Âl-i İmran Sûresi ikiyüz âyettir ve Medinede nazil
olmuştur. "Âl-i İmran" "İmran ailesi" demektir. İmran, Hazret-i
Mûsanın babasının adıdır. Hazret-i Meryemin
babasının adı da İmran'dır.
İmran ailesi, içinden Peygamberlerin çıktığı
mübarek bir ailedir. Bu Surede İmrandan, Hazret-i Meryemden, Zekeriyya
aleyhisselamdan ve Hazret-i Meryemin Hazret-i
İsayı babasız olarak dünyaya getimıesinden bahsedilmiş ve muhtemelen bu ailenin
ismine izafeten bu Sureye "Âl-i İmran" adı verilmiştir.
Bu Surenin ilk seksen küsur âyetinin, Necran
Hıristiyanlarından bir heyetin, Medeniye gelişleri sırasında nazil olduğu
Rivâyet edilmektedir. Yemende bulunan Necran Hıristiyanlarından bir heyet
Medineye gelmiş, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile dini konularda
görüşmüşler yapmışlar ve Hazret-i İsa hakkında tanışmak istemişlerdir.
Konuşmaların sonunda, kendilerine teklif edilen İslam dinini kabul etmemişler
fakat İslamın hakimiyetini kabul etmek zorunda kalarak, verecekleri Cizyeyi
toplamak üzere tayin edilen Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte memleketlerine
dönmüşlerdir.
Sûre-i celilede, Hıristiyanların, Hazret-i İsa ve
Hazret-i Meryem hakkındaki yakışıksız isnatları ve sapık inançları
reddedilmekte, Hazret-i İsanın, babasız olarak dünyaya gelişi ve bu olayın,
Hazret-i Âdemin yaratılışında olduğu gibi bir mucize olduğu, Allah'ın, dilemesi
halinde bunlara benzer mucizeleri her zaman yaratabileceği ve
Allahü teâlânın, Hazret-i İsayı kentti katma
yükselttiği beyan edilmektedir.
Sûre-i celilede, Yahudi ve Hıristiyanların yani,
bütün ehl-i Kitabın, İslama karşı çıkışları, inançları saptırma ve Müslümanları
dinlerinde bocalatma gayret ve çalışmaları açıklanmaktadır.
Mekke döneminde Müslümanlar açıkça hakaret ve
işkenceye uğruyor, eziyete maruz kalıyorlardı. Ancak Medineye hicret edip orada
teşkilatlanarak kuvvet bulmalarından sonra bu dönem kapandı. Fakat İslam
düşmanları bu sefer de, Müslümanların inançlarım saptımıak ve zihinlerini
bulandırmak için psikolojik savaşa başladılar. Özellikle ehl-i Kitap olan
Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam dinine saldıraya geçtiler. İşte onların bu
menfur çalışmaları Süren Celilede şöyle anlatılmaktadır.
"Kitap ehlinden bircemaat sizi doğru yoldan
saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına
varmazlar. Al-i İmran: 69
"Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde Allah'ın
âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Al-i İmran: 70
"Ey kitap ehli, için hakkı bâtıla karıştırıyor ve
bile bile hakkı gizliyorsunuz? Al-i İmran: 71
"Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi: "îman
edenlere indirilene günün başlangıcından iman edin, sonunda inkâr edin. Belki
dinlerinden dönerler Al-i İmran: 72
"Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde,
tahrif ettiklerini, kitaptan sahasınız diye kitabı dilleriyle eğip bükerler "Bu,
Allah katındandir." derler Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile
Allah’a karşı yalan söylerler Al-i İmran: 78
"De ki; "Ey kitap ehli, niçin imân edeni Allah'ın
yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye
çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Al-i İmran: 99
Kitap ehlinin ve diğer İslam düşmanlarının,
Müslümanların inançlarını bozmayı hedef alan çalışmaları karşısında,
Müslümanların, hak yolda sebat etmeleri gerektiğini emreden ve Allah'ın,
Mü’minlere yardım edeceğini beyan eden âyetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Ey Rasûlüm, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup
olacaksınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir.
Al-i İmran: 12
"Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap
verilmiş olanlar, aralarındaki ihtiras yüzünden, ancak kendilerine ilim
geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse,
şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i
İmran: 19
"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost
edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak
onlardan sakınmanız ha-li müstesnadır. Allah, sizi kendisinden sakındırır.
Sonunda dönüş ancak Allah’adır Al-i İmran: 28
"Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve ancak
Müslüman olarak ölün. Al-i İmran: 102
"Hep birlikte Allah'ın ipine sıkmışı sanlın ve
sakın ayrılğa düşmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz,
birbirinize düşman idiniz. Allah, kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı
da, onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz.
Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki
hidâyete eresiniz." Al-i İmran: 103
"Onlar, eziyetten başka size bir zarar veremezler.
Sizinle savaştıkları zaman arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da
edilmez. Al-i İmran: 111
"Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların
kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder,
Allah’tan korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz
Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır.
Al-i İmran: 120
Sûre-i celilede Uhut savaşına da işaret
buyuruluyor. Unut savaşı, başlaması, cereyan ediş tarzı, sonucu ve bu sebeple
inen hükmler ve tavsiyeler ile, ibret ve hikmetlerle dolu dehşetli bir olaydır.
Bu olaya Surede: "Ey Rasûlüm, sabahleyin erkenden, ailenin yanından ayrılıp,
mü’minleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, herşeyi çok iyi
işiten, çok iyi bilendir. Al-i İmran: 121
âyet-i kerimesiyle işaret ediliyor. Ve daha sonra Bedir savaşı hatırlatılıyor.
Orada mü’minlerin, Allah tarafından gördükleri yardım beyan ediliyor.
Bundan sonra Cenab-ı Hakkın yüceliğine işaret eden
âyât-ı kevniyyata, kâinat düzenindeki eşsiz âhenge dikkatler çekiliyor ve
buyuruluyor ki:
"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile
gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.
Al-i İmran: 190
"Onlar, ayakta iken, otururken, yanlan üzerine
yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ve
şöyle derler: "Rabbimiz, sen bunu boşa yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz.
Bizi, cehennem ateşinden koru. Al-i İmran: 191
Gerçek dinin İslam olduğu büyük hakikati Sûre-i
celilede tekrarlanarak buyuruluyor ki: "Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır.
Kitap verilmiş olanlar, sadece aralarındaki ihtiras yüzünden, kendilerine ilim
geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse,
şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i
İmran: 19
"Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben
Allah’a yöneldim. Bana tâbi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur
yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oldunuz mu? Eğer Müslüman olurlarsa doğru
yolu bulmuş olurlar. Şâyet yüzcevirirlerse sana düşen sadece tebliğidir. Allah,
kullarını çok iyi görür. Al-i İmran: 20
Mü’minlerin, başkalarını dost edinmemeleri
hususunda da şöyle buyuruluyor:
"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost
edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbirşey yoktur. Ancak
onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi kendisinden sakındırır. Sonunda
dönüş ancak Allah’ıdir. Al-i İmran: 28
Sûre-i Celile, inanç mücadelesi, meydan muharebesi
ve benzeri olayları dile getiriyor. Kitap ehli ve diğer İslam düşmanlarının
yaptıklarını beyan ederek İslam tarihindeki en hareketli bir dönemi gözler önüne
seriyor.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.
Elif, Lâm, Mim .
Mukatta'a harflerinin açıklaması Bakara suresinin
başında geçmiştir. Bu açıklamalar için oraya bakınız.
Allah, kendisinden başka
ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir .
Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak
Allah’tır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan hiçbir kimse yoktur. Çünkü
Allah, rablıkta ve Hanlıkta tektir. O, devamlı diri olan, ölmeyen ve yok
olmayandır. O, yarattıklarını koruyup rızıklandırarak onları sevk ve idare
edendir.
Allahü teâlâ
bu sûre-i celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının
bulunmadığını, Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır.
Böylece Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara
cevap vermiştir.
Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir
heyet Peygamber efendimizle tartışmış
ve Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın
üçüncüsü
olduğunu iddia etmişlerdir. Peygamber efendimiz
onlara hak dini tebliğ etmiş, Hazret-i İsanın da kendileri gibi insan ve
Allah'ın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de
Hristiyanların bu bâtıl iddialarını reddederek Allah'ın tek bir ilâh olduğunu,
ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın beyan etmiştir.
Muhammed
b. Cafer b. Zübeyr, Resûlüllah’a gelen
Hristiyan Necranlıların heyetini şöyle anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış
binekli olarak Resûlüllah’a geldi.
İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on dört kişiden üçü de onların
reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebû Harise b. Alkame isimli
şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve görüşünden
aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu.
Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan
reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi. Bu da "Seyyid" diye
vasıflandırılmıştı.
Ebû Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en
bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.
Ebû Harise, bunların içinde yüksek mertebeler
almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi edinmişti. Öyle ki
Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi destekte bulunmuşlar,
hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda
bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebû Ha-risenin ilmi ve dinde ictihad
derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed
b. Cafer diyor ki: "Bu heyet Medinede
Resûlüllah’a geldi. Resûlüllah
ikindi namazım kılarken Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde
Yemen elbiseleri bulunuyordu. Onlar, Ebû Harise, b. Kâ'b kabilesinin
elbiselerini ve örtülerini giyinmişlerdi. Onları gören
Resûlüllah’ın
sahabilerinden bir kısmı "Biz bunlar
gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince
Resûlüllah’ın Mescidinde namaz kılmaya
başladılar. Resûlüllah
sahabilerine: "Bırakın namazlarını
kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların
yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Kendisine
"Âkıb" ünvam verilen Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebû Harise b.
Alkame Evs, Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah
ve Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi.
Resûlüllah bunlardan Ebû Harise b.
Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın
mezhebindeydi. Bazıları, Hazret-i İsanın Allah olduğunu, bazıları, Allah'ın oğlu
olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncüsü
olduğunu söylüyordu.
Bu heyette bulunan iki papaz
Resûlüllah ile konuşunca
Resûlüllah onlara "Müslüman olun." dedi.
Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler.
Resûlüllah tekrar onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi
müslüman olun." dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk"
dediler. Resûlüllah da: "Yalan
söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Allah’a çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet
etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar: "O
halde Ey Rasûlüm, İsanın babası kim?" diye sordular.
Resûlüllah da onlara cevap vermeyip bir
müddet sustu. İşte bu sırada Allahü teâlâ,
Hristiyanların ihtilafa düştükleri bu konu hakkında, Âl-i İmran suresinin
başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Allah, kendisinden başka
ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir."
Allahü teâlâ bu sureye, kendisini
Hristiyanların iftiralarından arındırarak başladı. Bir olduğunu,
yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece
Hristiyaların uydurdukları İnkârcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi
reddetti ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti.
Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından
şunları Rivâyet etmiştir. "Bu Hristiyanlar
Resûlüllah’a geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar.
Resûlüllah’a: "İsanın babası kim?" diye
sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allahü teâlâya
karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine
Resûlüllah onlara: "Sizler bilmiyor
musunuz ki her çocuk babasına benzer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz."
dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin,
ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İsa'nın ise sonunda ölüp gideceğini
bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet biliyoruz." dediler.
Resûlüllah: "Rabbimizin her şeyi sevk ve
idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandırdığını bilmiyor musunuz?" dedi.
Onlar da: "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah
da: "Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da:
"Hayır" dediler. Resûlüllah: "Aziz ve
Celil olan Allah’a, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor
musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler.
Resûlüllah: "İsa, Allah'ın bildirdiği
dışında, yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilir mi?" dedi. Onlar da
"Hayır" dediler. Resûlüllah:
"Rabbimiz, İsayi ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor
musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler.
Resûlüllah: "Rabbimizin yemek yemediğini,
su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının olmadığını bilmiyor
musunuz?"dedi. Onlar da "Evet" biliyoruz." dediler.
Resûlüllah: "Annesi İsaya, diğer
kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk
doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi
beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını
görmüyor muydu?" diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler.
Resûlüllah da: "Böyle olan bir insan
nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu konuşmalardan
sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine
Allahü teâlâ, Âl-i İmran suresinin baş
tarafındaki âyetleri indirdi.
Âyet-i kerime’de,
Allahü teâlâ kendisini "Daima diri olan"
diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştır.
Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir:
a-
Muhammed b. Cafer ve Reb' b. Enes göre
Allahü teâlâ, bu sıfatla kendisinin
devamlı baki olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde
kendisinde bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan
insanın hiçbir zaman ilâh olamayacağını bildirmiştir.
b- Diğer bir kısım
âlimlere göre Allahü teâlâ bu
sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve idare etmeye gücü yetmekle ve
dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için imkânsız olmayacağı ile
sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, herhangi bir şeyi sevk ve idareye gücü
yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir.
c-
Başka bir kısım
âlimlere göre, Allahü teâlâ bu
sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir hayata sahip olduğunu belirtmek ve
"Hayat" sıfatıyla sıfatlandığını bildirmek istemiştir.
Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Yine âyet-i kerime’de,
Allahü teâlâ kendisini "Yarattıklarını koruyup idare eden" diye
tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştir.
Hazret-i Ömer
ve Abdullah b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde,
Alkame b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi,
birinci kıraatin çok yaygın olması sebebiyle onu
tercih etmiştir.
Müfessirler,
bu sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir..
a-
Mücahid ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her
şeyi koruyarak, her varlığı rızıklandirarak dilediği şekilde bozma, değiştirme,
artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip çevirerek sevk ve idare edendir.
b-
Muhammed b. Cafere göre ise mânâsı,
bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan demektir. Yani,
Allahü teâlâ, yaratıkları gibi bir yerden
ayrılıp diğer yere gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki
Neeran heyetinin, kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böyle bir
sıfata asla sahip değildir.
Taberi
birinci görüşü
tercih etmiş ve (......) kelimesinin mânâsının, "Her şeyi rızıklandırarak,
savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çevirerek sevk ve idare eden"
demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu kelimeyi bu mânâda kulanmıslardır.
Hazret-i Ömerin bu kelimeyi (......) şeklinde
okumasının sebebinin ise Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde
okuyarak başka bir mânâ kasetmediğini söylemiştir.
Bak. Âyet 4.
4
Ey Rasûlüm, Allah, sana
geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi. İnsanlara doğru yolu
göstermek için daha önce de Tevrat ve İncili indirmişti. Şimdi ise hak ile
bâtılı ayıran (Kur’an’ı) indirdi. Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler
için şiddetli bir azap vardır. Allah, her şeye galiptir, hak edenlerin cezasını
verendir.
Ey Rasûlüm, rabbin sana, Tevrat ve İncile tâbi
olanların ihtilaf ettikleri hususlarda, hakkı ortaya koyan bu kitabı indirdi. Bu
kitap, Allah tarafından, önceki Peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden
bir kitaptır. Rabbin bu kitaptan önce, insanlara Allah'ın birliğini ve dininin
hükümlerini açıklamak için Mûsaya Tevratı,
İsaya da İncili indirmiştir. Şimdi ise İsa hakkında ve diğer hususlarda hak ile
bâtılı ayırdeden ve akılları tatmin edici kesin bir delil olan kur'aru indirdi.
Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini, İlahlığını ve birliğini gösteren delilleri
inkâr eden, İsayi ilâh ve rab kabul eden kâfirlere, kıyamet gününde şiddetli bir
azap vardır. Allah, hükümranlığında her şeye galiptir. Azab etmeyi dilediği
zaman, yapacağı azabı önleyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, hak edenlerin
cezasını verendir. Âyetlerini ve diğer delillerini inkâr edenlerden intikam
alandır.
Bu âyet-i kerime,
gerçek açıklandıktan sonra ona karşı inat edenler ve delillerle ispat edildikten
sonra doğru yoldan ayrılanlar için bir ikaz ve tehdittir.
Âyet-i kerime’de
zikredilen ve "Hak ile bâtıl ayırdeden" diye tercüme edilen kelimesi,
Muhammed b. Cafer b. Zübeyr tarafından
Hazret-i İsa hakkında ileri sürülen iddialar hususunda hakkı bâtıldan ayıran
şeklinde izah edilmiş Katade ve Reb' b. Enes
tarafından ise "İslamın bütün hükümleriyle hakkı bâtıldan ayıran" diye izah
edilmiştir. Bunlara göre burada Kur'an-ı Kerimin sıfatıdır. Allah tela Kur’an’ı
Hazret-i Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) e indirerek hak
ile bâtılın arasını ayırmıştır. Kuranla nelerin helal nelerin haram olduğunu
açıklamış, ceza hükümlerini beyan etmiş, farzları emretmiş, kendisine itaat
edilmesini istemiş ve kendisine isyan edilmesini yasaklamıştır. İşte bu yolla
Kur'an hak ile batılı birbirinden ayırmıştır.
Taberi
buradaki kelimesinin, Resûlüllah ile
Hazret-i İsa hakkında tartışan Hristiyanların arasını ayırdeden mânâsına
yorumlanmasının daha evla olduğunu söylemiştir. Zira bundan önceki âyette
Allahü teâlâ
Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve
sellem) e kitabı indirdiğini beyan ederek Kur’an’ı indirdiğini
zikretmiştir. Burada zikredilen nida Kur'an mânâsına almak faydasız bir tekrar
olur ki, bu ilahi kelamda bulunmaması gereken bir şeydir.
Şüphesiz ki yerde ve
gökte hiçbir şey Allah’a gizli değildir.
Şüphesiz ki yerde ve gökte bulunan herhangi bir
şey Allah’a gizli değildir. O halde Meryemoğlu İsa hakkında tartışan şu
Hristiyanların durumu hiç ona gizli kalır mı? Elbette ki Allah onların bu
hallerini çok iyi bilmektedir. Ve âhirette bu sapıklıklarının cezasını
verecektir.
Rahimlerde sizi dilediği
gibi şekillendiren O’dur. Ondan başka ilâh yoktur. O herşeye galiptir, hüküm ve
hikmet sahibidir.
O sizlere, annelerinizin kamında erkek, dişi,
beyaz, siyah, kırmızı gibi dilediği şekilleri ve renkleri verendir. İsayi da
annesinin karnında şekillendiren O’dur. O halde bu durumda olan İsa nasd ilâh
olabilir? Allah’tan başka ilâh yoktur. Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak
O’dur. O, her şeye galiptir, emirlerinde ve yaptıklarında hüküm ve hikmet
sahibidir.
Abdullah, b. Abbas,
Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabilerin,
bu âyetin izahında şunları söyledikleri Rivâyet edilmiştir: "Nutfe ana rahmine
ulaştıktan sonra vücutta kırk gün dolaşır. Sonra kırk gün kan pıhtısı olarak
kalır. Sonra kırk gün bir et parçası olarak kalır. Şekkillenme durumuna gelince
Allah ona şeklini verecek bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında
toprak getirir onu et parçasına karıştırır, yoğurur sonra ona, emrolunduğu gibi
şekil verir ve: "Bu erkek mi olacak dişi mi? Cennetlik mi olacak Cehennemlik mî?
Rızkı nedir, ömrü nedir? Eserleri ne olacaktır? Başına ne gibi musibetler
gelecektir? diye sorar. Allahü teâlâ
emreder melek te yazar. Kişi ölünce vücudu, o toprağın alındığı yere defnedilir.
Sana kitabı indiren
O’dur. Onun (kitabın) bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) Bu âyetler
kitabın anasıdır. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir
(anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve
arzularına göre açıklamak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların
açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara
iman ettik hepsi rabbimiz katındandır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri
düşünür.
Ey Rasûlüm, Kur’an’ı sana indiren Allah’tır. O
kur'anın bir kısım âyetleri açıktır, üzerinde başka türlü yorum yapılamaz. Bu
âyetler, vaad tehdit, sevap, ceza, helal, haram, öğüt ve ibretleri açık bir
şekilde anlatmaktadır. Bu âyetler, dinin temeli olan kitabın esasıdır. Bunlar,
farzları, cezaları, hükümleri ve bütün zaruri olan husustan kapsamaktadır.
Kur’an’ın diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür.
Kelimeleri birbirine benzemekte fakat mânâları değişiktir. Kalblerinde haktan
ayrılma, doğrudan sapma eğilimi bulunanlar bu müteşabih âyetlere uyarlar.
Bunların gayesi karışıklık meydana getirmek, fitne çıkarmak ve Allah'ın, muhkem
âyetlerle açıkladığı doğru izahı bırakıp âyetleri, kendi arzu ve istelerine göre
yorumlamaktır. Halbuki bu müteşabih âyetlerin mânâlarını yalnızca Allah bilir.
İlimde ileri gitmiş olan sağlam bilgili âlimler ise şöyle derler: "Biz,
müteşabih âyetlerin izahım bilmesek te muhkem ve müteşabih olan bütün âyetlerin
rabbimiz katından geldiğine kesinlikle iman ederiz." Allah'ın kitabındaki
müteşabih âyetler hakkında herhangi bir şey söylemekten çekinen ve bunlardan
öğüt alanlar ancak akıl sahibi olan kimseledir.
Müfessirler,
bu âyet-i kerime’de
bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Muhkem" kelimesinden ve diğer bir
kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Müteşabih" kelimelerinden neyin
kastedildiği huşunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a- Abdulla
b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud,
Katade, Rebi' b.
Enes ve Dehhakka göre "Muhkem" demek,
hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya nesheclici olan âyetler
demektir. "Müteşabih" demek ise "Hükümleri neshedilmış olan ve kendileriyle amel
edilmesi kaldırılan âyetlerdir. Bu hususta Abdullah
b. Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Muhkem olan âyetler,
neshedici olan, helali ve haramı belirten, cezaları ve farzları beyan eden, bu
itibarla, iman edilen ve hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler
ise hükümleri kaldırılan, sonra zikredilmesi icabederken önce zikredilen, Önce
zikredilmesi gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin olarak
zikredilen âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.
b-
Mücahide göre muhkem olan âyetler, Allah'ın,
içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin olarak zikrettiği âyetlerdir.
Müteşabih olan âyetler ise, lafızları farklı olduğu halde mânâları birbirine
benzeyen âyetlerdir. Bu itibarla, bunların ifade ettikleri hükümler birbirine
karıştırılırlar. Şu âyet-i kerimeler, bu
gibi âyetleri heva ve heveslerine göre te'vil edenlere işaret etmektedir.
"Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez.
İman edenler onun rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise:
Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptırır,
birçoklarını da doğru yola iletir, Allah bununla, sadece yoldan çıkanları
saptırır. Bakara sûresi, 2/26
Allah hidâyete erdirmek isterse onun gönlünü "İslama" açar. Kimi de
saptırmak isterse, sanki gö'ğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı
kılar. İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır,
En'am sûresi, 6/125 Şu âyet ise bu gibi
âyetlere iman edip teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir. "Doğru yolu
bulanlara gelince, Allah onların hidâyetini artırır ve onlara "Takva" bahşeder.
Muhammed
sûresi 47/17
c-
Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'e göre ise,
buradaki muhkem âyetlerden maksat, sadece bir mânâya tevili mümkün olan
âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise birden çok mânâya te'vil edilmeleri
mümkün olan âyetlerdir. Bu hususta Muhammed
b. Caferin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Muhkem âyeter, içlerinde
Allah'ın kesin delilleri bulunan, mü’min kullan günahlardan koruyan, karşı
çıkanları ve bâtılı mahkum eden âyetlerdir. Bunları konuldukları mânâlardan
çıkarmak veya tahrif etmek kabil değildir. Müteşabih olan âyetler ise, çeşitli
yönlere te'vil edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir.
Allah kullarını, bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle
de imtihan etmiştir. Bu âyetler, bâtıl te'villerle te'vil edilmemeli ve geçek
mhanâl arından saptı nlmamalıdırl ar.
d-
İbn-i Zeyde göre ise muhkem olan âyetler,
geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını başka türlü
anlaşılmaya imkan vermeyecek şekilde, açık, ve detaylı olarak beyan eden
hÂyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen
Peygamberlerin kıssalarını, çeşitli surelerde, birbirine benzeyen şekillerde
anlatan âyetlerdir. Mesela, bir kıssa, lafızları aynı, mânâları farklı şekilde
anlatılmış bir kıssa da lafızları farklı mânâları aynı şekilde anlatılmış olur.
Bu hususta İbn-i Vehb diyor ki: "İbn-i
Zeyd, Hûd suresinin baş tarafı olan "Elif, Lâm, Râ" "Bu Kur'an, hüküm ve
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem
kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.
Hud sûresi 11/1 Âyetlerini okudu. Sonra şunları
söyledi: "Allah tela bu surenin, baştan yirmi dört âyetinde,
Resûlüllahı zikretmiş, ondan sonra gelen
yirmi dört âyette de Hazret-i Nuhun hadisesini anlatmış ve sonunda şöyle
buyurmuştur. "Ey Rasûlüm, sana vahyettiğimiz bu kıssa, gaip haberlerdendir.
Bundan önce, sen de, milletin de bunu bilmiyordunuz. Sabret. Şüphesiz ki hayırlı
sonuç Allah’tan korkanlarındır. Hud sûresi 11/49
Sonra Âd'ı daha sonra Salihi, daha sonra İbrahimi daha sonra Lût'u ve
daha sonra da Şuaybi zikretmiştir. İşte bunlar, muhkem olarak zikredilen ve
detaylı olarak anlatılan kıssalardır. Müteşabih olan kıssa ise Hazret-i
Mûsanın, bir çok yerde zikredilen kıssasidır.
Bu kıssaların hepsi aynı mânâya gelmektedir. Mesela Hazret-i Nuhun kıssasında
geçen müteşabih kelimeler: Onları gemiye yükle Hud
sûresi 11/40 onları alıp gemiye bindir.
Mü’minun sûresi, 23/27 Hazret-i Mûsanın
kıssasında geçen müteşabih kelimelerimiz: "Elini koynuna sok.
Kasas sûresi, 28/32 "Elini koynuna sok.
Nemi sûresi, 27/12 Bir de ne görsün o bir yılan
olmuş. Tâhâ sûresi, 20/20 O hemen, apaçık bir
yılan oluverdi A'raf sûresi, 7/107
İbn-i Zeyd diyor ki: "Sonra Allah, teala Hud
suresinde Hud'u on üç âyette, Salihi sekiz âyette, İbrahimi sekiz âyette, Lutu
sekiz âyette, Şuaybi on üç âyette, Mûsayi dört
âyette zikretmiştir. Böylece Hud suresinin yüz âyetinde
Allahü teâlâ, Peygamberlerle kavimleri
arasında hükmünü beyan etmiş, sonunda şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber, sana
anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bazılarıdır. Onların bir kısmı
hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir.
Hüd sûresi, 11/100
İbn-i Zeyd devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin müteşabih âyetleri
hakkında, Allah'ın, imtihan etmeyi ve saptırmayı dilediği kimse şöyle der: "Ne
oluyor bu meseleye de şöyle olmuyor?" "Ne oluyor bu meseleye de böyle olmuyor?"
e-
Cabir b. Abdullahîan nakledilen diğer bir
görüşe göre muhkem âyetler, âlimlerin, tevillerini bilebildikleri, mânâlarını
anladıkları ve tefsir edebildikleri âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hiçbir
kimsenin bilmeye imkân bulamadığı, bilgileri ancak Allah'ın nezdinde bulunan
âyetlerdir. Mesela: Meryemoğlu İsanın gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı,
kıyametin kopma anı ve dünyanın yok olma zamanına işaret eden âyetler bu
türdendir. Çünkü bunların vakitlerini Ancak Allahü
teâlâ bilmektedir. Bu görüşte olan âlimler, mânâları bilinmeyen
âyetlere "Müteşabih âyetler" dinelimesinin sebebi olarak şunları
zikretmişlerdir. "Allahü teâlâ, bazı
surelerin başlarında bulunan gibi mukattaa harflere müteşabih âyetler "Birbirine
benzeyen âyetler" ismini vermiştir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine
benzemekte ve cümlelerin hesabında kullanılan Ebced hesabının harflerine mutabık
olmaktadırlar. Resûlüllah’ın döneminde
yaşayan Yahudilerden bir topluluk bu gibi harfleri, Ebced hesabıyla hesaplayarak
İslamın ve Müslümanların ne kadar devam edeceğini,
Hazret-i Muhammedin ve ümmetinin ne zaman
ortadan kalkacağını öğrenmeye çalışmışlardır. İşte
Allahü teâlâ bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri
reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara bildirmiştir ki: Bu gibi
müteşabih harfler aracılığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmaları boşunadır.
Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir yolla
bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.
Taberi
diyor ki: Muhkem ve müteşabih âyetler hakkında zikredilen bu görüşler arasında,
muhkem ve müteşabihin te'viline en yakın olan görüş,
Cabir b. Abdullahtan nakledilen bu son görüştür. Zira
Allahü teâlâ, Peygamberi
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem) e indirmiş olduğu bütün âyetlerini, ona ve
ümmetine bir açıklama ve bütün âlemlere bir yol gösterici olarak indirmiştir.
Kur’an’ın içinde insanların muhtaç olmadıkları âyetlerin bulunması veya muhtaç
oldukları halde mânâlarını bilmeye imkânları bulunmayan bir kısım âyetlerin
bulunması asla caiz görülemez. Madem ki durum böyledir, o halde Kur'an-ı Kerimde
bulunan bütün âyetlere, Allah'ın kulları muhtaçtırlar. O âyetleri anlamak
zorundadırlar. Ancak, bu âyetlerin bazılarını anlamak kolaydır diğer bir kısım
âyetler vardır ki onların mânâlarından bir çok yönlerini anlamaya insanların
ihtiyaçlan var iken yine o mânâların bazı yönlerini anlamaya insanların
ihtiyaçlan yoktur. Mesela şu âyet-i kerime
bu kabildendir." "...Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce
inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse, iman fayda
vermeyecektir. En'am sûresi, 6/158 Bu
âyet-i kerime’de.
Allah'ın hangi alâmetleri geldiği zaman kişinin iman etmesinin fayda vermeyeceği
beyan edilmemektedir. Kulların, mücerred akıllanyla bunu bilmeye imkânları
yoktur. Bu sebeple Resûlüllah, geldiği
takdirde iman etmenin artık fayda vermeyeceği alâmetin, güneşin batıdan doğması
alameti olduğunu beyan etmiştir. Burada kulların bilmeye muhtaç oldukları mânâ,
tevbenin fayda verdiği vaktin sıfatını bilmeleridir.
Resûlüllah da bunu açıklamıştır. Burada kulların, tevbenin
fayda vermeyeceği zamanı, yılı, ayı ve günleriyle sınırlandırılmış olmaya
ihtiyaçlan olmadığından Allahü teâlâ
onlara bu gibi zamanlan bildirmemiş, Resûlüllah
da onlara açıklamamıştır. Zira, bunu bilmeleri onlara ne tlini yönden ne de
dünya açısından herhangi bir fayda sağlayacaktır. İşte
Allahü teâlânın, âyetlerin mânâlarından kendi
nezdinde saklı tuttuğu ve kullarana öğretmediği mânânalar bu gibi mânâlardır.
Yahudiler de, mukattaa harfler ve bu gibi mânâları bilmeye çalıştıklarından
Allahü teâlâ, onlara bu gibi mânâları bilemeyeceklerini ve
bunları ancak kendisinin bildiğini beyan etmiştir. Evet, müteşabih olan âyetler
daha önce zikrettiğimiz gibi İsanın inmesini belirten, güneşin batıdan doğmasını
bildiren, kıyametin kopacağını haber veren vb. âyetlerdir. Bunların ifade
ettikleri vakitlerin ne zaman geleceği bilinmemektedir. Bunların bilgisi ancak
Allah’a aittir. Bunların dışında bulunan bütün âyetler ise muhkemdir. Muhkem
âyetler, ya herkesin anlayabileceği şekilde açık ve seçiktirler veya birçok
şekilde tefsir edilebilcek mahiyettedirler. Bu mânâlan ya bizzat
Allahü teâlâ açıklamıştır veya
Hazret-i Muhammed, onları ümmetine izah
etmiştir. Bu itibarla bunların mânâlan, ümmetin âlimlerine gizli kalmamıştır..
Âyet-i kerime’de
"Muhkem âyetler, kitabın anasıdır (esasıdır)" buyurulmaktadır.
Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği
hakkında iki görüş zikretmislerdir.
a-
Bazılarına göre
bunlara "Kitabın anasıdır" denmesinin seebi farzların, cezaların ve diğer
hükümlerin onların içinde olmasındandır. Zira Araplar, her şeyin ileri gelenini
kelimesini ilave ederek ifade ederler. Mesala Mekkeye Merv şehrine Kervanın
reisine adım vermişlerdir. İbn-i Zeyde göre
ise "Kitabın anası" demek "Kitaptaki âyetin her türünü içinde toplayan"
demektir.
b-
Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Kitabın
anası" ifadesinden maksat, surelerin baş taraftandır. Çünkü Sûreler bu baş
taraflanyla tanınırlar. Mesela, Bakara sûresi ile tanınır. Âl-i İmran sûresi ile
tanınır.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "Kalblerdeki eğrilik" diye tercüme edilen kelimesi,
Muhammed b. Cafer tarafından "Kalblerinde
haktan sapma eğilimi bulunanlar" şeklinde, Mücahid,
Abdullah b. Abbas ve
Abdullah b. Mes'ud tarafından ise
"Kalblerinde şek ve şüphe bulunanlar" şeklinde izah edilmiş,
İbn-i Cüreyc de, bunlardan maksadın
münafıklar olduğunu söylemiştir.
Âyet-i kerime’de
"Kalblerinde eğrilik bulunanlar, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar."
buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyili bulunanlar, âyetlerin
lafızları birbirine benzeyen ve mânâlan çeşitli olanlarına tabi olup onu çeşitli
şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yoldan ayrılma
hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, Âyetlerin te'villerini bilmekte
güçsüz olan kimselerin kafalarım karıştırsınlar. Böylece kendi sapıklıklarını
aşılama imkânı bulsunlar.
Abdullah b. Abbas
bu ifadeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunan
insanlar, muhkem olan âyetleri müteşabih olan âyetlere göre, müteşabih olan
âyetleri de muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışırlar. Böylece insanların
kafalarını karıştırmak isterler. Allah da onların kafalarını kanştırır.
Muhammed
b. Cafer ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: "Kalblerinde haktan
sapma duygusu bulunanlar, uydurdukları ve bid'at olarak icadettikleri şeyleri
tasdik ettirmek için kitabın âyetlerinden çeşitli şekillerde yorumlanabilecek
olanlarına uyarlar ki söylediklerine delil olsun ve ortaya bir şüphe atmış
olsunlar.
Süddi de
âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Kalblerinde haktan sapma duygusu
olanlar, neshedilen ve nesheden âyetlere tabi olurlar ve şöyle derler: "Niçin
nesheden âyet gelinceye kadar, neshedilen âyetle şöyle amel edildi?" Sonra o
bırakıldı ve nesheden âyetle amel edilmeye başlandı? Daha önce gelip te
neshedilen âyetle amel etmektense daha baştan itibaren son gelen âyetle amel
edilmiş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Buna göre Kur’an’ın bir yerinde geçen bir
âyetle amel eden kimse cehennem azabına uğratılmakla tehdit edilmekte, başka bir
yerde zikredilen bir âyette aynı ameli işleyene herhangi bir ceza
vaadedilmemektedir. Bu nasıl olur?" derler ve böylece insanları saptırmaya
çalışırlar.
Müfessirler
bu âyette zikredilen ve kalblerinde haktan sapma isteği bulunduğu bildirilen
kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:
a-
Rebi' b. Enes, bunların,
Resûlüllah’a gelen Necran Hrıstiyanlan
olduklarını söylemiştir. Bu hususta Rebi'nin şunları söylediği rivâyet
edilmektedir." Necran Hristiyanlarının heyeti
Resûlüllah’a gelmiş, onunla tartışmaya girmiş ve şöyle demişlerdir:
"Sen, İsanın, Allah'ın sözü ve ruhu olduğunu zannetmiyor musun?".
Resûlüllah onlara "Evet o öyledir."
demiştir. Hristiyanlar da "Senin bu sözün bizim için kâfidir." demişler, işte
bunun üzerine Allahü teâlâ "Kalblerinde
eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle
Kur’an’ın, müteşabih olan âyetlerine uyarlar." âyetini indirmiştir. Başka bir
âyetinde de buyurmuştur ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu
gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra da ona "Ol" dedi ve o da Oluverdi
Âl-i İmran 3/59
b-
Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu
bölümünde zikredilen, sapma duygusu taşıyan insanlardan maksat, Yasir b. Ahtab,
Huyey b. Ahtab gibi Resûlüllah’ın ve
ümmetinin ne kadar devam edeceğini gibi mukattaa harflerden çıkarmaya çalışan
Yahudilerdir. İşte Allahü teâlâ bu
Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur: "Kalblerinde hidâyeten sapma isteği
bulunan bu Yahudiler, çeşitli yönlere çekilebilen mukattaa harflerini te'vil
etmeye geriştiler. Bundan maksatları fitne çıkarmak ve heva ve heveslerine göre
âyetleri yorumlamaktır."
c-
Katade ve
Hazret-i Âişeden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde
zikredilen "Kalblerinde sapma duygusu bulunan kişiler "den maksat, Kur'an-ı
Kerimin çeşitli te'villere ihtimali bulunan âyetlerini yanlış bir şekilde
yorumlayarak Resûlüllah’ın getirdiği
dine bid'at sokmak isteyen her insandır. Bu hususta
Katadenin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. Katatle: "Kalblerinde
eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle
Kur’an’ın müteşabih âyetlerine uyarlar" âyetini okuduktan sonra demiştir ki:
"Şâyet, Haruriye (Harici) fırkası ve Sebeiyye fırkası bu insanlardan
sayilmazlarsa başka kimler sayılacaktır? Yemin olsun ki, Bedir savaşına katılan,
Hudeybiyede Resûlüllah ile birlikte
Biat-i Rıdvan'ı yapan muhacirlerde ve Ensarda, bilgi edinmek için yeteri kadar
haber, öğüt almak isteyen için yeteri kadar öğüt bulunmaktadır. Yeter ki kişi,
aklını kullanıp gözünü açsın. Şüphesiz ki Hariciler, Medinede, Samda ve Irakta
Resûlüllah’ın
sahabileri bulunduğu bir zamanda
Müslümanlara karşı çıktılar. O gün Resûlüllah’ın
hanımları da hayattaydı. Vallahi, sahabilerden
ve Resûlüllah’ın hanımlarından ne bir
erkek ne de bir kadın Haricilere katıldı. Onlar, Haricilerin durumlarını tasvip
etmiyorlar ve onlara meyletmiyorlardı. Bilakis onlar,
Resûlüllah’ın, daha sonra ortaya çıkacak
olan bu insanları ayıpladığını ve onları sıfatlarıyla tanıttığını
anlatıyorlardı. Evet, sahabiler,
Haricilere kalberiyle buğzediyor, dilleri ile yeriyor onlarla karşılaştıktan
zaman elleriyle de sert davranıyorlardı. Yemin olsun ki eğer Haricilerin
tutumları, doğru bir yol olsaydı onlar ümmetle birleşirdi. Fakat onların yollan
sapıklıktı. Bu sebeple aynlığa düştüler. Evet, herhangi bir husus Allah'ın
gönderdiği hükümler dışındaki bir şeyden kaynaklanırsa, o hususta çokça ihtilaf
edildiğini görürsün. Hariciler, uzun zamandan beri bu işi istiyorlardı. Onlar bu
işte başarılı olabildiler mi? Sübbahallah... Bu kavmin sonra gelenleri, daha
önce geçmiş olanlardan nasıl oluyor da ibret almıyorlar? Şâyet onlar hidâyet
üzere olsaydılar. Allah onları galip getirir ve başarıya ulaştırırdı, onlara
yadım ederdi. Fakat onlar bâtıl üzere olduklan için Allah onları yalanladı ve
ayaklanın kaydırdı. Gördüğünüz gibi Hariciler, her başlarını kaldırdıklarında
Allah onların delillerini çürütmüş, konuştuklarını yalanlamış ve kanlarını
akıtmıştır. Batıl düşüncelerini içlerinde gizlediklerinde de bu düşünceleri
kalbelerinde bir yaraya dönüşmüş ve kendileri için bir üzüntü kaynağı olmuştur.
Eğer onlar bunu açığa vuracak olurlarsa Allah onların kanlarını akıtmaktadır.
Allah’a yemin olsun ki onların edindikleri din kötü bir dindir, Siz ondan
kaçının. Allah’a yemin olsun ki Yahudilik bid'attir, Hristiyanlık bid'attır.
Sebeilik bid'attır. Bunlar ne Allah'ın kitabında ne de Peygamberin sünnetinde
bulunan şeylerdir.
Bu âyetin izahında
Hazret-i Âişenin de şunlan söylediği rivâyet edilmektedir.
Resûlüllah:
"Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı
açıktır) bu âyetler kitabın anasıdir. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de
müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğirilik bulunanlar, fitne
çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar.
Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise
"Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimiz katındadır." derler. Bunları ancak akıl
sahipleri düşünür." âyetini okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Ey Âişe, sen, kitabın
müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki, işte Allah'ın zikrettiği
kimseler onlardır. Siz onlardan kaçmın Buhari, K.
tefsir el-Kur'an, Sûre 3, bab: 1/Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 1
Hadis No. 2993, 2994
Taberi
diyor ki: "Âyetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a
indirdiği müteşabih âyetlere dayanarak Resûlüllah
ile tartışmaya girişen kimseler hakkında inmiştir. Bu tartışma Hazret-i İsa
hakkında veYa Resûlallah’ın ve
ümmetinin ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların açıklamasını sadece Allah
bilir." ifadesi göstermektedir ki, Resûlüllah
ile tartışmaya girişen kimseler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri
zamanı öğrenmeye çalışmışlardır.
Âyet-i kerime’de
"Fitne çıkarmak için müteşabih olanlarına uyarlar" buyrulmaktadır. Burada
zikredilen "Fitne"den maksat, "Allah’a ortak koşmak"tır. Yani, kalblerinde
sapıklık bulunanlar Allah’a ortak koşmak istedikleri için mânâları anlaşılamayan
müteşabih âyetlere uyarlar." demektir.
Mücahid ve
Muhammed b. Cafere göre ise buradaki
fitne"den maksat, şüphe sokmak ve insanların kafalarını kanştınnaktır. Yani,
kalblerinde sapıklık bulunanlar, Kur’an’ın, çeşitli mânâlara yorumlamaya müsait
bulunan müteşabih âyetlerine tabi olurlar ki, insanların kafalarını
karıştırsınlar, böylece kalblerinde bulunan bâtıl düşüncelere bir delil
bulabilsinler.
Taberi de
bu görüşün daha evla olduğunu beyan etmiştir. Âyetin kinler hakkında indiği
hususunda da özetle şunları söylem iştir: "Her ne kadar bu âyet, yukarıda
zikrettiğimiz müşrikler hakkında inmişse de, Kur’an’ın müteşabih âyetlerini
te'vil ederek hak ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bırakıp
müteşabih âyetleri alarak mü’minlerin kafasını karıştıran, böylece Allah'ın
dinine bid'at sokmak isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu
bid'at ister Hristiyanhğa tabi olanlar tarafından ortaya atılmış olsun isterse
Yahudiliğe tabi olanlar tarafından, ister Mecusiler tarafından ortaya atılmış
olsun, isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından ortaya atılmış
olsun isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiler tarafından.
Nitekim Resûlüllah bu hususta:
"Ey Âişe sen, kitabın müteşabih âyetlerine
uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allah'ın zikrettiği kimseler onlardır. Siz
onlardan kaçının. Buhari K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3,
bab: 1 buyurmuştur." Taberi
sözlerine devamla diyor ki: "Fitne kelimesinin izahında, bundan maksadın, şüphe
sokmak ve insanların kafasını kanştırak olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te
bundan maksadın Allah’a ortak koşmak olduğunu söyleyen görüşü tercih
etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i kerime,
müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek istemeleri
söz konusu değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri yorumlayarak insanların
kalbine bazı şüpheleri sokmaları ve mü’minlerin kafalarını karıştırmaları,
kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu itibarla fitneyi bu son anlamda
yorumlamak daha evladır.
Âyet-i kerime’de
"Arzularına göre açıklamak (Te'vil etmek) niyetiyle müteşabih olanlara uyarlar."
buyrulmaktadır. Müfessirler, müşriklerin,
müteşabih âyetleri, hangi şekliyle te'vil ettikleri takdirde heva ve heveslerine
göre te'vil etmiş olcakları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.
a-
Abdullah b. Abbasa göre buradaki te'vilden
maksat, Yahudilerin Kur'andaki gibi mukattaa harfleri, cümlelerin hesabında
kulandan Ebced hesabıyla hesap yaparak Hazret-i
Muhammedin ve ümetinin ömürünü bilmek istemeleridir. Yani, kıyametin
ne zaman kopacağını tesbit etmeye çalışmalarıdır.
b-
Süddiye göre ise buradaki te'vilden maksat,
bir kısım insanların neshedici son hükümlerin gelmesinden önce onların ne zaman
geleceklerini bilmeye çalışmalarıdır.
c-
Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise
buradaki te'vilden maksat, Kur'an-ı Kerimin, çeşitli yorumlara müsait olan
müteşabih âyetlerini, kalblerinde sapma bulunanların sapıklıkları doğrultusunda
yorumlanılarıdır.
Taberiye
göre ise, buradaki te'vilden maksat, Abdullah b.
Abbas ve Süddinin dediği gibi,
müteşabih âyetleri, geleceğe ait vakitleri bilmek için te'vil etmektir. Zira
Allahü teâlâ, yapılan bu te'vili, kendisinden
başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir. Allahü
teâlâdan başkasının bilmeyeceği şeyler ise, daha önce de beyan
edildiği gibi, gelecekle ilgili vakit ve olaylardır.
Âyet-i kerime’de
"Oysa bunların açıklamasını (te'vilini) sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş
olanlar ise "Biz bunlara iman ettik, hepsi rabbimiz katındandır." derler.
Buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyî
iki şekilde izah etmişlerdir.
a-
Hazret-i Âişe,
Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz ve Malikin bu
âyet-i kerime’yi
mealde zikredildiği şekilde tefsir ettikleri Rivâyet edilmektedir. Bunlara göre
âyetin mânâsı şöyledir: "Bu müteşabih âyetlerin te'vilini yalnızca Allah bilir.
İlimde ileri gidenler bilmezler. Onlar, bu gibi âyetlere iman ettiklerini
bildirirler.
b- Yine
Abdullah b. Abbas,
Mücahid, Rebi' b.
Enes ve Muhammed b. Caferden
nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün te'vili şöyledir.
"Müteşabih olan âyetlerin te'vilini ancak Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar
bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar, onların te'villerini bilmeleriyle birlikte,
"Biz bunların hepsinin rabbimizin katından olduğuna iman ettik." derler.
Görüldüğü gibi
birinci görüşte
olanlar, cümlenin "Bunun te'vilini ancak Allah bilir." ifadesiyle bittiğini
"İlimde ileri gidenler" ifadesinin yeni bir cümle olduğunu söylemişlerdir.
İkinci görüşte olanlar ise, "Bunun te'vilini
ancak Allah bilir." ifadesiyle cümlenin bitmediğini, ilimde ileri gidenlerin de
"Allah" lafzına bağlı olan edatla bağlandığını, bu itibarla, müteşabih olan
âyetlerin mânâsını hem Allahü teâlânın hem
de ilimde ileri gidenlerin bildiğini söylemişlerdir.
Taberi
birinci görüşü
tercih etmiş ve ilimde ileri gidenlerin, müteşabih âyetlerin te'villerini
bilmeyeceklerini söylemiştir. Taberi,
"Te'vil" kelimesinin Arapçada mânâsının, "Tefsir etmek, baş vurmak, bir şeyin
neticesinf almak" mânâlarına geldiğini söylemiş ve buna dair Arap edebiyatından
şiir örnekleri göstermiştir.
Âyet-i kerime’de
geçen ve "İlimde ileri gidenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Sağlam
bilgi elde eden, bilgilerini kuvvetlice ezberleyen ve bilgilerine şek ve şüphe
katmayan âlimlerdir." Ebudderda ve Ebû Ümame el-Bâhilî
Resûlüllahtan" sarsılmaz şekilde sağlam
olan" kimdir? diye sorulduğunu, Resûlüllah’ın
da: "O, yeminini yerine getiren, lisanı doğruyu söyleyen, kalbi söylediğine göre
doğru olan ve karnı iffetli olandır. İşte "İlmi sarsılmaz derecede sağlam olan
budur." buyurduğunu söylemişlerdir.
Abdullah b. Abbas,
Süddi ve İbn-i Cüreyeden nakledilen bir
görüşe göre burada zikredilen âlimlerin "İlimleri sarsılmayan" sıfatıyla
sıfatlanmalarının sebebi, onların müteşabih âyetlere "Biz bunlara iman ettik.
Hepsi rabbimizin katmdadır." demelerindendir. Yani onların ilimlerinin sarsılmaz
olması, imanlarının sağlam oluşundandır.
Onlar: "Rabbimiz, bizi
hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi (haktan) kaydırma, bize kendi katından
rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışta bulunansın (derler.)
O, ilimde ileri gidenler derler ki: "Ey rabbimiz,
bizi hidâyete kavuşturup iman etmeye muvaffak kıldıktan sonra, kalblerimizi
doğruluktan kaydırma. Kendi katından bizlere rahmet, başarı ve hakta kararlılık
bahşet. Şüphesiz ki, sen kullarına nimetini çokça nasibedensin.
Taberi
diyor ki: "Allahü teâlâ bu
âyet-i kerime’de
sağlam ilim sahibi olanları: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi hidâyete
erdirdikten sonra haktan saptırma." şeklindeki dualarından dolayı övgüsüne layık
gördüğüne göre kaderi inkâr eden bir kısım cahillerin. "Allah'ın, bazı
kullarının kalblerini itaatinden saptırması bir zulümdür." demelerinin açık bir
yanlışlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira mesele onların iddia ettikleri gibi
olsaydı: "Ey rabbimiz, bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan
saptırma." diyenler övülmez bilakis kınanırdı. Ve ilimde ileri gidenler: "Ey
rabbimiz, sen bizim kalblerimizi haktan kaydırma." derlerken, "Ey rabbimiz sen,
bize zulmetme, bize haksızlık yapma." demiş olurlardı ki böyle bir duayı ilmi
sağlam olanlar değil cahiller yapmış olabilir. Çünkü
Allahü teâlâ kullarına asla zulmetmez, onlara haksız davranmaz.
Nitekim bunu kullarına bildirerek şöyle buyurmuştur: "... Rabbin, kullarına
karşı asla zulmeden değildir. Fussilet sûresi, 41/46
Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasının ileri
sürdüğü iddia fasit olduğuna göre buradan anlaşılmaktadır ki,
Allahü teâlânın, kullarından bazılarının
kalbini itaatinden saptırması onun tarafından bir adalettir. Bu sebepledir ki,
kendisinden, kalblerini saptırmamasını isteyen kullarını övmüştür. Nitekim bu
hususta Allahü teâlânın nezdinde büyük
mevkii olan Resûlüllah’ın dahi ondan
kalbini hakta kararlı kılmasını ve değiştirmemesini istemesi de bu gerçeği
göstermektedir. Bu hususta Resûlüllahtan,
birbirini destekleyen çeşitli hadisler Rivâyet edilmiştir.
Şehr b. Havşeb, Ümmü Selemeden şunları işittiğini
rivâyet etmiştir.
Ümmü Seleme demiştir ki: "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) dualarında çokça
"Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." derdi.
Dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, kalbler değişir mi?
Resûlüllah buyurdu ki: "Evet, Allah'ın,
Âdemoğullarından yarattığı hiçbir beşer yoktur ki onun kalbi Allah'ın
parmaklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. Eğer Aziz ve Celil olan
Allah dilerse o kalbi düzeltir, dilerse kaydırır. Biz, rabbimiz olan Allah’tan
dileriz ki bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan kaydırmasın.
Yine ondan dileriz ki bize katından rahmet bahşetsin. Çünkü o, çokça
bahşedendir." Ümmü Seleme diyor ki: Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim, kendim
için yapacağım bir duayı bana öğretmez misin?"
Resûlüllah dedi ki: "Evet, öğretirim." De ki: "Ey, Peygamber
Muhammedin rabbi olan Allah'ım, sen benim
günahlarımı affet, kalbimin öfkesini gider ve sağ kaldığım müddetçe beni
saptıran fitnelerden koru. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, C.6 S. 302 /Tirmizî, K. ed-Dâvad, hab: 90 Hadis No. 3522
Diğer bir Rivâyette Şehr b. Havşeb diyor ki:
"Ümmü Sekmeye dedim ki: "Ey mü’minlerin annesi,
Resûlüllah senin yanında kaldığı zaman
onun en çok yaptığı dua neydi?" Dedi ki: "Onun en çok yaptığı dua: "Ey kalbleri
(halden hale) çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." duasıydı.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, "Ey kalbleri çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin
üzere sabit kıl." şeklindeki duanı ne çok yapıyorsun?" dedi ki: "Ey Ümmü Seleme,
hiçbir insan yoktur ki onun kalbi Aziz ve Celil olan Allah'ın pamuklarından iki
parmağı arasında bulunmuş olmasın. O, dilediğini düzeltir dilediğini kaydırır.
Ahmed b. Hanbel,
Müsned, C. d S. 315
Enes, b. Malik diyor ki: "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey kalbleri
çeviren Allah’ım, sen kalbimi elinin üzere sabit kıl." diyerek çokça dua ederdi.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana ve getirdiklerine iman ettik sen bizim
için korkuyor musun?" Dedi ki: "Evet, çünkü kalbler, Allah'ın parmaklarından iki
pamıağı arasındadır. O, bunları dilediği gibi çevirir
Tirmizi, K. el-Katler, bab: 7 Hadis No. 2140 "Tirmizi, bu hadisin, Nevras Ümmü
Seleme Abdullah b. Emr ve Hazret-i Âişeden
Rivâyet edildiğini ve bu hadisin HASEN bir hadis olduğunu, bu hadisi bu senede.
Enesin yerine, Cabir b. Abdullah'ları
Rivâyet edenlerin de bulunduğunu, ancak Enesten Rivâyetin, daha sahih olduğunu
söylemiştir.
Nevvas b. Sem'an el-Kilâbî diyor ki: "Ben
Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim:
"Hiçbir kalb yoktur ki o, âlemlerin rabbi olan Allah'ın parmaklarından iki
parmağının arasında bulunmuş olmasın. O, kalbi düzeltmek istediğinde düzeltir,
kaydırmak istediğinde de kaydırır." Nevvas diyor ki: "Resûlüllah
şöyle derdi: "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen, kalblerimizi dinin üzere sabit
kıl. Terazi, Aziz ve Celi olan rahmanın elindedir. Onun ketlerinden birini
kaldırıp diğerini indirir. Ahmed b. Hanbel,
Müsned, C.4 S. 182
Abdullah b. Amr
b. el-Ass diyor ki:
"Ben, Resûlüllah’ın
şöyle buyurduğunu işittim: " Şüphesiz ki bütün Âdemoğullarının kalbleri, Aziz ve
Celil olan rahmanın parmaklarından iki parmağının arasındadır. O kalblerin hepsi
bir kalb gibidir. Allah onları dilediği gibi çevirir. Ey kalbleri çeviren
Allah’ım, sen bizim kalblerimizi itaatma Ahmed b.
Hanbel, Müsned, C.2 S. 168
Ey rabbimiz, muhakkak ki
sen, geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki
Allah vaadinden dönmez." derler.
Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, geleceğinde şüphe
olmayan kıyamet gününde insanları bir araya toplayacak olansın. O gün bizleri
affet ve esirge. Şüphesiz ki sen, sana iman edene ve Peygamberlerine tabi olana
yaptığın vaadden dönmezsin.
Taberi
diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime
Allah te al anın sıfatlarını haber verir mahiyete ise de aslında Kur’an’ın
tümüne iman edenlerin dualarının bir kısmını beyan etmektedir."
|