Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

49

 

003 - ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ

 

CÜZ :

3

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AL-İ İMRAN SÛRESİ

Âl-i İmran Sûresi ikiyüz âyettir ve Medinede nazil olmuştur. "Âl-i İmran" "İmran ailesi" demektir. İmran, Hazret-i Mûsanın babasının adıdır. Hazret-i Meryemin babasının adı da İmran'dır.

İmran ailesi, içinden Peygamberlerin çıktığı mübarek bir ailedir. Bu Surede İmrandan, Hazret-i Meryemden, Zekeriyya aleyhisselamdan ve Hazret-i Meryemin Hazret-i İsayı babasız olarak dünyaya getimıesinden bahsedilmiş ve muhtemelen bu ailenin ismine izafeten bu Sureye "Âl-i İmran" adı verilmiştir.

Bu Surenin ilk seksen küsur âyetinin, Necran Hıristiyanlarından bir heyetin, Medeniye gelişleri sırasında nazil olduğu Rivâyet edilmektedir. Yemende bulunan Necran Hıristiyanlarından bir heyet Medineye gelmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile dini konularda görüşmüşler yapmışlar ve Hazret-i İsa hakkında tanışmak istemişlerdir. Konuşmaların sonunda, kendilerine teklif edilen İslam dinini kabul etmemişler fakat İslamın hakimiyetini kabul etmek zorunda kalarak, verecekleri Cizyeyi toplamak üzere tayin edilen Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte memleketlerine dönmüşlerdir.

Sûre-i celilede, Hıristiyanların, Hazret-i İsa ve Hazret-i Meryem hakkındaki yakışıksız isnatları ve sapık inançları reddedilmekte, Hazret-i İsanın, babasız olarak dünyaya gelişi ve bu olayın, Hazret-i Âdemin yaratılışında olduğu gibi bir mucize olduğu, Allah'ın, dilemesi halinde bunlara benzer mucizeleri her zaman yaratabileceği ve Allahü teâlânın, Hazret-i İsayı kentti katma yükselttiği beyan edilmektedir.

Sûre-i celilede, Yahudi ve Hıristiyanların yani, bütün ehl-i Kitabın, İslama karşı çıkışları, inançları saptırma ve Müslümanları dinlerinde bocalatma gayret ve çalışmaları açıklanmaktadır.

Mekke döneminde Müslümanlar açıkça hakaret ve işkenceye uğruyor, eziyete maruz kalıyorlardı. Ancak Medineye hicret edip orada teşkilatlanarak kuvvet bulmalarından sonra bu dönem kapandı. Fakat İslam düşmanları bu sefer de, Müslümanların inançlarım saptımıak ve zihinlerini bulandırmak için psikolojik savaşa başladılar. Özellikle ehl-i Kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam dinine saldıraya geçtiler. İşte onların bu menfur çalışmaları Süren Celilede şöyle anlatılmaktadır.

"Kitap ehlinden bircemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar. Al-i İmran: 69

"Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Al-i İmran: 70

"Ey kitap ehli, için hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz? Al-i İmran: 71

"Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi: "îman edenlere indirilene günün başlangıcından iman edin, sonunda inkâr edin. Belki dinlerinden dönerler Al-i İmran: 72

"Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini, kitaptan sahasınız diye kitabı dilleriyle eğip bükerler "Bu, Allah katındandir." derler Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah’a karşı yalan söylerler Al-i İmran: 78

"De ki; "Ey kitap ehli, niçin imân edeni Allah'ın yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Al-i İmran: 99

Kitap ehlinin ve diğer İslam düşmanlarının, Müslümanların inançlarını bozmayı hedef alan çalışmaları karşısında, Müslümanların, hak yolda sebat etmeleri gerektiğini emreden ve Allah'ın, Mü’minlere yardım edeceğini beyan eden âyetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Ey Rasûlüm, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir. Al-i İmran: 12

"Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, aralarındaki ihtiras yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i İmran: 19

"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız ha-li müstesnadır. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’adır Al-i İmran: 28

"Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve ancak Müslüman olarak ölün. Al-i İmran: 102

"Hep birlikte Allah'ın ipine sıkmışı sanlın ve sakın ayrılğa düşmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz. Allah, kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da, onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki hidâyete eresiniz." Al-i İmran: 103

"Onlar, eziyetten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları zaman arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. Al-i İmran: 111

"Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder, Allah’tan korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır. Al-i İmran: 120

Sûre-i celilede Uhut savaşına da işaret buyuruluyor. Unut savaşı, başlaması, cereyan ediş tarzı, sonucu ve bu sebeple inen hükmler ve tavsiyeler ile, ibret ve hikmetlerle dolu dehşetli bir olaydır. Bu olaya Surede: "Ey Rasûlüm, sabahleyin erkenden, ailenin yanından ayrılıp, mü’minleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir. Al-i İmran: 121 âyet-i kerimesiyle işaret ediliyor. Ve daha sonra Bedir savaşı hatırlatılıyor. Orada mü’minlerin, Allah tarafından gördükleri yardım beyan ediliyor.

Bundan sonra Cenab-ı Hakkın yüceliğine işaret eden âyât-ı kevniyyata, kâinat düzenindeki eşsiz âhenge dikkatler çekiliyor ve buyuruluyor ki:

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır. Al-i İmran: 190

"Onlar, ayakta iken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ve şöyle derler: "Rabbimiz, sen bunu boşa yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz. Bizi, cehennem ateşinden koru. Al-i İmran: 191

Gerçek dinin İslam olduğu büyük hakikati Sûre-i celilede tekrarlanarak buyuruluyor ki: "Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, sadece aralarındaki ihtiras yüzünden, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i İmran: 19

"Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben Allah’a yöneldim. Bana tâbi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oldunuz mu? Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şâyet yüzcevirirlerse sana düşen sadece tebliğidir. Allah, kullarını çok iyi görür. Al-i İmran: 20

Mü’minlerin, başkalarını dost edinmemeleri hususunda da şöyle buyuruluyor:

"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbirşey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’ıdir. Al-i İmran: 28

Sûre-i Celile, inanç mücadelesi, meydan muharebesi ve benzeri olayları dile getiriyor. Kitap ehli ve diğer İslam düşmanlarının yaptıklarını beyan ederek İslam tarihindeki en hareketli bir dönemi gözler önüne seriyor.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

Elif, Lâm, Mim .

Mukatta'a harflerinin açıklaması Bakara suresinin başında geçmiştir. Bu açıklamalar için oraya bakınız.

2

Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir .

Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak Allah’tır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan hiçbir kimse yoktur. Çünkü Allah, rablıkta ve Hanlıkta tektir. O, devamlı diri olan, ölmeyen ve yok olmayandır. O, yarattıklarını koruyup rızıklandırarak onları sevk ve idare edendir.

Allahü teâlâ bu sûre-i celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının bulunmadığını, Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır. Böylece Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara cevap vermiştir.

Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendimizle tartışmış ve Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın üçüncü olduğunu iddia etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hazret-i İsanın da kendileri gibi insan ve Allah'ın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de Hristiyanların bu bâtıl iddialarını reddederek Allah'ın tek bir ilâh olduğunu, ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın beyan etmiştir.

Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, Resûlüllah’a gelen Hristiyan Necranlıların heyetini şöyle anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış binekli olarak Resûlüllah’a geldi. İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on dört kişiden üçü de onların reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebû Harise b. Alkame isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve görüşünden aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu.

Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi. Bu da "Seyyid" diye vasıflandırılmıştı.

Ebû Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.

Ebû Harise, bunların içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi destekte bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebû Ha-risenin ilmi ve dinde ictihad derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed b. Cafer diyor ki: "Bu heyet Medinede Resûlüllah’a geldi. Resûlüllah ikindi namazım kılarken Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbiseleri bulunuyordu. Onlar, Ebû Harise, b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtülerini giyinmişlerdi. Onları gören Resûlüllah’ın sahabilerinden bir kısmı "Biz bunlar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince Resûlüllah’ın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Resûlüllah sahabilerine: "Bırakın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Kendisine "Âkıb" ünvam verilen Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebû Harise b. Alkame Evs, Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah ve Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi. Resûlüllah bunlardan Ebû Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hazret-i İsanın Allah olduğunu, bazıları, Allah'ın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncü olduğunu söylüyordu.

Bu heyette bulunan iki papaz Resûlüllah ile konuşunca Resûlüllah onlara "Müslüman olun." dedi. Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler. Resûlüllah tekrar onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi müslüman olun." dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler. Resûlüllah da: "Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Allah’a çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar: "O halde Ey Rasûlüm, İsanın babası kim?" diye sordular. Resûlüllah da onlara cevap vermeyip bir müddet sustu. İşte bu sırada Allahü teâlâ, Hristiyanların ihtilafa düştükleri bu konu hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir." Allahü teâlâ bu sureye, kendisini Hristiyanların iftiralarından arındırarak başladı. Bir olduğunu, yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece Hristiyaların uydurdukları İnkârcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi reddetti ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti.

Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından şunları Rivâyet etmiştir. "Bu Hristiyanlar Resûlüllah’a geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar. Resûlüllah’a: "İsanın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allahü teâlâya karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine Resûlüllah onlara: "Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına benzer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İsa'nın ise sonunda ölüp gideceğini bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin her şeyi sevk ve idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandırdığını bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah da: "Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da: "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Aziz ve Celil olan Allah’a, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "İsa, Allah'ın bildirdiği dışında, yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilir mi?" dedi. Onlar da "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Rabbimiz, İsayi ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin yemek yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının olmadığını bilmiyor musunuz?"dedi. Onlar da "Evet" biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Annesi İsaya, diğer kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor muydu?" diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler. Resûlüllah da: "Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, Âl-i İmran suresinin baş tarafındaki âyetleri indirdi.

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Daima diri olan" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştır. Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir:

a- Muhammed b. Cafer ve Reb' b. Enes göre Allahü teâlâ, bu sıfatla kendisinin devamlı baki olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde kendisinde bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan insanın hiçbir zaman ilâh olamayacağını bildirmiştir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre Allahü teâlâ bu sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve idare etmeye gücü yetmekle ve dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için imkânsız olmayacağı ile sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, herhangi bir şeyi sevk ve idareye gücü yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir.

c-

Başka bir kısım âlimlere göre, Allahü teâlâ bu sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir hayata sahip olduğunu belirtmek ve "Hayat" sıfatıyla sıfatlandığını bildirmek istemiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Yine âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Yarattıklarını koruyup idare eden" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştir.

Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde, Alkame b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi, birinci kıraatin çok yaygın olması sebebiyle onu tercih etmiştir.

Müfessirler, bu sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir..

a- Mücahid ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her şeyi koruyarak, her varlığı rızıklandirarak dilediği şekilde bozma, değiştirme, artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip çevirerek sevk ve idare edendir.

b- Muhammed b. Cafere göre ise mânâsı, bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan demektir. Yani, Allahü teâlâ, yaratıkları gibi bir yerden ayrılıp diğer yere gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki Neeran heyetinin, kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böyle bir sıfata asla sahip değildir.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve (......) kelimesinin mânâsının, "Her şeyi rızıklandırarak, savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çevirerek sevk ve idare eden" demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu kelimeyi bu mânâda kulanmıslardır. Hazret-i Ömerin bu kelimeyi (......) şeklinde okumasının sebebinin ise Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde okuyarak başka bir mânâ kasetmediğini söylemiştir.

3

Bak. Âyet 4.

4

Ey Rasûlüm, Allah, sana geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi. İnsanlara doğru yolu göstermek için daha önce de Tevrat ve İncili indirmişti. Şimdi ise hak ile bâtılı ayıran (Kur’an’ı) indirdi. Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, her şeye galiptir, hak edenlerin cezasını verendir.

Ey Rasûlüm, rabbin sana, Tevrat ve İncile tâbi olanların ihtilaf ettikleri hususlarda, hakkı ortaya koyan bu kitabı indirdi. Bu kitap, Allah tarafından, önceki Peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden bir kitaptır. Rabbin bu kitaptan önce, insanlara Allah'ın birliğini ve dininin hükümlerini açıklamak için Mûsaya Tevratı, İsaya da İncili indirmiştir. Şimdi ise İsa hakkında ve diğer hususlarda hak ile bâtılı ayırdeden ve akılları tatmin edici kesin bir delil olan kur'aru indirdi. Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini, İlahlığını ve birliğini gösteren delilleri inkâr eden, İsayi ilâh ve rab kabul eden kâfirlere, kıyamet gününde şiddetli bir azap vardır. Allah, hükümranlığında her şeye galiptir. Azab etmeyi dilediği zaman, yapacağı azabı önleyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, hak edenlerin cezasını verendir. Âyetlerini ve diğer delillerini inkâr edenlerden intikam alandır.

Bu âyet-i kerime, gerçek açıklandıktan sonra ona karşı inat edenler ve delillerle ispat edildikten sonra doğru yoldan ayrılanlar için bir ikaz ve tehdittir.

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Hak ile bâtıl ayırdeden" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr tarafından Hazret-i İsa hakkında ileri sürülen iddialar hususunda hakkı bâtıldan ayıran şeklinde izah edilmiş Katade ve Reb' b. Enes tarafından ise "İslamın bütün hükümleriyle hakkı bâtıldan ayıran" diye izah edilmiştir. Bunlara göre burada Kur'an-ı Kerimin sıfatıdır. Allah tela Kur’an’ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e indirerek hak ile bâtılın arasını ayırmıştır. Kuranla nelerin helal nelerin haram olduğunu açıklamış, ceza hükümlerini beyan etmiş, farzları emretmiş, kendisine itaat edilmesini istemiş ve kendisine isyan edilmesini yasaklamıştır. İşte bu yolla Kur'an hak ile batılı birbirinden ayırmıştır.

Taberi buradaki kelimesinin, Resûlüllah ile Hazret-i İsa hakkında tartışan Hristiyanların arasını ayırdeden mânâsına yorumlanmasının daha evla olduğunu söylemiştir. Zira bundan önceki âyette Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e kitabı indirdiğini beyan ederek Kur’an’ı indirdiğini zikretmiştir. Burada zikredilen nida Kur'an mânâsına almak faydasız bir tekrar olur ki, bu ilahi kelamda bulunmaması gereken bir şeydir.

5

Şüphesiz ki yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli değildir.

Şüphesiz ki yerde ve gökte bulunan herhangi bir şey Allah’a gizli değildir. O halde Meryemoğlu İsa hakkında tartışan şu Hristiyanların durumu hiç ona gizli kalır mı? Elbette ki Allah onların bu hallerini çok iyi bilmektedir. Ve âhirette bu sapıklıklarının cezasını verecektir.

6

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. Ondan başka ilâh yoktur. O herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

O sizlere, annelerinizin kamında erkek, dişi, beyaz, siyah, kırmızı gibi dilediği şekilleri ve renkleri verendir. İsayi da annesinin karnında şekillendiren O’dur. O halde bu durumda olan İsa nasd ilâh olabilir? Allah’tan başka ilâh yoktur. Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak O’dur. O, her şeye galiptir, emirlerinde ve yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

Abdullah, b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabilerin, bu âyetin izahında şunları söyledikleri Rivâyet edilmiştir: "Nutfe ana rahmine ulaştıktan sonra vücutta kırk gün dolaşır. Sonra kırk gün kan pıhtısı olarak kalır. Sonra kırk gün bir et parçası olarak kalır. Şekkillenme durumuna gelince Allah ona şeklini verecek bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak getirir onu et parçasına karıştırır, yoğurur sonra ona, emrolunduğu gibi şekil verir ve: "Bu erkek mi olacak dişi mi? Cennetlik mi olacak Cehennemlik mî? Rızkı nedir, ömrü nedir? Eserleri ne olacaktır? Başına ne gibi musibetler gelecektir? diye sorar. Allahü teâlâ emreder melek te yazar. Kişi ölünce vücudu, o toprağın alındığı yere defnedilir.

7

Sana kitabı indiren O’dur. Onun (kitabın) bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) Bu âyetler kitabın anasıdır. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik hepsi rabbimiz katındandır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.

Ey Rasûlüm, Kur’an’ı sana indiren Allah’tır. O kur'anın bir kısım âyetleri açıktır, üzerinde başka türlü yorum yapılamaz. Bu âyetler, vaad tehdit, sevap, ceza, helal, haram, öğüt ve ibretleri açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu âyetler, dinin temeli olan kitabın esasıdır. Bunlar, farzları, cezaları, hükümleri ve bütün zaruri olan husustan kapsamaktadır. Kur’an’ın diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür. Kelimeleri birbirine benzemekte fakat mânâları değişiktir. Kalblerinde haktan ayrılma, doğrudan sapma eğilimi bulunanlar bu müteşabih âyetlere uyarlar. Bunların gayesi karışıklık meydana getirmek, fitne çıkarmak ve Allah'ın, muhkem âyetlerle açıkladığı doğru izahı bırakıp âyetleri, kendi arzu ve istelerine göre yorumlamaktır. Halbuki bu müteşabih âyetlerin mânâlarını yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olan sağlam bilgili âlimler ise şöyle derler: "Biz, müteşabih âyetlerin izahım bilmesek te muhkem ve müteşabih olan bütün âyetlerin rabbimiz katından geldiğine kesinlikle iman ederiz." Allah'ın kitabındaki müteşabih âyetler hakkında herhangi bir şey söylemekten çekinen ve bunlardan öğüt alanlar ancak akıl sahibi olan kimseledir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’de bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Muhkem" kelimesinden ve diğer bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Müteşabih" kelimelerinden neyin kastedildiği huşunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdulla b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi' b. Enes ve Dehhakka göre "Muhkem" demek, hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya nesheclici olan âyetler demektir. "Müteşabih" demek ise "Hükümleri neshedilmış olan ve kendileriyle amel edilmesi kaldırılan âyetlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Muhkem olan âyetler, neshedici olan, helali ve haramı belirten, cezaları ve farzları beyan eden, bu itibarla, iman edilen ve hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hükümleri kaldırılan, sonra zikredilmesi icabederken önce zikredilen, Önce zikredilmesi gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin olarak zikredilen âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.

b- Mücahide göre muhkem olan âyetler, Allah'ın, içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin olarak zikrettiği âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, lafızları farklı olduğu halde mânâları birbirine benzeyen âyetlerdir. Bu itibarla, bunların ifade ettikleri hükümler birbirine karıştırılırlar. Şu âyet-i kerimeler, bu gibi âyetleri heva ve heveslerine göre te'vil edenlere işaret etmektedir. "Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez. İman edenler onun rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise: Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir, Allah bununla, sadece yoldan çıkanları saptırır. Bakara sûresi, 2/26 Allah hidâyete erdirmek isterse onun gönlünü "İslama" açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki gö'ğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır, En'am sûresi, 6/125 Şu âyet ise bu gibi âyetlere iman edip teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir. "Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidâyetini artırır ve onlara "Takva" bahşeder. Muhammed sûresi 47/17

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'e göre ise, buradaki muhkem âyetlerden maksat, sadece bir mânâya tevili mümkün olan âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise birden çok mânâya te'vil edilmeleri mümkün olan âyetlerdir. Bu hususta Muhammed b. Caferin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Muhkem âyeter, içlerinde Allah'ın kesin delilleri bulunan, mü’min kullan günahlardan koruyan, karşı çıkanları ve bâtılı mahkum eden âyetlerdir. Bunları konuldukları mânâlardan çıkarmak veya tahrif etmek kabil değildir. Müteşabih olan âyetler ise, çeşitli yönlere te'vil edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir. Allah kullarını, bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle de imtihan etmiştir. Bu âyetler, bâtıl te'villerle te'vil edilmemeli ve geçek mhanâl arından saptı nlmamalıdırl ar.

d- İbn-i Zeyde göre ise muhkem olan âyetler, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını başka türlü anlaşılmaya imkan vermeyecek şekilde, açık, ve detaylı olarak beyan eden hÂyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını, çeşitli surelerde, birbirine benzeyen şekillerde anlatan âyetlerdir. Mesela, bir kıssa, lafızları aynı, mânâları farklı şekilde anlatılmış bir kıssa da lafızları farklı mânâları aynı şekilde anlatılmış olur.

Bu hususta İbn-i Vehb diyor ki: "İbn-i Zeyd, Hûd suresinin baş tarafı olan "Elif, Lâm, Râ" "Bu Kur'an, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır. Hud sûresi 11/1 Âyetlerini okudu. Sonra şunları söyledi: "Allah tela bu surenin, baştan yirmi dört âyetinde, Resûlüllahı zikretmiş, ondan sonra gelen yirmi dört âyette de Hazret-i Nuhun hadisesini anlatmış ve sonunda şöyle buyurmuştur. "Ey Rasûlüm, sana vahyettiğimiz bu kıssa, gaip haberlerdendir. Bundan önce, sen de, milletin de bunu bilmiyordunuz. Sabret. Şüphesiz ki hayırlı sonuç Allah’tan korkanlarındır. Hud sûresi 11/49 Sonra Âd'ı daha sonra Salihi, daha sonra İbrahimi daha sonra Lût'u ve daha sonra da Şuaybi zikretmiştir. İşte bunlar, muhkem olarak zikredilen ve detaylı olarak anlatılan kıssalardır. Müteşabih olan kıssa ise Hazret-i Mûsanın, bir çok yerde zikredilen kıssasidır. Bu kıssaların hepsi aynı mânâya gelmektedir. Mesela Hazret-i Nuhun kıssasında geçen müteşabih kelimeler: Onları gemiye yükle Hud sûresi 11/40 onları alıp gemiye bindir. Mü’minun sûresi, 23/27 Hazret-i Mûsanın kıssasında geçen müteşabih kelimelerimiz: "Elini koynuna sok. Kasas sûresi, 28/32 "Elini koynuna sok. Nemi sûresi, 27/12 Bir de ne görsün o bir yılan olmuş. Tâhâ sûresi, 20/20 O hemen, apaçık bir yılan oluverdi A'raf sûresi, 7/107 İbn-i Zeyd diyor ki: "Sonra Allah, teala Hud suresinde Hud'u on üç âyette, Salihi sekiz âyette, İbrahimi sekiz âyette, Lutu sekiz âyette, Şuaybi on üç âyette, Mûsayi dört âyette zikretmiştir. Böylece Hud suresinin yüz âyetinde Allahü teâlâ, Peygamberlerle kavimleri arasında hükmünü beyan etmiş, sonunda şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber, sana anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bazılarıdır. Onların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir. Hüd sûresi, 11/100 İbn-i Zeyd devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin müteşabih âyetleri hakkında, Allah'ın, imtihan etmeyi ve saptırmayı dilediği kimse şöyle der: "Ne oluyor bu meseleye de şöyle olmuyor?" "Ne oluyor bu meseleye de böyle olmuyor?"

e- Cabir b. Abdullahîan nakledilen diğer bir görüşe göre muhkem âyetler, âlimlerin, tevillerini bilebildikleri, mânâlarını anladıkları ve tefsir edebildikleri âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hiçbir kimsenin bilmeye imkân bulamadığı, bilgileri ancak Allah'ın nezdinde bulunan âyetlerdir. Mesela: Meryemoğlu İsanın gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı, kıyametin kopma anı ve dünyanın yok olma zamanına işaret eden âyetler bu türdendir. Çünkü bunların vakitlerini Ancak Allahü teâlâ bilmektedir. Bu görüşte olan âlimler, mânâları bilinmeyen âyetlere "Müteşabih âyetler" dinelimesinin sebebi olarak şunları zikretmişlerdir. "Allahü teâlâ, bazı surelerin başlarında bulunan gibi mukattaa harflere müteşabih âyetler "Birbirine benzeyen âyetler" ismini vermiştir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine benzemekte ve cümlelerin hesabında kullanılan Ebced hesabının harflerine mutabık olmaktadırlar. Resûlüllah’ın döneminde yaşayan Yahudilerden bir topluluk bu gibi harfleri, Ebced hesabıyla hesaplayarak İslamın ve Müslümanların ne kadar devam edeceğini, Hazret-i Muhammedin ve ümmetinin ne zaman ortadan kalkacağını öğrenmeye çalışmışlardır. İşte Allahü teâlâ bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara bildirmiştir ki: Bu gibi müteşabih harfler aracılığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmaları boşunadır. Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir yolla bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.

Taberi diyor ki: Muhkem ve müteşabih âyetler hakkında zikredilen bu görüşler arasında, muhkem ve müteşabihin te'viline en yakın olan görüş, Cabir b. Abdullahtan nakledilen bu son görüştür. Zira Allahü teâlâ, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e indirmiş olduğu bütün âyetlerini, ona ve ümmetine bir açıklama ve bütün âlemlere bir yol gösterici olarak indirmiştir. Kur’an’ın içinde insanların muhtaç olmadıkları âyetlerin bulunması veya muhtaç oldukları halde mânâlarını bilmeye imkânları bulunmayan bir kısım âyetlerin bulunması asla caiz görülemez. Madem ki durum böyledir, o halde Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün âyetlere, Allah'ın kulları muhtaçtırlar. O âyetleri anlamak zorundadırlar. Ancak, bu âyetlerin bazılarını anlamak kolaydır diğer bir kısım âyetler vardır ki onların mânâlarından bir çok yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan var iken yine o mânâların bazı yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan yoktur. Mesela şu âyet-i kerime bu kabildendir." "...Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse, iman fayda vermeyecektir. En'am sûresi, 6/158 Bu âyet-i kerime’de. Allah'ın hangi alâmetleri geldiği zaman kişinin iman etmesinin fayda vermeyeceği beyan edilmemektedir. Kulların, mücerred akıllanyla bunu bilmeye imkânları yoktur. Bu sebeple Resûlüllah, geldiği takdirde iman etmenin artık fayda vermeyeceği alâmetin, güneşin batıdan doğması alameti olduğunu beyan etmiştir. Burada kulların bilmeye muhtaç oldukları mânâ, tevbenin fayda verdiği vaktin sıfatını bilmeleridir. Resûlüllah da bunu açıklamıştır. Burada kulların, tevbenin fayda vermeyeceği zamanı, yılı, ayı ve günleriyle sınırlandırılmış olmaya ihtiyaçlan olmadığından Allahü teâlâ onlara bu gibi zamanlan bildirmemiş, Resûlüllah da onlara açıklamamıştır. Zira, bunu bilmeleri onlara ne tlini yönden ne de dünya açısından herhangi bir fayda sağlayacaktır. İşte Allahü teâlânın, âyetlerin mânâlarından kendi nezdinde saklı tuttuğu ve kullarana öğretmediği mânânalar bu gibi mânâlardır. Yahudiler de, mukattaa harfler ve bu gibi mânâları bilmeye çalıştıklarından Allahü teâlâ, onlara bu gibi mânâları bilemeyeceklerini ve bunları ancak kendisinin bildiğini beyan etmiştir. Evet, müteşabih olan âyetler daha önce zikrettiğimiz gibi İsanın inmesini belirten, güneşin batıdan doğmasını bildiren, kıyametin kopacağını haber veren vb. âyetlerdir. Bunların ifade ettikleri vakitlerin ne zaman geleceği bilinmemektedir. Bunların bilgisi ancak Allah’a aittir. Bunların dışında bulunan bütün âyetler ise muhkemdir. Muhkem âyetler, ya herkesin anlayabileceği şekilde açık ve seçiktirler veya birçok şekilde tefsir edilebilcek mahiyettedirler. Bu mânâlan ya bizzat Allahü teâlâ açıklamıştır veya Hazret-i Muhammed, onları ümmetine izah etmiştir. Bu itibarla bunların mânâlan, ümmetin âlimlerine gizli kalmamıştır..

Âyet-i kerime’de "Muhkem âyetler, kitabın anasıdır (esasıdır)" buyurulmaktadır. Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği hakkında iki görüş zikretmislerdir.

a-

Bazılarına göre bunlara "Kitabın anasıdır" denmesinin seebi farzların, cezaların ve diğer hükümlerin onların içinde olmasındandır. Zira Araplar, her şeyin ileri gelenini kelimesini ilave ederek ifade ederler. Mesala Mekkeye Merv şehrine Kervanın reisine adım vermişlerdir. İbn-i Zeyde göre ise "Kitabın anası" demek "Kitaptaki âyetin her türünü içinde toplayan" demektir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Kitabın anası" ifadesinden maksat, surelerin baş taraftandır. Çünkü Sûreler bu baş taraflanyla tanınırlar. Mesela, Bakara sûresi ile tanınır. Âl-i İmran sûresi ile tanınır.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Kalblerdeki eğrilik" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b. Cafer tarafından "Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunanlar" şeklinde, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından ise "Kalblerinde şek ve şüphe bulunanlar" şeklinde izah edilmiş, İbn-i Cüreyc de, bunlardan maksadın münafıklar olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar." buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyili bulunanlar, âyetlerin lafızları birbirine benzeyen ve mânâlan çeşitli olanlarına tabi olup onu çeşitli şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yoldan ayrılma hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, Âyetlerin te'villerini bilmekte güçsüz olan kimselerin kafalarım karıştırsınlar. Böylece kendi sapıklıklarını aşılama imkânı bulsunlar.

Abdullah b. Abbas bu ifadeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunan insanlar, muhkem olan âyetleri müteşabih olan âyetlere göre, müteşabih olan âyetleri de muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışırlar. Böylece insanların kafalarını karıştırmak isterler. Allah da onların kafalarını kanştırır.

Muhammed b. Cafer ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: "Kalblerinde haktan sapma duygusu bulunanlar, uydurdukları ve bid'at olarak icadettikleri şeyleri tasdik ettirmek için kitabın âyetlerinden çeşitli şekillerde yorumlanabilecek olanlarına uyarlar ki söylediklerine delil olsun ve ortaya bir şüphe atmış olsunlar.

Süddi de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Kalblerinde haktan sapma duygusu olanlar, neshedilen ve nesheden âyetlere tabi olurlar ve şöyle derler: "Niçin nesheden âyet gelinceye kadar, neshedilen âyetle şöyle amel edildi?" Sonra o bırakıldı ve nesheden âyetle amel edilmeye başlandı? Daha önce gelip te neshedilen âyetle amel etmektense daha baştan itibaren son gelen âyetle amel edilmiş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Buna göre Kur’an’ın bir yerinde geçen bir âyetle amel eden kimse cehennem azabına uğratılmakla tehdit edilmekte, başka bir yerde zikredilen bir âyette aynı ameli işleyene herhangi bir ceza vaadedilmemektedir. Bu nasıl olur?" derler ve böylece insanları saptırmaya çalışırlar.

Müfessirler bu âyette zikredilen ve kalblerinde haktan sapma isteği bulunduğu bildirilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Rebi' b. Enes, bunların, Resûlüllah’a gelen Necran Hrıstiyanlan olduklarını söylemiştir. Bu hususta Rebi'nin şunları söylediği rivâyet edilmektedir." Necran Hristiyanlarının heyeti Resûlüllah’a gelmiş, onunla tartışmaya girmiş ve şöyle demişlerdir: "Sen, İsanın, Allah'ın sözü ve ruhu olduğunu zannetmiyor musun?". Resûlüllah onlara "Evet o öyledir." demiştir. Hristiyanlar da "Senin bu sözün bizim için kâfidir." demişler, işte bunun üzerine Allahü teâlâ "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur’an’ın, müteşabih olan âyetlerine uyarlar." âyetini indirmiştir. Başka bir âyetinde de buyurmuştur ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra da ona "Ol" dedi ve o da Oluverdi Âl-i İmran 3/59

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen, sapma duygusu taşıyan insanlardan maksat, Yasir b. Ahtab, Huyey b. Ahtab gibi Resûlüllah’ın ve ümmetinin ne kadar devam edeceğini gibi mukattaa harflerden çıkarmaya çalışan Yahudilerdir. İşte Allahü teâlâ bu Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur: "Kalblerinde hidâyeten sapma isteği bulunan bu Yahudiler, çeşitli yönlere çekilebilen mukattaa harflerini te'vil etmeye geriştiler. Bundan maksatları fitne çıkarmak ve heva ve heveslerine göre âyetleri yorumlamaktır."

c- Katade ve Hazret-i Âişeden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen "Kalblerinde sapma duygusu bulunan kişiler "den maksat, Kur'an-ı Kerimin çeşitli te'villere ihtimali bulunan âyetlerini yanlış bir şekilde yorumlayarak Resûlüllah’ın getirdiği dine bid'at sokmak isteyen her insandır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. Katatle: "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur’an’ın müteşabih âyetlerine uyarlar" âyetini okuduktan sonra demiştir ki: "Şâyet, Haruriye (Harici) fırkası ve Sebeiyye fırkası bu insanlardan sayilmazlarsa başka kimler sayılacaktır? Yemin olsun ki, Bedir savaşına katılan, Hudeybiyede Resûlüllah ile birlikte Biat-i Rıdvan'ı yapan muhacirlerde ve Ensarda, bilgi edinmek için yeteri kadar haber, öğüt almak isteyen için yeteri kadar öğüt bulunmaktadır. Yeter ki kişi, aklını kullanıp gözünü açsın. Şüphesiz ki Hariciler, Medinede, Samda ve Irakta Resûlüllah’ın sahabileri bulunduğu bir zamanda Müslümanlara karşı çıktılar. O gün Resûlüllah’ın hanımları da hayattaydı. Vallahi, sahabilerden ve Resûlüllah’ın hanımlarından ne bir erkek ne de bir kadın Haricilere katıldı. Onlar, Haricilerin durumlarını tasvip etmiyorlar ve onlara meyletmiyorlardı. Bilakis onlar, Resûlüllah’ın, daha sonra ortaya çıkacak olan bu insanları ayıpladığını ve onları sıfatlarıyla tanıttığını anlatıyorlardı. Evet, sahabiler, Haricilere kalberiyle buğzediyor, dilleri ile yeriyor onlarla karşılaştıktan zaman elleriyle de sert davranıyorlardı. Yemin olsun ki eğer Haricilerin tutumları, doğru bir yol olsaydı onlar ümmetle birleşirdi. Fakat onların yollan sapıklıktı. Bu sebeple aynlığa düştüler. Evet, herhangi bir husus Allah'ın gönderdiği hükümler dışındaki bir şeyden kaynaklanırsa, o hususta çokça ihtilaf edildiğini görürsün. Hariciler, uzun zamandan beri bu işi istiyorlardı. Onlar bu işte başarılı olabildiler mi? Sübbahallah... Bu kavmin sonra gelenleri, daha önce geçmiş olanlardan nasıl oluyor da ibret almıyorlar? Şâyet onlar hidâyet üzere olsaydılar. Allah onları galip getirir ve başarıya ulaştırırdı, onlara yadım ederdi. Fakat onlar bâtıl üzere olduklan için Allah onları yalanladı ve ayaklanın kaydırdı. Gördüğünüz gibi Hariciler, her başlarını kaldırdıklarında Allah onların delillerini çürütmüş, konuştuklarını yalanlamış ve kanlarını akıtmıştır. Batıl düşüncelerini içlerinde gizlediklerinde de bu düşünceleri kalbelerinde bir yaraya dönüşmüş ve kendileri için bir üzüntü kaynağı olmuştur. Eğer onlar bunu açığa vuracak olurlarsa Allah onların kanlarını akıtmaktadır. Allah’a yemin olsun ki onların edindikleri din kötü bir dindir, Siz ondan kaçının. Allah’a yemin olsun ki Yahudilik bid'attir, Hristiyanlık bid'attır. Sebeilik bid'attır. Bunlar ne Allah'ın kitabında ne de Peygamberin sünnetinde bulunan şeylerdir.

Bu âyetin izahında Hazret-i Âişenin de şunlan söylediği rivâyet edilmektedir.

Resûlüllah: "Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) bu âyetler kitabın anasıdir. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğirilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimiz katındadır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür." âyetini okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Ey Âişe, sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki, işte Allah'ın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçmın Buhari, K. tefsir el-Kur'an, Sûre 3, bab: 1/Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 1 Hadis No. 2993, 2994

Taberi diyor ki: "Âyetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a indirdiği müteşabih âyetlere dayanarak Resûlüllah ile tartışmaya girişen kimseler hakkında inmiştir. Bu tartışma Hazret-i İsa hakkında veYa Resûlallah’ın ve ümmetinin ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların açıklamasını sadece Allah bilir." ifadesi göstermektedir ki, Resûlüllah ile tartışmaya girişen kimseler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri zamanı öğrenmeye çalışmışlardır.

Âyet-i kerime’de "Fitne çıkarmak için müteşabih olanlarına uyarlar" buyrulmaktadır. Burada zikredilen "Fitne"den maksat, "Allah’a ortak koşmak"tır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar Allah’a ortak koşmak istedikleri için mânâları anlaşılamayan müteşabih âyetlere uyarlar." demektir.

Mücahid ve Muhammed b. Cafere göre ise buradaki fitne"den maksat, şüphe sokmak ve insanların kafalarını kanştınnaktır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar, Kur’an’ın, çeşitli mânâlara yorumlamaya müsait bulunan müteşabih âyetlerine tabi olurlar ki, insanların kafalarını karıştırsınlar, böylece kalblerinde bulunan bâtıl düşüncelere bir delil bulabilsinler.

Taberi de bu görüşün daha evla olduğunu beyan etmiştir. Âyetin kinler hakkında indiği hususunda da özetle şunları söylem iştir: "Her ne kadar bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz müşrikler hakkında inmişse de, Kur’an’ın müteşabih âyetlerini te'vil ederek hak ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bırakıp müteşabih âyetleri alarak mü’minlerin kafasını karıştıran, böylece Allah'ın dinine bid'at sokmak isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu bid'at ister Hristiyanhğa tabi olanlar tarafından ortaya atılmış olsun isterse Yahudiliğe tabi olanlar tarafından, ister Mecusiler tarafından ortaya atılmış olsun, isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından ortaya atılmış olsun isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiler tarafından. Nitekim Resûlüllah bu hususta:

"Ey Âişe sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allah'ın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçının. Buhari K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 1 buyurmuştur." Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Fitne kelimesinin izahında, bundan maksadın, şüphe sokmak ve insanların kafasını kanştırak olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te bundan maksadın Allah’a ortak koşmak olduğunu söyleyen görüşü tercih etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i kerime, müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek istemeleri söz konusu değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri yorumlayarak insanların kalbine bazı şüpheleri sokmaları ve mü’minlerin kafalarını karıştırmaları, kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu itibarla fitneyi bu son anlamda yorumlamak daha evladır.

Âyet-i kerime’de "Arzularına göre açıklamak (Te'vil etmek) niyetiyle müteşabih olanlara uyarlar." buyrulmaktadır. Müfessirler, müşriklerin, müteşabih âyetleri, hangi şekliyle te'vil ettikleri takdirde heva ve heveslerine göre te'vil etmiş olcakları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbasa göre buradaki te'vilden maksat, Yahudilerin Kur'andaki gibi mukattaa harfleri, cümlelerin hesabında kulandan Ebced hesabıyla hesap yaparak Hazret-i Muhammedin ve ümetinin ömürünü bilmek istemeleridir. Yani, kıyametin ne zaman kopacağını tesbit etmeye çalışmalarıdır.

b- Süddiye göre ise buradaki te'vilden maksat, bir kısım insanların neshedici son hükümlerin gelmesinden önce onların ne zaman geleceklerini bilmeye çalışmalarıdır.

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise buradaki te'vilden maksat, Kur'an-ı Kerimin, çeşitli yorumlara müsait olan müteşabih âyetlerini, kalblerinde sapma bulunanların sapıklıkları doğrultusunda yorumlanılarıdır.

Taberiye göre ise, buradaki te'vilden maksat, Abdullah b. Abbas ve Süddinin dediği gibi, müteşabih âyetleri, geleceğe ait vakitleri bilmek için te'vil etmektir. Zira Allahü teâlâ, yapılan bu te'vili, kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir. Allahü teâlâdan başkasının bilmeyeceği şeyler ise, daha önce de beyan edildiği gibi, gelecekle ilgili vakit ve olaylardır.

Âyet-i kerime’de "Oysa bunların açıklamasını (te'vilini) sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik, hepsi rabbimiz katındandır." derler. Buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyî iki şekilde izah etmişlerdir.

a- Hazret-i Âişe, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz ve Malikin bu âyet-i kerime’yi mealde zikredildiği şekilde tefsir ettikleri Rivâyet edilmektedir. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bu müteşabih âyetlerin te'vilini yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gidenler bilmezler. Onlar, bu gibi âyetlere iman ettiklerini bildirirler.

b- Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, Rebi' b. Enes ve Muhammed b. Caferden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün te'vili şöyledir. "Müteşabih olan âyetlerin te'vilini ancak Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar, onların te'villerini bilmeleriyle birlikte, "Biz bunların hepsinin rabbimizin katından olduğuna iman ettik." derler.

Görüldüğü gibi

birinci görüşte olanlar, cümlenin "Bunun te'vilini ancak Allah bilir." ifadesiyle bittiğini "İlimde ileri gidenler" ifadesinin yeni bir cümle olduğunu söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar ise, "Bunun te'vilini ancak Allah bilir." ifadesiyle cümlenin bitmediğini, ilimde ileri gidenlerin de "Allah" lafzına bağlı olan edatla bağlandığını, bu itibarla, müteşabih olan âyetlerin mânâsını hem Allahü teâlânın hem de ilimde ileri gidenlerin bildiğini söylemişlerdir. Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve ilimde ileri gidenlerin, müteşabih âyetlerin te'villerini bilmeyeceklerini söylemiştir. Taberi, "Te'vil" kelimesinin Arapçada mânâsının, "Tefsir etmek, baş vurmak, bir şeyin neticesinf almak" mânâlarına geldiğini söylemiş ve buna dair Arap edebiyatından şiir örnekleri göstermiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "İlimde ileri gidenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Sağlam bilgi elde eden, bilgilerini kuvvetlice ezberleyen ve bilgilerine şek ve şüphe katmayan âlimlerdir." Ebudderda ve Ebû Ümame el-Bâhilî Resûlüllahtan" sarsılmaz şekilde sağlam olan" kimdir? diye sorulduğunu, Resûlüllah’ın da: "O, yeminini yerine getiren, lisanı doğruyu söyleyen, kalbi söylediğine göre doğru olan ve karnı iffetli olandır. İşte "İlmi sarsılmaz derecede sağlam olan budur." buyurduğunu söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Cüreyeden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen âlimlerin "İlimleri sarsılmayan" sıfatıyla sıfatlanmalarının sebebi, onların müteşabih âyetlere "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katmdadır." demelerindendir. Yani onların ilimlerinin sarsılmaz olması, imanlarının sağlam oluşundandır.

8

Onlar: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi (haktan) kaydırma, bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışta bulunansın (derler.)

O, ilimde ileri gidenler derler ki: "Ey rabbimiz, bizi hidâyete kavuşturup iman etmeye muvaffak kıldıktan sonra, kalblerimizi doğruluktan kaydırma. Kendi katından bizlere rahmet, başarı ve hakta kararlılık bahşet. Şüphesiz ki, sen kullarına nimetini çokça nasibedensin.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de sağlam ilim sahibi olanları: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi hidâyete erdirdikten sonra haktan saptırma." şeklindeki dualarından dolayı övgüsüne layık gördüğüne göre kaderi inkâr eden bir kısım cahillerin. "Allah'ın, bazı kullarının kalblerini itaatinden saptırması bir zulümdür." demelerinin açık bir yanlışlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira mesele onların iddia ettikleri gibi olsaydı: "Ey rabbimiz, bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan saptırma." diyenler övülmez bilakis kınanırdı. Ve ilimde ileri gidenler: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi haktan kaydırma." derlerken, "Ey rabbimiz sen, bize zulmetme, bize haksızlık yapma." demiş olurlardı ki böyle bir duayı ilmi sağlam olanlar değil cahiller yapmış olabilir. Çünkü Allahü teâlâ kullarına asla zulmetmez, onlara haksız davranmaz. Nitekim bunu kullarına bildirerek şöyle buyurmuştur: "... Rabbin, kullarına karşı asla zulmeden değildir. Fussilet sûresi, 41/46

Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasının ileri sürdüğü iddia fasit olduğuna göre buradan anlaşılmaktadır ki, Allahü teâlânın, kullarından bazılarının kalbini itaatinden saptırması onun tarafından bir adalettir. Bu sebepledir ki, kendisinden, kalblerini saptırmamasını isteyen kullarını övmüştür. Nitekim bu hususta Allahü teâlânın nezdinde büyük mevkii olan Resûlüllah’ın dahi ondan kalbini hakta kararlı kılmasını ve değiştirmemesini istemesi de bu gerçeği göstermektedir. Bu hususta Resûlüllahtan, birbirini destekleyen çeşitli hadisler Rivâyet edilmiştir.

Şehr b. Havşeb, Ümmü Selemeden şunları işittiğini rivâyet etmiştir.

Ümmü Seleme demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dualarında çokça "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." derdi. Dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, kalbler değişir mi? Resûlüllah buyurdu ki: "Evet, Allah'ın, Âdemoğullarından yarattığı hiçbir beşer yoktur ki onun kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. Eğer Aziz ve Celil olan Allah dilerse o kalbi düzeltir, dilerse kaydırır. Biz, rabbimiz olan Allah’tan dileriz ki bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan kaydırmasın. Yine ondan dileriz ki bize katından rahmet bahşetsin. Çünkü o, çokça bahşedendir." Ümmü Seleme diyor ki: Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim, kendim için yapacağım bir duayı bana öğretmez misin?" Resûlüllah dedi ki: "Evet, öğretirim." De ki: "Ey, Peygamber Muhammedin rabbi olan Allah'ım, sen benim günahlarımı affet, kalbimin öfkesini gider ve sağ kaldığım müddetçe beni saptıran fitnelerden koru. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.6 S. 302 /Tirmizî, K. ed-Dâvad, hab: 90 Hadis No. 3522

Diğer bir Rivâyette Şehr b. Havşeb diyor ki:

"Ümmü Sekmeye dedim ki: "Ey mü’minlerin annesi, Resûlüllah senin yanında kaldığı zaman onun en çok yaptığı dua neydi?" Dedi ki: "Onun en çok yaptığı dua: "Ey kalbleri (halden hale) çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." duasıydı. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, "Ey kalbleri çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." şeklindeki duanı ne çok yapıyorsun?" dedi ki: "Ey Ümmü Seleme, hiçbir insan yoktur ki onun kalbi Aziz ve Celil olan Allah'ın pamuklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. O, dilediğini düzeltir dilediğini kaydırır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. d S. 315

Enes, b. Malik diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen kalbimi elinin üzere sabit kıl." diyerek çokça dua ederdi. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana ve getirdiklerine iman ettik sen bizim için korkuyor musun?" Dedi ki: "Evet, çünkü kalbler, Allah'ın parmaklarından iki pamıağı arasındadır. O, bunları dilediği gibi çevirir Tirmizi, K. el-Katler, bab: 7 Hadis No. 2140 "Tirmizi, bu hadisin, Nevras Ümmü Seleme Abdullah b. Emr ve Hazret-i Âişeden Rivâyet edildiğini ve bu hadisin HASEN bir hadis olduğunu, bu hadisi bu senede. Enesin yerine, Cabir b. Abdullah'ları Rivâyet edenlerin de bulunduğunu, ancak Enesten Rivâyetin, daha sahih olduğunu söylemiştir.

Nevvas b. Sem'an el-Kilâbî diyor ki: "Ben Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim: "Hiçbir kalb yoktur ki o, âlemlerin rabbi olan Allah'ın parmaklarından iki parmağının arasında bulunmuş olmasın. O, kalbi düzeltmek istediğinde düzeltir, kaydırmak istediğinde de kaydırır." Nevvas diyor ki: "Resûlüllah şöyle derdi: "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen, kalblerimizi dinin üzere sabit kıl. Terazi, Aziz ve Celi olan rahmanın elindedir. Onun ketlerinden birini kaldırıp diğerini indirir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4 S. 182

Abdullah b. Amr b. el-Ass diyor ki:

"Ben, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim: " Şüphesiz ki bütün Âdemoğullarının kalbleri, Aziz ve Celil olan rahmanın parmaklarından iki parmağının arasındadır. O kalblerin hepsi bir kalb gibidir. Allah onları dilediği gibi çevirir. Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen bizim kalblerimizi itaatma Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S. 168

9

Ey rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez." derler.

Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde insanları bir araya toplayacak olansın. O gün bizleri affet ve esirge. Şüphesiz ki sen, sana iman edene ve Peygamberlerine tabi olana yaptığın vaadden dönmezsin.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Allah te al anın sıfatlarını haber verir mahiyete ise de aslında Kur’an’ın tümüne iman edenlerin dualarının bir kısmını beyan etmektedir."

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 922  H : 310)

 

TABERİ TEFSÎR-İ - (TÜRKÇE)

 

-

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç