Bunun içindir ki İsrailoğullarına; "Kim, bir insanın
canına kaymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanın öldürürse,
bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa
bütün insanları yaşatmış gibi olur." hükmünü farz kıldık. Andolsun ki onlara,
Peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların bir
çoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.
Âdem'in oğlu, kardeşini haksız yere öldürdüğü içindir ki biz, İsrailoğulları
içla şu hükmü koyduk"; "Kim, mü’min bir insanı, başka bir insanı öldürüp kısası
hak etmediği veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp öldürülme cezasını hak etmediği
halde öldürürse, o kimse bunu yapmakla bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim
de haksız yere bir insanı öldürmeyip sağ bırakırsa bütün insanları yaşatmış gibi
olur, Andolsun ki insanlara Peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de
bundan sonra onların bir çoğu yeryüzünde aşın gitmektedirler.
Âyet-i kerime’de,
İsrailoğullarından "Bir kimsenin, haksız yere bir insanı öldürmesi halinde bütün
insanları öldürmüş gibi olacağı bir insanı da ölümden kurtarması halinde bütün
insanları ölümden kurtarmış gibi olacağı." hükmünün farz kılındığı
zikredilmektedir.
Müfessirler, bir insanı öldürmekle bütün
insanları öldürmüş gibi olma ve bir insanın yaşamasına sebep olmakla bütün
insanların yaşamasına sebep olmuş gibi olma ifadelerinden neyin kastedildiği
hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:
a- Abdullah b. Abbas'a göre bu âyette
öldürülmesi veya diriltilmesi zikredilen insanlardan maksat, bir Peygamber veya
âdil olan bir Halifedir. Bu izaha göre âyetin, mânâsı şöyledir: "Kim bir
Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi öldürecek olursa o kimse sanki bütün
insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi
destekleyecek olursa o kimse bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur.
b- Abdullah b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve
Resûlüllah'ın diğer bir kısim
sahabilerinden nakledilen başka bir
görüşe göre bu âyette, öldürülmesi veya sağ bırakılması zikredilen insandan
maksat, herhangi bir insandır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Kim,
herhangi bir insanı haksız yere öldürecek olursa o kimse öldürülen şahıs
nezdinde bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı ölümden kurtarıp
hayata kavuşturacak olursa o kimse, kurtarılan kişi nezdinde bütün insanlığı
hayata kavuşturmuş gibidir.
c- Abdullah b. Abbas ve
Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre
bu ifadeden maksat, "Kim, haksız yere Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir
kimseyi öldürecek olursa o kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi cehennem ateşine
girer. Kim de bir insanı ölümden kurtaracak olursa bütün insanlığı ölümden
kurtarmış gibi olur."
Bu hususta Mücahid'in şunları söylediği
zikredilmektedir: "Kasıtlı olarak bir mü’mini öldürenin cezası (Nisa suresinin
doksan ikinci âyetinde zikredildiği gibi)
cehennemdir. Allah ona gazap etmiş ve lanetine uğratmıştır. Onun için büyük bir
azap hazırlamıştır. Bu da göstermektedir ki bu kimse bütün insanlığı da
katletmiş olsaydı yine azabı bu olacaktı. Bundan fazla bir şey olmayacaktı. Bu
sebeple haksız yere bir insanı öldüren kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.
Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre, bir inşam öldüren veya yaşamasına sebep
olan kimse âhirette göreceği ceza veya mükâfaat bakımından bütün insanları
öldürmüş veya yaşamalarına sebep olmuş gibi muamele görecektir.
d- İbn-i Zeyd ve
Hasan-ı Basri'den nakledilen başka bir görüşe
göre ise "Kim bir insanı öldürecek olursa o bütün insanları öldürmüş gibi olur."
ifadesi, dünyevi cezayı uygulamayı beyan etmektedir. Yani bir insanı öldürene de
bütün insanlığı öldürene de aynı ceza verilir ki o da ölüm cezasıdır." Kim de
bir insanın yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." ifadesi
de bu kişinin kazanacağı sevabı beyan etmektedir.
İbn-i Zeyd, bir insanın yaşamasına sebep
olmaktan maksadın, Öldürülenin bizzat kendisinin can vermeden önce öldüreni
affetmesi veya velisinin, öldüreni affetmesidir.
Mücahid'e göre bir insanın yaşamasına sebep
olmaktan maksat, onu boğulmak, yanmak ve helak olmaktan kurtarması demektir.
Bu hususta Katade'nin şunları söylediği
rivâyet edilmektedir: Allah'a yemin olsun ki Allah bir insanı haksız yere
öldünnenin cezasını ve yaşamasına sebep olanın mükâfaatmı çok büyük olarak
takdir etmiştir. Ey Âdemoğlu, gücün yeterse malınla ve affınla bir insanı hayata
kavuştur. Kuvvet ancak Allah'ındır. Bizim bildiğimize göre bu kıbleye yönelen
herhangi bir müslümanın kanını akıtmak helal değildir. Ancak üç kimsenin kanını
akıtmak helaldir. O da müslüman olduktan sonra dinden çıkan kimse. Evlendikten
sonra zina eden kimse. Ve kasıtlı olarak bir insanı öldüren kimse. Bunlardan
dinden çıkan ve bir müslümanı öldüren kişi öldürülür. Zina eden kimse de
recmedilerek öldürülür.
Rebi' diyor ki: "Ben Hasan-ı Basri'ye dedim
ki: "Ey Ebû Said, "Kim bir insanın canına kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayan bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir
nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." âyetinin
hükmü İsrailoğullarına farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir midir?" Dedi
ki: Kendisinden başka İlah olmayan Allah’a yemin ederim ki, İsrailoğullarına
farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir. Allah katında İsrailoğullarının
kanları bizim kanlarımızdan daha değerli değildir."
Taberi bu görüşlerden âyeti şu şekilde
izah eden görüşün daha evla olduğunu söylemiştir: "Kim, mü’min bir insanı,
öldürülmeyi hak etmesizin öldürecek olursa o kimse Allah tarafından kendisine
verilecek ceza bakımından bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de Allah'ın
haram kıldığı bir nefsi öldürmeyi haram görür de onu öldünneye teşebbüs
etmeyecek olursa kendisinden kimseye zarar dokunmaması bakımından bütün
insanları hayata kavuşturmuş gibi olur. Bu âyette ifade edilen "Yaşamasına sebep
olmak"tan maksat yaşayan bir insanın canına kıymamaktır. Nitekim Hazret-i
İbrahim ile tatışmaya girişen kişi de İbrahim'in "Benini Rabbim dirilten ve
öldürendir." demesi üzerine: "Ben diriltir ve öldürürüm.
Bakara sûresi, 2/258 demesi bu kabildendir.
Burada, kâfir olan kişi "Ben de diriltirim." derken "Öldürmeye gücümün yettiği
kimseyi öldürmem" demek istemiştir.
Allah ve Resulü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesa
çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut
ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere
sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise onlar
için büyük bir azap vardır.
Allah'a ve Resulüne karşı savaş açarak haksız yere insanları öldürenlerin, şehir
ve köylere baskın yaparak insanlar üzerine korku salanların ve yol keserek
yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların cezası, insan öldürdükleri takdirde onların
da öldürülmesi, insanları öldürüp mallarını da gaspettikleri takdirde cezalan,
Öldürüldükten sonra asılmaları, sadece malları gaspedip insanları öldürmedikleri
takdirde ise cezalan, sağ kollarıyla sol ayaklarının çaprazlama olarak
kesilmesi, insanlar, öldürmeyip mallarını da-almadıkları halde sadece insanlara
korku vermenin cezası ise sürgün edilip hapsedilmeleridir. Bu cezalar onlar için
dünyada bir zillet ve rüsvaylıktir. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır ki
o da cehennem ateşidir.
Müfisserler, bu âyet-i kerime’nin
kimler hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdullah b. Abbas ve
Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre bu
âyet-i kerime,
Resûlüllah ile "Savaş yapmama" antlaşması
yappan sonra da bu antlaşmaları bozup yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve ehl-i
kitaptan olan bir topluluk hakkında nâzîl olmuştur.
Allahü teâlâ, Peygamberine, bu insanlara ne ceza verileceğini beyan
etmiştir.
b- İkrime ve
Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe
göre bu âyet-i kerime, müşriklerden bir
topluluk hakkında nazil olmuştur. Ancak burada zikredilen suçlan işleyen
müsülmanlara da burada beyan edilen cezalar verilir.
c- Enes b. Malik,
Said b. Cübeyr, Cerir b. Abdullah, Urve b.
Zübeyr ve Süddi'den nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyet-i kerime, Ukl veya
Ureyne kabilelerinden, önce müslüman olup sonra dinden dönen, Allah'a ve
Resulüne karşı savaş açarak Resûlüllah'ın
çobanını öldürdükten sonra ganimet mallarını sürüp götüren bir kavim hakkında
nazil olmuştur.
Bu hususta Enes b. Malik diyor ki:
"Ukl veya Ureyne kabilesinden bir topluluk Medine'ye geldiler.
Resûlüllah onlara sağmal develerden
faydalanmalamı emretti. Ve onları Medine'nin dışına çıkararak o develerin
idrarlarım ve sütlerini içmelerim emretti. Onlar içtiler ve iyileştiler. Sonra
da çobanı öldürerek develeri sürüp götürdüler. Sabahleyin haber
Resûlüllah'a ulaştı.
Resûlüllah arkalarından adam gönderdi.
Güneş yükselmeden onlar yakalanıp getirildi.
Resûlüllah emretti. Onların ellerini ve ayaklarını kestirdi.
Gözlerine mil çektir. Onlar "Harre" denen yere atıldılar. Su istiyorlardı. Fakat
kendilerine su verilmiyordu." (Hadisi Rivâyet eden Ebû Kılabe demiştir ki:
Bunlar hırsızlık yapan, adam öldüren, iman ettikten sonra kâfir olan ve Allah'ın
Resulüne karşı savaşan bir kavimdi. Buhari, K.
el-Hudud, bab: 17
Diğer bir Rivâyette Enes bunların, Ukl kabilesinden olduklarını, suffe ehline
katıldıklarını, Medine'nin havasını ağır bulduklarını ve bu yüzden
Resûlüllah'a "Ey Allah'ın Resulü, sen
bize süt bul." dediklerini, bunun üzerine
Resûlüllah'ın onları develerin yanına gönderdiğini, onların da
yukarıda zikredilen şeyleri yaptığını Rivâyet etmiştir.
Bkz. Buhari, K.el-Hudud. bab: 16 Başka bir
Rivâyetinde de bunların sayısının sekiz kişi olduğu zikredilmiştir.
Bkz. Buhari, K. el-Cihad, bab: 152
Taberi bu görüşlerden son görüşün daha
evla olduğunu, zira bu hususa dair Resûlüllah'ın
sahabilerinden sıhhatli görüler
Rivâyet edildiğini söylemiştir.
Müfessirler,
Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesine tatbik
ettiği bu cezanın neshedilip neshedilmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
a-
Bazılarına göre bu
âyet-i kerime’de
eşkıyanın cezası belirtilerek işkence etme, yasaklanmış ve böylece
Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden olan
kişileri cezalandırma şekli neshedilmiştir.
b-
Diğer
bazılarına göre ise
Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden suç
işleyen bu insanlara verdiği ceza geçerlidir. Benzeri suçlan işleyenlere aynı
cezalar verilir. Bu âyet-i kerime ise
sadece müslumanlara karşı savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran
insanların cezasını belirtmektedir. Ureyne kabilesinden olan insanlar ise
müslüman olduktan sonra dinden çıkmışlar, adam öldürmüşler, hırsızlık yapmışlar
ve Allah'a ve Resulü'ne karşı savaşa girişmişlerdir. Elbette ki onların cezası,
müslüman ve zımmi olarak eşkıyalık yapan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaran
insanların cezasından farklı olacaktır.
c- Diğer bir kısım âlimlere göre
de Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesinden
cinÂyet isteyen bu insanlara verdiği ceza, benzeri suçları işleyenler için
geçerlidir. Zira Resûlüllah onlara bu
âyette zikredilen, el ve ayaklarını çaprazlama kesme cezası vermiştir. Onların
gözlerine mil çekmek istemiş fakat çekmeden önce bu âyet "nâzil olmuş ve
Resûlüllah'ın bunu yapmasını
yasaklamıştır. Bu itibarla Ureyne kabilesinden olan insanlara verilen ceza
şekli, âyetin beyan ettiği cezaya uygun olduğundan mensim değildir.
Müfessirler bu âyette zikredilen cezaları
hak eden ve kendilerine "Muharip" yanı "Eşkiya" diye isim verilen kimselerin
nasıl kimseler oldukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a- Katade ve
Ata el-Horasan i'den nakledilen bir görüşe
göre bu âyette cezalar; zikredilen "Eşkiya"dan maksat, yol kesen kimsedir.
b- Malik b. Enes'e göre, şehirde veya şehir dışında gasp yapan
kimselerdir. Bu hususta Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, Malik b. Enes'e dedim
ki: "Şehir içinde de eşkıyalık olur mu?" O da dedi ki: "Evet, bize göre eşkiya,
şehir içinde olsun şehir dışında olsun, müsîumanlara silahla saldırandır."
Velid sözlerine devamla diyor ki: "Ben bunu Leys b. Said ve İbn-i Leyla'dan
sordum. Dedim ki: "Şehir, kasaba ve köy evlerinde de eşkıyalık olur mu?" Onlar
da dediler ki: "Eğer saldırganlar açıkça saldıracak olurlarsa veya geceleyin
ışıkla gelecek olurlarsa bunlar eşkiyadır." Dedim ki: "Eğer adam öl-dürürlerse
yahut adam öldürmeyip sadece mal gasp edecek olurlarsa yine eşkiya sayılırlar
mı?" Dediler ki: "Evet, onlar eşkiyadır. Eğer onlar adam öldürecek olurlarsa
onlar da öldürürler. Şâyet adam öldünnez sadece malları gaspedip götürecek
olurlarsa onların elleri ve ayakları çaprazlama kesilir. Çünkü müslümanlara
karşı şehir dışında ve yollarda savaşanın oluşturduğu tehlike, onlara karşı
evleri ve mahrem bölgeleri içinde savaşanın meydana getirdiği tehlikeden daha az
değildir. İmam Malik ve
İmam Şafii, eşkiyanin hem şehirde hem de
taşrada olabileceği görüşündedirler.
Bu hususta Velid diyor ki: "Bana Malik söyledi ki ona göre bir insanı hiyîe ile
öldürmek eşkıyalıktır." Dedim ki "Hiyle ile öldürmek nasıl olur?" O da dedi ki:
"Kişi bir adamı veya çocuğu aldatır, onu bir eve veya sahipsiz bir araziye
götürür sonra onu öldürür ve matını alır. İşte bu şekilde öldürülen kimsenin
velisi Halifedir. Anık o kimsenin soydan velisi katile kısas uygulatma yetkisini
kaybeder. Bu katile Halife, âyette zikredilen cezalardan hak ettiğini uygular.
İmam Şafii de bu görüştedir.
c- Ebû Hanife, arkadaşları ve
İbn-i Hübeyre'ye göre ise eşkiya şehir dışında yol kesendir. Şehir içinde isyan
eden ise eşkiya değildir. Ona eşkiya hükmü uygulanmaz.
d- Mücahid'e göre ise her zina yapan,
hırsızlık eden, insan öldüren ve ekini ve nesli helak eden kimse, yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran eşkiyadır.
Taberi bu görüşlerden
ikinci görüşün daha evla olduğunu söylemiş,
müslümanîann ve zımmilerin yollarını kesenlere de, onlara şehir içinde ve
köylerinde saldıranlara da eşkiya denileceğini zikretmiştir. Zira mülümanlara
karşı savaş açanlara eşkiya denileceği hususunda ittifak vardır. Bu savaş açma
şehir içinde tie olabilir dışında da. Yollarda da olabilir köylerde de.
Âyet-i kerime’de
geçen "Yeryüzünde fesat çıkarırlar." ifadesinden maksat,
Allahü teâlânın yarattığı yeryüzünde mü’min
kullarının veya zımmilerin yollarını keserek haksız yere ve düşmanca, onların
mallarını alarak onların ırz ve namuslarına edepsizce saldırarak onlara karşı
isyan ederler ve bozgunculuk yaparlar." demektir.
Âyet-i kerime’de,
eşkıyalık yapmanın cezası olarak, öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin
ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleri
hükümleri zikredilmektedir.
Müfessirler, eşkiyanın işlediği suç
türüne göre bu cezalardan birinin seçilip uygulanacağı ya da Halifenin,
eşkıyalık yapana bu cezalardan herhangi birini vermekte serbest olduğu hususunda
iki görüş zikretmişlerdir:
a- Abdullah b. Abbas, ibrahim
en-Nehai, ebu Miclez, Hasan-ı Basri,
Katade, Süddi,
Ata el-Horasani,
Said b. Cübeyr, Rebi' b. Enes, Muğrik
el-Iclî ve Muhammed b. Ka'b
el-Kurezi'den nakledilen bir görüşe göre, eşkiyanın işlediği suçun tülüne göre,
bu âyette zikredilen cezalardan biri seçilip uygulanır. Halifenin bu cezalardan
herhangi birini seçip uygulama yetkisi yoktur. Bu hususta
Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği
rivâyet edilmektedir. "Bir adam müslümanlara karşı savaş açar da bir kimseyi
öldürecek olursa tevbe etmeden yakalandığı takdirde o da öldürülür. Şâyet eşkiya
savaş açar, hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa, tevbe etmeden
yakalanması halinde asılır. Eğer savaş açan sadece mal gaspeder ve adam
öldürmeyecek olursa, tevbe etmeden yakalaması halinde eli ve ayağı çaprazlama
kesilir. Şâyet savaş açan, sadece yol kesip korku salacak olursa sürgün edilir.
Ebû Miclez, Katade,
Süddi, Atiyye el-Avfî ve
Ata el-Horasani de,
Abdullah b. Abbas'ın, suç ve cezaları
sıraladığı şekilde sıralamışlardır.
Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir
görüşe göre o, suç ve cezaları şöyle sıralamıştır. "Bir eşkiya baş kaldırır yol
kesecek olur da sadece mal gaspedecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir.
Şâyet o, hem mal gaspeder hem de adanı öldürecek olursa eli ve ayağı çaprazlama
kesilir. Sonra da asılır. Şâyet sadece adam öldürecek olursa o da öldürülür.
Eğer yol kesme dışında bir şey yapmayacak olursa sürgün edilir.
Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve
Said b. Cübeyr ise bu suçları ve cezaları şu
şekilde sıralamıştır: Yol kesen eşkiya sadece mal gaspeder fakat adam
öldürmeyecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Eğer sadece adam öldürecek
olursa asılır. Şâyet hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa önce eli ve
ayağı kesilir sonra öldürülür, daha sonra da asılır. Eğer teslim olmazsa,
Halifenin ve müslümanların, yakalayıncaya kadar onu takib etmeleri ve yakalayıp
kendisine Allah'ın hükmünü uygulamalan ya da onu kovalayıp İslam topraklarından
çıkarmaları ve kâfir topraklarına sürmeleri gerekir.
Yol kesen eşkiyaya verilecek cezasının, işlediği suçun türüne göre verileceğini
zikreden âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir:
Allahü teâlâ katile kısas uygulamayı,
hırsızlık yapanın elinin kesilmesini farz kılmış,
Resûlüllah da müslümanların kanının ancak
üç şeyden birini işlemesiyle helal olacağını beyan etmiştir. Bunlar da ya bir
insanı öldürmektir ki bu takdirde katil de ödürülür. Yahut evli iken zina
etmektir ki, zina eden recmedilir. Yahut da müsliiman olan bir kimsenin dinden
çıkmasıdır ki bu kimse de öldürülür.
Resûlüllah, bir müslümanın kanının,
zikredilen şeyler dışında helal olmadığını beyan ettiğine göre, müslümanların
Halifesinin, yol kesen eşkiyaya, yel kesme dışında hiçbir şey yapmadığı takdirde
öldürme cezasını uygulaması nasıl isabetli olabilir? Zira "Halife, yol kesen
eşkiyaya karşı, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini uygulamakta
serbesttir." demek, Halifenin, yol kesen eşkiyaya, yol kesme suçu dışında
herhangi bir suç işlememesi durumunda da ölüm cezası verebileceğini veya onu
asabileceğini yahut elini ve ayağını çaprazlama kesebileceğini ya da sürgün
edebileceğini gerektirir ki bu da isabetli değildir.
b- Mücahid,
İbrahim en-Nehai,
Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas ve
Said b. el-Müseyyeb'den nakledilen diğer bir
görüşe göre ise müslümanların Halifesi, yol kesen eşkiyaya, hangi suçu işlerse
işlesin, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip tatbik etmekte
serbesttir.
Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın
şunu söylediğini rivâyet etmiştir: "Kim, müslüman bir topluluğa silah çeker ve
yol kesip korku salacak olur da sonra yakalanacak olursa Halife ona şu cezaları
uygulamakta şerbettir. Dilerse onu öldürür, dilerse asar, dilerse elini ve
ayağını çaprazlama keser."
Bu görüşte olan âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir: "Bu
âyetin ifadesinde geçtiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de geçen "Veya", "Yahut"
manalarına gelen kelimesi, Kur'an-ı Kerim'in her yerinde, asıl mânâsı olan
"Veya" "Yahut" mânâlarında kullanılmıştır. Bu da, zikredilen şeylerden herhangi
birini seçmenin serbest olduğunu ifade etmektedir. Mesela yeminin keffaretini
belirten şu âyetteki harf-i atıftan bu türdendir. "Allah sizi, bile bile
yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffareti, ailenize
yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak veya giydinnek yahut da bir
köle azad etmektir. Maide sûresi, 5/89 Yine Hac
için ihrama girmiş olan kimsenin başını traş etmesi halinde vereceği fidyenin
seçenekli olduğunu ifade eden şu âyette de kelimesi bu mânâyı ifade etmiştir.
"Sizden kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş edebilir ve
bunun için oruç tutma veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye
verir. Bakara sûresi, 2/196
Yine Hac için ihrama girmiş olan kimsenin herhangi bir hayvanı avlaması halinde
yerine getireceği keffaretin seçenekli şeyler olduğunu beyan eden şu âyetteki
kelimesi de muhayyerlik ifade etmektedir. "Sizden kim, ihramlı iken, kasden bir
av hayvanını öldürürse onun cezası, içinizden âdil iki kişinin vereceği hükme
göre ehli hayvanlardan öldürdüğüne denk ve Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlıktır.
Yahut kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır... Maide
sûresi, 5/93 Madem ki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kelimesi, her yerde
hükmün seçenekli olduğunu beyan etmektedir, eşkiyanın cezaları hakkında
zikredilen kelimesi de bu türdendir. Binaenaleyh, Halifenin, yol kesen eşkiyanın
suçunun çeşidine bakmaksızın, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip
uygulama hakkı vardır.
Taberi bu görüşlerden
birinci görüşün daha isabetli olduğunu
söylemiştir. Bu da âyette zikredilen cezaların, eşkiyalık yapan kimsenin suçunun
türüne göre uygulanacağını söyleyen görüştür. Bu görüşe göre yol kesen kişiye,
herhangi bir mal almadan veya herhangi bir kişiyi öldürmeden ve bu halinden
dolayı tevbe etmeden yakalanacak olursa sürgün edilir. Şâyet bir malı gaspedip
ve Allah'ın haram kıldığı bir cana kıydıktan sonra yakalanacak olursa asılır. Bu
görüşün daha isabetli olduğu bu görüşte olan âlimlerin zikrettikleri
gerekçelerden anlaşılmaktadır. İkinci
görüşte olanların, bu âyette zikredilen kelimesinin muhayyerlik mânâsında
zikredildiğini ileri sürerek görüşlerine delil getimıeleri isabetli değildir.
Zira kelimesi, arap dilinde bir çok mânâlara gelmektedir. Eğer sözü uzatmak
sıkıcı olmasaydı onun çeşitli mânâlarım burada zikrederdik. Bu kelimenin bir çok
mânâsını anlattığımız gibi bundan sonra da yeri geldikçe anlatacağız.
Bu âyette kelimesinin mânâsı, sıralamayı ifade etmektedir. Buradaki kelimesi, şu
sözde zikredilen gibidir. "Şüphesiz ki mü’minlerin, kıyamet gününde, Allah
katındaki mükâfaatları, Allah'ın, onları cennetine koyması veya onların
derecelerini yüksek mevkiler ulaştırması yahut onları Peygamberler ve
sıddıyklarla beraber bulundurmasıdır." Şüphesiz ki bu sözü söyleyen, her
mümimin, bu sözde zikredilen mertebelerden birini seçmekte serbest olduğunu
kasdetmemiş, bilakis mü’minlerin derecelerine göre bu mevkilerden birine
ulaşacağını beyan etmiştir. Bu âyette zikredilen kelimesi de bu türdendir.
Bu hususta, senedi hakkında bazı şeyler söylenen şu hadis, bizim zikrettiğimiz
bu görüşün doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Yezid b. Ebi Habib diyor ki:
"Abdülmelik b. Mervan, Enes b. Malik'e, bu
âyetin mânâsının nasıl olduğunu öğrenmek için bir mektup yazdı. Enes de onun
mektubuna cevaben şunu yazdı: "Bu âyet-i kerime,
Ureyne kabulesinden olan o topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar, İslam
dininden çıktılar. Çobanı öldürdüler, develeri sürüp götürdüler. Yol kesip korku
saldılar ve Alla'ı haram kıldığı ırza tecüvüz ettiler.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) de Cebrâil
(a.S: ) dan, bu şekilde savaş açan eşkıyanın hükmünü sordu. O da dedi ki: "Kim,
hırsızlık yapar ve yol kesip korku salacak olursa sen onun elini, hırsızlık
yapmasının cezası olarak, ayağını da, terör estirip korku salmasının cezası
olarak kes. Kim de sadece adam öldürecek olursa onu öldür. Kim de adam öldürür,
yol kesip terör estirir ve haram kılınan namusa, helal görüp tecavüz ederse sen
onu as."
Âyet-i kerime’de
geçen, eşkıyanın el ve ayağının çaprazlama kesileceğini ifade eden cezadan
maksat, eşkiyanın sağ eli ile sol ayağının kesilmesidir. Böylece eli ve ayağı
çaprazlama kesilmiş olur.
Âyette zikredilen "Sürgün" den neyin kasdedildiği hususunda farklı görüşler
zikredilmiştir:
a- Süddi,
Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik,
Dehhak, Hasan-ı
Basri, Resi' b. Enes, Katade ve
Said b. Cübeyr'den nakledilen bir görüşe göre
bu âyette zikredilen sürgüriden maksat, eşkıyayı İslam diyarından sürüp kâfir
diyarına kaçmaya mecbur etmektir. Bu görüşte olanlara göre eşkıya yakalanıncaya
kadar takib edilir. Yakalanırsa suçuna göre öldürülür veya asılır yahut eli ve
ayağı çaprazlama kesilir. Ona, İslam diyarı içinde bir yerden diğer yere sürgün
cezası verilmez. Nitekim yukarıda zikredilen mektupta
Enes b. Malik, Abdülmelik b. Mervan'a aynı
şeyleri yazmıştır. İslam diyarı içinde sürgün cezasından bahsetmemiştir.
b- Said b. Cübeyr ve Ömer b.
Abdülaziz'den Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen
"Sürgün"den maksat, eşkiyalık yapan kimsenin, İslam ülkesinde bir yerden başka
bir yere sürgün edilmesidir. Bu hususta Hibban b. Şüreyh'in katibi Sult şunları
anlatmıştır: "Kadı Şüreyh'in oğlu Hibban,
Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz'e bir mektup yazarak ona şunları bildirmiştir:
"Kıptilerden bir kısım insanların Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıkları ve
yeryüzünde fesat çıkardıklarına dair deliller ortaya çıkmıştır.
Allahü teâlâ da bu husuta buyurmuştur ki:
"Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların
cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesidir..." Hibban âyetin: "Ya da yeryüzünde başka bir yere
sürgün edilmeleridir." bölümünü zikretmemiştir. Mektubunda, Ömer b. Abdülaziz'e
hitaben: "Eğer mü’minlerin emiri bu kimseler hakkında Allah'ın hükmünü tatbik
etmek kanaatinde ise onu yazsın." demiştir. Ömer b. Abdülaziz Hibban'ın
mektubunu okuyunca: "O, âyeti kesmiş." dedi. Sonra Hibban'a şu cevabı yazdı.
"Mektubun bana ulaştı onu okuyup anladım. Sen, âyeti kesmişsin. Seni onlara
benzetmek istemiyorum amma sanki sen, Yezid b. Ebi Müslim'in yazdığı veya Irak
idarecisinin yazdığı mektup gibi bir mektup yazmışsın. Âyetin baş tarafım yazmış
sonunu zikretmemişsin. Halbuki Allahü teâlâ
".. Ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir." buyurmaktadır. Şâyet
yazdığın gibi onların böyle yaptıklarına dair delil mevcutsa sen onların
boyunlarına demir tak ve onları "Şuğup" ve "Beda" denen yerlere sürgün et,"
c- Ebû Hanife ve
arkadaşlarından nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zkredilen "Sürgün"
den maksat, "Hapsetmek"tir.
Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden evla
olanı, "Sürgünden maksat, eşkiyalık yapanın bir şehirden başka bir şehre sürgün
edilmesidir. Ve tevbe edip fısk ve isyanından vazgeçmesine kadar sürgün edildiği
şehirde hapsedilmesidir." diyen görüştür. Zira kâfir diyarına kaçmak onun
cezasını düşürmez. Keza bir beldeden diğer bir beldeye sürgün edip hapsetmek de,
sürgün etmek sayılmaz. Çünkü kişi oradan dilediği yere gidebilir.
Ancak kendilerini yakalamanızdan evvel tevbe edenler
olursa bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Yol kesiciler eşkiyalıktan vazgeçer, devlet idaresi de yakalanmalarından önce
kendilerine eman verir, güven içinde olduklarını bildirirse, onlara eşkıyaya
verilen cezalar uygulanmaz. Çünkü tevbeleri, onlardan dünyevi sorumluluğu
kaldırır.
Müfessirler, bu âyette, yakalanmadan önce
tevbe etmeleri halinde affedilecekleri bildirilen kişilerden kimlerin
kasdedildiği ve tövbelerinden maksadın da ne olduğu hususunda çeşitli görüşler
zikretmişlerdir.
a- İkrime,
Hasan-ı Basri, Mücahid,
Dehhak, Abdullah
b. Abbas, Katade ve
Ata el-Horasani'den nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müşrikler, tevbelerinden
maksat da müslüman olmalarıdır. Bunlara göre Allahü
teâlâ bu âyette şunu beyan etmiştir: "Müslüman olmadan önce Allah'a
ve Resulüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran müşrikler, müslümanlar
tarafından yakalanmadan önce müslüman olıılarsa onlara, eşkıyaya uygulanan ceza
uygulanmaz. Buna mukabil, bir müslüman diğer müslümanîara karşı veya
müslümanlarla antlaşması bulunan diğer insanlara savaş açacak olursa ve bundan
önceki âyetlerde zikredilen suçlardan birini işleyecek olur da müslümanları
kendisini yakalamasından önce tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisine
uygulanacak cezayı düşürmez. Sadece kendisiyle rabbi arasında geçerli olur.
Mülümanların halifesi, Allah'ın bir kişi için farz kıldığı cezayı ona uygular ve
insanların hakkım ondan alır.
b- Âmir eş-Şa'bi,
Süddi ve Mekhul'den nakledilen diğer bir
görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müslümanlardan, Allah'a ve
Resulüne karşı savaş açan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran sonra da İslam
dininden çıkıp mürted olan ve kaçıp Darül Harb'e (kâfirlerin ülkesine) sığınan
kimsedir. Onu yakalamadan önce îevbe etmesinden maksat ise, eman istemesi,
Halifenin de kendisine, önceki suçlarından dolayı cezalandırmayacağına dair eman
vermesidir. İşte böyle olan bir kimseye, önceden işlediği suçlardan dolayı
herhangi bir ceza uygulanmaz. Âyet-i kerime
işte bu gibi eşkiyayı beyan etmektedir.
Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Ali b.
Ebi Talib'in halifeliği döneminde Haris'e b. Bedr, müslümanlara karşı savaş
açtı. Sonra Hazret-i Ali'nin oğlu Hasan'a
gelerek, babası Ali tarafından kendisine eman vermesini istedi. Hasan onun bu
talebini reddetti. Sonra o, Cafer-i Tayyar'ın oğluna gitti. O da reddetti. Daha
sonra Said b. Kays el-Hemedani'ye gitti. O da eman verdi ve onu yanında tuttu.
Harise ona dedi ki: "Sen bana, mü’minlerin emiri Ali b. Ebi Talib'den eman al."
Bunun üzerine Ali, sabah namazını kılınca Said b. Kays onun yanına vardı ve ona:
"Ey mü’minlerin emiri, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların cezası nedir?"
diye sordu, ali de ona: "Öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve
ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde sürgün edilmeleridir." dedi.
Sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ancak kendilerini yakalamadan önce tevbe
edenler müstesnadır." Bunun üzerine Said dedi ki: "Bu kişi Harise b. Bedir olsa
da mı?" Ali de "Harise b. Bedir de olsa." dedi. Said: "İşte Harise b. Bedir. Bu,
tevbe ederek ve iman ederek geldi." dedi. Bunun üzerine Ali de: "Olur." dedi.
Said onu alıp Ali'ye getirdi. O, ali'ye biat etti. Ali de onun biatim kabul etti
ve ona bir eman belgesi verdi.
c- Âmir eş-Şa'bi,
İmam Malik, Leys b. Sa'd,
Mûsa b. İshak el-Medeni ve
Ata'dan nakledilen diğer bir görüşe göre
burada zikredilen insanlardan maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açan,
yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve yakalanmadan önce tevbe edip teslim olan her
insandır. Halifenin kendisine eman verip vermemesi farketmez.
Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Murat
kabilesinden bir adam, Hazret-i Osman'ın Halifeliği döneminde Küfe valisi olan
Ebû Mûsa
el-Eş'ari'nin yanına geldi. Namazı kıldıktan sonra dedi ki: "Ey Ebû
Mûsa, burası sana sığınma yeridir. Ben, Murat
kabilesinden filan oğlu filanım. Ben, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmış ve
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmıştım. Şimdi ise beni yakalamalarından önce tevbe
edip geldim." Bunun üzerine Ebû Mûsa ayağa
kalktı ve dedi ki: "Bu, filan oğlu filandır. Bu, Allah'a ve Resulüne karşı savaş
açmış ve yeryüzünde fesat çıkarmıştı. Şimdi ise yakalanmadan önce tevbe edip
geldi. Kim bununla karşılaşırsa ona bir kötülük yapmasın." Âmir diyor ki: "Bu
adam dilediği kadar kaldı. Sonra tekrar dağa çıktı.
Allahü teâlâ da günahları yüzünden onu yakalattı ve öldürttü. Böylece
cezasını buldu.
Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, İmam Malik'e
dedim ki: "Yol kesip korku salan, adam öldürüp mal gaspeden sonra da kaçıp Darül
Harbe giden yahut İslam ülkesinde kendisini koruyup yakalanmayan daha sonra da
tevbe edip teslim olan eşkiya hakkında görüşün nedir? " O da dedi ki: "Tevbesi
kabul edilir." Ben de dedim ki: "O, işlediği suçlardan dolayı hesaba
çekilmeyecek midir?" İmam Malik de
dedi ki: "Hayır. Ancak kendisinde, gaspettiği malın aynısı ele geçirilecek oluşa
o mal sahibine iade edilir. Veya eşkiyalık yaptığı sırada bir kişi öldürür de
buna dair şahit bulunur veya kendisi itiraf edecek olur da öldürülenin velisi de
ona kısas uygulanmasını isterse kısas uygulanır. Şâyet öldürülenin velisi böyle
bir şey istemezse Halife ona herhangi bir ceza uygulamaz. Velid diyor ki: "Ben,
İmam Malik'e sorduğum bu meseleyi Leys
b. Sa'd'a da sordum. O da dedi ki: "Öldürülenin velisi kısas tatbiki istese dahi
ona herhangi bir ceza verilmez." Velid sözlerine devamla diyor ki: "Leys dedi
ki: "Bizim emirimiz olan Mûsa b. İshak
el-Medeni de aynı şeyi anlattı ve dedi ki: "Esed kabilesinden Ali el-Esedi,
müslümanlara karşı savaş açtı. Yol kesti adam öldürdü, mal gaspetti. idareciler
de halk da onu yakalamaya çalıştı. Fakat o kendisini korudu yakalayamadılar.
Nihâyet tevbe edip geldi, tevbesinin de şöyle olduğunu söyledi: "O, bir kişinin
şu âyeti okuduğunu işitti: "Ey Rasûlüm, kullanma şöyle dediğimi söyle "Ey kendi
aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Zümer sûresi, 39/53 Onu durdurdu ve "Ey
Allah'ın kulu onu bir kere daha oku." dedi. Adam onu bir kere daha okudu. Bunun
üzerine Ali el-Esedi kılıcını kınına koydu. Tevbe ederek seher vaktinde
Medine'ye geldi. Yıkandı ve Resûlüllah'ın
mescidine gidip sabah namazını kıldı. Ebû Hureyre'nin
arkadaşlarının arasına katılarak yanına oturdu. Sabah aydınlanınca insanlar onu
tanıdılar ve üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Ali el-Esedi: "Sizin bana bir şey
yapmaya hakkınız yoktur. Çünkü ben size, beni yakalamanızdan önce tevbe edip
geldim." dedi. Ebû Hureyre dedi ki: "Doğru
söyledi." Sonra Ebû Hureyre onun elinden
tutup o sırada Haüfe olan Muaviye'nin Medine valisi Mervan b. Hakem'e götürdü ve
ona dedi ki: "İşte bu, Ali el-Esedi'dir. Tevbe ederek geldi. Sizin buna bir şey
yapmaya ve öldünneye hakkınız yoktur." Bunun üzerine Ali'ye hiçbir şey yapılmadı
ve serbest bırakıldı. Ali, Allah yolunda cihad etmek üzere deniz savaşına
katıldı. Rumlarla karşılaştılar. Onun gemisi, Rumların gemilerinden birine
yaklaştı. Ali hücum ederek aralarına daldı. Onları püsküttü. Rumlar, diğer
gemilerine doğru kaçmaya çalışırlarken, Ali el-Esedi'nin, içine daldığı Rum
gemisi alabora oldu ve hep birlikte boğuldular.
d- Urve b. Ziibeyr'e göre ise bu âyette zikredilen "Tevbe edenler"den
maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıktan ve yeryüzünde bozgunculuk
çıkardıktan sonra kaçıp kâfirlerin ülkesine sığman kimselerdir. Bunların
tevbelerinden maksat ise, yaptıklarından vazgeçip İslam topraklarına
dönmeleridir. İşte bu durumda olan bir kimse, kaçmadan önce yaptığı
eşkıyalığından dolayı hesaba çekilmez. Buna mukabil, eşkiya, suç ve
cinÂyetlerini, İslam diyarında bulunarak ve ümmetin içinde yaşayarak işler de
sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisinden hiçbir
cezayı ve hakkı düşürmez.
e- Ebû Amr'a göre bu âyette, tevbelerinin kabul edileceği beyan edilen
eşkıyadan maksat, kendisini himaye edecek bir zümreye (bir örgüte) dayanarak
eşkiyalık yapan kimsedir. Tevbesinden maksat ise, müslümanların, kendisini
yakalamadan, himayecilerini terkederek teslim olmasıdır. Buna göre eğer eşkiya,
kendisini koruyacak bir örgüte sığınmaksızm suç ve cinÂyetlerini İslam diyarında
işler sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun bu tevbesi kendisinden
ne bir cizyeyi ne de bir hakkı düşülür. O, bütün yaptıklarından sorumludur. Buna
mukabil eğer eşkiya, kendisini müslümanların idarecisine karşı himaye eden bir
örgüte sığınarak, gerek İslam diyarında bulunurken gerekse kâfirlerin diyarına
kaçtıktan sonra bir suç veya cinÂyet işler"sonra da yakalanmadan tevbe edip
teslim olursa onun bu tevbesi, eşkiyalık sırasında işlediği suç ve cinÂyetlerin
cezasını düşürür. Ancak gaspettiği malların aynısı mevcut ise o, sahibine iade
edilir.
f- İmam Şafii'ye göre ise
eşkiyalık yapan kişi, yakalanmadan tevbe edecek olursa onun bu tevbesi,
kendisinden kul hakkını düşürmez. Sadece Allah'ın koyduğu cezaları düşürür.
Taberi diyor ki: "Bana göre bu
görüşlerden tercihe şayan olanı şöyle diyen görüştür:
aa- Gerek kendi gücüyle gerekse bir topluluğa dayanarak müslümanlara
karşı kendisini koruyabilen bir eşkiyanın, yakalanmadan önce tevbe etmesi onun
dünyevi sorumluluğunu düşürür Böyle bir kişinin, eşkiyalık yaptığı sırada
işlediği suç ve cinÂyetlerden dolayı cezalandırılması söz konusu değildir. Bu
ceza ister bir kısas isterse had uygulanması şeklinde olsun. Sadece onun elinde
bulunan, müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden gaspedilen mallar
sahiplerine iade edilir. Zira bütün İslam âlimleri, devlet idaresine karşı
kendisini koruyabilecek bir topluluğun, İslam dininden çıkarak Allah'a ve
Resulüne karşı savaş açmaları ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları daha sonra
da mağlup edilmeden tevbe edip teslim olmaları halinde işledikleri suç ve
cinÂyetlerden dolayı sorumlu olmayacakları hususunda ittifak etmişlerdir.
Binaenaleyh tek başına devlet güçlerine karşı kendisini koruyabilecek eşkıyanın
durumu da, cemaat halinde kendilerini koruyan mürtedlerin durumuna
benzemektedir. Ona da aynı hükümler uygulanır.
bb- Şâyet eşkiya, gizlice hırsızlık yapan birisi ise yahut da, insanların
bulunmadığı bir yerde silah çekip yol kesen, takip edildiğinde de kendisini
korumaktan âciz olan bir kimse olursa, onun tevbe edip etmemesi, ceza ve
sorumluluğunu düşürmez. Onlardan, mallarını gaspettiği kimselerin hakları
alınır. İşlediği cinÂyetlerin cezası verilir. Tevbesi ise sadece kendisi ile
Allah arasındadır. Böyle olan kimse, bütün âlimlerin, hükmünde görüş birliğine
vardıkları şu kimseler gibidir: "Bir insan müslümanlarla barış içindeyken bir
kısım suçlar işlese sonra da onlara karşı savaşa girip eşkıyalık yapsa, daha
sonra da tevbe edip teslim olsa bu kimsenin, müslümanlara savaş açmadan önce
işlediği suç ve cinÂyetlerin cezası düşmez. Bu kişi, yaptıklarından sorumludur.
İşte kimsenin olmadığı yerde veya gizlice eşkıyalık yapan ve kendisini devlet
kuvvetlerine karşı koruyacak bir gücü de bulunmayan eşkıyanın durumu da buna
benzemektedir.
Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu
âyet-i kerime’yi
anlamaya muvaffak olan kimse için açıktır ki, burada zikredilen eşkıyalara ait
hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkıya için
geçerlidir. Müslümanlara karşı savaşan müşrikler için geçerli değildir. Çünkü
"Bu hükümler, müşrik olan eşkiya içindir.." denildiği takdirde, müşriklerin,
müslümanlar tarafından mağlup edildikten veya ele geçirildikten sonra
müslümânolmalan veya tevbe edip teslim olmaları halinde onların, müslüman
olmadan ve tevbe etmeden önce işledikleri cinÂyet ve gaspettikleri mallardan
sorumlu olmalarını icabettirir. Çünkü onlar, müslümanların kendilerini
yakalamasından önce değil yakaladıktan sonra müslüman olmuşlardır.
Âyet-i kerime ise yakalanmalarından önce
tevbe edenlerin affedileceklerini beyan etmektedir. Halbuki bütün âlimler,
müşriklerin İslama giırneleri halinde, müslüman olmadan önce işledikleri cinÂyet
ve suçlardan sorumlu olmayacakları hakkında ittifak etmişlerdir. Velev ki bunlar
yakalandıktan sonra müslüman olsunlar. Bu da gösteriyor ki, eşkiyaya ait
hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkiya içindir.
Müslümanlarla savaş halinde olan müşrikler için geçerli değildir.
Ey iman edenler, Allah'tan korkun . Ona bir yol arayın
ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresîniz.
Ey iman edenler, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun.
Onun rızasını kazanacak salih ameller işleyerek sizi ona yaklaştıracak bir yol
arayın. Allah yolunda, düşmanlara karşı cihad edin ki kurtuluşa erip cennette
ebedi olarak kalmayı hak edesiniz.
Burada aranılması emredilen yol, yakınlık demektir. Yani Allah'a yakın olmayı
isteyin demektir. Âyette geçen ve "Yol" diye tercüme
edilen "Vesile" kelimesi asîmda, "Kişiyi maksadına eriştirecek vasıta" demektir.
Fakat bu âyette bu kelimenin "Yakınlık" mânâsına geldiği rivâyet edilmiştir.
Ayrıca "Vesile" cennetin bu yüce makamının adıdır. Bu makam cennetle
Peygamber efendimize
verilecektir. Burası cennetin arş'a en yakın noktasıdır. Çeşitli hadislerde
Allahü teâlâdan
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) e bu makamı
vermesini dilememiz emredilmiştir. Buhari'nin,
Cabir b. Abdullah'tan
rivâyet ettiği bir hadiste Cabir diyor ki: "Peygamber
efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim, ezanı
işittiği zaman şu duayı okursa kıyamet gününde ona şefaatim erişir: "Ey bu
mükemmel davetin ve kılınmasına başlanan namazın sahibi olan Allah’ım, sen,
Muhammed'e
vesile makamını ve fazileti ver. Ve onu, vaad ettiğin o övülen makama gönder.
(Buhari, K. el-Ezan, b.S) İmam Ahmed b.
Hanbel de
Ebû Hureyre (radıyallahü
anh)'dan şu hadisi Rivâyet eder. "Siz bana
salavat getirdiğinizde, bana vesilenin verilmesini isteyin." Denildi ki: "Ya
Resûlallah vesile nedir?" Peygamber
efendimiz buyurdu ki: "O, cennetin en yüce
derecesidir." Ona ancak tek bir adam erişecektir. Ümit ederim ki o adam ben
olurum.
Ebû Vâil, Ata, Süddi, Katade,
Mücahid, Hasan-ı
Basri ve Abdullah b. Kesir bu görüştedirler. Bu hususta
Katade diyor ki: "Bu âyetin mânâsı şudur:
Allah'a itaat ederek ve onun rızasını kazanacak ameller işleyerek ona yakın
olun." Ibn-i Zeyd de "Buradaki "Vesile'den maksat sevgidir,
âyet-i kerime’de
"Kendinizi Allah'a sevdirin" buyurulmaktadır." demiştir. Sonra da şu âyeti
okumuştur: "Onların taptıkları da rablerine bir yol arar.
İsra sûresi, 17/57
Bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı daha inkâr
edenlerin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler yine
onlar kabul olunmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Şüphesiz ki Allah'ın rablığını inkâr eden, İsrailoğullarından, Allah'ın di-a
buzağıya tapan, İsrailoğullarının haricindeki insanlardan putlara ve heykellere
tapanlar, bu hallerinden vazgeçip tevbe etmeden önce ölürlerse yeryüzünde
bulunan herşey ve bir o kadarı daha kendisinin olsa da kıyamet gününde, Allah'a
isyan etme suçunu affettirme karşılığında fidye verecek olsa Allah ondan bu
fidyeyi kabul etmeyecek ve onları kızgın cehennemin ateşine koyarlar;
"
Taberi diyor ki: "Allahü
teâlâ bu âyet-i kerime ile,
Resûlüllah'ın hicret ettiği bölgede
bulunan Yahudilere, putlara tapan diğer müşriklerden farksız olduklanm, zira
hepsinin de cehennem azabına gireceklerini bildirmiştir.
Yahudiler Allah'a karşı yalan uydurarak ve kendilerini aldatarak "Bize Cehennem
azabı sadece sayılı bir kaç gün isabet edecektir." diyorlardı.
Allahü teâlâ bu âyeti ve bandan sonra gelen
âyetleri göndererek Yahudilerin bu iddialarını yalanladı, onların ümitlerini
kesti.
Âhirette hiçbir maddi varlığın kıymeti olmayacaktır. Kişi sadece bu dünyada
işlemiş olduğu amellerine göre muameleye tabi tutulacaktır. Orada, bu dünyada
bulunan herşey bir kimsenin olsa da o kimse bunları kendisini cehennemden
kurtarmak için verse asla kabul edilmez. Orada kişiyi kurtaracak ve kendisini
cennete götürecek olan tek şey, onun bu dünyadayken işlemiş olduğu salih
amellerdir.
|