz yanılmış olur. Çünkü, insana öncelikle gerekli
olan, kendi nefsinin salâhı ve Rabbine itaat hususunda nefsine yardımcı
olmasıdır, Bayağı şeyler yemekten daha çok vücuda zararlı hiçbir şey yoktur.
Çünkü, bu bayağı şeyler kişinin aklını bozar, Allah'ın kendisine itaate
sebep kıldığı organlarını zayıf düşürür.
Bir adam
Hasan-ı Basrî'nin yanına gelerek şöyle
demiş: Benim bir komşum var, bir türlü pekmez peltesi yemiyor.
Hasan-ı Basrî: Neden diye sorunca adam,
o, bunun şükrünü eda edemeyeceğini söylüyor. Hasan der ki: Peki o kişi soğuk
su içiyor mu? Soruyu soran: Evet deyince, şu cevabı verdi: Senin komşun
cahilmiş. Çünkü, yüce Allah'ın soğuk
su nimeti onun üzerinde pekmez peltesi nimetinden daha fazladır.
İbnü'l-Arabî de der ki: İlim adamlarımız şöyle demiştir; Bu,
dinin dos doğru uygulanması ve malın haram olmaması halinde böyledir. Şayet
insanların dini fesada uğrar, haram yaygınlık kazanırsa, bu sefer
evlenmekten uzak durmak daha efdal, lezzetleri terketmek daha uygundur.
Helalinden bulacak olursa, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haline
uygun hareket daha faziletli ve daha üstündür.
el-Mühelleb der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın evlilikten uzak durmayı ve
ruhbanlığı yasaklaması, kıyâmet gününde diğer ümmetlere karşı kendi
ümmetinin çokluğuyla övünmesi, dünyada da onları yanına alarak kâfir
taifeleriyle çarpışmasıdır. Kıyâmet gününde de onun ümmeti Deccal ile
çarpışacaktır, İşte Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı
ümmetin neslinin çoğalmasını istemiştir.
4-
Haddi Aşmanın Mahiyeti:
Yüce Allah'ın:
"Ve haddi aşmayın"
âyetinin anlamı şöyle açıklanmıştır: Haddi
aşarak Allah'ın haram kıldıklarını helâl kılmayınız. Buna göre, buradaki iki
nehiy her iki yolu kapsamaktadır. Yani, işi
sıkı tutarak helâl bir şeyi haram kılmayınız. Ruhsata kadar götürerek haram
olanı da helal kılmayınız. Bu açıklamayı
Hasan-ı Basrî yapmıştır. Bunun anlamının: "Haram kılmayın" âyetini
te'kid etmektir. Bu açıklamayı da es-Süddî,
İkrime ve başkaları yapmıştır.
Yani, Allah'ın helâl kıldığı, meşru kıldığı
bir şeyi haram kılmayınız. Ancak birinci anlam daha uygundur. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
5-
Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü:
Kim kendisine yiyecek, içecek
veya kendisine ait bir cariyeyi,
ya da Allah'ın kendisi için helâl kılmış
olduğu herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, Ma-Ük'e göre ona bir şey
düşmez ve bunların herhangi birisi dolayısıyla ona keffaret de düşmez. Şu
kadar var ki, o, cariyeyi kendisine haram kılmakla onu azad etmeyi niyet
etmişse, o carîye hür olur ve onu azad ettikten sonra yeni bir nikâh ile
nikâhlamadıkça onunla ilişki kurması haram olur.
Aynı şekilde hanımına: Sen bana
haramsın diyecek, olursa, o istemese de üç talâk ile boşanmış olur. Çünkü,
yüce Allah açık ve kinaye lâfızlar
ile boşamak suretiyle hanımını kendisine haram kılmasını mubah kılmıştır.
"Haram"
lâfzı ise, boşamadaki kinaye lâfızları
arasındadır.
Yüce Allah'ın izniyle, et-Tahrîm sûresinde
(66/1. âyet, 4. baslıkta) ilim adamlarının
bu husustaki görüşleri açıklanacaktır.
Ebû Hanîfe der ki: Kim bir şeyi kendisine haram kılarsa, o şey
kendisine haram olur. O şeyi alıp kullanacak olursa, keffâret vermesi
gerekir Bu ise uzak bir İhtimaldir, âyet de onun görüşünü reddetmektedir.
Said b. Cubeyr ise der ki: Yemindeki lağıv
(lağv yemini) haramı helal kılmaktır (yani,
boş anlamsız bir davranıştır). Şâfiî'nin
ileride geleceği üzere konu ile ilgili görüşünün de anlamı budur.
88
Allah'ın size verdiği rızıktan
helâl ve tertemiz olarak yiyin. Ve siz, îman ettiğiniz Allah'tan korkunuz.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın size verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin"
âyeti ile ilgili olarak tek bir
hususu açıklayacağız:
Bu âyet-i kerimede
"yemek";
yemek, içmek, giyinmek, binmek ve buna benzer yollarla faydalanmaktan
ibarettir. Özellikle "yemek"in sözkonusu edilmesi ise, insan için en önemli
maksat ve en özel yararlanma yollarından biri oluşu dolayısıyladır. İleride
el-A'raf sûresinde (7/31- âyetin tefsirinde)
yemenin, içmenin ve giyinmenin hükmüne dair açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
Lezzet veren şeylere karşı arzu
duyup, canın çektiği çeşitli şeyleri elde etmek hususunda nefse karşı
direnmeye gelince, bu hususta nefse imkân tanımak konusunda insanların
farklı yaklaşımları vardır, Onlardan kimisi, nefsi bu işlerden alıkoyup
arzuladığı şeylerin arkasından gitmekten alıkoymanın, nefsinin dizginlerini
ele geçirebilmesi ve inadını hafifletmesi açısından daha uygun olduğu
görüşündedir. Çünkü, eğer nefsinin isteğini gerçekleştirecek olursa,
nefsinin arzularının esiri olur ve nefsi onu istediği yere götürür
Nakledildiğine göre Ebû Hâzim, meyvenin yanından geçer, canı onu yemek
İster, fakat: Senin bunlarla buluşma yerin cennettir, dermiş.
Başkaları da şöyle demektedir:
Zevk aldığı şeyleri ele geçirmesi için nefse imkân tanımak, nefsi
rahatlatacağından, istediği şeyi elde etmekle daha bir canlanacağından
böylesi daha uygundur.
Başka bir kesim de şöyle
demektedir: Bu hususta orta yolu tutmak daha uygundur. Çünkü nefsine
istediği şeyleri kimi zaman verip kimi zaman vermemek, her iki yolu da telif
etmektir. Bu ise, kusursuz bir orta yoldur.
Haddi aşmak
(i'tidâ) ve rızkın anlamına dair
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde
(Haddi aşmak: 2/62. âyetin tefsirinde, rızık ise 2/3. âyetin tefsiri, 23-
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, Allah'a hamd olsun.
89
Allah sizi yeminlerinizdeki
lağivden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden
sorumlu tutar. Bunun keffâretî, ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on
fakiri doyurmak yahut onları giydirmek, ya da
bir köle azad etmektir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin
ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keöareti budur. Yeminlerinizi koruyun,
şükredersiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
kırkyedi başlık halinde sunacağız:
1- Lağv
Yemini ve Yemin:
Yüce Allah'ın:
"Allah sizi, yeminlerinizdeki lağivden dolayı sorumlu tutmaz"
âyetinde geçen
"lağ"vin
anlamı, el-Bakara Sûresi'nde (2/225. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"(........).
yeminlerinizde"
âyeti İse, yeminlerinizden dolayı demektir.
"Eyman: yeminler"
yemin kelimesinin çoğuludur. Yemin kelimesinin
hayır ve bereket anlamına gelen "yumrTden fail vezninde isim olduğu
söylenmiştir.
Yüce Allah yemine bu ismi, kakları koruduğundan dolayı vermiştir.
Yemin kelimesi hem müzekker, hem müennes olup, cem'i "eymân ve eymun"
şeklinde gelir. Şair Züheyr der ki;
"Bizden de, sizden de yeminler
toplanıp bir araya gelir."
2- Bu
Âyetin Nüzul Sebebi:
Bu âyetin nüzul sebebi hakkında
farklı görüşler vardır. İbn Abbâs der
ki: Âyetin nüzul sebebi, helâl ve temiz olan yiyecek, giyecek ve hanımları
kendilerine haram kılan kimselerdir- Onlar, bu hususa
(bu helâlleri kendilerine haram kılmaya)
yemin ettiler. Fakat:
"Allah'ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın"
(el-Mâide, 5/87) âyet-i nâzil olunca, peki
yeminlerimizi ne yapacağız dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil
oldu.
Bu görüşe göre âyetin anlamı
şöyle olur: Sizler, önce yemin eder, sonra da o yemininizi lağv ederseniz.
Yani, keffarette bulunmak suretiyle hükmünü
kaldırır ve keffârette bulunacak olursanız, bundan dolayı Allah sizi sorumlu
tutmaz. O, yeminlerinizi devam ettirip, yeminlerinizi lağv etmemeniz,
yani keffaretini yerine getirmemeniz
sebebiyle sizi sorumlu tutar.
Bununla, yeminin herhangi bir
şeyi haram kılmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu, aynı zamanda
Şâfiî'nin de yemin ile haramı helal
kılmanın bir ilgisinin bulunmadığı ve helal olan bir şeyi haram kılmanın
lağv (boş bir iş) olduğu görüşüne delildir.
Tıpkı, haram olan bir şeyi helal kılmanın lağv olması gibi. Mesela bir
kimse: Ben, şarap içmeyi helal kıldım, diyecek olursa, bu görüşe göre âyet-i
kerîme sunu gerektirmektedir: Yüce Allah,
helal olan bir şeyi haram kılmaya dair sözür o helal bir şey haram
kılanamayacağından dolayı lağv kabul etmiştir. O bakımdan: "Allah sizi
yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz"
yani, helâli haram kılmak suretiyle boş yeminden dolayı sorumlu
tutmaz, demektir.
Rivâyet olunduğuna göre,
Abdullah b. Revâha'nın yetimleri vardı. Ona misafir gelmişti. Gece bir
miktar ilerledikten sonra işinden döndü ve misafirime yemek yedirdiniz mi
dedi. Onlar: Seni bekledik dediler. Bu sefer: Allah'a yemin olsun bu gece
onu yemiyeceğim, dedi. Misafiri de: Ben de yiyecek değilim, dedi. Yetimleri
de: Biz de yemeyiz, dediler. Durumun böyle olduğunu görünce, o da yedi,
diğerleri de yediler. Daha sonra Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına
varıp durumu ona haber verince, Hazret-i
Peygamber ona;
"Sen, rahmana itaat ettin,
şeytana da asi oldun"
dedi ve bunun üzerine de bu âyet-i kerîme indi.
Süyûtî,
Lubabu'n-Nükûl (Mısır tarihsiz, Celaleyn
kenarında) I, 152'de belirtiğine göre. İbn Ebi Hatim, bu rivâyeti
Zeyd b. Estem'den nakletmektedir.
3-
Yeminlerin Kısımları:
Şeriatte yeminler dört
kısımdır: İki kısmında keffâret vardır, iki kısmında da keffâret yoktur.
Dârakutnî,
Sünen'inde şöyle bir rivâyet kaydetmektedir: Bize, Abdullah b. Muhammed b.
Abdülaziz anlattı. Bize, Halef b. Hişam anlattı. Bize, Abser, Leys'den
anlattı, o, Hammâd 'dan, of İbrahim'den,
o, Alkame'den, o da Abdullah b. Mes'dan
şöyle dediğini nakletti: Yeminler dört türlüdür. İki yemin için keffaret
vardır, iki yemin için de keffaret yoktur. Keffareti gerektiren iki yemin
şunlardır: Bir kimse Allah adına yemin olsun şunu şunu yapmayacağım diye
yemin edip o işi yaparsa keffarette bulunur. Yine bir adam, Allah'a yemin
ederim, mutlaka şu şu işi yapacağım dediği halde yapmazsa, bunun için de
keffaret gerekir. Keffareti gerektirmeyen iki yemine gelince; Bir kimse
Allah'a yemin ederim ben, şunu şunu yapmadım dediği halde, eğer o işi
yapmışsa (keffaret) gerekmez. Yine bir adam
yemin eder ve yemin olsun ben şu şu işi yaptım, dediği halde yapmamış ise,
(yine keffaret) gerekmez.
Dârakutnî.
IV, 162.
İbn Abdi’l-Berr dedi ki: Hem "Camİ'"nde hem Mervezi’nin de
kendisinden naklettiğine göre Süfyan es-Sevrî
şöyle demiş: Yeminler dörttür. İki yemin için keffaret vardır. O da
bir kimsenin, Allah'a yemin ederim yapmam deyip yapması
veya Allah'a yemin ederim mutlaka yapacağım
deyip sonra da yapmaması şeklindeki yeminlerdir. İki yeminin de keffareti
yoktur. Bu da bir kimsenin Allah'a yemin ederim ben yapmadım dediği halde,
yapmış olması, ya da Allah'a yemin ederim
ben bunu gerçekten yaptım dediği halde yapmamış olması halidir. el-Mervezî
der ki: İlk iki yemin hususunda, ilim adamları arasında Süfyan'ın dediğinden
farklı bir görüş beyan eden olmamıştır. Ancak, son iki yemin ile ilgili
olarak ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şayet, yemin eden kişi eğer
şu şu işi yapmadığına dair yemin etmiş, yahut şu şu işi yaptığına dair yemin
etmiş ve kendi kanaatine göre o, doğru söylediğini düşünüyor doğrunun da
yemin ettiği gibi olduğu görüşünde ise, bundan dolayı onun için günah da
yoktur, keffaret de yoktur. Mâlik,
Süryan-ı Sevrî ve rey sahiplerinin görüşüne göre bu böyledir. Ahmed ve
Ebû Ubeyd de böyle demiştir.
Şâfiî ise onun için günah yoksa da
keffarette bulunması gerekir, demektedir el-Mervezî der ki:
Şâfiî'nin bu görüşü pek kuvvetli
değildir. (el-Mervezî) devamla der ki:
Şayet şu şu işi yapmadığına dair yemin eden kişi eğer o işi yapmış olmakla
birlikte kasten yalan söylemiş ise, günahkârdır ve onun için yine keffaret
gerekmez. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur.
Mâlik, Süfyan-ı Sevrî, Rey sahipleri,
Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr ve
Ebû Ubeyd bu görüştedirler.
Şâfiî ise, keffaret gerekir, demektedir.
(Yine
el-Mervezî) der ki: Bazı tabiinden Şâfiî'nin
görüşüne benzer rivâyetler kaydedilmiştir. el-Mervezî der ki: Ben,
Mâlik ve Ahmed'in görüşüne
meyletmekteyim. Genel olarak ilim adamlarının ittifakla lağv olduğunu kabul
ettikleri lağv yeminine gelince, o da bir kimsenin, yemin akdetmek
(yeminine bağlı kalmak) kastı olmaksızın ve
böyle bir istekte de bulunmaksızın, konuşması esnasında: Hayır vallahi, evet
vallahi demesidir. Şâfiî der ki: Bunun
böyle olması tartışma, kızgınlık ve acele halinde sözkonusudur.
4-
Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün'akide:
Yüce Allah'ın:
"Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar"
âyetinde
"kâr harfi deo gelmek üzere şeddesizdir. Akd ise, ipi düğümlemek gibi maddi
ve satış akdi gibi hükmî (akid) olmak üzere
iki türlüdür. Şair der ki:
Bunlar, öyle bir topluluktur
ki, himaye ettikleri
kimse lehine bir akidle
bağlanacak olurlarsa alttan da düğüm atıp bağlarlar.
üstten de düğüm, atıp
bağlarlar."
Mün'akide yemindeki "münâkide"
kelimesi, akdden münfaile veznindedir. Bu ise, kalbin gelecekte herhangi bir
işi yapmamak üzere karar verip, sonradan o işi yapması yahut bir işi mutlaka
yapmak üzere karar vermekle birlikte yapmamasıdır. Az önce geçtiği gibi.
İşte ileride de geleceği üzere
istisna "(inşaallah" demek) ve keffaretin
çözdüğü yemin budur.
Bu kelime, "ayırfdan
sonra "elif getirilerek laale vezni üzere; şeklinde okunmuştur. Bu ise,
çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak
(müşâreke) halinde yapılır. Bu durumda ikinci kişi, kendisiyle
yapılan konuşma esnasında kendisi sebebiyle yemin olunan kişi de olabilir,
mana: Üzerinde yemin akidlerîni yaptığınız şeylerden sizi sorumlu tutar,
şeklinde de olabilir. Çünkü akdetti; ahitleşti, anlamına yakındır. Bundan"
dolayı harf-i cer ile teaddi etmiş (geçiş
yapmışldir. Zira bu kelime anlamım da ihtiva etmektedir. Bu ise, ikincileri
harf-i cer ile olmak üzere iki mef'ûle teaddi eder. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Kim
de Allah ile ahd ettiği şeye bağlı kalırsa..."
(el-Feth, 48/10) Bu da;
"Namaza çağırdığınızda"
(el-Mâide,
5/58) âyetinin edatı ile teaddi etmesi gibidir. Oysa bu, Zeyd'e
seslendim, demek gibi (harf-i cersiz olarak)
teaddi etmelidir. Nitekim:
"ona Tûr'un sağ tarafından seslendik"
(Meryem, 19/52) âyetinde de böyledir. Şu
kadar var ki, burada seslenmek, davet etmek anlamına kullanıldığından
dolayı; harfi ile teaddi etmiştir. Nitekim yüce
Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Alllah'a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?"
(Fussilet, 41/33) Daha sonra
yüce Allah'ın;
"Fakat üzerine bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden..,"
şeklindeki âyetinden
harf-i cer hazf edilerek fiil hemen mef'ûle geçiş yapmakta ve; Hakkında akid
yaptığınız, bağlandığınız.... haline gelmiş, arkasından
yüce Allah'ın:
"Emrolunduğunu açıkça bildir"
(el-Hicr, 15/94)
âyetinden hazf edildiği gibi bundan da "he" zamiri hazf edilmiştir
Ya da
burada; "vezni, O anlamında da olabilir. Yüce
Allah'ın:
"Allah onları kahretsin"
âyetinde olduğu gibi. Nitekim Arapçada
müşâreke (işteşlik) için kullanılan bu
vezin, kimi zaman müşâreke vezni anlamı olmaksızın tek kişi tarafından
yapılan iş hakkında da kullanılır Yolculuk yaptım, yardımcı oldum, demek
gibi.
"Bağlanmış olduğunuz"
anlamına gelen kelime, "kaf harfi şeddeli olarak; diye de okunmuştur.
Mücahid
der ki: Bu okuyuşun anlamı, kastî olarak bilerek yaptığınız yeminler
demektir. İbn Ömer'den rivâyet
edildiğine göre şeddeli kıraat tekrarı gerektirir. O bakımdan böyle bir
kimse yeminini tekrarlamadıkça (ve tekrar bir daha
bozmadıkça) keffârette bulunması gerekmez. Ancak,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğine dair gelen rivâyet
bunu reddetmektedir: "Şüphesiz ki ben Allah adına bir hususa dair yemin
edersem de ondan bir başkasının o işten daha hayırlı olduğunu görürsem,
-inşallah- mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine
getiririm."
Buhârî,
Eyman 1; Müslim, Eyman 7;
Ebû Dâvûd, Eyman 14;
Nesâî, Eyman 15;
İbn Mâce, Keffarât 7;
Müsned, IV, 398.
Görüldüğü gibi burada
Hazret-i Peygamber tekrar yapılmayan
yeminde keffaretin vacip olduğundan sözetmektedir.
Ebû Ubeyd der ki; Bu kıraate göre "karın şeddeli okunuşu defalarca
ardı arkasına tekrarlanmasını gerektirir. Ben, bu şekilde okuyan kimsenin
tek bir yeminini birkaç defa tekrarlamadığı sürece ona keffaretin
gerekmeyeceği hususundan emin değilim. Ancakt bu icmaa aykın bir görüştür.
Nâfi'nin rivâyetine göre İbn Ömer,
yeminini pekiştirmeksizin bozacak olursa, on yoksul yedirirdi. Yeminini
pekiştirdikten sonra bozacak olursa da bir köle azad ederdi. Nafi'a
:Yeminini pekiştirmesinin (te'kid etmesinin)
anlamı nedir, diye sorulunca, şu cevabı verdi: Bir şeye defalarca yemin
etmesi demektir.
5-
Yemin-i Gamûs:
Ğamûs yemini diye bilinen t
kasten yalan yere) yeminin, münâkide yemini olup olmadığı hususunda farklı
görüşler vardır.
Cumhûrun kabul ettiği görüşe göre
ğamûs yemini bir hile, bir aldatma ve bir yalan yemindir. O bakımdan böyle
bir yemin münâkid olmaz ve bunda keft'âret de yoktur.
Şâfiî der ki: Bu, münâkide bir yemindir.
Çünkü, kalp vasıtasıyla kast edilmiştir. Ve bir habere bağlı olarak;
yüce Allah'ın ismiyle birlikte
yapılmıştır, O bakımdan onda keffaret gerekmektedir. Ancak sahih olan
birinci görüştür.
İbnü'l-Münzir der ki:
Mâlik b. Enes ve Medinelilerden ona tabi
olanların görüşü de budur. Evzaî ve ona
muvafakat eden Şamlılar da böyle demişlerdir.
es-Sevrî ve Iraklıların görüşü de budur. Ahmed, İshâk, Ebû Sevr ve
Ebû Ubeyd ile Küfe halkından hadis
ashâbı ile rey ashâbı da böyle demiştir. Ebû Bekr der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın:
"Her kim bir yemin eder de başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görürse,
daha hayırlı olanı yapsın ve yeminine keffarette bulunsun"
ile: "Yemininin
keffaretini yerine getirsin ve hayırlı olan şey ne ise onu yapsın"
Müslim, Eyman 11-13;
Tirmizî, Nüzûr 6;
Nesâî, Eyman 15,16;
İbn Mâce, Keffarat 7:
Dârimî, Nüzûr 11,
Müsned, II. 38, IV, 256, 378, 428.
âyeti, keffaretin gelecekte bir işi yapmak üzere yemin ettiği halde
yapmayan, yahut yine gelecekte bir işi yapmamak üzere yemin edip de onu
yapan hakkında gerekli olduğuna delâlet etmektedir.
Bu meselede ikinci bir görüş
daha vardır ki; o da kastî olarak Allah adına yalan yere yemin edip günah
İşlemekle birlikte keftarette bulunması gerektiğidir. Bu da
Şâfiî'nin görüşüdür. Ebû Bekir devamla
der ki: Ancak biz, buna delil olabilecek bir haber bilmiyoruz. Kitap ve
sünnet birinci görüşün lehine delalet
etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza, insanların arasını
bulmaya engel yapmayın."
(el-Bakara, 2/224")
İbn Abbâs der ki: Kişi akrabalarını
gözetmemek üzere yemin eder, ancak Allah da ona kelfarette bulunmak
suretiyle bir çıkış yolu göstermektedir. Allah ismini gerekçe göstermemesini
ve yemininin keffaretini yerine getirmesini emretmektedir Konu ile ilgili
haberler, kendisine haram olan bir malı (bu yolla)
kesip almasını sağlayacak bir yeminin keffaret olan şeylerle keffaret
olunmayacak kadar büyük olduğunu göstermektedir.
İbnü'l-Arabî der ki: Âyet-i kerîme iki kısım yeminden
sözetmektedir: Lağv yemini ve münâkide yemini. Çoğunlukla insanların
yeminlerinde görülenler de bunlardır. Bunların dışında kalan yeminler
isterse yüz kısım olsun, bunların herhangi birisine keffaret taalluk etmez.
Derim ki:
Buhârî, Abdullah b. Amr'dan şöyle
dediğini nakletmektedir: Bedevi bir Arap gelip
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ey Allah'ın Rasûlu, büyük günahlar
(kebâir.) hangileridir, diye sormuş,
Hazret-i Peygamber:
"Allah'a ortak koşmak" diye buyurmuş.
Bedevi: Daha sonra hangisidir diye sorunca,
Hazret-i Peygamber:
"Anne babaya karşı gelmektir"
diye buyurmuş. Yine bedevi: Sonra hangisidir diye sorunca,
Hazret-i Peygamber;
"Ğamûs yeminidir"
diye buyurmuş. Ben: Ğamûs yemini nedir, diye sordum, şöyle buyurdu:
"Yaptığı yeminde yalan
söylemekle birlikte müslüman bir kimseye ait olan bir malı o yemin
vasıtasıyla kesip almaktır."
Buhârî,
Eymân 16; Tirmizî Tefsir 4 Süre 7;
Nesâî, Tahrimu’d-Dem 3, Kasâme 48;
Dârimî Diyat 9.
Müslim'de
Ebû Umâme'den Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim yaptığı yemini ile müslüman bir
kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah o kimseye cehennem ateşini vacip kılar,
cenneti de ona haram kılar." Adam: Ey Allah'ın Rasulü, ya bu aldığı şey
önemsiz bir şeyse de mi? diye sorunca,
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"İsterse erak (misvak.) ağacından bir çubuk olsun."
Buhârî,
Eyman 17, Müslim Eymân 218;
Nesâî, Adabu'l-K. 30;
İbn Mâce, Ahkam 8,
Dârimî Buyû'' 62;
Muvatta’' Akdiye 11;
Müsned, V, 260.
Abdullah b. Mes'ûd'un
rivâyet ettiği hadise göre de Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Her kim yalan yere ve kasfî
olarak yemin edip de o yemin vasıtasıyla müslüman bir kimsenin malını
haksızca alacak olursa, yüce Allah'a, kendisine gazap etmiş olduğu halde
kavuşur."
Bunun üzerine:
"Şüphesiz Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir pahaya
değiştirenler..."
(Ali İmrân, 3/77)
âyeti sonuna kadar nâzil oldu.
Müslim,
Îman 220; Buhârî Tefsir 3. süre 3, Eyman
17, Ahkam 30; Tirmizî Tefsir 3. sûre 4;Müsned
V, 211.
Görüldüğü gibi burada
keffaretten söz edilmemektedir. Eğer biz, böylesine keffarette bulunmayı
gerekli görecek olursak, onun işlediği cürüm ortadan kalkar. Allah'ın
huzuruna da kendisinden razı olmuş olarak çıkar. Böylelikle tehdit olunduğu
azâbı da hak etmez. Hem bu niye böyle olmasın ki ? Çünkü, bu şekilde yemin
eden bir kimse hem yalan söylemiş, hem başkasının malını bu yolla kendisine
helal kabul etmiştir. Yüce Allah
adına yemin etmeyi de hafife almıştır. Onu küçümsemiştir. Buna karşılık
dünyayı da ta'zim edip büyütmüştür. Allah da onun tazim ettiği şeyi tahkir
etmiş, onun küçük gördüğü şeyi de ta'zim etmiştir. İşte bu kadarı
yeterlidir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir; Ğamûs yeminine bu adın
veriliş sebebi, sahibini cehenneme ğams etmesi
(yani bandırması)'nden ötürüdür.
6- Bir
İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden
Bir işi yapmamak üzere yemin
eden bir kimse, o işi yapmadığı sürece yeminine bağlı demektir. Eğer o işi
yapacak olursa, yeminini bozmuş ve keffârette bulunması gerekir. Çünkü
yemine muhalefet etmiştir. Şayet "yapacak olursam" demiş olsa da durum
aynıdır. Eğer mutlaka yapmak üzere yemin ederse, anında yeminini bozmuş
demektir. Çünkü, muhalefet sözkonusudur. Eğer dediğini yaparsa, yeminini
yerine getirmiş olur. Şayet "yapmazsam" diyecek olursa yine aynı durum
sözkonusdur.
7-
Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı:
Yemin eden bir kimsenin;
"mutlaka yapacağım ve eğer yapmazsam..." şeklindeki sözleri emir gibi,
"yapmayacağım ve eğer yaparsam,.." şeklindeki sözleri de nehîy
(yasak) gibi değerlendirilir.
Birinci durumda, hakkında, yemin ettiği şeyin tamamını yapmadığı
sürece yeminini yerine getirmiş olmaz. Meselâ, şu ekmeği yiyeceğim diye
yemin edip onun bir bölümünü yerse tamamını yemediği sürece, yeminini yerine
getirmiş olmaz. Çünkü o ekmeğin herbir parçası hakkında yemin edilmiştir.
Şayet -mutlak olarak- Allah'a yemin ederim ki
muhakkak yiyeceğim diyecek olursa, yeme isminin hakkında kullanılabileceği
asgari miktarını yerine getirmekle yeminini gerçekleştirmiş olur Çünkü, yeme
mahiyeti fiilen ortaya konulmuştur.
Nehiy
(olumsuz yemin) durumunda ise, o ismin hakkında kullanılabileceği
asgari şeyi yapmakla yeminini bozmuş olur. Çünkü, nehyin muktezası gereğince
nehyedilen şeylerin birimlerinden herhangi birisinin ortaya çıkmaması
gerekir. Eğer bir eve girmemek üzere yemin etse de iki ayağından birisini o
eve soksa yeminini bozmuş olur Buna delil de şudur: Biz,
yüce Allah'ın şu âyetinde ismin, işin
başlangıcı hakkında kullanılabilmesiyle haram hükmünü ağırlaştırdığını
görüyoruz:
"Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayınız."
(en-Nisa, 4/22) Buna göre, bir kimse bir
kadınla nikâh akdi yapacak olsa, onunla gerdeğe girmeyecek olsa dahi o kadın
hem babasına, hem oğluna haram olur. Fakat (üç
talâk dolayısıyla ilk kocasına haram olmuş, bir kadının) tahli
(hülle, ikinci bir koca ile evlenmesin)den
sonra ilk kocasına helal olabilmesi için ismin ilk kullanılabildiği durum
ile yetinmeyerek: "Hayır, sen onun balcağızından tatmadıkça,
(olmaz)" diye buyurmuştur.
Buhârî
Talâk 7, 37, Libâs 6V 23, Müslim, Nikâh
111-115; Ebû Dâvûd Talâk 49;
Nesâî, Talâk 9;
İbn Mâce Nikâh 32;
Muvatta’, Nikâh 17-18;
Müsned II, 62, 85, III, 284, VI, 42, 62,
96, 193.
8-
Kimin Adına Yemin Edilir?
Adına yemin edilen
(el-mahlüfu bili ) şanı
yüce Allah ve O'nun, Rahmân, Rahîm,
Semi, Alîm, Halîm gibi güzel isimleri ile buna benzer diğer isim ve yüce
sıfatlarıdır İzzeti, Kudreti, timi, İradesi, Kibriyâsı, Azameti, Ahdi,
Misakı ve zatının diğer sıfatları gibi. Çünkü bütün bunlara yapılan yemin
mahlûk olmayan Rahîm olan yüce Zat'a yemindir. Bunları zikrederek yemin eden
kimse, yüce Allah'ın zatına yemin
etmiş gibi olur. Tirmizî,
Nesâî ve başkalarının rivâyetine göre,
Cebrâîl
(aleyhisselâm) cennete bakıp yüce Allah'ın
huzuruna geri dönünce şöyle demiş: İzzetine yemin olsun ki, bunun varlığını(ve
bu halini) işiten herkes mutlaka buraya girer. Cehennem hakkında da
şöyle demiştir: İzzetin hakkı için onu(n bu
halini) işitip de oraya giren kimse bulunmaz.
Ebû Dâvûd,
Sünne 22, Tirmizî Sifatu'l-Cenne 21;
Nesâî, Eyman 3;
Müsned, II, 333f 354, 373
Yine Tirmizî ve
Nesâî ile başkaları da
İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedirler: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)
"Kalpleri evirip çeviren hakkı
için hayır" diye; bir diğer rivâyete göre
de: "Kalpleri evirip
çeviren hakkı için hayır" diye yemin
ederdi.
Buhârî,
Eyman 3, Kader 14, Tevhid 11; Tirmizî,
Nüzûr 13, Nesâî, Eymân 1, 2,
İbn Mâce Keffarât 1;
Dârimî, Nüzûr 13;
Muvatta’' Nüzûr 15;
Müsned II, 26, 67, 68, 127, III, 112,
257.
İlim adamları icma ile vallahi,
yahut billahi, ya da tallahi diye yemin
edip yeminini bozan kimsenin keffâretle yükümlü olduğunu kabul etmişlerdir.
İbnü'l-Münzir der ki: Mâlik,
Şâfiî, Ebû
Ubeyd, Ebû Sevr, İshâk ve Rey sahipleri şöyle derlerdi: Her kim
Allah'ın isimlerinden bir ismi zikrederek yemin eder de sonra yeminini
bozarsa, ona keffaret düşer. Biz de bu görüşteyiz. Bu hususta bir görüş
ayrılığı olduğunu da bilmiyorum.
Derim ki: Bununla birlikte "Kur'âna yemin etme" başlığında da
şöyle demektedir: Yakub (b. İbrahim, Ebû Yûsuf)
der ki: Kim Rahmân adına yemin eder de yeminini bozarsa, onun için keffaret
gerekmez.
Derim ki: Rahmân da yüce Allah'ın
isimlerindendir, bu hususta icma vardır ve bunda görüş ayrılığı yoktur.
9-
Allah'ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine... Yeminin Hükmü:
Allah'ın hakkı için, azameti için, kudreti için, ilmi için, Allah'ın hayat
sıfatı için Oe amrullahi"), Allah adına yemin ederim
( eymullahi ) lâfızları ile yemin hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Mâlik der ki: Bunların hepsi yemindir ve bunlar dolayısıyla keffaret
gerekir.
Şâfiî der ki: Allah'ın hakkı, celali, azameti ve kudreti de, eğer
bunlarla yemini niyet ederse birer yemindir. Eğer yemin kastı gütmezse
bunlar yemin değildir. Çünkü bu ibarenin; Allah'ın hakkı vaciptir, kudreti
yerini bulur anlamına gelme ihtimali de vardır, Allah'ın emaneti hakkında da
Şâfiî şöyle demiştir: Bu yemin değildir.
Le amnılllahi ve eymullahi lâfızlarına gelince, eğer bunlarla yemin
kastedilmezse yemin değildir.
Rey sahipleri de derler ki:
Kişi, Allah'ın azameti, izzeti, celali, kibriyası ve emâneti hakkı için
deyip de yeminini yerine getirmeyecek olursa, keffarette bulunması gerekir.
el-Hasen der ki: Allah hakkı için (ve
hakkullahi) yemin değildir, bunda keffaret de gerekmez.
Ebû Hanîfe'nin de görüşü budur. Bu
görüşü ondan er-Razi (el-Cessâs)
nakletmiştir. Aynı şekilde Allah'ın ahdi, misakı, emaneti de yemin değildir.
Mezhebine mensub bazı ilim adamı, bu bir yemindir, demektedir Tahavî der ki:
Yemin değildir. Aynı şekilde Allah'ın ilmi hakkı için diyecek olsa bile bu
da, Ebû Hanîfe'nin görüşüne göre yemin
değildir. Fakat arkadaşı Ebû Yûsuf bu
hususta ona muhalefet ederek şöyle demektedir: Bu bir yemin olur
İbnü'l-Arabî der ki: Ebû Hanîfe'yi
bu hususta yanıltan "ilim"in bazan "malûm" hakkında da kullanılmasıdır.
Malûm ise muhdes (sonradan yaratılmış şey)
dir. O bakımdan böyle bir tabir de yemin olmaz. Fakat kudretin de makdur
(kudret ile var edilen) şey hakkında
kullanıldığını hatırlanmamıştır. Onun makdur hakkında söyleyeceği her söz,
bizim de malum hakkındaki delilimizdir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da şöyle dediği sabit olmuştur:
"Allah'a yemin olsun (ye eymullah) o,
gerçekten emirliğe lâyıktır."
Buhârî, Eymân 2,
Fedailu Ashâbin Nebiyy 17, Meğâzî 42, 87;
Müslim, Fedâlu's-Sahabe 63, 64; Tirmizî,
Menâkib 39; Müsned, II, 20.
şeklindeki sözünü Zeyd ve oğlu Üsame ile ilgili olay münasebetiyle
söylemiştir.
İbn Abbâs da: Ve eymullah diye yemin eder,
İbn Ömer de böyle dermiş. İshâk der ki:
Eğer kişi eymullah lâfzı ile yemin etmeyi murad ederse bu, iradesi
dolayısıyla ve kalbinin bu konudaki kastı dolayısıyla o da bir yemin olur.
10-
Kur'ân'a Yemin Etmek:
Kur'ân'a yemin hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. İbn Mes'ûd der ki: Her bir âyeti
dolayısıyla bir yemin etmiş gibidir. Hasan-ı
Basrî ve İbn el-mübarek de böyle demişlerdir.
Ahmed de der ki: Ben bu kanaati
reddedecek herhangi birşey bilmiyorum. Ebû
Ubeyd der ki: Tek bir yemin olur. Ebû
Hanîfe ise, bunda keffâret yoktur, der
Katade de mushafa yemin edermiş. Ahmed ve İshak da biz bunu
(mushafa yemin etmeyi) mekruh görmüyoruz
demişlerdir.
11- Allah'tan Başkası Adına Yemin:
Yüce Allah'tan, Onun isim ve
sıfatlarından başkası ile yemin, yemin olmaz. Ahmed b. Hanbel der ki;
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) adına yemin edecek
olursa, yemini olur. Zira, kendisine îman olmaksızın imanın tamam olmayacağı
bir şeye yemin etmiştir. Tıpkı Allah adına yemin etmiş gibi
(yeminini bozacak olursa), keffarette
bulunması gerekir.
Ancak bu görüşü,
Buhârî,
Müslim ve diğerlerinde sabit olan şu rivâyet reddetmektedir.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir kafile ile birlikte bulunan
Ömer b. el-Hattâb'a yetişti. O sırada
Ömer babası adına yemin ediyordu,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle seslendi:
"Şunu bilin ki, muhakkak Allah sizlere babalarınız adına yemin etmeyi
yasaklamaktadır. Kim yemin edecek olursa, ya Allah adına etsin, yahut
sussun."
Buhârî,
Edeb 74, Eyman 4, Tevhid 11, Şehadat 26; Müslim,
Eyman 1, Ebû Dâvûd, Eymân
Tirmizî, Eymân 8;
Nesâî, Eyman 11,
İbn Mâce Keffârat 2,
Dârimî;
Müsned, 7. 11, 34, 69,142.
Bu İse, az önce
zikrettiğimiz gibi, yeminin yalnızca Allah adına, isimlerine ve sıfatlarına
yemin edilebileceğini göstermekte, O'ndan başka hiçbir şeye yemin etmemeyi
gerektirmektedir. Bunu tahkik eden hususlardan birisi de,
Ebû Dâvûd,
Nesâî ve başkalarının Ebû Hüreyre'den
şöyle dediğine dair kaydettikleri şu rivâyettir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Babalarınız adına da, anneleriniz adına da, ortaklar adına da yemin
etmeyiniz. Ancak Allah adına yemin ediniz. Allah adına da ancak siz doğru
söylediğiniz halde yemin edebilirsiniz."
Müslim,
Eymân 3; Ebû Dâvûd, Eymân 4;
Nesâî, Eyman 6.
Diğer taraftan: Âdem, İbrahim
adına yemin edenlere de -kendilerine îman edilmeksizin imanın tamam
olmayacağı kişiler adına yemin etmiş olduğu halde- keffâret yoktur,
diyenlerin görüşlerini de Ahmed b. Hanbel'in
(Hazret-i Peygamber hakkındaki bu özel
görüşü) ile çelişmektedir.
12.
Putlar Adına Yemin:
Lâfız "Müslim"in
olmak üzere, hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den
şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Sizden her kim yemin eder, yemininde de: Lat hakkı
için diyecek olursa, Lâ ilahe illallah desin. Her kim de arkadaşına; Gel
seninle kumar oynayalım, diyecek olursa, sadaka versin."
Buhârî,
Tefsir 53- Sûre 2, Edeb 74, İstizan 52, Eyman 5;
Müslim Eymân 5;
Ebû Dûvud, Eymân 3;
Tirmizî Nüzûr 18;
Nesâî, Eymân II,
Müsned, II, 309
Nesâî
de Mus'ab b. Sa'd'dan, onun da babasından rivâyetine göre Sa'd şöyle demiş:
Bir husustan söz ediyorduk. O sırada ben, cahiliyyeyi henüz yemi
bırakmıştım. Lat ve Uzza adına yemin ettim.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem)’in ashâbından birisi bana: Ne kötü bir söz söyledin! dedi.
Bir diğer rivâyette de: Sen terkedilmesi gereken bir sözü kullandın, dedi.
Bunun üzerine Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)ın yanına
vardım ve bunu ona nakledince şöyle buyurdu: De ki:
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur.
Mülk O'nundur. Hamd da O'nundur. O, herşeye gücü yetendir. Sonra da sol
tarafına üç defa tükürür gibi yap ve şeytandan Allah'a sığın, bundan sonra
da bir daha avnı şeyi yapma."
Nesâî,
Eyman 12; Müsned I, 183, 186
İlim adamları derler ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle bir söz söyleyene bu sözü
söyledikten sonra lâilahe illallah demesini emretmesi o söze keffâret,
gafletten uyandırıp hatırlatmak ve nimeti tamamlamak İçindir. Özel olarak
Lat'dan söz edilmesi ise, çoğunlukla dillerinde dolaşan put adının o
olmasından ötürüdür. Diğer ilahlarının isimleri de aynı durumdadır. Zira,
Lat ile diğer putlar arasında hiçbir fark yoktur.
Arkadaşına: Gel seninle kumar
oynayalım diyene tasadduk etme emrini vermesine gelince, bu hususta
yapılacak açıklamalar da Lat hakkında yapılan açıklamalar gibidir. Çünkü
onlar, kumar oynamayı itiyat haline getirmişlerdi. Ayrıca kumar, malın batıl
yollarla yenilmesine sebep teşkil eden yollardan birisidir.
13-
Allah'ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler Söylemenin Hükmü:
Yahudi olayım, hıristiyan
olayım, yahut İslamdan, Peygamberden,
Kur'ân'dan uzak olayım, yahut Allah'a şirk koşmuş, Allah'ı inkâr etmiş
olayım gibi sözler söyleyen bir kişi hakkında
Ebû Hanîfe der ki: Bu sözler birer yemindir ve bunlardan dolayı da
keffâret gerekir. Fakat, yahudilik, hıristiyanlık hakkı için,
Peygamber ve Kâ'be hakkı için deyip,
bunlar yemin kipinde kullanırsa keffâret gerekmez.
Bu hususta dayanağı,
Dârakutnî tarafından Ebû Rân" yoluyla
gelen şu rivâyettir: Ebû Rafı'in sahibi olan kadın, hanımı ile kendisini
ayırmak istemiş ve; "eğer onları birbirinden ayırmayacak olursa, birgün
yahudi, birgün hıristiyan olsun, bütün köleleri hür olsun. Ne kadar malı
varsa, Allah yolunda olsun" diye yemin etmiş ve durumu
Âişe, Hafsa,
İbn Ömer,
İbn Abbâs ve Ummu Seleme'ye sormuş, hepsi de ona: Senf Harut ile
Marut gibi mi olmak istiyorsun (bunun için mi onu
hanımından ayırmak istiyorsun) demişler, yeminine keffârette bulunup
onları serbest bırakmasını emretmişler.
Dârakutnî,
VI, 163-164
Yine
Dârakutnî, Ebû Rafi'den şöyle dediğini
nakletmektedir: Efendim olan hanım, mutlaka seni hanımından ayıracağım
demiş. Sahip olduğu bütün malları Kâ'be kapısında
(sebil) olsun ve bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî
olayım eğer seni ve hanımını birbirinden ayırmıyacak olursam.
(Ebû Rafı) der ki: Ben de mü’minlerin
annesi Ummu Seleme'nin yanına gittim ve dedim ki: Benim efendim olan kadın
beni hanımımdan ayırmak istiyor. Ummu Seleme bana şöyle dedi: Efendin olan
kadına git ve ona şöyle de: Böyle bir şey yapmak senin için helal değildir.
Ben de ona gittim. Sonra İbn Ömer'in
yanına vardım. Ona durumu haber verdim. O da kapıya kadar geldi ve şöyle
dedi: Harut ile Marut burada mıdırlar? Elendim olan kadın dedi ki: Ben,
(eğer onları birbirinden ayırmayacak otursam)
bana ait olan bütün malı Kâ'be'nin kapısına sebil olarak göndereceğimi
söyledim. İbn Ömer, peki neden
yiyeceksin diye sorunca, efendim tekrar: Ayrıca bir gün yahudi, bir gün
hıristiyan, bir gün mecusî olayım diye de yemin ettim. Bu sefer
İbn Ömer şöyle dedi: Eğer yahudi olursan
öldürülürsün. Hıristiyan olursan öldürülürsün, mecusî olursan yine
öldürülürsün. Bu sefer: Peki, bana ne yapmamı emredersin deyince,
İbn Ömer şöyle dedi: Yeminine keffârette
bulunursun ve kölen olan bu adamı ve cariyeyi yine bir araya getirirsin.
Dârakutnî,
Vl, 164.
İlim adamları, yemin eden bir
kimse, eğer "Uksîmubillah; Allah adına kasem ederim" diyecek olursa, bunun
yemin olacağını icma ile kabul etmekle birlikte "billah" demeksizin, "uksimu
ya da eşhedu: kasem ederim,şahidlikederim
ki", şöyle şöyle mutlaka olmalıdır diyecek olursa, farklı görüşlere
sahiptirler. Mâlik'e göre böyle demek, eğer Allah adına demeyi murad etmişse
yemin olur. Eğer Allah adına demeyi kastetmemişse, bunlar keffâreti
gerektiren yemin olmazlar.
Ebû Hanîfe, el-Evzaî,
el-Hasen ve
en-Nehaî ise, her iki durumda da bunlar birer yemindir, demişlerdir
Şâfiî de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın
ismini anmadıkça bunlar yemin olmazlar. Bu, Müzenî'nin ondan yaptığı
rivâyettir. er-Rabih ise, Mâlikin görüşü gibi ondan bir rivâyet
nakletmektedir.
14-
Başkasına Yemin Vermek:
Bir kimse: Sana yemin veriyorum
mutlaka şunu yapmalısın, diyecek olursa, eğer ondan bir şey istemek kastıyla
bunu demişse, bu hususta bir keffâret yoktur ve bu yemin değildir. Eğer,
yemin etmeyi kastetmişse, az önce sözünü ettiğimiz hususlar sözkonusu olur.
15-
Alak'a İzafe Edilen Şeylere Yemin:
Biz kimsenin "Allah'ın
yaratması rızık vermesi ve Beyti hakkı için" gibi Allah'a izafe eden
sözlerle yemin etmesi halinde ona keffâret gerekmez, Çünkü bunlar câiz
olmayan yeminlerdir ve Allah'tan başkası adına yemin etmektir.
16-
Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması):
Yemin akd oldu mu, onu keffâret
veya îstisnâ-inşaallah çözer.
İbnü’l-Mâcisûn der ki: İstisna keffâretten bedeldir. Yoksa, yemini çözmek
değildir. İbnü'l-Kasım da der ki: Yemini çözmektir.
İbnü’l-Arabî der ki: İslam aleminin
değişik bölgelerdeki fukahasının görüşü budurs sahih olan da budur.
İstisnanın şartı İse,
onun (yemine) muttasıl olması ve lâfzan
söylenmiş olmasıdır. Çünkü Nesâî ve
Ebû Dâvûd,
İbn Ömer'den Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Her kim yemin eder de istisnada
bulunursa, dilerse buna devam eder, dilerse de
(yeminine bağlılığı) yeminini bozması sözkonusu olmaksızın terk
eder,"
Ebû. Dâvud, Eymân 9;
Tirmizî Nüzûr 7:Nesâî,
Eyman 18; İbn Mâce Keffarat 6.
Şayet diliyle söylemeksizîn
istisnayı niyet ederse veya özürsüz olarak
istisnayı yemininden ayrı söyleyecek olur(sallallahü
aleyhi ve sellem)bunun kendisine bir faydası olmaz. Muhammed b.
el-Mevvâz da der ki: İstisna, yemin ile itikaden
(kalbinde) birlikte bulunmalıdır. Velevki yemininin son harfi ile
birlikte olsun. Eğer yeminini tamamladıktan sonra istisna yapacak olursa,
bunun kendisine bir faydası olmaz. Çünkü yemin, istisnadan ayrı olarak
bitirilmiş olur. îstisnânın yeminden sonra varid olması ise, tıpkı arada
zaman fasılası geçmiş gibi bir etki yapmaz. Ancak bu görüşü: Kim yemin eder
de akabinde istisnada bulunursa" hadisi ıed etmektedir. Çünkü bu ifadedeki
"fe" harfi takib içindir.
(Yani, yemininin tamamlanmasından sonra istisna
etmesi gerekir.) İlim adamlarının
Cumhûru (çoğunluğu) da bu
görüştedir. Aynı şekilde böyle bir kanaat, baştan yapılmış bir yeminin
hiçbir şekilde çözülmemesi gibi bir sonuç verir ki, böyle bir şey batıldır
İbn Huveyzimendâd der ki:
Mezhebimiz âlimleri içinden ne zaman istisna yaparsa bunun, yemin ettiği
şeyi tahsis edeceği hususlarında farklı görüşlere sahiptirler. Kimi mezheb
âlimlerimiz şöyle demiştir İstisnası sahihtir, bununla da lehine yemin
ettiği kimseye haksızlık etmiş olur. Kimisi de şöyle demiştir: Lehine yemin
ettiği kişi bunu işitmedikçe istisnası sahih olmaz. Bazıları da şöyle
demiştir: Lehine yemin ettiği kimse işitmeyecek olsa dahi, İstisna yaparken
dilini ve dudaklarım kıpırdatması sahih olur. İbn Huveyzimendâd der ki:
Bizim, kendi içinde yaptığı istisna sahihtir, dememizin sebebi, yeminlerin
niyetler İîe muteber oluşundan dolayıdır. İstisna yaparken dilini ve
dudaklarını kıptrdatmadıkça sahih olmaz, deyişimiz ise şundan Ötürüdür: Bu
istisnayı söyleyip dilini ve dudaklarını kıpırdatmayan kimse söz söylemiş
olmaz. İstisna da bir sözdür ve ancak söz ile vaki olur. Hiçbir şekilde
istisna sahih olmaz, derken ise, bunun, lehine yemin edilen kişinin hakkı
oluşundan ve hakimin yemini lehine istediği duruma göre bu yemin vaki
oluşundan dolayıdır. Yemin, yemin edenin tercihi ile olmayacağına göre,
aksine bu, ondan istenen birşey olduğuna göre, onun bu hususta herhangi bir
hükmünün olmaması icabetmektedir.
İbn Abbâs ise der ki: Bir sene sonra bile yeminden istisna yapmak
mümkündür. Bu hususta Ebû'l-Âl-iyye ve
el-Hasen de ona tabi olmuşlardır. Bu
görüşünü, yüce Allah’ın şu âyeti ile
demlendirmektedir:
"Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler,.."
(el-Furkan, 25/68) âyetinin inişinden bir
sene sonra;
"Ancak tevbe edenler... müstesnadır"
(el-Furkan, 25/70) âyeti inmiştir.
Mücahid der ki: Her kim iki sene sonra
dahi inşaallah diyecek olsa, bu bile onun için yeterlidir.
Saîd b. Cübeyr de der ki; Dört ay sonra
istisna yapacak olsa, onun için yeter.
Tavus da der ki: Meclisinde
bulunduğu sürece istisna yapma hakkı vardır.
Katade der ki: Şayet yerinden kalkmadan
veya konuşmadan önce istisna yapacak olursa, onun lehine bu istisnası
geçerlidir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk da
derler ki; O mesele ve sadedde devam ettiği sürece istisna yapabilir.
Atâ da der ki: Bol süt veren bir devenin
sağımlığı kadarlık bir süre zarfında İstisna yapma hakkı vardır.
17-
İbn Abbâs'ın İstisna ile Görüşünün
Değerlendirilmesi:
İbnül-Arabî der ki: Âyet-i
kerimede İbn Abbâs'in görüşüne delil
diye ileri sürdüğü hususta onun lehine delil olabilecek bir taraf yoktur:
Çünkü her iki âyet-i kerîme, yüce Allah'ın
indinde ve Levh-i Mahfuz'unda bir aradadır. Allah'ın bu hususta bildiği bir
hikmeti dolayısıyla nüzulü ertelenmiştir. Bununla birlikte nüzuldeki bu
fasıladan güzel bir feri hüküm ortaya çıkmaktadır. O da şudur: Yemin eden
bir kimse Allah'a yemin olsun eve girmeyeceğim ve eğer sen eve girecek
olursan boğsun; diyecek olsa ve birinci yemininde kalbinde inşaallah diye
istisna yapsa, ikinci yeminde de yine kalbinde belli bir süre
veya bir sebep, yahut herhangi bir kimsenin
dilemesi gibi yemini kaldırıp istisnaya elverişli olan bir şeyi geçirecek
olursa ve bu istisnayı kendisi için yemin olunanı korkutmak kastıyla
herhangi bir şekilde açık-İamayacak olursa, böyle bir tutumun ona faydası
olur ve onun aleyhine her iki yemin de münâkid olmaz. Talâkta kendisine
karşı beyyine getirilmediği sürece bunun bir faydası vardır. Eğer ona karşı
delil getirilecek olursa, istisna iddiası ondan kabul olunmaz. Fetva sormak
üzere geldiği takdirde böyle bir istisna niyetinin ona faydası olur.
Derim ki: istisnanın ona fayda vereceği şöyle açıklanır: Şanı
yüce Allah, birinci âyeti açıklamış,
diğerini ise, (bir yıl süre ile) saklı
tutmuştur. Yemin eden de aynı şekilde korkutmak kastıyla yemin eder ve
istisnayı gizlerse, aynı durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
İbnü'l-Arabî der ki: Ebul-Fadl el-Merağî, Medinetü's-Selâm
(Bağdat'ta ders okuyordu. Şehrinden kendisine
gelen mektupları bir sandığa koyar ve kendisini rahatsız edecek ve ilim
talebini kesmesine sebep teşkil edecek bir haber alırım, korkusuyla hiçbir
mektubu okumazdı. Aradan beş yıl geçip de ilim talebi maksadını bir dereceye
kadar gerçekleştirdikten ve geri dönmeyi kararlaştırdıktan sonra, yüklerini
bağladı, kitaplarını ortaya koyup o mektupları çıkardı. Mektuplarında
okudukları arasından yalnızca bir tanesini dahi eğer kendisine ulaştıktan
sonra okumuş olsaydı, artık ardından bir harf dahi ilim tahsil edemezdi.
Bundan dolayı Allah'a hamd etti ve ev eşyasını bir bineğe yükleyerek,
Horasan yolunun başladığı Babü'l-Halbe'ye çıktı. Bineğini ücretle tuttuğu
delili önden gitti. Kendisi ise, yol azığını satın almak üzere fırıncının
kapısına dikildi. O, azığını almak için uğraşırken, ekmekçinin bir
başkasıyla konuşurken şöyle dediğini işitti: Sen ilim adamının -vaizi
kastediyor-: İbn Abbâs bir sene sonra dahi istisna yapmayı câiz kabul
etmektedir, dediğini duymadın mı? Bu sözü ondan işittiğimden beri hatırımdan
çıkmadı. Üzerinde düşünmeye devam edip durdum. Fakat bu görüş doğru olsaydı,
Yüce Allah da Hazret-i Eyyub'a:
"Eline bir demet (ot)
al ve onunla vur ve yemininde de durmamazlık etme"
(Sa'd, 38/44) diye buyurmazdı. Niye Allah
ona: "İnşaallah de" demedi.
el-Merağî, fırıncının bu
şekilde konuştuğunu duyunca, kendi kendisine şöyle dedi: Fırıncılarının bile
bu derece ilimden pay sahibi olduğu bu seviyede bulunduğu bir şehri bırakıp
Merağa'ya mı gideyim? Ebediyen böyle bir şey yapamam.
Daha sonra, ücretle tuttuğu
binek sahibinin arkasından gitti ve ona verdiği ücreti de helâl edip,
ölünceye kadar Bağdat'ta ikâmet etti.
18-
İstisnanın Yemine Etkisi:
İstisna, Allah adına yapılan
yemini kaldırır. Zira bu, yüce Allah'tan
verilmiş bir ruhsattır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur
Ancak Allah'tan başkası adına
yapılan yeminde istisnanın durumu hakkında görüş ayrılığı vardır.
Şâfiî ve
Ebû Hanîfe der ki: İstisna, her yeminde sözkonusudur Talâk, köle azad
etmek ve bundan başka diğer yeminlerde tıpkı
yüce Allah'ın yeminini kaldırdığı gibi
(bunları da kaldırır). Ebû Ömer
der ki: İcma ile kabul ettikleri haktır. Çünkü, yalnızca Allah adına yapılan
yeminlerde istisna ile ilgili rivâyet varid olmuştur. Bunun dışındaki
hususlarda vârid olmuş bir rivâyet yoktur.
19-
Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir:
Yüce Allah'ın:
"Bunun keffâretİ..."
âyeti ile ilgili olarak ilim adamları
keffârette bulunmadan önce yemini bozmanın mubah ve güzel bir şey olduğunu,
hatta bunun daha uygun olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, yemini
bozmadan önce keffârette bulunmanın yeterli olup olmayacağı hususunda üç
farklı görüşleri vardır:
1- Mutlak olarak
(yani yemini bozmadan önce ya da sonra)
keffârette bulunmak yeterlidir Buf ashâb-ı kiramdan ondört kişinin,
fukahânın Cumhûrunun kabul ettiği
bir görüştür. Mâlik'in mezhebinde meşhur olan görüş de budur
2-
Ebû Hanîfe ve arkadaşları ise, keffâret
yeminden sonra olmadıkça") hiçbir şekilde yeterli olmaz derler. Bu, aynı
zamanda Eşheb'in Mâlik'ten rivâyetidir.
Câiz oluşu şöyle
açıklanır: Ebû Mûsa el-Eşârî der ki:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki:
"Şüphe yok ki ben Allah'a yemin
ederim -inşaallah- herhangi bir hususta yemin edip de ondan başkasının o
husustan daha hayırlı olduğunu görecek olursam, mutlaka yeminimin
keffâretinî yerine getirir ve daha hayırlı olanı yaparım."
Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir.
Anlam bakımından da şöyle
açıklanır: Yemin, keffârete sebeptir. Çünkü
yüce Allah:
"İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin keffareti budur"
buyurmakta
ve keffâreti yemine izafe etmektedir. Anlam ile ilgili manevi hususlar ise,
onlara sebep teşkil eden şeylere izafe edilirler. Aynı şekilde keffâret
yeminin gereğini yerine getirmemenin bedelidir. Dolayısıyla yeminin
bozulmasından önce yapılması da câiz olur.
Daha önce keffâret
vermeyi kabul etmeyenlerin görüşü de şöylece açıklanır:
Müslim, Adiy b. Hatimeden şöyle dediğini
rivâyet etmektedir; Ben Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle
buyururken dinledim:
"Her kim bir hususa dair yemin
eder, sonra ondan başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı
yapsın."
Nesâî: "Ve
yemininin kefaretini yapsın"
diye ilave etmiştir.
Mana cihetinden bakılacak
olursa; keffaret günahı kaldırmak içindir. Kişi yeminine muhalefet etmediği
sürece ortadan kaldırılması gereken birşey yok demektir. O halde keffâreti
yerine getirmenin bir anlamı olmaz. Diğer taraftan
yüce Allah'ın:
"İşte yemin ettiğiniz takdirde"
âyetinin anlamı da; yemin edip de yemininizi
bozduğunuz takdirde, demektir. Diğer taraitan vücubundan önce yapılan her
bir ibadet, -namaz ve sair ibadetler nazarı itibara alındığı takdirde,-
sahih değildir.
3-
Şâfiî ise şöyle demektedir: Yemek
yedirmek, köle azad etmek ve elbise giydirmek halinde,
(daha Önce keffârette bulunulursa) yerini
bulur. Ancak oruçla kerrarette bulunulursa yerini bulmaz. Çünkü, bedeni bir
amel vaktinden öncesine alınmaz. Fakat bunun dışındaki hallerde keffâretin
daha önce yapılması yeterli olur, bu da üçüncü görüştür.
20-
Yemin Keffaretleri:
Şanı
yüce Allah, yemin keffâretinde önce üç
hususu zikrettikten sonra, bunlardan birisini yapmakta muhayyer bıraktı,
akabinde de bunların mümkün olmaması halinde de oruç tutmayı emretti. Önce
yemek yedirmekle başladı. Çünkü Hicaz topraklarında yemeğe olan ileri
derecedeki ihtiyaç ve karınlarını doyuramamaları dolayısıyla bu daha
faziletli idi. Bununla birlikte yemin keffâreti hususunda muhayyerlik
bulunduğunda görüş ayrılığı yoktur.
İbnü'l-Arabî der ki: Benim kanaatime göre keffâret duruma göre
olur. Eğer muhtaç birisi bulunduğunu biliyorsan, yemek yedirmen daha
faziletlidir. Çünkü sen, köle azad ettiğin takdirde yemeğe muhtaçların
ihtiyacını gidermiş olmazsın. Bunlara (yemek
yedireceğin on kişiye) bir onbirinci kişiyi daha eklemiş olursun.
Giydirmek de aynı şekilde bundan sonra gelir. Şanı
yüce Allah, neye muhtaç olunduğunu
bildiğinden dolayı öncelikli ve önemli olanı daha önce zikretmiştir.
21-
Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek:
Yüce Allah'ın:
"Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri dovurmak onlara yemek
yedirmek"
âyeti ile ilgili olarak, bize ve
Şâfiî'ye göre, yoksullara çıkardığı
yiyeceği temlik etmesi ve bunu mülk edinip onda tasarruf edecek şekilde
onlara teslim etmesi kaçınılmazdır. Çünkü, yüce
Allah şöyle buyurmaktadır;
"O, yediriyor, kendisi ise yedirilmiyor."
(el-En'âm, 6/14) Hadîste de şöyle
buyurulmuştur "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) dedeye
altıdabir yedirdi"
Tirmizi,
Ferâiz 11; Dârimî, Ferâiz 18
Çünkü bu, keffaretin iki çeşidinden birisidir. Bunda da temlikten başka
türlüsü cafo olmaz. Ve bunun aslı (bu hükme
varmaya esas teşkil eden hükmü) elbise giydirmek yoluyla keffârettir
Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Sabahlı akşamlı yoksulları doyuracak
olursa bü da caizdir. Bizim (Mâliki mezhebi)
âlimlerimizinden İbnül-Mâcişûn'un tercihi de budur. İbnü'l-Mâcişûn der ki:
Yemek yemeğe imkân tanımak yemek yedirmektir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yemeği ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire
yedirirler."
(el-İnsan, 76/8)
Buna göre, hangi yolla yoksula yemek yedirirse, âyetin kapsamına girmiş
olur.
22.
Yemek Yedirmenin Niteliği:
Yüce Allah'ın:
"Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan"
âyeti ile ilgili olarak el-Bakara suresinde (2/143
âyet-i kerimenin tefsirinde) "vasat
(ortalamadın en üstün ve iyi anlamına geldiğine dair açıklamalar geçmişti.
Burada ise "vasat" iki konumun arasındaki orta yer ve iki uç arasındaki orta
nokta demektir.
"İşlerin en hayırlıları orta yollu (evsâtuhâ) olanlarıdır"
hadisi de buradan gelmektedir..
İbn Mâce
şöyle bir hadis nakletmektedir: Bize Muhammed b. Yahya anlattı: Bize
Abdurrahman b. Mehdi anlattı; Bize Süfyan b.
Uyeyne, Süleyman b. Ebil-Muğire'den anlattı: Süleyman,
Saîd b. Cübeyr'den, o,
İbn Abbâstan şöyle dediğini nakletti:
Kimisi aile halkının yiyecek ihtiyacını bol bol karşılarken, kimisi de
ailesinin yiyecek ihtiyacını kısarak karşılıyordu. Bunun üzerine: "Ailenize
yedirdiğinizin orta yollusundan" âyeti nâzil oldu.
ibn Mâce,
Keffarât 10.
İşte bu, (burada) "vasat"ın belirttiğimiz
gibi ve iki şey arasında ortada bulunan olduğunu göstermektedir.
23-
ifedirilecek Yemeğin Miktarı:
Mâlik'e göre, yedirilecek
miktar, eğer keffârette bulunacak kişi,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in
Medine'sinde bulunuyor ise, on yoksuldan her birisine bir mud'dur,
Şâfiî ve Medineliler de bu görüştedir.
Süleyman b. Yesâr der ki: Ben, insanları yemin keffâreti için yiyecek
verirken, küçük mud ile bir mud buğday verdiklerini ve bunun kendileri için
yeterli olacağı görüşünde olduklarını gördüm. Bu, aynı zamanda
İbn Ömer,
İbn Abbâs ve Zeyd b. Sabit'in de görüşüdür. Atâ b. Ebî Rebâh da böyle
demiştir. Ancak, Peygamber
Medinesi'nden başka bir yerde ise, durum farklıdır. İbnu'l-Kasım der ki: Her
yerde bir mud, keffârette bulunana yeterli gelir.
İbnü'l-Mevvâz da şöyle der: İbn
Vehb, Mısırda bunun bir buçuk mud, Eşheb
ise bir mud ve bir muddun üçtebiri kadar verir demiştir,
(Eşheb) der ki: Bir tam mud ile üçtebir
mud, sabah akşam yemeğinde çeşitli bölgelerdeki geçimin ortala maşıdır.
Ebû
Hanîfe de şöyle demektedir: Buğday
verecekse yarım sa', hurma ve arpa verecekse bir sa.' verir. Bunu da
Abdullah b. Sa'lebe b. Suayr'ın babasından yaptığı rivâyete dayanarak
söylemiştir. Abdullah'ın babası Salebe b. Suayr der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve
fıtır sadakası olarak kişi başına bir sa' hurma, yahut iki kişi adına bir
sa' arpa, yada bir sa' buğdayı vermeyi emr etti.
Ebû Dâvûd,
Zekat 21; Müsned, V, 432.
Süfyan ve İbnü’l-Mübarek
de bunu delil almış, bu görüşü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu görüş, Ali,
Ömer, İbn
Ömer ve Âişe
(radıyallahü anhüm)’dan da rivâyet
edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb de bu
görüştedir. Irak fukahâsının genel olarak görüşü budur. Çünkü
İbn Abbâs şöyle demiştir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir sa’ hurma ile keffârette bulunmuş
ve insanlara böylece keffârette bulunmayı emretmiştir. Bunu bulamayan ise,
aile halkınıza yedirdiğinizin orta yollusundan yarım sa' buğday versin.
Bunu, İbn Mâce Sünen'inde rivâyet
etmiştir.
İbn Mâce,
Keffarat 9.
24-
Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Câiz Olmayanlar:
Yemin keffâretinde bulunan bir
kimsenin zengin bir kimse ile nafakasını vermek zorunda olduğu yakın
akrabasına yemek yedirmesi câiz değildir. Eğer nafakasını sağlamakla yükümlü
olduğu kimselerden olursa, Mâlik der ki:
Böyle birisine yemek yedirmesi hoşuma gitmez. Fakat, yapacak olursa ve bu
akrabası da fakir ise yerini bulur. Şayet zengin olduğunu bilmediği halde
zengin birisine yemek yedirecek olursa; el-Müdevvene ile başka bir kitapta
bunun yeterli olmayacağı belirtilmekle birlikte, el-Esediyye de bunun
yeterli olacağı kaydedilmektedir.
25-
Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir:
Kişi yediğinden keffâret
verir İbnü'l-Arabî der ki: Bu
noktada bir gurup ilim adamı yanılarak şöyle demiştir; Eğer kendisi arpa
yerken insanlar buğday yiyorsa, sair insanların yediğinden keffâretini
versin. Ancak, bu apaçık bir yanılgıdır. Çünkü, ketîârette bulunacak kişi,
eğer bizzat arpadan başkasını yiyemiyor ise, başkasına bundan başkasını
vermesi ile mükellef tutulamaz. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da:
"'Bir sa' buğday ve bir sa’ arpa..."
diye buyurmuştur. Bunları ayrı ayrı zikretmiş ki? herkes
yediğinden üzerine düşeni versin diye. Bu hususta ise anlaşılmayacak kapalı
bir taraf yoktur.
26-
Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır:
Mâlik der ki: Şayet on yoksulu sabahlı akşamlı yedirecek olursa, bu
(keffâret olarak) o kimse için yeterli
olur. Şâfiî ise der ki: Hepsine bir
arada yemek yedirmesi câiz değildir. Çünkü, yemekte birbirleri arasında fark
vardır. Bunun yerine her bir yoksula bir mud verir.
Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)dan
da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: On yoksula yalnızca bir öğün yedirmek
yeterli olmaz. Yani, akşam yedirmeksizin
yalnızca sabah, yahut sabah yedirmeksizin yalnızca akşam yemeği vermek
yeterli olmaz. Mutlaka sabahlı akşamlı yedirmelidir. Ebû
Ömer der ki: Değişik bölgelerde fetva
önderlerinin görüşü de budur.
27-
Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez:
İbn Habib der ki:
Katıksız yalnız başına ekmek yeterli olmaz. Ekmekle birlikte katık olarak
zeytin yağı, keşk veya kameh
Kâmeh: İştah açıcı sirkeli yiyecek:. Keşk: Gerek
duyulacağında pişirilmek üzere un ve sütten yapılıp kurutulan bir
yiyecektir,
(el-Mu'cemu 'l-Vasît)
veya mümkün olan herhangi bir şey
verilmelidir. İbnü'l-Arabî der ki:
Bu, görüşüme göre vacib olmayan bir fazlalıktır. Ekmekle birlikte çeker
vermesi, et vermesinin müstehap olmasına gelince, bu doğrudur. Fakat, yemek
için belli bir katığı tayin etmenin ise herhangi bir yolu yoktur Zira,
"yiyecek" lâfzı bunu ihtiva etmez.
Derim ki: Âyetin ortalama yeme hakkında nâzil oluşu, ekmekle
beraber zeytinyağı veya sirke vermeyi
ya da buna benzer peynir, yahut İbn
Habib'in dediği gibi keşk vermeyi gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmuştur:
"Sirke ne güzel katıktır!"
Müslim,
Eşribe 164 vd.; Ebû Dâvûd, Et'ime 39;
Tirmizî, Et'ime 35;
Nesâî, Eyman 21;
İbn Mâce, Et'ime 33;
Dârimî, Et’ime 18.
Hasan-ı Basrî de der ki: Eğer yoksullara ekmek ve et, yahut ekmek ve
zeytin yağı günde bir defa doyuncaya kadar yedirecek olursa, bu dahi onun
için yeterlidir. Bu, İbn Şîrîn, Cabir b. Zeyd ve Mekhûl'ün görücüdür Bu
görüş Enes b. Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir.
28-
Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi:
Bize göre keffâretin tek bir
yoksula verilmesi câiz değildir. Şâfiî
de bu görüştedir. Ebû Hanîfe'nin
arkadaşları da keffâretin tümünün bir kimiye tek bir defada verilmesini
kabul etmemekle birlikte, keffâretin tümünü bir günde fakat değişik
miktarlarda ve ödemelerde vermesi halinde farklı görüşlere sahiptirler.
Kimisi bunu câiz görür ve eğer
fiil bir kaç defa tekerrür etmişse, ikinci fiil ile ilgili olarak kendisine
ilk olarak ketfâretten bir pay verilene bir daha verilmesine mani yoktur.
Çünkü, miskîn (yoksul) ismi hâlâ onun için
kullanılabilmektedir, demek yerinde olur.
Başkaları ise şöyle demektedir:
Keffâreti (aynı günde değil de) birden çok
günlerde aynı kişiye ödemek caizdir. Çünkü günlerin birden çok olması,
yoksulların sayılarının yerini tutmaktadır. Ebû
Hanîfeye göre bu şekilde bir ödeme onun için yeterli olur. Çünkü
âyeti kerimeden maksat, yedirilecek miktarı bildirmektir. O, bu miktarı tek
bir kişiye verecek olsa dahi onun için yeterli olur.
Bizim delilimiz;
yüce Allah'ın, on kişiyi Kitabının
nassında zikretmiş olmasıdır. Bundan vazgeçmek câiz değildir. Aynı şekilde
böyle bir uygulama ile müslümanlardan bir topluluk canlandırılır ve bir gün
dahi onların yetecek kadar ihtiyaçları karşılanır. Böylelikle onlar, bu
zaman zarfında kendilerini yüce Allah'a
ibadete ve duaya verebilirler. Bu sebepten ötürü de keffârette bulunana
mağfiret olunur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
29-
Keffâretin Sebebi:
Yüce Allah'ın:
"Bunun keffaretl"
âyetindeki zamir, nahvî tekniklere göre ya
racidir. Bu durumda bu edatın; anlamına gelme ihtimali olduğu gibi masdariye
olması ihtimali de vardır. Ya da zamir de
her ne kadar açıktan açığa ondan söz edilmiyorsa bile, yemini bozma günahına
raci olur Çünkü anlam, bunun böyle olmasını gerektirmektedir.
30-
Aileniz
Yüce Allah'ın: âyeti, in kınk olmayan
(salim) çoğuludur. Cafer b. Muhammed es-Sadık ise bu kelimeyi, diye
okumuştur. Bu ise mükesser (kınk) bir
çoğuldur. Ebul-Feth şöyle demiştir: gibi olup, kelimelerinin de
çoğullarıdırlar. Araplar, şeklinde, (müzekker ve
müennes olarak) kullanırlar. Şair der ki:
"Ve sevgiye ehil nice kimse
vardır ki, ben de onları sevmeye kalktım.
Ve bu hususta onlara bütün
gücümle övgülerde, iltifatlarda bulundum."
31-
Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları Giydirmek:
Yüce Allah'ın:
"
Yahut onları giydirmek"
âyetinde, "kef" harfi hem esreli, hem de ötreli olarak okunmuştur Bunlar iki
ayrı söyleyiştir. Örnek" kelimesi gibi. Saîd b.
Cübeyr ile Muhammed b. es-Semeyka el-Yemanî bunu: "Onlar gibi, onlara
benzer şekilde" diye okumuştur ki, aile halkın gibi onları da giydir,
anlamındadır.
Erkekter için giyim, bütün
vücudu örten tek bir elbisedir. Kadınlar için giyim ise, namazda onlar için
yeterli gelen asgari miktardır. Bu da vücudunu boydan boya örten elbise
( manto ve benzeri) ile başörtüsüdür.
Küçüklerin hükmü de böyledir.
İbnü'l-Kasım el-Utabiyye" de
şöyle demektedir: Küçük kız, büyük kadın gibi geydirilir, küçük çocuk da
büyük gibi gevdirilir. Bu da yedirmeye kıyasen böyledir.
Şâfiî, Ebû Hanîfe,
es-Sevrî ve el-Evzat de şöyle derler: Bu
ismin, hakkında kullanılabileceği asgari miktar olmalıdır. Bu da tek bir
örtüdür. Ebû'l-Ferec'in Mâlik'ten rivâyetinde -ki, ibrahim
en-Nehaî ve Muğire de böyle demiştir-
şöyle denilmektedir; Bedenin tamamını örten miktar verilir. Namazın bundan
daha aşağısı bir elbise ile câiz olamayacağına binaen böyle denilmiştir.
Selmân
(radıyallahü anh) dan da şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: İç elbise elbise olarak ne iyidir!
Taberî bunu, kesintisiz bir senetle
rivâyet etmiştir. el-Hakem b. Uyeyne de şöyle demektedir: Başını saracak bir
sarık yeterlidir. Aynı zamanda bu, es-Sevri’nin de görüşüdür.
İbnü'l-Arabî der ki: Ben şöyle denilmiş olmasını çok arzu
ederdim: Kişiyi sıcak ve soğuğun rahatsız edici durumundan kurtaracak kadar
örtecek elbiseden başkası yeterli olmaz, Nitekim, yemek hususunda kişiyi
açlıktan kurtarıp doyuracak kadar vermekle yükümlü oluşu gibi.
(Böyle denilmiş olsaydı) ben de böyle
diyecektim. Sadece belden aşağısını örten bir izar verileceği görüşüne
gelince, ben bunun nereden geldiğini bilmiyorum. Allah, yardımı ile bana da
size de bilmenin yollarını açsın.
Derim ki: Elbise miktarı belirlenirken, bazıları alışılagelmiş ve
örf haline gelmiş elbise ve giyimi gözönünde bulundurmuş, bazdan da şöyle
demiştir: Tek bir elbise, ancak vücudun tamamını örten>-bir örtü olmadıkça
yeterli olmaz.
Ebû Hanîfe ve arkadaşları da derler ki: Yemin keffâretinde giydirmek,
her yoksul için bir sevb ve izar (yani vücudun
belden aşağısını ve yukarısını örten iki örtü) yahut bir rida
(aba veya cübbe gibi üstten giyilen elbise gibi),
yahut kamîs (iç gömlek ve elbise), yahut
kaba' (kaftan)
veya bir kisâ (tam elbise)
şeklindedir Ebû Mûsa el-Eşârf den de kendisi adına ikişer elbise verilmesini
emrettiği rivâyet edilmiştir. el-Hasen
ve İbn SÎrîn de bu görüştedir.
İbnü'l-Arabî'nin tercih ettiği görüşün anlamı da budur- Doğrusunu en iyi
bilen Allahtır.
32-
Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin Kıymetini Vermesi:
Yiyecek ve giyeceğin kıymetini
vermek yeterli olmaz. Şâfiî de bu
görüştedir. Ebû Hanîfe ise yeterli olur,
demiştir Çünkü o, zekâtta bile kıymet geçerlidir, keffarette nasıl geçerli
olmaz demiştir.
İbnÜl-Arabî ise der ki: Onun
dayanağı, maksat ihtiyacın giderilmesidir, ihtiyacın ortadan
kaldırılmasıdır. Kıymet bu hususta yeterli iş görmektedir, der. Biz ise
şöyle deriz: Eğer sizler, ihtiyacın giderilmesini göz önünde bulunduracak
olursanız, ibadet nerede kalır? Kur'ân-ı Kerîmin muayyen üç şeyi nass ile
tesbit etmesi nerede kalır. Kur'ân'ın beyanının bir türden öbür türe
geçişinin anlamı ne olur?
33-
Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek:
Keffarette bulunan kişi
elbiseyi, bir zimmi ya da bir köleye
verecek olursa bu onun için yeterli olmaz. Ebû
Hanîfe ise yeterli olur, demiştir. Çünkü o da bir miskîn
(yoksul) dur. Miskîn lâfzı onu da
kapsamaktadır. Âyetin umumu onu da kapsamına almaktadır.
Deriz ki: Bunun, şu ifade ile
tahsis edildiğini açıklayabiliriz: Bu, yoksullar için çıkartılıp verilmesi
gereken bir bölüm maldır. Bunun kâfire verilmesi câiz değildir, bu görüşün
asıl dayanağı ise zekâttır. Diğer taraftan biz,
(Ebû Hanîfe ile) böyle bir malın mürtede ödenmesinin câiz olmadığını
ittifakla kabul etmekteyiz. Mürteddi tahsis ettiğini kabul ettiği her bir
delil, zimmî hususunda bizim de del ilimizdir.
Köle ise, yoksul olamaz. Çünkü
köle, efendisinin kendisine sağladığı nafaka ile ihtiyaçtan kurtulmuştur.
Zengin gibi, ona da keffâret verilmez.
34-
Köle Âzâd Etmek:
Yüce Allah'ın:
"Yahut bir köle azad etmektir"
buyuruğunda, "âzâd etmek
(tahrîr)" kölelikten çıkarmak demektir.
Esirlik, zorluk ve sıkıntı, dünyanın yoruculukları ve benzerlerinden
kurtarmak hakkında da kullanılır. Hazret-i Meryem'in annesinin:
"Rabbim, karnımdakini azadlı bir kul olarak yalnız sana adadım"
(Âl-i İmrân, 3/35) âyetindeki "muharraran
kelimesi de buradan gelmektedir. Yani,
dünyanın kötülüklerinden ve benzer şeylerinden kurtulmuş âzâde olarak
demektir. el-Ferazdak b. Ğalib'in şu beyiti de bu kabildendir:
"Ey Ğudâneoğulları, şüphesiz
ki, ben sizi hürriyete kavuşturdum da,
sizleri Atiyye b. Ci'âl'e
bağışladım."
Ben, sizi hicv edilmekten yana
kurtarıp özgürlüğünüze kavuşturdum demektir.
Âyet-i kerimede hürriyete
kavuşturmaktan söz edilirken, özellikle insanın boynunun söz konusu edilmesi
ise, genelde tasmanın insan boynuna takıldığı organ oluşundan dolayıdır.
Ayağa bukağı vurmak ise çoğunlukla hayvanlarda görülen bir olaydır. O halde
boyun, mülk edinilen kölenin mülkiyetinin görüldüğü yer olduğundan dolayı,
özgürlüğe kavuşturmak da boyuna izafe edilmiştir.
35-
Âzâd Edilecek Kölenin Niteliği:
Bize göre, ancak başkasının
ortaklığı sözkonusu olmaksızın, tam ve mü’min
bir köle azad etmekten başkası câiz değildir. Kölenin bir bölümünü azad
etmek de belli bir süreye kadar azad etmek, kitabet, tedbîr
(özgürlüğü sahibinin ölüm şartına bağlamak)
da câiz olmadığı gibi, azad edilecek kölenin um veled
(efendisinden çocuğu olduğu için efendisinin
ölümünden sonra hürriyetine kavuşacak olan cariye) de olmaması
gerekir, mülkiyetine geçirdiği takdirde, istemese de azad edilmesi gereken
bir kimse olmaması gerekir. Yine azad edilecek kölenin, geçimini kazanmasını
engelleyecek şekilde kocamış, yaşlı ve kötürüm olmaması, kusursuz ve sağlam
olması gerekmektedir. Dâvud (ez-Zâhirî) ise
bu hususta muhalefet ederek kusurlu kölenin azad edilmesini câiz kabul
etmektedir.
Ebû Hanîfe de der ki: Kâfir köle azad etmek caizdir Çünkü
(burada) lâfzın mutlak olması bunu
gerektirmektedir.
Ancak, bizim delilimiz şudur:
Bu, Allah Teâlâya yakınlaştırıcı farz bir iştir. Dolayısıyla zekât gibi,
kâfirin bu işe konu olması sözkonusu değildir. Aynı şekilde Kur'ân-ı
Kerîm’de bu kabilden mutlak olan bütün lâfızlar, hataen öldürmekte sözkonusu
edilen ve kayıtlı olarak zikredilen köle azad etmeye racîdir,
"Kölede başkasının ortak
olmaması gerekir" deyişimizin sebebi, yüce
Allah'ın:
"Ya
da bir köle azad etmektir"
diye buyurmuş olmasıdır. Çünkü, kölenin bir
parçası, kölenin tamamı demek olamaz. Yine, azad edilecek kölede azad otrtia
akdinin sözkonusu olmaması gerektiğini söyledik. Çünkü, hürriyete
kavuşturmak, daha önce sözkonusu edilmiş bir azatlığın gerçekleştirmesini
mevzubahis olmaksızın başlı başına bir azadı gerektirmektedir. Azad edilecek
kölenin kusursuz ve sağlıklı olmasını, yine
yüce Allah'ın:
"Ya
da bir köle azad etmektir"
âyetinden dolayı
söyledik. Çünkü, ifadenin mutlak olması, tam bir köle azadı gerektirir,
(Meselâ, kör bir köle eksiktir.) Sahih-i
Buhârî'de
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)’in da şöyle buyurduğu rivâyet
edilmektedir: "Bir
müslüman, bir başka müslümanı kölelikten azad edecek olursa, mutlaka azad
ettiği onun cehennemden kurtuluşuna sebep olur. Azad edilenin her bir uzvu,
azad edenin o uzvunun karşılığında -hatta ferci ferci karşılığında-
(ateşten) kurtulur."
Buhârî,
Keffarât 6; Müslim, İtk 22, 23. Yakın
lâfızlarla: Ebû Dâvûd, İtk, 13,14;
Tirmizî, Nüzûr 20;
İbn Mâce, İtk 4;
Müsned, IV, 113, 147, 235, 344, 386, V,
29
Bu ise, gayet açık bir nasstır.
Tek gözü kör olan ile ilgili
olarak da mezhebte (Mâliki mezhebinde) iki
görüş rivâyet edilmiştir. Sağır ve hayaları burulmuş köle hakkında da aynı
şey sözkonusudur.
36-
Keffâret için Ayırdığı Malı Telef Olursa:
Bir kimse, bir keffâret
dolayısıyla bir köle azad etmek üzere bir miktar malı bir kenara ayırmışsa,
o malı telef olursa, keffârette bulunma yükümlülüğü üzerinde devam eder
Halbuki, fakirlere ödemek, yahut da onunla bir köle satın almak üzere zekât
olan bir malı bir kenara ayırdıktan sonra malı telef olanın durumu böyle
değildir. Zekâtta böyle bir durum sözkonusu olduğu takdirde, zekât verenin
emre uyması dolayısıyla başka bir malı aynı şekilde ödeme yükümlülüğü
kalmaz.
37-
Yemin Eden Kefaretini Yerine Getirmeden Önce Ölürse:
Fıkıh âlimleri, yemin eden
keffâretten önce ölecek olursa, hükmün ne olacağı hususunda farklı görüşlere
sahiptir.
Şâfıî ve Ebû Sevr der ki: Yemin
keffâretleri ölenin sermayesinden çıkartılır.
Ebû Hanîfe de der ki: Yemin keffâretleri onun bıraktığı mirasın
üçtebirinden ödenir. Mâlik de; -bunu
vasiyyet etmiş olması şartıyla -böyle demiştir.
38-
Kişinin Keffârette Bulunacağı Sıradaki Hali Gözönünde Bulundurulur:
Zenginken yemin edip, fakir
oluncaya kadar yemininin keffâretini yerine getirmezse, yahut fakirken
yeminini bozmakla birlikte, zengin olacağı vakte kadar keffârette
bulunmazsa, ya da kendisi köle iken
yeminini bozup azad edilinceye kadar keffârette bulunmazsa, bütün bu
hallerde, yeminini bozduğu vakit değil de, keffâretini yerine getireceği
vakit gözönünde bulundurulur.
39-
Yemine Bağlı Kalmanın Zararı Varsa:
Müslim,
Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Allah'a yemin ederim, kişinin aile halkına zarar
verecek şekilde etmiş olduğu yemininde sebat göstermesi, onun için Allah
nezdinde, Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu keffâretini ödemesinden daha
bir günahtır."
Buhârî,
Eymân 1; Müslim, Eyman 26;
Müsned, II, 317.
Burada yeminde sebat
göstermekten kasıt, zorluk ve sıkıntıya sebep olsa; ve ister dünyevi, ister
uhrevi herhangi bir menfaat bulunan işi terk etmeyi gerektirse dahi; yeminin
gereğini yerine getirmeye devam etmektir. Eğer yemin dolayısıyla bu türden
herhangi bir şey sözkonusu olacak olursa, uygun olanı, kişinin yeminini
bozması ve keffâreti yerine getirmesidir. Yüce
Allah'ın:
"Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize ... bir engel yapmayın"
(el-Bakara, 2/224) âyetinde açıkladığımız
gibi, bu durumuna da yemini gerekçe göstermemelidir. Nitekim
Hazret-i Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Kim
herhangi bir hususa yemin eder de, başka bir şeyin ondan hayırlı olduğunu
görürse, yemininin keffâretini yerine getirsin ve hayırlı olanı yapsın.".
Daha çok hayırlı olanı yapsın, demektir.
40-
Yemin, Yemin Ettirenin Niyetine Göredir:
Müslim,
Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet
eder: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Yemin, yemin ettirenin niyetine göredir,"
Müslim,
Eymân 21; İbn Mâce, Keffarat 4.
İlim adamları der ki:
Bunun anlamı şudur: Herhangi bir hak ile ilgili olarak bir kimsenin yemin
etmesi icabeder, o da bundan dolayı yemin ederse, bu sırada da kendisine
yemin verdirenin niyetinden başka birşeyi niyet ederse, onun bu niyetinin
kendisine bir faydası olmaz. Bu niyetiyle o yeminin kendisine kazandırdığı
günahtan da kurtulamaz. Hazret-i Peygamberin
bir başka hadisindeki mana da aynıdır: "Senin yeminin, arkadaşının seni
hakkında doğrulayacağı şeye göredir" Bu: 'Onunla arkadaşının seni
doğrulayacağı şekle göredir" diye de rivâyet edilmiştir. Bunu da aynı
şekilde Müslim rivâyet etmektedir.
Müslim,
Eyman 20; İbn Mâce, Ahkâm 14.
Mâlik der ki: Her kim, kendisinden herhangi bir hakkı dolayısıyla
alacaklı olanın isteği üzerine yemin ederse, ettiği bu yeminde de istisnada
bulunsa, yahut dilini ya da dudaklarını
kıpırdatsa veya bunu lafzen söyleyecek
olsa, bu istisnasının o kimseye hiçbir faydası olmaz. Çünkü, bu gibi
durumlarda muteber olan niyyet, isteği üzerine kendisine yemin edilenin
niyetidir. Çünkü yemin, o kimsenin bir hakkıdır. Ve yemin, hakimin o kimse
için yemini istiyeceği şekle göre vaki olur. Yemin edenin tercih edeceği
şekle göre değil. Çünkü bu yemin, o kimseden istenmektedir. Mâlik'in konu
ile ilgili görüşlerinden ve sözlerinden varılan netice budur.
41-
Keffâret için Bu Üçünden Birisini Yerine Getirmek İmkânı Olmayan:
Yüce Allah'ın:
"Fakat kim bulamazsa"
âyetinin anlamı şudur: Eğer kişi, yemek
yedirmek, elbise giydirmek veya köle azad
etmek diye belirtilen bu üç husustan herhangi birisine malik olmadığını
tesbit ederse.-Âyetin bu anlama geldiği icmâ ile kabul edilmiştir Kişi, bu
üç hususu bulamayacak olursa, o takdirde oruç tutar.
Bunları bulamamak ise iki türlü
ölür. Ya malı eli altında değildir, veya
malı fiilen yoktur. Birinci durum kendi
asıl beldesinde olmaması halinde sözkonusu olur Eğer bu durumda da kendisine
ödünç verecek birilerini bulabilirse, oruç tutması câiz olmaz. Şayet ödünç
verecek kimse bulamayacak olursa, bu hususta farklı görüşler vardır.
Beldesine dönünceye kadar bekler, denilmiştir.
İbnü’l-Arabî der ki: Hayır, bunu beklemek zorunda değildir
Aksine, oruç tutarak keffârette bulunabilir. Çünkü, vücub
(keffârette bulunma gereği) zimmetinde
tahakkuk etmiştir. Bunu yerine getirememe şartı da tahakkuk etmiştir. O
halde emri yerine getirmeyi ertelemenin açıklanır bir tarafı yoktur Bundan
dolayı bu üç türden birisi ile keffârette bulunmaktan acze düştüğü için,
olduğu yerde keffâretini öder. Çünkü yüce Allah:
"Fakat kim bulamazsa"
diye buyurmaktadır.
Bir diğer görüşte de şöyle
denilmektedir: Geçimini kendisiyle sağladığı sermayesinden fazla bir malı
bulunmayan bir kimse, asıl bulamayan kişidir.
Yine şöyle denilmiştir:
Bulamayan kişi, ancak bir gün ve bir gecelik yiyeceği bulunup, başkasına
yedirecek fazla yiyeceği bulunmayan bir kimsedir.
Şâfiî de bu görüştedir,
Taberî de bunu tercih etmiştir.
Mâlik ve arkadaşlarının görüşü de budur,
İbnü'l-Kasım dan ise rivâyet olunduğuna göre, günlük nafakasından birşeyler
artıran kimse, oruç tutamaz. Yine İbnü'l-Kasım, Kitabu İbn Müzeyyen' de
şöyle demektedir: Eğer yeminini bozan kimsenin bir günlük yiyeceğinden fazla
yiyeceği varsa, yemek yedirerek keffârette bulunur. Açlıktan korkması, yahut
bu hususta kendisine yardım eli uzatılmayacak bir beldede olması hali
müstesnadır.
Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Eğer onun yolunda
(zekât) nisabı yoksa, o kimse bulamayan bir
kimse demektir.
Ahmed ve İshâk der ki: Eğer bir
gün ve bir gecelik yiyeceği bulunuyor İse, bundan arta kalanı yedirir.
Ebû Ubeyd de şöyle demektedir: Şayet yanında kendisinin ve ailesinin
bir gün bir gecelik yiyeceği ve onlara yetecek kadar giyeceği varsa,
bunlardan ayrı olarak da keftarette bulunacağı kadar bir miktara sahip
bulunuyorsa bize göre o, bulan bir kimsedir.
İbnü'l-Münzir der ki: Ebû Ubeyd'in
bu görüşü güzel bir görüştür.
42-
Oruç Tutmak:
Yüce Allah'ın:
"Üç gün oruç tutsun"
âyetini, İbn Mes'ûd; "Peşpeşe" fazlası ile okumuştur. Bu kıraat ile mutlak
olan bu üç gün, kayıtlanmış olur. Ebû Hanîfe
ve es-Sevrî de bu görüştedir.
Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de
budur. el-Müzenî de zihâr keffâretinde oruca kıyasen ve Abdullah b.
Mes'ûd'un kıraatini gözönünde bulundurarak bu görüşü tercih etmiştir.
Mâlik ile diğer görüşünde Şâfiî
de şöyle demektedirler: Bunları ayrı ayrı tutması da yeterlidir. Çünkü,
peşpeşe oruç tutmak, ancak bir nassa ya da
nass ile bağlanmış bir hükme kıyas ile vacib olabilen bir sıfattır, burada
ikisi de yoktur.
43-
Keffâret Orucunda Unutarak Oruç Bozarsa:
Oruç tuttuğu günlerden herhangi
bir günde unutarak orucunu yiyen bir kişi hakkında
Mâlik: Kaza yapmakla yükümlüdür derken,
Şâfiî kaza yapması gerekmez, demektedir.
Nitekim buna dair açıklamalar, daha önce el-Bakara sûresinde
(2/187. âyetin tefsirinde, 12. başlıkta)
oruç ile ilgili açıklamalarda bulunulurken geçmişti.
44- Hür
Olmayan Müslüman Keffârette Bulunur mu?
Yüce Allah'ın nass ile tesbit ettiği bu keffâret ittifakla, hür
ve müslüman kimse için gereklidir Yeminini bozduğu takdirde köleye bunlardan
hangisi vacib olduğu hususunda fukahâ arasında görüş ayrılığı vardır.
Süfyan-ı Sevrî,
Şâfiî ve Rey ashâbı derlerdi ki: Köle
için oruç tutmaktan başka bir keffâret şekli yoktur Başka bir şekilde
keffârete kalkışması da onun için geçerli değildir. Ancak, bu hususta
Mâlik'in görüşü farklı gelmiştir. İbn Nâfi’
köle, köle azad etmekle keffârette bulunmaz. Çünkü, bu durumda azad ettiği
kölenin velâsı ona ait olmaz. Fakat bunun yerine efendisi ona izin verecek
olursa, sadaka ile keffârette bulunur. Bununla birlikte en uygunu oruç
tutmasıdir, dediğini nakletmektedir. İbnü'l-Kasım da Mâlik'ten şöyle
dediğini nakleder: Köle, efendisinin izniyle dahi olsa, yemek yedirecek
yahut elbise giydirecek olsa, bu çok açıkça söylenebilecek bir husus
değildir. Bundan yana kalbimde (bu konuda
tereddüde götüren) birşeyler vardır.
45-
Yeminlerin Keffareti:
Yüce Allah'ın;
"İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti budur"
âyeti,
yeminleriniz böyle örtülür, demektir. Bir şeyi örtmek ve gizlemek halinde
"keffâret" tabiri kullanılır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Bunun,
yüce Allah adına yemindeki keffâret
hakkında olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Tabiinden kimisi ise, yemin
keffaretinin terk etmeye yemin ettiği hayrı işlemek olduğu görüşündedir.
İbn Mâce de Sünen'inde: "O yeminin
keffâreti onu terketmektir" diye bir başlık açtıktan sonra şöyle demektedir:
Bize, Ali b. Muhammed anlattı. Bize Abdullah b. Numeyr, Harise b.
Ebir'r-RicâTden anlattı, o, Amra'dan, o, Âişe'den
şöyle dediğini nakletti: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:"
Her kim, akrabalık bağını kesmek yahut da uygun olmayan bir şey hakkında
yemin edecek olursa, o yeminine bağlı olması bu yemin ettiği şeye devam
etmemesidir."
İbn Mâcet
Keffârât 8. Yine
İbn Mâce, Amr b. Şuayb'dan, o,
babasından, o, dedesi senediyle Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini
kaydetmektedir: "Her kim
bir şeye dair yemin ederse, bir başkasının ondan hayırlı olduğunu görürse,
onu bıraksın. Çünkü onu bırakması, o yeminin keffâretidir."
İbn Mâce,
Keffârât 8.
Bu, Ebû Bekr es-Sıddik
(radıyallahü anh)’ın başından geçen olayla
da desteklenmektedir. Hazret-i Ebû Bekir, yemeği yememek üzere yemin edince,
hanımı da kendisi yemedikçe o yemekten yememek üzere yemin etti. Misafir -veya
misafirler- de kendisi yemedikçe yememek üzere yemin'etti
(veya ettiler). Bunun üzerine Hazret-i Ebû
Bekir: Bu şeytandandır diyerek yemeğin getirilmesini istedi, kendisi de
yedi, diğerleri de yediler. Bunu Buhârî
rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Mevakitus-Salât 41, Menakıb 25, Edeb 87, 88;
Müslim Eşribe 176; Müsned, I,
198. Müslim
şunu da eklemektedir: Sabah olunca,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
yanına gittim ve Ey Allah'ın Rasülû, onlar yeminlerinde durdular ben ise
yeminimi bozdum deyip durumu ona anlatınca,
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Bilakis sen, onların arasında sözüne en bağlı olan ve
en hayırlılarısın"
dedi. (Hadisi rivâyet eden) dedi
ki: Bu hususta bana keffâret ile ilgili birşey ulaşmadı.
Müslim,
Eşribe 177.
46-
Allah'tan Başkası Adına Yapılan Yemin Keffâreti:
Yüce Allah adından başkası adına yapılan yeminin keffâreti
hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır.
Mâlik der ki; Kim malının sadakasına dair yemin ederse, malının
üçtebirini çıkartıp verir. Şâfiî ise,
bir yemin keffâretinde bulunması gerekir demektedir. İshâk ve Ebû Sevr de bu
görüştedir. Aynı zamanda Hazret-i Ömer
ve Hazret-i Âişe'den de bu görüş rivâyet
edilmiştir. eş-Şahbî, Atâ ve Tavus ise,
ona bir şey gerekmez, demişlerdir.
Bir kimse Mekke'ye yürüyeceğine
dair yemin ederse, Mâlik ve
Ebû Hanîfe'ye göre bu yeminini yerine
getirmesi gerekir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel
ve Ebû Sevr'e göre ise, bir yemin keffâretinde bulunması onun için
yeterlidir.
İbn Müseyyeb ve el-Kasım b.
Muhammed ise şöyle demiştir: Ona bir şey gerekmez.
İbn Abdi’l-Berr ise der ki: Medine'de ve
ondan başka şehirlerdeki ilim adamlarının çoğunluğu, Mekke'ye yürümeye dair
yeminde yüce Allah adına yeminde
olduğu gibi, bir keffâreti vacip görürler. Bu, aynı zamanda ashâb ve
tabiinden bir topluluğun görüşü olduğu gibi, müslümanların fukahâsının
çoğunluğunun da görüşüdür. İbnü'l-Kasım, oğlu Abdussamed'e bu şekilde fetva
vermiştir. Ayrıca, ona bunun el-Leys b.
Sa'd'ın görüşü olduğunu da zikretmiştir. Ancak, İbnüİ-Kasım'dan meşhur olan,
Mekke'ye yürüyerek gitmeye dair yeminde, oraya yürüyerek gitmeye gücü yeten
müstesna keffâret olmadığıdır. Mâlik’in görüşü de budur.
Köle azad etmek için yemin eden
kimsenin; Mâlik,
Şâfiî ve diğerlerin görüşüne göre, azad
edeceğine dair yemin ettiği köleyi azad etmesi gerekir.
İbn Ömer,
İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den;
bu kişi yemin keffâretînde bulunur; bizzat o köleyi azad etmesi gerekli
değildir, dedikleri rivâyet olunmuştur. Atâ;
herhangi birşeyi tasadduk eder demiştir. el-Mehdevî der ki: İlim
adamlarından sözüne güvenilir kimseler, talâka yemin eden kimse için
yeminini bozması halinde, talâkının sözkonusu olacağı hususunda icmâ
etmişlerdir.
47-
Yeminlerin Korunması:
Yüce Allah'ın:
"Yeminlerinizi koruyun"
âyeti, yeminlerinizi bozduğunuz takdirde,
yerine getirmeniz gereken keffâreti ifa etmekte çabuk hareket etmek
suretiyle koruyun, demektir, Bu yemini terk etmek suretiyle koruyun. Çünkü
sizler, yemin etmeyecek olursanız (keffâretin)
bu yükümlülükleri de hakkınızda sözkonusu olmaz, diye de açıklanmıştır.
"Şükredesiniz diye."
âyetinde geçen şükre dair açıklamalar,
(el-Bakara, 2/52. ayet, 3-başlıkta) ve Diye
edalına dair açıklamalar da el-Bakara Sûresi'nde
(2/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah'a hamd olsun.
|