Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

114

 

005 - MÂİDE SÛRESİ

 

CÜZ :

6

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

42

Onlar, yalana çok kulak veren ve haramı çokça yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Eğer aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. .Şüphesiz ki Allah, adaletli davrananları sever.

Ey Rasûlüm, sana sıfatlarını belittiğim bu Yahudiler, batıl sözlere ve yalanlara çokça kulak verenlerdir. Yalanlarından bazıları da "Muhammed Peygamber değidir. O yalancıdır. Evli olarak zina edenin Tevrat'taki cezası sopa vurma ve onun yüzünü karalamadır." şeklindeki iftiralarıdır. Yine bu Yahudiler, Allah'a karşı yalan uydurmaları mukabilinde rüşvet yer ve batıl hükümler veriler. Şâyet sana gelmemiş olan, zina eden kadının ailesi sana gelir ve senin hakemliğini kabul edecek olursa sen dilersen, Allah'ın, zina eden kadın hakkında koymuş olduğu hükmü onlara ver. Dilersen aralarında nüküm verme. Şâyet sen, ehl-i kitaptan, hüküm vermen için başvuran kimseler arasında hüküm vermeyi tercih edecek olursan elbette ki onlar ne dinen ne de dünyevi bakımdan sana hiçbir zarar veremezler. Sen onlar hakkında hüküm vermemekte serbestsin. Eğer hüküm verecek olursan adaletle hüküm ver. O da Allah'ın, onların yaptıkları işlerin benzerleri için koyduğu hükümdür. Şüphesiz ki Allah, insanlar arasında adaletli hüküm vereni ve koyduğu hükümleri uygulayanları sever.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Haram" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı "Aç gözlülük ve doyma bilmemek"tir. Mecazi anlamda ise rüşvete bu isim verilmiştir. Çünkü rüşvet isteyen, aç gözlülüğü bakımından, doyma bilmeyenlere benzetilmiştir. kelimesinin bu âyette nasıl bir mânâ ifade ettiği hakkında ise çeşitli izahlar yapılmıştır.

a- Hasan-ı Basri, Katade, Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Süddi ve Enes b. Malik'ten nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden masa "Rüşvef'tir. İsrailoğullarının yöneticileri çokça batıl sözler dinlediklerinden ve rüşvet yediklerinden onlar bu âyette bu iki sıfatlarıyla zikredilmişlerdir.

b- Mücahid, Dehhak, Abdullah b. Abbas, İbn-i Zeyd ye Abdullah b. Ömer'e göre bu âyette zikredilen "Suht" kelimesinden maksat, "Hüküm vermede rüşvet alma"dır. Bu hususta Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Suht'un beslediği her et için cehennem azabı daha evladır." Denildi ki: "Ey Allah'ın Reulü, suht nedir?" buyurdu ki: "Hüküm vermede rüşvet almak"tır. Bkz. Buhari, K. el-îcare, bab: 16

c- Hazret-i Ömer'den nakledilen başka bir Rivâyete göre "Suht" rüşvet ve fuhuş işleyen kadının aldığı ücrettir.

d- Hazret-i Ali'ye göre hacamat yapanın aldığı ücret, zina yapanın aldığı para, köpek satarak alınan para, dâvaya bakılması için veriler ücret, kâhine verilen bahşiş, erkek hayvanın döl için kullanılması halinde alınan para, hüküm verilirken ahnan rüşvet, içki parası ve leş satılarak elde edilen para "Suht" sayılır.

e- Ebû Hureyre'ye göre "Suht"tan maksat, zina edenin aldığı para, erkek hayvanın döl için kullanılması halinde alınan para, hacamat yapanın aldığı ücret ve köpek satarak alınan paradır.

f- Abdullah b. Hubeyre'ye göre "Suht" zina edenin aldığı para, hüküm vermede ahnan rüşvet ve cahiliye döneminde kâhinlere verilen bahşiştir.

g- Abdullah b. Mes'ud ise suht'u şöyle tarif etmiştir: "Bir adam bir kimseden ihtiyacının giderilmesini ister. O da onun ihtiyacım giderir. Sonra ihtiyacı gideren kişiye hediye verilir. O da onu kabul eder. İşte suht budur." Diğer bir Rivâyette şöyle demiştir: "Bir adam senden, bir haksızlığa karşı yardım ister sen de ona yardım edersin. Sonra da o adam sana bir şey hediye eder. Sen de onu kabul edersin. İşte suht budur. Abdullah b. Mes'ud'a göre hüküm vermede rüşvet alan kâfir olur. Bu hususta Mesruk diyor ki: "Ben, abdullah b. Mes'ud'dan: "Suht, hüküm vermede rüşvet alma mıdır?" diye sordum. O da dedi ki: "Hayır, suht o değildir. Çünkü Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen zalimdir, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen fâsıktır. Suht ise şudur: "Bir kimse uğradığı haksızlığa karşı senden yardım ister. Sen de o kişiye yardım edersin. Sonra o kişi sana hediye verir. Sen de onu alırsın. İşte suht budur."

Âyet-i kerime’de "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya yüz çevir." buyurulmaktadır.

Müfessirler, âyetin bu bölümünü göz önünde bulundurarak bu âyetin, kimin hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahid, Zühri, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Kesir'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, daha önce izahı yapılan, zina eden Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, şereflileri zina ettiğinde ona zina etmenin Tevrat'taki asıl cezasını vermeyip onun yüzünü karalıyor ve ona sopa vuruyorlardı. Zayıf olanlarından biri zina yaptığında ise onu recmediyorlardı. Resûlüllah Medine'ye gelince ona, evli oldukları halde zina yapanların cezasının ne olduğunu sordular. Resûlüllah da onlara recmedilme olduğunu söyledi ve zina yapanların recmedilmesini emretti. Allahü teâlâ bu âyeti indirdi ve Resûlüllah'ı, ehl-i kitabın kendisine başvurmaları halinde aralarında hüküm verip vermemekte serbest bıraktı.

Bu mesele hakkında Abdullah b. Kesir diyor ki: "Yahudiler önceleri zina cezasını uygulamıyorlardı. Nihâyet içlerinden şerefli olan bir genç zina yaptı.

Onlar birbirlerine: "Bunun kabilesi, sizin onu recmetmenize müsaade etmez. Siz ona sopa vurun ve işkence edin." dediler. Ona sopa vurdular. Onu semerli bir eşeğe ters olarak bindirdiler ve dolaştırdılar. Yine onlardan, halktan zayıf birisi zina yaptı. Yahudiler: "Bunu recmedin." dediler. Sonra da: "Öncekini neden recmetrnediniz? Buna da öncekine yaptığınızı yapın." dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince Yahudiler: "Meselenin hükmünü ona sorun. Belki de mesele hakkında bir ruhsat bulursunuz." dediler. Allahü teâlâ da: "Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver." âyetini indirdi.

b- Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime Yahudilerden Nadr oğulları ile Kureyza oğulları arasında ihtilaf konusu olan bir diyetin Resûlüllah'a sorulması üzerine nazil olmuştur.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet ediliyor: Medine'de Yahudilerden Kureyza ve Nadr oğulları kabileleri bulunuyordu. Nadr oğulları kabilesi Kureyza oğulları kabilesinden daha şerefli kabul ediliyordu. Kureyza oğullarından biri Nadr oğullarından birisini öldürürse, öldüren katil de öldürülürdü. Fakat Nadr oğullarından birisi Kureyza oğullarından birisini öldürürse, katil öldürülmez diyet olarak yüz vesk (yaklaşık yirmi ton) hurma verilirdi. Resûlüllah Medine'ye geldikten sonra Nadr oğullarından bir adam, Kureyza oğullarından birisini öldürdü. Kureyza oğulları, "Katili bize verin onu öldürelim." dediler. Karşı taraf itiraz edince Kureyza oğulları "Bizimle sizin aranızda Allah'ın Peygamberi var ona başvuralım." dediler. Ve Resûlüllah'a geldiler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Resûlüllah'in, onların arasında hüküm verirken adaletle hüküm vermesini (yani kısas hükmü vermesini) bildirdi." Nesâî, K. el-Kasame, bab: 8, Hadis no: 4736

Müfessirler, âyet-i kerime’de geçen "Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir." hükmünün neshedilip neshedilrnediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- İbrahim en-Nehai, Şa'bi, Ata ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre bu hüküm neshed ilmem iştir. Bugün dahi geçerlidir. Buna göre Zımmilerin ve müslümanlarla antlaşmalı olan diğer gayr-i müslimlerin, müslüman idarecilerin hükümlerine başvurmaları halinde müslüman idareciler bunların meseleleri hakkında hüküm verip vermemekte serbesttirler.

Bu hususta İbrahim en-Nehai ve Şa'bi'nin şunları söyledikleri nakledilmiştir: "Eğer bir müşrik, muhakeme edilip hüküm verme hususunda sana başvuracak olursa sen dilersen onlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmedersin. Dilersen onların taleplerini reddedip yüzçevirirsin."

b- İkrime, Hasan-ı Basri, Mücahid, Katade, ömer b. Abdülaziz, Zühri ve Suudi'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyet-i kerime’nin bu bölümü mensuhtur. Zimmi olan gayr-i müslimler muhakeme olunmak üzere müslüman hakime başvurduklarında müslüman hakim onlar arasında hüküm vermeye mecburdur. Meselelerine bakıp bakmamakta serbest değildir. Âyetin bu bölümünü nesneden âyet ise daha sonra nazil olan şu âyettir: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer onlar yüz çevirirlerse bil ki Allah , bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Maide sûresi, 5/49

Hakem diyor ki: "Mücahid demiştir ki: "Maide suresinden sadece şu iki âyet neshedilmiştir. Neshedilen âyetlerden birincisi: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir." âyetidir. Bunu nesneden âyet de "Ararlarında Allah'ın indirdiği ihe hükmet, onların heva ve heveslerine uyma. Maide sûresi, 5/49 âyetidir.

Neshedilen âyetlerden ikincisi ise "Ey iman edenler, Allah'ın nişanelerine, mukaddes olan haranfaya, hediye edilen kurbanlara, gerdanlıklara ve rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Kabe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin." Maide sûresi, 5/2 âyetidir. Bunu nesheden de: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Tevbe Sûresi, 9/5 âyetidir.

Zühri de: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet." âyeti hakkında sünnetin açıklamasının şöyle olduğunu söylüyor: "Gayr-i müslimler, haklarında ve miraslarında kendi dinlerine havale edilirler. Ancak onlar, kendi istekleriyle bir ceza hususunda bize başvuracak olurlarsa bu takdirde onlar arasında Allah'ın kitabiyi;: hüküm verilir."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, âyetin mensuh ol-madığım söyleyen ve gayr-i müslimlerin meseleleri hakkında müslüman hakime başvurmaları durumunda, hakimin, onların arasında hüküm verip vermemekte serbest olduğunu söyleyen görüştür. Zira hakimin bu durumda hüküm vermek mecburiyetinde olduğunu söyleyen görüş, bu âyetin, bu surenin kırk dokuzuncu âyetiyle neshedildiğini söylemektedir. Biz, "Kitabül Beyan an Usulül Ahkâm" adlı kitabımızda, bir neshin gerçekleşmesi için iki âyetin hükümlerinin birbirine tamamen zıt olması gerektiğini zikrettik. Burada birbirlerini nesnelliklerini söyledikleri âyetlerin birbirleriyle bağdaştırılmaları mümkün olduğundan bunların birbirlerini neshettiklerini söylemek isabetli değildir. Zira bu âyeti nesheden âyet olarak zikredilen: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, heva ve heveslerine uyma. Maide sûresi, 5/49 âyetini, "Eğer yüz çevirmeyi değil de onlar arasında hüküm vermeyi seçecek olursan, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet." şeklinde izah ederek iki âyeti birbiriyle bağdaştırmak mümkündür. Madem ki âyetlerden birinin diğerini neshettiği açıkça zikredilmem iştir, onlardan birinin ifade ettiği hüküm diğeri tarafından tamamen kaldırılmış değildir ve birinin diğerini neshettiğine dair Resûlüllah'tan sahih bir haber nakledilmemiştir müslümanların da bu hususta icma ettiklerine dair herhangi bir Rivâyet yoktur, o halde bu âyetlerden herbirini, diğeri ile bağdaşacak bir şekilde tefsir etmek ve birbirlerini neshetmediklerini söylemek daha isabetlidir.

43

Allah'ın hükmü, yanlarında bulunan Tevrat'ta yazılı olduğu halde, nasıl oluyor da senin hüküm vermeni istiyorlar? Sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar. Onlar, mü’min değillerdir.

Ey Rasûlüm, nasıl oluyor da bu Yahudiler, aralarında senin hüküm vermeni istiyorlar ve senin hakemliğine razı oluyorlar? Halbuki onların yanında, benim Mûsa'ya indirdiğim, onların da hak kitap olduğunu kabul ettikleri Tevrat bulunmaktadır. Onun içinde bulunan hükümler benim gönderdiğim hükümlerdir. Evli olarak zina edenin hükmü de onda mevcuttur. Onlar bunu bilmelerine rağmen onun hükmünü terkedip bana isyan etme cesaretini göstererek ondan yüz çevirirler. Daha doğrusu onlar, mü’min kimseler değillerdir. Zira Allah'ın hükmünden yüz çevirme, mü’minlerin sıfatlarından değildir.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet Resûlüllah'a hitabetmekte ise de aslında Yahudileri, yaptıkları çirkin davranışlarından dolayı kınamaktadır. Çünkü onlar hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğini reddediyor ve yalanlıyorlar hem de onu hakem tayin ediyorlar. Ayrıca fetva almak istedikleri konunun hükmü, hak kitap olduğuna iman ettikleri Tevrat'ta mevcut bulunmaktadır. Bu sebeple âyet,Yahudilerin davranışlarının samimiyetle bağdaşmadığını ve Yahudilerin gerçekten iman edenler olmadıklarını bildirmektedir.

44

Şüphesiz ki biz, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Rabbine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onunla hükmederlerdi. Onlar, Tevrat'ın hak olduğuna şahit idiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir değere satmayın. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kafirlerin ta kendileridir.

Şüphesiz ki biz Tevrat'ı indirdik. Onda insanları doğru yola ileten hidâyet ve karanlıkları aydınlatan nur vardır. Allah'a boyun eğen Peygamberler, kendilerine tabi olan Yahudilere Tevrat ile hükmederler, âlimleri de Allah'ın kitabını muhafaza etmekle görevlendirildikleri için Tevrat'la hükmederlerdi. Yahudi alimleri. Peygamberlerin. Allah'ın kitabıyla hükmettiklerine dair sahillerdir. Ey Yahudi alimleri, insanlardan korkmayın, benden koku. Çünkü fayda ve zarar verme ancak benim elimdedir. Âyetlerimle hükmetmeyi bırakıp karşılığında geçici ve az bir değeri almayın. Allah'ın göndermiş olduğu kitabın hükmüyle hükmetme yenler, kefillerin ta kendileridir.

Âyette, Allah'a teslim oldukları zikredilen Peygamberlerden maksat, evli oldukları halde zina eden iki Yahudi hakkında recmedilme cezasını veren ve Kureyza oğullarıyla Nadr oğullarının öldürülenlerinin diyetlerinin eşit olduğuna hüküm veren Hazret-i Muhammed'dir ve Hazret-i Muhammed'den önce geçen ve Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmeden diğer Peygamberlerdir.

Katade diyor ki: "Bize anlatıldığına göre bu âyet-i kerime indirilince Resûlüllah buyurmuştur ki: "Yahudiler hakkında da onların dışındaki, diğer dinlere sahip olan insanlar bakında da biz hüküm vereceğiz."

Zühri bu âyet-i kerime’nin, Resûlüllah'a evli oldukları halde zina eden iki Yahudinin cezasının ne olacağın: sormalanyla Resûlüllah'ın, onlara recmedilme cezası vermesi üzerine nazil olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Rablerine samimi olarak kulluk edenlerin ve âlimlerin de insanlara, Allah'ın indirdiği Tevrat'la hükmedecekleri" beyan edilmiştir.

Burada zikredilen ye "Rablerine samimi olarak kulluk edenler.." diye tercüme edilen "Rabbaniyyun" kelimesinden maksat, hikmetli davranan, insanları idarede, işlerini düzenlemede ve menfaatlerini korumada basiretli olan âlimler." demektir. Daha önce bunun izahı ve hakkındaki görüşler zikredilmiştir.

Burada geçen ve "Âlimler" diye tercüme edilen "Ahbar" kelimesi "Hibr" kelimesinin çoğuludur. Mânâsı ise "Bir şeyi sağlam bir şekilde bilen" demektir.

Süddi burada "Rabbaniyyun" ve "Ahbar" diye vasıflandırılan kişilerden maksadın "Suriya" ismindeki Yahudinin iki oğlu olduğunu söylemiştir.

Esbat, bu hususta Süddi'nin şunları söylediğini rivâyet etmiştir: "Yahudilerden iki kardeş vardı. Bunlara "Suriya'nın iki oğlu" denirdi. Bunlar, müslüman olmadıkları halde Resûlüllah'a tabi olmuşlardı. Bunlar, Resûlüllah'ın, kendilerinden, Tevrat hakkında bir şey sorduğunda ona,Tevrat'tan bildiklerini söyleyeceklerine dair ahit vermişlerdir. Bunlardan biri "Rabbani" diğeri ise "Hibr" idi. Bunlar, Resûlüllah'a, ondan bir şeyler öğrenmek için tabi olmuşlardı. Bir gün Resûlüllah onları çağırdı. Kendilerinden bazı şeyler sordu. Onlar da "İleri gelen kimselerin zina etmeleri halinde hükmün ne olduğunu, zayıf olanların zina etmeleri halinde de hükmün ne olduğunu ve diğer hükümlerin neler olduklarını anlamlar. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Şüphesiz biz, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi." Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudilere Tevrat'ın hükmüyle hüküm verir." beyanını indirdi.

Yine Allahü teâlâ "Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden, yani Suriya'nın, Rabbani ve Hibr denen iki oğlu da, Yahudilere Allah'ın indirdiği Tevrat'la hükmederlerdi." ifadelerini indirdi.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu mesele hakkındaki doğru görüş burada zikredilen "Rabbani"nin ve "Ahbar"ın, alimlerin sıfatı olduğunu söyleyen görüştür. Bunlar, Suriya'nın iki oğlu da olabilir, başkaları da. Bunların bilinen Rabbani ve Ahbar olduklarına dair kesin bir delil yoktur. Nitekim, Dehhak, Ha-san-ı Basri, Katade ve Mücahid bunlardan maksadın Yahudilerin kurraları ve fıkıhcıları olduklarını söylemişler, İbn-i Zeyd ise, Rabbanilerin idareciler, Ahbar'ın da âlimler olduklarını söylemiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda, "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." buyurulmaktadır. Yani kim Yahudilerin, evli oldukları halde zina eden iki kişi hakkında merkebe ters bindimle ve yüzlerini karalama hükmünü verip recmedilmeleri hükmünü saklamaları, öldürülen bazı kişiler hakkında tam diyet ödettirirken diğer bazıları hakkında yarım diyet ödetmeleri, ileri gelenleri öldürüldüğünde, öldüreni kısasa tabi tuttuktan halde zayıflan öldürüldüğünde sadece diyet ödettinneleri gibi hükümler verir de Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyecek olursa işte onlar, hakkı gizleyen ve onu insanların gözünden kaçıran kimselerdir."

Müfessirler bu âyette zikredilen kâfirlerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Bera b. Âzib, Ebû Salih, Dehhak, Ebû Miclez, İkrime, Katade ve Ubeydullah b. Abdullah'dan nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen kâfirlerden maksat, Allah'ın kitabı Tevrat'ı tahrif edip değiştiren Yahudilerdir.

Bu hususta Bera b. Âzib demiştir ki:

"Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir. Maide sûresi, 5/45 "İşte onlar fâsıkların ta kendileridir. Maide sûresi, 5/47 âyetlerinin hepsi, kâfirler hakkında nazil olmuştur. Müslim, K. el-Hudud, bab: 29, Hadis no: 1700

Ebû Salih diyor ki: "Maide suresinin bu üç âyetinde ehl-i islam için bir şey yoktur. Bunlar, kâfirler hakkındadır.

İmran diyor ki: "Ebû Miclez'e, Hariciye mezhebinin ibadiye fırkasından bir kısım insanlar gelip Ebû Miclez'in yanında oturdular ve ona dediler ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, fâsıkların ta kendileridir." (İbadiye fırkasına mensup olanlar bu sözlerini söylerken, idarecilerin, Allah'ın indirdiği ile hükmetmediklerinden, kâfirler, zalimler ve fasıklar olduklarını söylemek istemişlerdir.) Ebû Miclez de dedi ki: "Bu idareciler bu yaptıklarını yapıyorlar ve yaptıklarının günah olduğunu da biliyorlar. Bu âyetler, Yahudi ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur."

İbadiye fırkasından olanlar dediler ki: "Vallahi sen de bizim bildiğimiz gibi biliyorsun. Fakat sen onlardan korkuyorsun." Ebû Miclez de dedi ki: "Siz buna bizden daha layıksınız. Biz, sizin bildiğiniz gibi bilmiyoruz. Sizler, biliyorsunuz fakat, bildiğiniz gibi hareket etmenize engel olan, sizin onlardan korkmanızdır."

Bu hususta Ebul Buhturi de şunları söylemiştir: "Bir adam Huzeyfe'den "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.. İşte onlar zalimlerin ta kendileridir. İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir,.." âyetlerinin izahını sordu ve dedi ki: "Bu âyetlerin İsrailoğulları hakkında nazil olduklarını söylüyorlar ne dersin?" Huzeyfe de dedi ki: "Evet, size kardeş olan İsrailoğulları hakkında, her acı şey onların hakkında, her tatlı şey ise sizin hakkınızda. Hayır vallahi mesele böyle değil. Siz, İsrailoğullarının yolunu, bir takunyanın tasması kadar çok yakın bir mesafeden takibedeceksiniz."

Bera b. Âzib de Resûlüllah'ın, zina eden Yahudiler hakkında recm cezası vermesi üzerine bu âyetlerin indiğini ve bunların, Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

İbn-i Zeyd de demiştir ki: "Kim, kendi eliyle bir kitap yazar, Allah'ın kitabîni bırakarak o kitapla hüküm verir ve kendi yazdığı o kitabın da Allah katından olduğunu zannedecek olursa işte o zaman kâfir olur.

Ebuzzinad diyor ki: "Biz, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud'un yanında bulunuyorduk. Bir adam, "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." âyetlerini okudu. Bunun üzerine Ubeydullah dedi ki: "Vallahi bir çok insan, bu âyetleri, haklarında inmedikleri mânâlarla yorumluyorlar. Bunlar, Yahudilerden iki kabile hakkında nazil olmuştur. Onlar da Kureyza ve Nadr oğullarıdır."

Ubeydullah, bu iki kabileden birinin, kendisini daha üstün sayarak öldürülenlere diyet takdir edildiğinde, kendi kabilesinden öldürülenlerin diyetini diğer kabileden öldürülenin iki katı kabul ederlerdi. Resûlüllah Medine'ye hicret edip diyetlerinin eşit olduğuna hüküm vereceği anlaşılınca onlar, içlerinden müslüman görünen bir münafıkı Resûlüllah'a gönderip durumu öğrenmek istemişler, daha önce yaptıkları gibi hüküm verirse kabul edeceklerini, eşit olduklarına hüküm verirse kabul etmeyeceklerini kararlaştırmışlardır. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, bundan önceki âyetleri, bunu ve bundan sonraki âyetleri o Yahudiler hakkında indirmiştir.

b- Âmir eş-Şa'bi'ye göre ise "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyeti müslümanları kasdetmektedir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir." âyeti, Yahudileri kasdetmektedir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, fasıkların ta kendileridir." âyeti Hristiyanlan kasdetmektedir. Yani, birinci âyet müslümanlar hakkında, ikinci âyet Yahudiler, üçüncü âyet de Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur.

c- Ata b. Ebi Rebah, Tavus ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir..." "İşte onlar, zalimlerin ta kendileridir.." "İşte onlar fasıkların ta kendileridir." âyetlerinde zikredilen kâfirlikten maksat, insanı dinden çıkaran kâfirliğin daha alt seviyesinde bir kâfirliktir. Zalimlik ve fasıklık da, bilinen zalimlik ve fasıklıklardan daha alt derecede zalimlik ve fasıklıklardır.

Bu hususta Said el-Mekki Tavus'un şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." âyetindeki kâfirlik, kişiyi elinden çıkaran kâfirlik değildir.

Tavus diyor ki: "Bir kişi, Abdullah b. Abbas'tan, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler.." âyetlerini sordu ve dedi ki: "Bir kimse bunu yaparsa kâfir mi olur?" Abdullah b. Abbas da dedi ki: "Onun bunu yapması kâfirliktir. Fakat o kimse Allah'ı âhiret gününü, şunu ve şunu inkâr eden kimse gibi değildir.

d- İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Mes'ud ve Süddi'ye göre ise bu âyetler, ehl-i kitap hakkında inmiştir. Fakat bunlar, bütün insanları kapsamaktadır. Müslümanlar için de geçerlidir, kâfirler için de geçerlidir.

Bu hususta Mansur, İbrahim en-Nehai'nin şunu söylediğini rivâyet etmiştir: "Bu âyetler İsrailoğııllan hakkında inmiştir, amma bu ümmet için de geçerlidir."

Avf da, Hasan-ı Basri'nin "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyeti hakkında şunu söylediğini rivâyet etmiştir. Bu âyet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur ama onun hükmüne uymak bize farzdır.

Selem b. Küneyl diyor ki: "Alkame ve Mesruk, Abdullah b. Mes'ud'dan, rüşvetin hükmünü sordular o da dedi ki: "Rüşvet suht'tandır. (Yani bu surenin kırk ikinci âyetinde geçen ve "Haram" diye tercüme edilen "Suht'tandır) Onlar da dediler ki: "Bu, hüküm verme sırasında alınan rüşvet midir?" Abdullah b. Mes'ud da dedi ki: "Böyle bir halde rüşvet almak kâfirliktir. Çünkü Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir."

Süddi de bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Allahü teâlâ buyurmuştur ki "Kim benim indirdiğim ile hüküm vermez, onu kasıtlı olarak bırakır ve bile bile haksızlık yapacak olursa işte o kâfirlerdendir.

e- Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen diğer bir görüşe göre "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyetindeki "Kâfirler"den maksat,- Allah'ın indirdiğini inkâr ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenlerdir. Allah'ın indirdiğinin, Allah tarafından olduğunu kabul ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenler ise zalimler ve fasıklardır.

Taberi diyor ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." âyeti hakkındaki görüşlerden doğru olmaya daha layık olanı, bu âyetin ve bundan sonra gelen âyetlerin, kâfirler hakkında olduğunu söyleyen görüştür. Çünkü bu âyetten önce gelen âyetlerin de sonraki âyetlerin de ehl-i kitabın kâfirlerinden haber verdiğini söylemek daha evladır.

Eğer denilecek olursa ki: "Allahü teâlâ, ehl-i kitaptan bahsettikten sonra umumi bir ifade ile, indirdiği ile hükmetmeyen herkesin kâfir olduğunu bildirmiştir. Ser. bunun nasıl olur da, özellikle ehl-i kitabın kâfirlerine mahsus olduğunu söylersin?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ, indirdiği ile hükmetmeyenlerin kâfirliğini, indirdiği ile hükmetmemesiyle birlikte, onu inkâr edenler için ge-nelleşîirmiştir. Abdullah b. Abbas'ın da dediği gibi Allah'ın indirdiğini inkâr ederek onunla hükmetmeyen herkes de ehl-i kitabın kâfirleri gibi kâfirdir. Zira, Allah'ın indirdiğini bildiği halde onu inkâr eden kimse, Resûlüllah'ın Peygamberliğini bildiği halde onun Peygamberliğini inkâr eden kimse gibidir.

45

Biz, Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kıyas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir. Kim,Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Biz, Tevrat'ta Yahudilere şu hükümleri farz kılmıştık: Haksız yere bir insanı öldüren kimse kısas olarak öldürülür. Göz çıkaranın gözü çıkarılır. Burun kopaaranın bumu kopanlır. Kulak kesenin kulağı kesilir. Diş kıranın dişi kırılır. Yaralamalarda da kısas vardır. Bununla beraber kim hakkını bağışlarsa bağışladığı kadar günahları affedilir. Veya kim, hakettiği cezayı kabullenirse bu onun günahları için bir keffarettir. Allah'ın nizamı ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e Yahudilerin hallerini bildirmekte, onlardan, önce Resûlüllah'ı kabul edip de sonra inkâr edenlerin inkârlarına karşı Resûlüllah'ı teselli etmekte ve Resûlüllah'a, Yahudilerin, eskiden beri süregelen, Rablerine ve Peygamberlerime karşı isyan etme cesaretinde oduklarını, Allahü teâlânın gönderdiği kitabı tahrif ve tebdil ederek kendilerini Allah'tan üstün tutma gibi bir hale düştüklerini bildirmekte ve buyurmaktadıi ki:

"Ey Rasûlüm, bu Yahudiler sana gelip hüküm vermen için seni hakem tayin ederek senin verdiğin hükme hiç razı olurlar mı? Çünkü onların elinde Tevrat bulunmaktadır. Onlar Tevrat'ın hak kitap olduğunu, benim kitabım olduğunu, Peygamberim Mûsa'ya vahyettiğim bir kitap olduğunu ikrar ediyorlar. Tevrat'ta ise, evli oldukları halde zina edenler hakkındaki recmedilme hükmüm ve haksız yere birini öldürenin kısas yapılması, haksız yere bim'nip gözünü çıkarının, gözünün çıkarılması, burun koparanın burnunun koparılması, diş kıranın dişinn kırılmasına ait hükümlerim, yaralarda da, yaralayanın aynen yaralanmasına dair hükümlerim vardır. İşte onların elinde bulunan Tevrat'ta bu hükümlerimin bulunmasına rağmen onlar bu hükümlere sırt çevirirler. Onlarla amel etmezler. Bu itibarla onların, senin vereceğin hükmü almamaları ve vereceğin karara kızacakları muhakkaktır."

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında İbn-i Cüreyc demiştir ki: "Kureyza oğulları Resûlüllah'ın, gizlemiş oldukları recm cezası ile hüküm verdiğini görünce harekete geçmişler ve demişlerdir ki: "Ey Muhammed, bizimle kardeşlerimiz Nadr oğulları arasında da sen hüküm ver." Zira Resûlüllah'ın hicretinden önce aralarında, öldürülen bir kişinin kam söz konusu idi. Nadr oğulları kendilerini Kureyza oğullarından üsîün gördüklerinden Kureyza oğullarının diyetlerini kendi diyetlerinin yarısı olarak kabul ediyorlardı. O zamanda diyetin miktarı Nadr oğullarının öldürülenleri için yüz kırk vesk Bir vesk, yaklaşık olarak 200 kg.dır. miktarı hurma idi. Kurezya oğullarının diyeti ise yetmiş vesk idi. Resûlüllah da buyurdu ki: "Kureyza oğullarının kanı Nadr oğullarının kanma denktir." Bunun üzerine Nadr oğulları kızdılar ve dediler ki: "Recm hükmünü vermende sana itaat etmeyeceğiz. Biz, daha önce uyguladığımız cezayı tatbik edeceğiz." İşte bunun üzerine: "Onlar, cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar Maide sûresi, 5/50 âyeti, bir de: "Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık." âyeti nazil oldu.

Abdullah b. Abbas bu âyetin izahında demiştir ki: "Bu âyetten de anlaşıldığı gibi Yahudilerin arasında meydana gelen cinÂyetler ve yaralamalar hususunda kısas yapmaktan başka bir hüküm yoktu. Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmetine bu cezayı hafifletti ve kısasın yanında diyet ödemeyi de geçerli saydı ve "Bu, rabbiniz tarafından size bir hafifletmedir ve bir merhamettir. Kim bu hususta tasaddukta bulunacak olursa bu onun için bir keffarettir." buyurdu.

Âyet-i kerime’de geçen ve: "Fakat kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir." şeklinde izah edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Amr, İbrahim en-Nehai, Cabir b. Zeyd, Hasan-ı Basri, Amir eş-Şa'bî ve Katade'ye göre bu âyette zikredilen "Kim" kelimesinden maksat, yaralananın, kendisi ve öldürülenin velisidir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Yaralanan kimsenin kendisi veya öldürülenin velisi, zikredilen cezalardan birini affedecek olursa onun affedeceği ceza kadar günahı affedilir."

Bu hususta Ebus-sefer diyor ki:

"Kureyş'ten bir adam Ensar'dan bir adamın dişini kırdı. Muaviye ona yardım etmeye çalıştı. O da dedi ki: "Ey mü’minlerin emiri, bu benim dişimi kırdı." Muaviye de dedi ki: "Biz seni razı edeceğiz." Fakat adam, cezayı uygulaması için Muaviye'ye diretti. Muaviye ona kesin söz verdi fakat razı edemedi. Bunun üzerine "Arkadaşına ne yaparsan yap." dedi. O sırada Ebudderda Muaviye'nin yanında bulunuyordu. Ebudderda dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim. Onun konuştuğunu bizzat kulaklarımla duydum ve kalbimle idrak ettim. O buyurdu ki: "Hehangi bir adam, vücudunun herhangi bir yerinden zarara uğratılacak olur da zarar vereni affedecek olursa Allah, affetmesiyle o kulun bir derecesini yükseltir ve bir hatasını da düşürür." Ensar'dan olan adam dedi ki: "Bunu Resûlüllah'tan bizzat işittin mi?" Ebudderda dedi ki: "Ben onu kendi kulaklarımla işittim ve kalbim onu idrak etti. "Ensardan olan adam dedi ki: "Ben bunun cezasını ondan düşülüyorum. Muaviye de ona dedi ki: "Zararı yok ben seni mahrum etmem." Ve ona mal verilmesini emretti. Tirmizi, K. ed-Diyat, bab: 5, HN, 1393 / Ahmed b. Hanbel, Müsned C.6 S.448

Ubade b. es-Samit diyor ki:

"Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Herhangi bir adam vücudunda bir yara alır sonra da aldığı yaranın cezasını bağışlayacak olursa Allah da onun bağışladığı kadar günahlarını örter." Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S.316, 329, 412

b- Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İbrahim en-Nehai'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Yaralananın kendisi ve öldürülenin velisi, ceza uygulaması hakkından vazgeçecek olursa onun bu vazgeçmesi suçu işleyen için bir keffarettir. Günahlarının affına vesiledir. Affedenin mükâfaatı ise Allah'a aittir."

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunu söylediği rivâyet edilmektedir: "Kim yaralanır da yaralayanı cezalandırma hakkından vazgeçecek olursa artık yaralayana bir şey yapılmaz. Ona kısas uygulanmaz. Ondan diyet alınamaz ve ona yara açılamaz. Zira yaralanan kimse onu bağışlamıştır. Onun bağışlaması, yaralayanın haksızlığının cezasını düşüren bir keffarettir."

Taberi diyor ki: "Bana göre bu iki görüşten doğru olmaya daha layık olanı, affedilmenin, yaralanan için keffaret olacağını söyleyen görüştür. Zira âyette açıkça, hakkını bağışlayan hak sahibinden bahsedilmektedir. "Onun günahları" ifadesindeki "Onun" zamirinin, daha önce zikredilen "Hakkından vazgeçen"e ait olması, açıkça zikredilmeyen affedilene ait olmasından daha uygundur. Diğer yandan herhangi bir sadaka, sadaka verenin günahının affına vesiledir. Sadaka alanın günahına değil. Burada da maksat, kısas hakkından vazgeçen yaralanan kişiye veya hakkından vazgeçen, öldürülenin velisine ait olmasıdır.

Taberi diyor ki: "Denecek olursa ki: "CinÂyet işleyene kısas tatbik etmek onun günahlarını affettirir. Çünkü Resûlüllah, ahilerinden biat alırken "Adam ödürmeyeceğinize. zina yapmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza dair bana biat edin. Sizden kim bunlardan birini yapacak olur da o cezalandırılacak olursa, cezalandırılması onun için bir keffarettir." şeklinde biat almış ve kendisine kısas uygulanan suçlunun affedilmiş olacağını beyan etmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, yaralananın kendisi veya öldürülenin velisi de suç işleyenin affedilmesi gibi değildir. Mağdurun cinÂyet işleyeni affetmesi, onun için bir keffaret sayılmaz. Aksi halde iftiraya manız kalan kişinin, kendisine zina iftirasında bulunanı affetmesi de iftiracı için bir keffaret olmasını ve sopa vurma cezasından kurtulmasını gerektirir. Halbuki biz, zina iftirasında bulunan kimse için böyle bir şeyin söylendiğini hiçbir ilim ehlinden duymadık. Şimdi biz deriz ki: "Zina iftirasında bulunanın, iftiraya uğrayan tarafından affedilmesi, iftiracı için bir keffaret sayilmachği gibi cinÂyet işleyenin de cinÂyete manız kalan tarafından affedilmesi cinÂyet işleyen için bir keffaret sayılmaz."

Eğer denilecek olursa ki: "Yaralanan kimse, yaralayana kısas yaptırma yerine ondan diyet alabilir mi?" Cevaben denilir ki: "Evet alabilir." Tekrar denilecek olursa ki: "Yaralanan kimse kısas yerine diyet almayı tercih eder sonra da o diyeti almaktan vazgeçecek olursa yaralayan kimse kıyamet gününde yaraladığı kimseye karşı sorumlu olur mu?" Cevaben denir ki: "Bize göre senin söylediğin durum imkânsızdır. Çünkü bize göre diyet almayı tercih etmiş olabilmesi için diyeti fiilen almış olması gerekir. Diyet almadan affetme işi, kısas yaptırmakta söz konusudur. Ancak mağdur diyeti aldıktan sonra tekrar suç işleyene hibe edebilir. Diğer yandan mağdurun, diyet almayı tercih ettikten sonra onu amîamktan vazgeçmesi caiz görülse dahi bu, suç işleyenin Allah katında affedildiğini ifade etmez. Zira Allahü teâlâ bir mü’mini katledene, tevbe etmemesi halinde büyük cezalar vereceğini bildirmiştir. Diyet, suç işleyenden iradesi dışında alınır. Bu da suç işleyenin kendi iradesiyle suçundan tevbe ettiğini ifade etmez. Halbuki tevbe, işlediği suçtan hür iradesiyle vazgeçme ve benzerini yapmamaya karar vermekle olur.

Yine denecek olursa ki: "Yaralanan diyeti tercih eder sonra da onu almaktan vazgeçecek olursa suçlu, kısas tatbikinde olduğu gibi bu durumda da affedilmiş olur." Buna cevaben deriz ki: "Kısasın suç işleyen için keffaret sayılması, Resûlüllah'ın bildirdiği gibi onun, cezalandırılmaya boyun eğerek tevbe etmesinden dolayıdır. Mağdurun diyet almayı tercih edip sonra da diyetten vazgeçmesi, suçlunun cezasmmin verildiğini ifade etmez ki Resûlüllah'ın: "Kim de suç işleyecek olur da bundan dolayı cezalandırılacak olursa bu onun için bir keffarettir." ifadesine dahil olabilsin.

Taberi diyor ki: "Âyetin, "Kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir." bölümünü "CinÂyete uğrayan herhangi bir mağdur suçluyu affedecek olursa bu, suçlu için bir keffarettir." şeklinde izah edenler, Zü-beyr'in oğlu Urve'nin hadisesindeki şekilde izah etmek istemişlerdir. Bu hususta Miicahid diyor ki: "İnsanlar Kâbenin rüknünü (köşesini) istilam (selamlama) ederken Zübeyr'in oğlu Urve, birinin gözüne çarptı ve ona dedi ki: "Ey arkadaş, ben, Zübeyr'in oğlu Urve'yim. Şâyet gözüne bir zarar verdiysem ben ondan sorumlu yum."

Eğer, yaralayan kimse, Urve'nin yaptığı gibi, kasıtsız olarak hatalı bir şekilde birini yaralayacak olur da bunu itiraf eder sonra da yaralanan kişi onu affederse artık yaralananın yaralayandan alacağı ne dünyevi bir hakkı vardır ne uhrevi. Zira böyle bir durumda yaralananın yaralayandan alacağı hak maldır, kısas değildir. Mal hakkını ise bağışlamıştır. Bu bağışlaması da yaralayan için bir keffarettir. Bu sebeple artık ona herhangi bir dünyevi veya uhrevi ceza uygulaması söz konusu değildir. Zira Allahü teâlâ kullarının kasıtsız olarak işledikleri fiillerinden dolayı onların günahkâr olmayacaklarını beyan etmiş ve buyurmuştur ki: "Yanlışlıkla yaptığınız şeylerden dolayı size bir günah yoktur." Ahzab sûresi, 33/5

Âyet-i kerime’nin sonunda "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir." buyurulmaktadır. Yani kim Allah'ın Tevrat'ta indirdiği "Kasıtlı olarak ve haksız yere birini öldürene kısas yapılır. Kasıtlı olarak haksız yere birinin gözünü çıkaranın gözü çıkarılır." şeklindeki hükümleriyle hüküm vernıez de bazılarına kısas uygular bazılarına uygulmaz veya bir kişi öldürür ve benzeri şeyleri yapacak olursa şüphesiz ki onlar, Allah'ın koyduğu hükmü aşan, onun yerine başka hükümleri koyan zalimlerdir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç