Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

112

 

005 - MÂİDE SÛRESİ

 

CÜZ :

6

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

32

Bunun içindir ki İsrailoğullarına; "Kim, bir insanın canına kaymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." hükmünü farz kıldık. Andolsun ki onlara, Peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların bir çoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.

Âdem'in oğlu, kardeşini haksız yere öldürdüğü içindir ki biz, İsrailoğulları içla şu hükmü koyduk"; "Kim, mü’min bir insanı, başka bir insanı öldürüp kısası hak etmediği veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp öldürülme cezasını hak etmediği halde öldürürse, o kimse bunu yapmakla bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de haksız yere bir insanı öldürmeyip sağ bırakırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur, Andolsun ki insanlara Peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların bir çoğu yeryüzünde aşın gitmektedirler.

Âyet-i kerime’de, İsrailoğullarından "Bir kimsenin, haksız yere bir insanı öldürmesi halinde bütün insanları öldürmüş gibi olacağı bir insanı da ölümden kurtarması halinde bütün insanları ölümden kurtarmış gibi olacağı." hükmünün farz kılındığı zikredilmektedir.

Müfessirler, bir insanı öldürmekle bütün insanları öldürmüş gibi olma ve bir insanın yaşamasına sebep olmakla bütün insanların yaşamasına sebep olmuş gibi olma ifadelerinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas'a göre bu âyette öldürülmesi veya diriltilmesi zikredilen insanlardan maksat, bir Peygamber veya âdil olan bir Halifedir. Bu izaha göre âyetin, mânâsı şöyledir: "Kim bir Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi öldürecek olursa o kimse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi destekleyecek olursa o kimse bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur.

b- Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Resûlüllah'ın diğer bir kısim sahabilerinden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette, öldürülmesi veya sağ bırakılması zikredilen insandan maksat, herhangi bir insandır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Kim, herhangi bir insanı haksız yere öldürecek olursa o kimse öldürülen şahıs nezdinde bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı ölümden kurtarıp hayata kavuşturacak olursa o kimse, kurtarılan kişi nezdinde bütün insanlığı hayata kavuşturmuş gibidir.

c- Abdullah b. Abbas ve Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, "Kim, haksız yere Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir kimseyi öldürecek olursa o kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi cehennem ateşine girer. Kim de bir insanı ölümden kurtaracak olursa bütün insanlığı ölümden kurtarmış gibi olur."

Bu hususta Mücahid'in şunları söylediği zikredilmektedir: "Kasıtlı olarak bir mü’mini öldürenin cezası (Nisa suresinin doksan ikinci âyetinde zikredildiği gibi) cehennemdir. Allah ona gazap etmiş ve lanetine uğratmıştır. Onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Bu da göstermektedir ki bu kimse bütün insanlığı da katletmiş olsaydı yine azabı bu olacaktı. Bundan fazla bir şey olmayacaktı. Bu sebeple haksız yere bir insanı öldüren kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.

Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre, bir inşam öldüren veya yaşamasına sebep olan kimse âhirette göreceği ceza veya mükâfaat bakımından bütün insanları öldürmüş veya yaşamalarına sebep olmuş gibi muamele görecektir.

d- İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri'den nakledilen başka bir görüşe göre ise "Kim bir insanı öldürecek olursa o bütün insanları öldürmüş gibi olur." ifadesi, dünyevi cezayı uygulamayı beyan etmektedir. Yani bir insanı öldürene de bütün insanlığı öldürene de aynı ceza verilir ki o da ölüm cezasıdır." Kim de bir insanın yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." ifadesi de bu kişinin kazanacağı sevabı beyan etmektedir.

İbn-i Zeyd, bir insanın yaşamasına sebep olmaktan maksadın, Öldürülenin bizzat kendisinin can vermeden önce öldüreni affetmesi veya velisinin, öldüreni affetmesidir.

Mücahid'e göre bir insanın yaşamasına sebep olmaktan maksat, onu boğulmak, yanmak ve helak olmaktan kurtarması demektir.

Bu hususta Katade'nin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: Allah'a yemin olsun ki Allah bir insanı haksız yere öldünnenin cezasını ve yaşamasına sebep olanın mükâfaatmı çok büyük olarak takdir etmiştir. Ey Âdemoğlu, gücün yeterse malınla ve affınla bir insanı hayata kavuştur. Kuvvet ancak Allah'ındır. Bizim bildiğimize göre bu kıbleye yönelen herhangi bir müslümanın kanını akıtmak helal değildir. Ancak üç kimsenin kanını akıtmak helaldir. O da müslüman olduktan sonra dinden çıkan kimse. Evlendikten sonra zina eden kimse. Ve kasıtlı olarak bir insanı öldüren kimse. Bunlardan dinden çıkan ve bir müslümanı öldüren kişi öldürülür. Zina eden kimse de recmedilerek öldürülür.

Rebi' diyor ki: "Ben Hasan-ı Basri'ye dedim ki: "Ey Ebû Said, "Kim bir insanın canına kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." âyetinin hükmü İsrailoğullarına farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir midir?" Dedi ki: Kendisinden başka İlah olmayan Allah’a yemin ederim ki, İsrailoğullarına farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir. Allah katında İsrailoğullarının kanları bizim kanlarımızdan daha değerli değildir."

Taberi bu görüşlerden âyeti şu şekilde izah eden görüşün daha evla olduğunu söylemiştir: "Kim, mü’min bir insanı, öldürülmeyi hak etmesizin öldürecek olursa o kimse Allah tarafından kendisine verilecek ceza bakımından bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmeyi haram görür de onu öldünneye teşebbüs etmeyecek olursa kendisinden kimseye zarar dokunmaması bakımından bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur. Bu âyette ifade edilen "Yaşamasına sebep olmak"tan maksat yaşayan bir insanın canına kıymamaktır. Nitekim Hazret-i İbrahim ile tatışmaya girişen kişi de İbrahim'in "Benini Rabbim dirilten ve öldürendir." demesi üzerine: "Ben diriltir ve öldürürüm. Bakara sûresi, 2/258 demesi bu kabildendir. Burada, kâfir olan kişi "Ben de diriltirim." derken "Öldürmeye gücümün yettiği kimseyi öldürmem" demek istemiştir.

33

Allah ve Resulü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesa çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.

Allah'a ve Resulüne karşı savaş açarak haksız yere insanları öldürenlerin, şehir ve köylere baskın yaparak insanlar üzerine korku salanların ve yol keserek yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların cezası, insan öldürdükleri takdirde onların da öldürülmesi, insanları öldürüp mallarını da gaspettikleri takdirde cezalan, Öldürüldükten sonra asılmaları, sadece malları gaspedip insanları öldürmedikleri takdirde ise cezalan, sağ kollarıyla sol ayaklarının çaprazlama olarak kesilmesi, insanlar, öldürmeyip mallarını da-almadıkları halde sadece insanlara korku vermenin cezası ise sürgün edilip hapsedilmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyada bir zillet ve rüsvaylıktir. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır ki o da cehennem ateşidir.

Müfisserler, bu âyet-i kerime’nin kimler hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah ile "Savaş yapmama" antlaşması yappan sonra da bu antlaşmaları bozup yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve ehl-i kitaptan olan bir topluluk hakkında nâzîl olmuştur. Allahü teâlâ, Peygamberine, bu insanlara ne ceza verileceğini beyan etmiştir.

b- İkrime ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, müşriklerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Ancak burada zikredilen suçlan işleyen müsülmanlara da burada beyan edilen cezalar verilir.

c- Enes b. Malik, Said b. Cübeyr, Cerir b. Abdullah, Urve b. Zübeyr ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Ukl veya Ureyne kabilelerinden, önce müslüman olup sonra dinden dönen, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açarak Resûlüllah'ın çobanını öldürdükten sonra ganimet mallarını sürüp götüren bir kavim hakkında nazil olmuştur.

Bu hususta Enes b. Malik diyor ki:

"Ukl veya Ureyne kabilesinden bir topluluk Medine'ye geldiler. Resûlüllah onlara sağmal develerden faydalanmalamı emretti. Ve onları Medine'nin dışına çıkararak o develerin idrarlarım ve sütlerini içmelerim emretti. Onlar içtiler ve iyileştiler. Sonra da çobanı öldürerek develeri sürüp götürdüler. Sabahleyin haber Resûlüllah'a ulaştı. Resûlüllah arkalarından adam gönderdi. Güneş yükselmeden onlar yakalanıp getirildi. Resûlüllah emretti. Onların ellerini ve ayaklarını kestirdi. Gözlerine mil çektir. Onlar "Harre" denen yere atıldılar. Su istiyorlardı. Fakat kendilerine su verilmiyordu." (Hadisi Rivâyet eden Ebû Kılabe demiştir ki: Bunlar hırsızlık yapan, adam öldüren, iman ettikten sonra kâfir olan ve Allah'ın Resulüne karşı savaşan bir kavimdi. Buhari, K. el-Hudud, bab: 17

Diğer bir Rivâyette Enes bunların, Ukl kabilesinden olduklarını, suffe ehline katıldıklarını, Medine'nin havasını ağır bulduklarını ve bu yüzden Resûlüllah'a "Ey Allah'ın Resulü, sen bize süt bul." dediklerini, bunun üzerine Resûlüllah'ın onları develerin yanına gönderdiğini, onların da yukarıda zikredilen şeyleri yaptığını Rivâyet etmiştir. Bkz. Buhari, K.el-Hudud. bab: 16 Başka bir Rivâyetinde de bunların sayısının sekiz kişi olduğu zikredilmiştir. Bkz. Buhari, K. el-Cihad, bab: 152

Taberi bu görüşlerden son görüşün daha evla olduğunu, zira bu hususa dair Resûlüllah'ın sahabilerinden sıhhatli görüler Rivâyet edildiğini söylemiştir.

Müfessirler, Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesine tatbik ettiği bu cezanın neshedilip neshedilmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

a-

Bazılarına göre bu âyet-i kerime’de eşkıyanın cezası belirtilerek işkence etme, yasaklanmış ve böylece Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden olan kişileri cezalandırma şekli neshedilmiştir.

b-

Diğer

bazılarına göre ise Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden suç işleyen bu insanlara verdiği ceza geçerlidir. Benzeri suçlan işleyenlere aynı cezalar verilir. Bu âyet-i kerime ise sadece müslumanlara karşı savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran insanların cezasını belirtmektedir. Ureyne kabilesinden olan insanlar ise müslüman olduktan sonra dinden çıkmışlar, adam öldürmüşler, hırsızlık yapmışlar ve Allah'a ve Resulü'ne karşı savaşa girişmişlerdir. Elbette ki onların cezası, müslüman ve zımmi olarak eşkıyalık yapan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaran insanların cezasından farklı olacaktır.

c- Diğer bir kısım âlimlere göre de Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesinden cinÂyet isteyen bu insanlara verdiği ceza, benzeri suçları işleyenler için geçerlidir. Zira Resûlüllah onlara bu âyette zikredilen, el ve ayaklarını çaprazlama kesme cezası vermiştir. Onların gözlerine mil çekmek istemiş fakat çekmeden önce bu âyet "nâzil olmuş ve Resûlüllah'ın bunu yapmasını yasaklamıştır. Bu itibarla Ureyne kabilesinden olan insanlara verilen ceza şekli, âyetin beyan ettiği cezaya uygun olduğundan mensim değildir.

Müfessirler bu âyette zikredilen cezaları hak eden ve kendilerine "Muharip" yanı "Eşkiya" diye isim verilen kimselerin nasıl kimseler oldukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Ata el-Horasan i'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette cezalar; zikredilen "Eşkiya"dan maksat, yol kesen kimsedir.

b- Malik b. Enes'e göre, şehirde veya şehir dışında gasp yapan kimselerdir. Bu hususta Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, Malik b. Enes'e dedim ki: "Şehir içinde de eşkıyalık olur mu?" O da dedi ki: "Evet, bize göre eşkiya, şehir içinde olsun şehir dışında olsun, müsîumanlara silahla saldırandır."

Velid sözlerine devamla diyor ki: "Ben bunu Leys b. Said ve İbn-i Leyla'dan sordum. Dedim ki: "Şehir, kasaba ve köy evlerinde de eşkıyalık olur mu?" Onlar da dediler ki: "Eğer saldırganlar açıkça saldıracak olurlarsa veya geceleyin ışıkla gelecek olurlarsa bunlar eşkiyadır." Dedim ki: "Eğer adam öl-dürürlerse yahut adam öldürmeyip sadece mal gasp edecek olurlarsa yine eşkiya sayılırlar mı?" Dediler ki: "Evet, onlar eşkiyadır. Eğer onlar adam öldürecek olurlarsa onlar da öldürürler. Şâyet adam öldünnez sadece malları gaspedip götürecek olurlarsa onların elleri ve ayakları çaprazlama kesilir. Çünkü müslümanlara karşı şehir dışında ve yollarda savaşanın oluşturduğu tehlike, onlara karşı evleri ve mahrem bölgeleri içinde savaşanın meydana getirdiği tehlikeden daha az değildir. İmam Malik ve İmam Şafii, eşkiyanin hem şehirde hem de taşrada olabileceği görüşündedirler.

Bu hususta Velid diyor ki: "Bana Malik söyledi ki ona göre bir insanı hiyîe ile öldürmek eşkıyalıktır." Dedim ki "Hiyle ile öldürmek nasıl olur?" O da dedi ki: "Kişi bir adamı veya çocuğu aldatır, onu bir eve veya sahipsiz bir araziye götürür sonra onu öldürür ve matını alır. İşte bu şekilde öldürülen kimsenin velisi Halifedir. Anık o kimsenin soydan velisi katile kısas uygulatma yetkisini kaybeder. Bu katile Halife, âyette zikredilen cezalardan hak ettiğini uygular. İmam Şafii de bu görüştedir.

c- Ebû Hanife, arkadaşları ve İbn-i Hübeyre'ye göre ise eşkiya şehir dışında yol kesendir. Şehir içinde isyan eden ise eşkiya değildir. Ona eşkiya hükmü uygulanmaz.

d- Mücahid'e göre ise her zina yapan, hırsızlık eden, insan öldüren ve ekini ve nesli helak eden kimse, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran eşkiyadır.

Taberi bu görüşlerden ikinci görüşün daha evla olduğunu söylemiş, müslümanîann ve zımmilerin yollarını kesenlere de, onlara şehir içinde ve köylerinde saldıranlara da eşkiya denileceğini zikretmiştir. Zira mülümanlara karşı savaş açanlara eşkiya denileceği hususunda ittifak vardır. Bu savaş açma şehir içinde tie olabilir dışında da. Yollarda da olabilir köylerde de.

Âyet-i kerime’de geçen "Yeryüzünde fesat çıkarırlar." ifadesinden maksat, Allahü teâlânın yarattığı yeryüzünde mü’min kullarının veya zımmilerin yollarını keserek haksız yere ve düşmanca, onların mallarını alarak onların ırz ve namuslarına edepsizce saldırarak onlara karşı isyan ederler ve bozgunculuk yaparlar." demektir.

Âyet-i kerime’de, eşkıyalık yapmanın cezası olarak, öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleri hükümleri zikredilmektedir.

Müfessirler, eşkiyanın işlediği suç türüne göre bu cezalardan birinin seçilip uygulanacağı ya da Halifenin, eşkıyalık yapana bu cezalardan herhangi birini vermekte serbest olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, ibrahim en-Nehai, ebu Miclez, Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Ata el-Horasani, Said b. Cübeyr, Rebi' b. Enes, Muğrik el-Iclî ve Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'den nakledilen bir görüşe göre, eşkiyanın işlediği suçun tülüne göre, bu âyette zikredilen cezalardan biri seçilip uygulanır. Halifenin bu cezalardan herhangi birini seçip uygulama yetkisi yoktur. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Bir adam müslümanlara karşı savaş açar da bir kimseyi öldürecek olursa tevbe etmeden yakalandığı takdirde o da öldürülür. Şâyet eşkiya savaş açar, hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa, tevbe etmeden yakalanması halinde asılır. Eğer savaş açan sadece mal gaspeder ve adam öldürmeyecek olursa, tevbe etmeden yakalaması halinde eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Şâyet savaş açan, sadece yol kesip korku salacak olursa sürgün edilir.

Ebû Miclez, Katade, Süddi, Atiyye el-Avfî ve Ata el-Horasani de, Abdullah b. Abbas'ın, suç ve cezaları sıraladığı şekilde sıralamışlardır.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre o, suç ve cezaları şöyle sıralamıştır. "Bir eşkiya baş kaldırır yol kesecek olur da sadece mal gaspedecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Şâyet o, hem mal gaspeder hem de adanı öldürecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Sonra da asılır. Şâyet sadece adam öldürecek olursa o da öldürülür. Eğer yol kesme dışında bir şey yapmayacak olursa sürgün edilir.

Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Said b. Cübeyr ise bu suçları ve cezaları şu şekilde sıralamıştır: Yol kesen eşkiya sadece mal gaspeder fakat adam öldürmeyecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Eğer sadece adam öldürecek olursa asılır. Şâyet hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa önce eli ve ayağı kesilir sonra öldürülür, daha sonra da asılır. Eğer teslim olmazsa, Halifenin ve müslümanların, yakalayıncaya kadar onu takib etmeleri ve yakalayıp kendisine Allah'ın hükmünü uygulamalan ya da onu kovalayıp İslam topraklarından çıkarmaları ve kâfir topraklarına sürmeleri gerekir.

Yol kesen eşkiyaya verilecek cezasının, işlediği suçun türüne göre verileceğini zikreden âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir: Allahü teâlâ katile kısas uygulamayı, hırsızlık yapanın elinin kesilmesini farz kılmış, Resûlüllah da müslümanların kanının ancak üç şeyden birini işlemesiyle helal olacağını beyan etmiştir. Bunlar da ya bir insanı öldürmektir ki bu takdirde katil de ödürülür. Yahut evli iken zina etmektir ki, zina eden recmedilir. Yahut da müsliiman olan bir kimsenin dinden çıkmasıdır ki bu kimse de öldürülür.

Resûlüllah, bir müslümanın kanının, zikredilen şeyler dışında helal olmadığını beyan ettiğine göre, müslümanların Halifesinin, yol kesen eşkiyaya, yel kesme dışında hiçbir şey yapmadığı takdirde öldürme cezasını uygulaması nasıl isabetli olabilir? Zira "Halife, yol kesen eşkiyaya karşı, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini uygulamakta serbesttir." demek, Halifenin, yol kesen eşkiyaya, yol kesme suçu dışında herhangi bir suç işlememesi durumunda da ölüm cezası verebileceğini veya onu asabileceğini yahut elini ve ayağını çaprazlama kesebileceğini ya da sürgün edebileceğini gerektirir ki bu da isabetli değildir.

b- Mücahid, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas ve Said b. el-Müseyyeb'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise müslümanların Halifesi, yol kesen eşkiyaya, hangi suçu işlerse işlesin, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip tatbik etmekte serbesttir.

Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın şunu söylediğini rivâyet etmiştir: "Kim, müslüman bir topluluğa silah çeker ve yol kesip korku salacak olur da sonra yakalanacak olursa Halife ona şu cezaları uygulamakta şerbettir. Dilerse onu öldürür, dilerse asar, dilerse elini ve ayağını çaprazlama keser."

Bu görüşte olan âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir: "Bu âyetin ifadesinde geçtiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de geçen "Veya", "Yahut" manalarına gelen kelimesi, Kur'an-ı Kerim'in her yerinde, asıl mânâsı olan "Veya" "Yahut" mânâlarında kullanılmıştır. Bu da, zikredilen şeylerden herhangi birini seçmenin serbest olduğunu ifade etmektedir. Mesela yeminin keffaretini belirten şu âyetteki harf-i atıftan bu türdendir. "Allah sizi, bile bile yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak veya giydinnek yahut da bir köle azad etmektir. Maide sûresi, 5/89 Yine Hac için ihrama girmiş olan kimsenin başını traş etmesi halinde vereceği fidyenin seçenekli olduğunu ifade eden şu âyette de kelimesi bu mânâyı ifade etmiştir. "Sizden kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş edebilir ve bunun için oruç tutma veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye verir. Bakara sûresi, 2/196

Yine Hac için ihrama girmiş olan kimsenin herhangi bir hayvanı avlaması halinde yerine getireceği keffaretin seçenekli şeyler olduğunu beyan eden şu âyetteki kelimesi de muhayyerlik ifade etmektedir. "Sizden kim, ihramlı iken, kasden bir av hayvanını öldürürse onun cezası, içinizden âdil iki kişinin vereceği hükme göre ehli hayvanlardan öldürdüğüne denk ve Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlıktır. Yahut kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır... Maide sûresi, 5/93 Madem ki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kelimesi, her yerde hükmün seçenekli olduğunu beyan etmektedir, eşkiyanın cezaları hakkında zikredilen kelimesi de bu türdendir. Binaenaleyh, Halifenin, yol kesen eşkiyanın suçunun çeşidine bakmaksızın, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip uygulama hakkı vardır.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün daha isabetli olduğunu söylemiştir. Bu da âyette zikredilen cezaların, eşkiyalık yapan kimsenin suçunun türüne göre uygulanacağını söyleyen görüştür. Bu görüşe göre yol kesen kişiye, herhangi bir mal almadan veya herhangi bir kişiyi öldürmeden ve bu halinden dolayı tevbe etmeden yakalanacak olursa sürgün edilir. Şâyet bir malı gaspedip ve Allah'ın haram kıldığı bir cana kıydıktan sonra yakalanacak olursa asılır. Bu görüşün daha isabetli olduğu bu görüşte olan âlimlerin zikrettikleri gerekçelerden anlaşılmaktadır. İkinci görüşte olanların, bu âyette zikredilen kelimesinin muhayyerlik mânâsında zikredildiğini ileri sürerek görüşlerine delil getimıeleri isabetli değildir. Zira kelimesi, arap dilinde bir çok mânâlara gelmektedir. Eğer sözü uzatmak sıkıcı olmasaydı onun çeşitli mânâlarım burada zikrederdik. Bu kelimenin bir çok mânâsını anlattığımız gibi bundan sonra da yeri geldikçe anlatacağız.

Bu âyette kelimesinin mânâsı, sıralamayı ifade etmektedir. Buradaki kelimesi, şu sözde zikredilen gibidir. "Şüphesiz ki mü’minlerin, kıyamet gününde, Allah katındaki mükâfaatları, Allah'ın, onları cennetine koyması veya onların derecelerini yüksek mevkiler ulaştırması yahut onları Peygamberler ve sıddıyklarla beraber bulundurmasıdır." Şüphesiz ki bu sözü söyleyen, her mümimin, bu sözde zikredilen mertebelerden birini seçmekte serbest olduğunu kasdetmemiş, bilakis mü’minlerin derecelerine göre bu mevkilerden birine ulaşacağını beyan etmiştir. Bu âyette zikredilen kelimesi de bu türdendir.

Bu hususta, senedi hakkında bazı şeyler söylenen şu hadis, bizim zikrettiğimiz bu görüşün doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Yezid b. Ebi Habib diyor ki: "Abdülmelik b. Mervan, Enes b. Malik'e, bu âyetin mânâsının nasıl olduğunu öğrenmek için bir mektup yazdı. Enes de onun mektubuna cevaben şunu yazdı: "Bu âyet-i kerime, Ureyne kabulesinden olan o topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar, İslam dininden çıktılar. Çobanı öldürdüler, develeri sürüp götürdüler. Yol kesip korku saldılar ve Alla'ı haram kıldığı ırza tecüvüz ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Cebrâil (a.S: ) dan, bu şekilde savaş açan eşkıyanın hükmünü sordu. O da dedi ki: "Kim, hırsızlık yapar ve yol kesip korku salacak olursa sen onun elini, hırsızlık yapmasının cezası olarak, ayağını da, terör estirip korku salmasının cezası olarak kes. Kim de sadece adam öldürecek olursa onu öldür. Kim de adam öldürür, yol kesip terör estirir ve haram kılınan namusa, helal görüp tecavüz ederse sen onu as."

Âyet-i kerime’de geçen, eşkıyanın el ve ayağının çaprazlama kesileceğini ifade eden cezadan maksat, eşkiyanın sağ eli ile sol ayağının kesilmesidir. Böylece eli ve ayağı çaprazlama kesilmiş olur.

Âyette zikredilen "Sürgün" den neyin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:

a- Süddi, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Dehhak, Hasan-ı Basri, Resi' b. Enes, Katade ve Said b. Cübeyr'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen sürgüriden maksat, eşkıyayı İslam diyarından sürüp kâfir diyarına kaçmaya mecbur etmektir. Bu görüşte olanlara göre eşkıya yakalanıncaya kadar takib edilir. Yakalanırsa suçuna göre öldürülür veya asılır yahut eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Ona, İslam diyarı içinde bir yerden diğer yere sürgün cezası verilmez. Nitekim yukarıda zikredilen mektupta Enes b. Malik, Abdülmelik b. Mervan'a aynı şeyleri yazmıştır. İslam diyarı içinde sürgün cezasından bahsetmemiştir.

b- Said b. Cübeyr ve Ömer b. Abdülaziz'den Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Sürgün"den maksat, eşkiyalık yapan kimsenin, İslam ülkesinde bir yerden başka bir yere sürgün edilmesidir. Bu hususta Hibban b. Şüreyh'in katibi Sult şunları anlatmıştır: "Kadı Şüreyh'in oğlu Hibban, Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz'e bir mektup yazarak ona şunları bildirmiştir: "Kıptilerden bir kısım insanların Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıkları ve yeryüzünde fesat çıkardıklarına dair deliller ortaya çıkmıştır. Allahü teâlâ da bu husuta buyurmuştur ki: "Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesidir..." Hibban âyetin: "Ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir." bölümünü zikretmemiştir. Mektubunda, Ömer b. Abdülaziz'e hitaben: "Eğer mü’minlerin emiri bu kimseler hakkında Allah'ın hükmünü tatbik etmek kanaatinde ise onu yazsın." demiştir. Ömer b. Abdülaziz Hibban'ın mektubunu okuyunca: "O, âyeti kesmiş." dedi. Sonra Hibban'a şu cevabı yazdı. "Mektubun bana ulaştı onu okuyup anladım. Sen, âyeti kesmişsin. Seni onlara benzetmek istemiyorum amma sanki sen, Yezid b. Ebi Müslim'in yazdığı veya Irak idarecisinin yazdığı mektup gibi bir mektup yazmışsın. Âyetin baş tarafım yazmış sonunu zikretmemişsin. Halbuki Allahü teâlâ ".. Ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir." buyurmaktadır. Şâyet yazdığın gibi onların böyle yaptıklarına dair delil mevcutsa sen onların boyunlarına demir tak ve onları "Şuğup" ve "Beda" denen yerlere sürgün et,"

c- Ebû Hanife ve arkadaşlarından nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zkredilen "Sürgün" den maksat, "Hapsetmek"tir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden evla olanı, "Sürgünden maksat, eşkiyalık yapanın bir şehirden başka bir şehre sürgün edilmesidir. Ve tevbe edip fısk ve isyanından vazgeçmesine kadar sürgün edildiği şehirde hapsedilmesidir." diyen görüştür. Zira kâfir diyarına kaçmak onun cezasını düşürmez. Keza bir beldeden diğer bir beldeye sürgün edip hapsetmek de, sürgün etmek sayılmaz. Çünkü kişi oradan dilediği yere gidebilir.

34

Ancak kendilerini yakalamanızdan evvel tevbe edenler olursa bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Yol kesiciler eşkiyalıktan vazgeçer, devlet idaresi de yakalanmalarından önce kendilerine eman verir, güven içinde olduklarını bildirirse, onlara eşkıyaya verilen cezalar uygulanmaz. Çünkü tevbeleri, onlardan dünyevi sorumluluğu kaldırır.

Müfessirler, bu âyette, yakalanmadan önce tevbe etmeleri halinde affedilecekleri bildirilen kişilerden kimlerin kasdedildiği ve tövbelerinden maksadın da ne olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime, Hasan-ı Basri, Mücahid, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Katade ve Ata el-Horasani'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müşrikler, tevbelerinden maksat da müslüman olmalarıdır. Bunlara göre Allahü teâlâ bu âyette şunu beyan etmiştir: "Müslüman olmadan önce Allah'a ve Resulüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran müşrikler, müslümanlar tarafından yakalanmadan önce müslüman olıılarsa onlara, eşkıyaya uygulanan ceza uygulanmaz. Buna mukabil, bir müslüman diğer müslümanîara karşı veya müslümanlarla antlaşması bulunan diğer insanlara savaş açacak olursa ve bundan önceki âyetlerde zikredilen suçlardan birini işleyecek olur da müslümanları kendisini yakalamasından önce tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisine uygulanacak cezayı düşürmez. Sadece kendisiyle rabbi arasında geçerli olur. Mülümanların halifesi, Allah'ın bir kişi için farz kıldığı cezayı ona uygular ve insanların hakkım ondan alır.

b- Âmir eş-Şa'bi, Süddi ve Mekhul'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müslümanlardan, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran sonra da İslam dininden çıkıp mürted olan ve kaçıp Darül Harb'e (kâfirlerin ülkesine) sığınan kimsedir. Onu yakalamadan önce îevbe etmesinden maksat ise, eman istemesi, Halifenin de kendisine, önceki suçlarından dolayı cezalandırmayacağına dair eman vermesidir. İşte böyle olan bir kimseye, önceden işlediği suçlardan dolayı herhangi bir ceza uygulanmaz. Âyet-i kerime işte bu gibi eşkiyayı beyan etmektedir.

Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Ali b. Ebi Talib'in halifeliği döneminde Haris'e b. Bedr, müslümanlara karşı savaş açtı. Sonra Hazret-i Ali'nin oğlu Hasan'a gelerek, babası Ali tarafından kendisine eman vermesini istedi. Hasan onun bu talebini reddetti. Sonra o, Cafer-i Tayyar'ın oğluna gitti. O da reddetti. Daha sonra Said b. Kays el-Hemedani'ye gitti. O da eman verdi ve onu yanında tuttu. Harise ona dedi ki: "Sen bana, mü’minlerin emiri Ali b. Ebi Talib'den eman al." Bunun üzerine Ali, sabah namazını kılınca Said b. Kays onun yanına vardı ve ona: "Ey mü’minlerin emiri, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların cezası nedir?" diye sordu, ali de ona: "Öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde sürgün edilmeleridir." dedi. Sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ancak kendilerini yakalamadan önce tevbe edenler müstesnadır." Bunun üzerine Said dedi ki: "Bu kişi Harise b. Bedir olsa da mı?" Ali de "Harise b. Bedir de olsa." dedi. Said: "İşte Harise b. Bedir. Bu, tevbe ederek ve iman ederek geldi." dedi. Bunun üzerine Ali de: "Olur." dedi. Said onu alıp Ali'ye getirdi. O, ali'ye biat etti. Ali de onun biatim kabul etti ve ona bir eman belgesi verdi.

c- Âmir eş-Şa'bi, İmam Malik, Leys b. Sa'd, Mûsa b. İshak el-Medeni ve Ata'dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen insanlardan maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve yakalanmadan önce tevbe edip teslim olan her insandır. Halifenin kendisine eman verip vermemesi farketmez.

Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Murat kabilesinden bir adam, Hazret-i Osman'ın Halifeliği döneminde Küfe valisi olan Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin yanına geldi. Namazı kıldıktan sonra dedi ki: "Ey Ebû Mûsa, burası sana sığınma yeridir. Ben, Murat kabilesinden filan oğlu filanım. Ben, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmıştım. Şimdi ise beni yakalamalarından önce tevbe edip geldim." Bunun üzerine Ebû Mûsa ayağa kalktı ve dedi ki: "Bu, filan oğlu filandır. Bu, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde fesat çıkarmıştı. Şimdi ise yakalanmadan önce tevbe edip geldi. Kim bununla karşılaşırsa ona bir kötülük yapmasın." Âmir diyor ki: "Bu adam dilediği kadar kaldı. Sonra tekrar dağa çıktı. Allahü teâlâ da günahları yüzünden onu yakalattı ve öldürttü. Böylece cezasını buldu.

Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, İmam Malik'e dedim ki: "Yol kesip korku salan, adam öldürüp mal gaspeden sonra da kaçıp Darül Harbe giden yahut İslam ülkesinde kendisini koruyup yakalanmayan daha sonra da tevbe edip teslim olan eşkiya hakkında görüşün nedir? " O da dedi ki: "Tevbesi kabul edilir." Ben de dedim ki: "O, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilmeyecek midir?" İmam Malik de dedi ki: "Hayır. Ancak kendisinde, gaspettiği malın aynısı ele geçirilecek oluşa o mal sahibine iade edilir. Veya eşkiyalık yaptığı sırada bir kişi öldürür de buna dair şahit bulunur veya kendisi itiraf edecek olur da öldürülenin velisi de ona kısas uygulanmasını isterse kısas uygulanır. Şâyet öldürülenin velisi böyle bir şey istemezse Halife ona herhangi bir ceza uygulamaz. Velid diyor ki: "Ben, İmam Malik'e sorduğum bu meseleyi Leys b. Sa'd'a da sordum. O da dedi ki: "Öldürülenin velisi kısas tatbiki istese dahi ona herhangi bir ceza verilmez." Velid sözlerine devamla diyor ki: "Leys dedi ki: "Bizim emirimiz olan Mûsa b. İshak el-Medeni de aynı şeyi anlattı ve dedi ki: "Esed kabilesinden Ali el-Esedi, müslümanlara karşı savaş açtı. Yol kesti adam öldürdü, mal gaspetti. idareciler de halk da onu yakalamaya çalıştı. Fakat o kendisini korudu yakalayamadılar. Nihâyet tevbe edip geldi, tevbesinin de şöyle olduğunu söyledi: "O, bir kişinin şu âyeti okuduğunu işitti: "Ey Rasûlüm, kullanma şöyle dediğimi söyle "Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zümer sûresi, 39/53 Onu durdurdu ve "Ey Allah'ın kulu onu bir kere daha oku." dedi. Adam onu bir kere daha okudu. Bunun üzerine Ali el-Esedi kılıcını kınına koydu. Tevbe ederek seher vaktinde Medine'ye geldi. Yıkandı ve Resûlüllah'ın mescidine gidip sabah namazını kıldı. Ebû Hureyre'nin arkadaşlarının arasına katılarak yanına oturdu. Sabah aydınlanınca insanlar onu tanıdılar ve üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Ali el-Esedi: "Sizin bana bir şey yapmaya hakkınız yoktur. Çünkü ben size, beni yakalamanızdan önce tevbe edip geldim." dedi. Ebû Hureyre dedi ki: "Doğru söyledi." Sonra Ebû Hureyre onun elinden tutup o sırada Haüfe olan Muaviye'nin Medine valisi Mervan b. Hakem'e götürdü ve ona dedi ki: "İşte bu, Ali el-Esedi'dir. Tevbe ederek geldi. Sizin buna bir şey yapmaya ve öldünneye hakkınız yoktur." Bunun üzerine Ali'ye hiçbir şey yapılmadı ve serbest bırakıldı. Ali, Allah yolunda cihad etmek üzere deniz savaşına katıldı. Rumlarla karşılaştılar. Onun gemisi, Rumların gemilerinden birine yaklaştı. Ali hücum ederek aralarına daldı. Onları püsküttü. Rumlar, diğer gemilerine doğru kaçmaya çalışırlarken, Ali el-Esedi'nin, içine daldığı Rum gemisi alabora oldu ve hep birlikte boğuldular.

d- Urve b. Ziibeyr'e göre ise bu âyette zikredilen "Tevbe edenler"den maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıktan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkardıktan sonra kaçıp kâfirlerin ülkesine sığman kimselerdir. Bunların tevbelerinden maksat ise, yaptıklarından vazgeçip İslam topraklarına dönmeleridir. İşte bu durumda olan bir kimse, kaçmadan önce yaptığı eşkıyalığından dolayı hesaba çekilmez. Buna mukabil, eşkiya, suç ve cinÂyetlerini, İslam diyarında bulunarak ve ümmetin içinde yaşayarak işler de sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisinden hiçbir cezayı ve hakkı düşürmez.

e- Ebû Amr'a göre bu âyette, tevbelerinin kabul edileceği beyan edilen eşkıyadan maksat, kendisini himaye edecek bir zümreye (bir örgüte) dayanarak eşkiyalık yapan kimsedir. Tevbesinden maksat ise, müslümanların, kendisini yakalamadan, himayecilerini terkederek teslim olmasıdır. Buna göre eğer eşkiya, kendisini koruyacak bir örgüte sığınmaksızm suç ve cinÂyetlerini İslam diyarında işler sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun bu tevbesi kendisinden ne bir cizyeyi ne de bir hakkı düşülür. O, bütün yaptıklarından sorumludur. Buna mukabil eğer eşkiya, kendisini müslümanların idarecisine karşı himaye eden bir örgüte sığınarak, gerek İslam diyarında bulunurken gerekse kâfirlerin diyarına kaçtıktan sonra bir suç veya cinÂyet işler"sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun bu tevbesi, eşkiyalık sırasında işlediği suç ve cinÂyetlerin cezasını düşürür. Ancak gaspettiği malların aynısı mevcut ise o, sahibine iade edilir.

f- İmam Şafii'ye göre ise eşkiyalık yapan kişi, yakalanmadan tevbe edecek olursa onun bu tevbesi, kendisinden kul hakkını düşürmez. Sadece Allah'ın koyduğu cezaları düşürür.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden tercihe şayan olanı şöyle diyen görüştür:

aa- Gerek kendi gücüyle gerekse bir topluluğa dayanarak müslümanlara karşı kendisini koruyabilen bir eşkiyanın, yakalanmadan önce tevbe etmesi onun dünyevi sorumluluğunu düşürür Böyle bir kişinin, eşkiyalık yaptığı sırada işlediği suç ve cinÂyetlerden dolayı cezalandırılması söz konusu değildir. Bu ceza ister bir kısas isterse had uygulanması şeklinde olsun. Sadece onun elinde bulunan, müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden gaspedilen mallar sahiplerine iade edilir. Zira bütün İslam âlimleri, devlet idaresine karşı kendisini koruyabilecek bir topluluğun, İslam dininden çıkarak Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmaları ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları daha sonra da mağlup edilmeden tevbe edip teslim olmaları halinde işledikleri suç ve cinÂyetlerden dolayı sorumlu olmayacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh tek başına devlet güçlerine karşı kendisini koruyabilecek eşkıyanın durumu da, cemaat halinde kendilerini koruyan mürtedlerin durumuna benzemektedir. Ona da aynı hükümler uygulanır.

bb- Şâyet eşkiya, gizlice hırsızlık yapan birisi ise yahut da, insanların bulunmadığı bir yerde silah çekip yol kesen, takip edildiğinde de kendisini korumaktan âciz olan bir kimse olursa, onun tevbe edip etmemesi, ceza ve sorumluluğunu düşürmez. Onlardan, mallarını gaspettiği kimselerin hakları alınır. İşlediği cinÂyetlerin cezası verilir. Tevbesi ise sadece kendisi ile Allah arasındadır. Böyle olan kimse, bütün âlimlerin, hükmünde görüş birliğine vardıkları şu kimseler gibidir: "Bir insan müslümanlarla barış içindeyken bir kısım suçlar işlese sonra da onlara karşı savaşa girip eşkıyalık yapsa, daha sonra da tevbe edip teslim olsa bu kimsenin, müslümanlara savaş açmadan önce işlediği suç ve cinÂyetlerin cezası düşmez. Bu kişi, yaptıklarından sorumludur. İşte kimsenin olmadığı yerde veya gizlice eşkıyalık yapan ve kendisini devlet kuvvetlerine karşı koruyacak bir gücü de bulunmayan eşkıyanın durumu da buna benzemektedir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu âyet-i kerime’yi anlamaya muvaffak olan kimse için açıktır ki, burada zikredilen eşkıyalara ait hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkıya için geçerlidir. Müslümanlara karşı savaşan müşrikler için geçerli değildir. Çünkü "Bu hükümler, müşrik olan eşkiya içindir.." denildiği takdirde, müşriklerin, müslümanlar tarafından mağlup edildikten veya ele geçirildikten sonra müslümânolmalan veya tevbe edip teslim olmaları halinde onların, müslüman olmadan ve tevbe etmeden önce işledikleri cinÂyet ve gaspettikleri mallardan sorumlu olmalarını icabettirir. Çünkü onlar, müslümanların kendilerini yakalamasından önce değil yakaladıktan sonra müslüman olmuşlardır. Âyet-i kerime ise yakalanmalarından önce tevbe edenlerin affedileceklerini beyan etmektedir. Halbuki bütün âlimler, müşriklerin İslama giırneleri halinde, müslüman olmadan önce işledikleri cinÂyet ve suçlardan sorumlu olmayacakları hakkında ittifak etmişlerdir. Velev ki bunlar yakalandıktan sonra müslüman olsunlar. Bu da gösteriyor ki, eşkiyaya ait hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkiya içindir. Müslümanlarla savaş halinde olan müşrikler için geçerli değildir.

35

Ey iman edenler, Allah'tan korkun . Ona bir yol arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresîniz.

Ey iman edenler, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Onun rızasını kazanacak salih ameller işleyerek sizi ona yaklaştıracak bir yol arayın. Allah yolunda, düşmanlara karşı cihad edin ki kurtuluşa erip cennette ebedi olarak kalmayı hak edesiniz.

Burada aranılması emredilen yol, yakınlık demektir. Yani Allah'a yakın olmayı isteyin demektir. Âyette geçen ve "Yol" diye tercüme edilen "Vesile" kelimesi asîmda, "Kişiyi maksadına eriştirecek vasıta" demektir. Fakat bu âyette bu kelimenin "Yakınlık" mânâsına geldiği rivâyet edilmiştir. Ayrıca "Vesile" cennetin bu yüce makamının adıdır. Bu makam cennetle Peygamber efendimize verilecektir. Burası cennetin arş'a en yakın noktasıdır. Çeşitli hadislerde Allahü teâlâdan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e bu makamı vermesini dilememiz emredilmiştir. Buhari'nin, Cabir b. Abdullah'tan rivâyet ettiği bir hadiste Cabir diyor ki: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim, ezanı işittiği zaman şu duayı okursa kıyamet gününde ona şefaatim erişir: "Ey bu mükemmel davetin ve kılınmasına başlanan namazın sahibi olan Allah’ım, sen, Muhammed'e vesile makamını ve fazileti ver. Ve onu, vaad ettiğin o övülen makama gönder. (Buhari, K. el-Ezan, b.S) İmam Ahmed b. Hanbel de Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'dan şu hadisi Rivâyet eder. "Siz bana salavat getirdiğinizde, bana vesilenin verilmesini isteyin." Denildi ki: "Ya Resûlallah vesile nedir?" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "O, cennetin en yüce derecesidir." Ona ancak tek bir adam erişecektir. Ümit ederim ki o adam ben olurum.

Ebû Vâil, Ata, Süddi, Katade, Mücahid, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Kesir bu görüştedirler. Bu hususta Katade diyor ki: "Bu âyetin mânâsı şudur: Allah'a itaat ederek ve onun rızasını kazanacak ameller işleyerek ona yakın olun." Ibn-i Zeyd de "Buradaki "Vesile'den maksat sevgidir, âyet-i kerime’de "Kendinizi Allah'a sevdirin" buyurulmaktadır." demiştir. Sonra da şu âyeti okumuştur: "Onların taptıkları da rablerine bir yol arar. İsra sûresi, 17/57

36

Bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı daha inkâr edenlerin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler yine onlar kabul olunmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Şüphesiz ki Allah'ın rablığını inkâr eden, İsrailoğullarından, Allah'ın di-a buzağıya tapan, İsrailoğullarının haricindeki insanlardan putlara ve heykellere tapanlar, bu hallerinden vazgeçip tevbe etmeden önce ölürlerse yeryüzünde bulunan herşey ve bir o kadarı daha kendisinin olsa da kıyamet gününde, Allah'a isyan etme suçunu affettirme karşılığında fidye verecek olsa Allah ondan bu fidyeyi kabul etmeyecek ve onları kızgın cehennemin ateşine koyarlar;

"

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, Resûlüllah'ın hicret ettiği bölgede bulunan Yahudilere, putlara tapan diğer müşriklerden farksız olduklanm, zira hepsinin de cehennem azabına gireceklerini bildirmiştir.

Yahudiler Allah'a karşı yalan uydurarak ve kendilerini aldatarak "Bize Cehennem azabı sadece sayılı bir kaç gün isabet edecektir." diyorlardı. Allahü teâlâ bu âyeti ve bandan sonra gelen âyetleri göndererek Yahudilerin bu iddialarını yalanladı, onların ümitlerini kesti.

Âhirette hiçbir maddi varlığın kıymeti olmayacaktır. Kişi sadece bu dünyada işlemiş olduğu amellerine göre muameleye tabi tutulacaktır. Orada, bu dünyada bulunan herşey bir kimsenin olsa da o kimse bunları kendisini cehennemden kurtarmak için verse asla kabul edilmez. Orada kişiyi kurtaracak ve kendisini cennete götürecek olan tek şey, onun bu dünyadayken işlemiş olduğu salih amellerdir.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç