246
Mûsa'dan sonra İsrailoğullarının İleri gelenlerini görmedin
mi? Hani onlar kendi peygamberlerine:
"Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda Savaşalım" demişlerdi. O da: "Şayet
Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayiverirseniz?" demişti Onlar: "Allah
yolunda ne diye Savaşmayalım? Hem yurdumuzdan çıkarıldık, hem de evlatlarımızdan
edildik" demişlerdi. Fakat onlara Savaş yazılınca içlerinden pek azı müstesna
yüz çevirdiler. Allah zâlimleri çok iyi bilendir.
Yüce
Allah burada İsrailoğulları arasında cereyan etmiş bir başka olayı
Savaşa teşvik etmek üzere sözkonusu etmektedir.
Burada geçen
"mele'
(ileri gelenler)":
İnsanların şerefli ve soyluları demektir. Âdeta şerefle dopdolu imişler gibi.
ez-Zeccâc der ki: Bu gibi kimseler
insanların ihtiyaç duydukları şeylerle dolup taştıklarından dolayı bu ismi
almışlardır.
Bu âyet-i kerimede ise mele'
kavmin kendisi demektir. Çünkü anlam bunu gerektiriyor. Mele' kavim ve raht
(üç ile dokuz arasındaki topluluk) gibi çokluk
ismidir. Yine mele' güzel huy anlamına da gelir.
Hadîs-i şerîfte geçen:
"Huyunuz (el-mele') güzel olsun, hepiniz pek yakında suya kanacaksınız."
hadisinde geçen "el-Mele’" kelimesi de burada huy anlamındadır. Bu
hadisi Müslim rivâyet etmiştir.
Müslim,
Mesâcid 311; Müsned, V, 298.
"Mûsa'dan"
Mûsa'nın vefatından sonra demektir.
"Hani
onlar kendi peygamberlerine bize bir
hükümdar gönder., demişlerdi."
Denildiğine göre bu
peygamber Şembl
(Samuel) b. Bal (veya
Bali) b. Alkame'dir. İbn Acuz diye de
bilinir. Şem'un da denilir. Bunu es-Süddî
söylemiştir. Ona İbn Acuz denilmesinin sebebi ise annesinin oldukça yaşlı bir
kadın iken, yüce Allah'tan çocuk sahibi
olmayı dilemesiydi. Bu dilekte bulunduğu sırada yaşlıydı ve çocuk doğuracak
halde değildi. Yüce Allah da ona Şemvî'i
ihsan etti. Buna "Sem'ûn" da denilir. Çünkü annesi
yüce Allah'a kendisine bir oğul ihsan etmesi için dua etmiş, Allah da
onun duasını kabul buyurmuştu. Doğurduğu oğluna da o da "Sem'ûn"
(Arapçada işitmek, kabul etmek anlamına gelen
semia'dan) ismini vermişti. O bununla Allah benim duamı işitip kabul etti
demek istemiştir. İbranîcede "sin" şin olur. (Sem'ûn
haline gelir). Sem'ûn, Hazret-i Yakub'un soyundandır. Mukâtil: Hazret-i
Harun soyundandır, der. Katâde der ki :
Burada sözü geçen peygamber Yûşa b.
Nûn'dur. İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir
görüştür. Çünkü Hazret-i Davud'un hükümdarlığı Hazret-i Mûsa'dan pek çok nesil
gelip geçtikten sonra sözkonusu olmuştur. Yûşa ise Hazret-i Mûsa'nın
beraberindeki gencin adıdır. el-Muhasibî ise bunun adının İsmail olduğunu
zikreder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bu âyet-i kerîme; zillete ve düşman
tarafında mağlubiyete duçar olmuş; İsrailoğullarından bir kavmin haberini
vermektedir. Bunlar peygamberlerinden
cihada izin verilmesini ve kendilerine cihadın emredilmesini istediler. Onlara
Savaşma emri verilince çoğunluk korktu, yan çizdi. Bir azınlık ise sabretti,
Allah da onlara yardımcı oldu. Nakledilen haberlerde sözü geçen bu kimselerin
önce öldürülüp sonra da diriltilen kimseler oldukları da söylenmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen ise Allah'tır.
"Savaşalım "
âyeti Cumhûrun
kıraatine göre birinci harfi "Nûn"dur ve son harfi de emrin
("gönder" emrinin) cevabı olduğundan dolayı
sükûnludur. ed-Dahhâk ve İbn Ebi Able ise
"nun" yerine "ya" ve fiili merfu olarak hükümdarın sıfatı olacak şekilde
okumuşlardır. (O takdirde: Bize Allah yolunda
Savaşacak bir hükümdar gönder, demek olur).
O da:
"Şayet... Savaşmayıverirseniz"
âyetinde geçen kelimesi "sin"
harfinin fethalı ve esreli okunması ile iki şekilde kullanılır. Nafi ikind
şekilde okumuştur. Diğerleri ise birinci şekilde okumuştur, daha meşhur olan da
budur. Ebû Hâtim der ki: Sin harfini esreli
okumanın uygun bir izahı olmaz. el-Hasen ve
Talha da böyle okumuşlardır.
Kurtubî, bu kelime'nin "sin" harfinin esreli
okunuşunun izahına dair lügat âlimlerinden naklen bazı açıklamalar kayd
etmektedir. Ayrıca tercüme etmeyi gerekli görmedik.
Burada bu ifadenin anlamı şudur:
Acaba sizler yüzçevirmeye, kaçmaya yakın kimseler değil misiniz?
"Şayet
Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayıverirseniz, demişti. Onlar: Allah
yolunda ne diye Savaşmayalım, demişlerdi."
el-Ferrâ' der ki: Yani bizi Savaşmaktan
alıkoyan nedir? Konuşurken seni namazdan alıkoyan nedir demek gibi. Şöyle de
denilmiştir: Bunun anlamı şudur: Allah yolunda Savaşmamak hususunda bizim ne
gerekçemiz olabilir ki? en-Nehhâs da der ki:
En güzel açıklama şekli de budur:
"Hem
yurdumuzdan çıkarıldık. Hem de evlâtlarımızdan edildik."
İşte bu da Savaşmalarını
gerektiren bir sebebi ifade ediyor. Yani biz
yurtlarımızdan çıkarılıp evlatlarımızdan edindiğimiz için Savaşmalıyız.
"Fakat
onlara Savaş yazılınca"
üzerlerine farz kılınınca
"içlerinden pek azı müstesna yüzçevirdiler."
Yüce Allah şunu haber vermektedir: Onlara Savaş farz kılınıp da
gerçeği gördüklerinde, Savaşa girişecek olurlarsa, ölmelerinin ihtimal dahilinde
olduğunu düşünmeye koyulunca
"yüzçevirdiler."
Yani niyetleri
sarsıldı, azim ve kararlılıkları gevşedi.
İşte rahat ve huzura meyleden
nimetlere düşkün ümmetlerin durumu budur. Bunlar üstünlük zamanlarında Savaşı
temenni ederler. Fakat Savaşmak zamanı gelince korkaklığa kapılır ve
nefislerinin tabiatının ardından giderler. İşte
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
şu Hadîs-i şerîfinde böyle bir
duruma düşmeyi yasaklamaktadır:
"Düşmanla karşılaşmayı temenni
etmeyiniz, Allah'tan afiyet dileyiniz, fakat onlarla karşılaştığınız dakdirde de
sebat gösteriniz."
Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir.
.... için bk. el-Bakara,
2/243. âyet 3. başlık s. 431
Daha sonra yüce Allah,
aralarından pek az bir kısmının ilk niyetleri üzere sebat gösterdiklerini ve
yüce Allah yolunda Savaşmak
kararlılıklarını sürdürdüklerini bize haber vermektedir.
247
Peygamberleri
onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" dedi. "O nasıl
olur da bizim başımıza hükümdar olur? Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha çok
hak sahibiyiz. Üstelik ona maldan bir bolluk da verilmemiştir" dediler.
"Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilimce de vücutça da bir
üstünlük vermiştir" dedi. Allah mülkünü dilediği kimseye verir, Allah Vâsidir,
Alîmdir.
Yüce Allah'ın:
"Peygamberleri
onlara:
"Muhakkak Allah sizlere Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir"
âyetinin anlamı şudur: Yani Allah sizin
dileğinizi kabul etmiştir. Tâlût saka idi. Onun tabaklık yaptığı da
söylenmiştir. Hayvanı sırtında yük taşıyan birisi olduğu da söylenmiştir. Âl-im
bir kişi idi. İşte bundan dolayı yüce Allah
onu yükseltmiştir. Bünyamin'in soyundandı.
Peygamberlik soyundan da değildi, hükümdarların geldiği soydan da
değildi. Peygamberlik Lâvîoğulları
arasında, hükümdarlık ise Yahuda kolunda idi. Bundan dolayı onun hükümdarlığına
tepki gösterdiler.
Vehb
b. Münebbih der ki: İsrailoğullarının ileri gelenleri Şemvîl b. Bâl'e
söylediklerini söyledikten sonra, o da yüce Allah'tan
kendilerine bir hükümdar göndermesini ve bu hükümdarı kendisine tanıtmasını
diledi. Yüce Allah ona şöyle buyurdu:
Evinde bulunan yağ tulumuna bir bak! Senin yanına bir adam gelip de o tulumdaki
yağdan bir ses çıkarsa bil ki o kimse İsrailoğullarının hükümdarıdır. O
hükümdarın başına o yağdan sür ve onların başına onları hükümdar olarak geçir.
(Vehb) der ki: Tâlût tabaklık yapıyordu.
Kaybettiği bir bineğini aramak üzere çıktı. Bineği hususunda kendisi için
Allah'a dua eder veya onun yanında bir çıkış
yolu bulur umuduyla Şemvîl'in yanına gitti. O sırada söylediklerine göre yağdan
ses geldi. Bunun üzerine Şemvîl kalkıp yağ tulumunu aldı, o yağdan Tâlût'un
başına sürdü ve ona dedi ki: Yüce Allah'ın
bana öne geçirmemi emrettiği İsrailoğullarının hükümdarı sensin. Sonra da
İsrailoğullarına:
"Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir"
dedi.
Tâlût ve Câlût Arapça olmayan
arapçalaştırılmış iki isimdir. Bu bakımdan bunlar munsarıf değildirler. Dâvûd
ismi de böyledir. Tâlût'un çoğulu Tavâlît, Câlût'un çoğulu Cevâlît, Davud'un
çoğuluda Devavid gelir. Birisine Tavus yahud Rakud ismini verecek olsan bu
isimler Arapça olmasa dahi, munsarıf olurlar. Bu iki isim ile öncekiler
arasındaki fark ise şudur: et-Tavus diyerek bunun başına elif lâm gelebilir.
Böylelikle bu isim araçada kendine göre bir yer edinmiş olur. Ancak böyle bir
durum öbürlerinde mümkün olmaz.
"O
nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?"
Yani hükümdarlığa biz daha bir lâyık iken o nasıl olur da bize hükümdar
olabilir? Bu sözleriyle onlar peygamberlere
zorluk çıkarmak Allah'ın emrinden yan çizme adetlerini sürdürüp gittiler. O
bakımdan
"nasıl
olur"
dediler. Yani bu hangi cihetle mümkün olabilir?
Halbuki bizler hükümdarların geldiği kola mensubuz. O ise böyle değildir.
Üstelik fakirdir. Böylelikle daha güçlü olan sebebi bir kenara bıraktılar. Bu
ise yüce Allah'ın ezelden beri tesbit
edilmiş kader ve kazasıdır. Sonunda onların
peygamberleri:
"Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir"
diye onlara karşı delil
getirdi. Yani onu üzerinize hükümdar olarak
seçen Allah'tır. Kesin ve tartışılmaz delil ise onun seçimidir.
Bununla birlikte Tâlût'un seçiliş
gerekçesini de onlara açıkladı. Bu ise ilimce ona verilen üstünlüktür. İlim ise
insanın en baş özelliğidir. Diğer bir özelliği ise ona cisimce verilen
üstünlüktür. Bu ise Savaşta insanın yardımcısı, düşmanla karşılaşılma halinde de
onun aracı durumundadır. Böylelikle bu ifade İmâmın sıfatını ve İmâmlığın
hallerini beyan etmeyi ihtiva etmektedir. İmâmlığa ilim, din ve güç ile hak
kazanılacağını, neseb ve soy ile ona hak kazanılamayacağını beyan etmektedir.
İlim ve ruhî faziletler karşısında nesebin İmâmlıkta herhangi bir payı yoktur.
Ve bunlar nesebden önce gelir. Çünkü yüce Allah
sahip olduğu bilgi ve güç dolayısıyla onu seçtiğini haber vermektedir. Neseb
itibariyle öbürleri ondan daha soylu olsalar bile.
Sûrenin baş taraflarında
İmâmet, İmâmetin şartlarına dair yeterli ve ayrıca birşeyler eklemeye gerek
bırakmayacak kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
bk. el-Bakara, 2/30. âyet 4. başlık ve 124. âyet 21-22.
başlıklar.
Bu âyet-i kerîme İmâmet hususunda aslî bir delildir.
İbn
Abbâs der ki: O günlerde Tâlût, İsrailoğulları arasında en bilgili kimse,
en güzel ve en kusursuz bir kişi idi. Vücutça bir üstünlük ise düşmana heybet
veren hususlar arasındadır.
Uzunluğu dolayısıyla adının Tâlût
olduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre vücutça üstünlük, pek çok hayır ve
kahramanlık özelliğine sahip olması demektir. Yoksa vücutça iriyanlık
kastedilmemiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Sen ufak tefek zayıf bir adam görürsün de onu küçümsersin
Fakat, elbiseler içerisinde, güçlü kuvvetli avına saldıran
bir aralandır o.
Hoşuna giden ve beğendiğin bir kimseyi görürsün de onu
sınamaya koyuldun mu
Bu kişi, hakkındaki kanaatinden farklı çıkar
Aklı olmadığı halde deve iriyandır
Ancak devenin iriyarılığının kendisine bir faydası yoktur."
Derim ki:
İşte Hazret-i Peygamber'in
hanımlarına söylediği şu söz de bu kabildendir:
"Aranızdan bana en çabuk kavuşacak olanınız, eli en uzun olanınızdır."
Buhârî, Zekât 11;
Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 101;
Nesâî, Zekât 59;
Müsned, VI, 121.
O bakımdan onlar
birbirleriyle el uzunluğunda (yani bol tasadduk ve
infakta) yarışırlardı. Aralarında ilk vefat eden Hazret-i Zeyneb olmuştu.
Çünkü o eliyle çalışır ve tasaddukta bulunurdu. Bu hadisi de
Müslim rivâyet etmiştir.
Kimi te'vil
(tefsir) âlimleri de şöyle demiştir: İlimden
kasıt, Savaş bilgisidir. Bu ise herhangi bir delil bulunmaksızın yapılan bir
tahsistir. Bilgice üstünlüğün, yüce Allah'ın
ona vahiy gönderdiği anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşe göre Tâlût
peygamberdi. İleride buna dair
açıklamalar da gelecektir.
"Allah
mülkünü dilediği kimseye verir."
Bazı te'vilciler bunun
yüce Allah'ın
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e söylediği bir söz olduğu görüşündedir.
Bunun Şemvî'lin sözlerinin devamı olduğu da söylenmiştir. Daha zahir olan da
budur. Şemvîl onlara, işi yokuşa sürdüklerini ve deliller hususunda boşuna
tartıştıklarını görünce; hakkında itirazın sözkonusu olamayacağı kat'î
ifadelerle sözlerini tamamlamak istedi. Ve yüce
Allah da:
"Allah
mülkünü dilediği kimseye verir"
diye buyurdu. Dünya mülkünün
yüce Allah'a izafe edilmesi, memlûkün
(yani malik olunanın) melike izafe edilmesi
demektir.
Daha sonra onlara kendileri
tarafından herhangi bir soru sorulmaksızın gıpta etmelerini sağlamak ve
dikkatlerini çekmek üzere:
"Onun
hükümdarlığının alâmeti..."
diye sözlerini sürdürdü.
Peygamberlerinin:
"Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir"
şeklindeki sözlerinin
doğruluğunun delilini, ondan istemiş olmaları da muhtemeldir.
(Bunun üzerine o da:
"Onun
hükümdarlığının alâmeti..."
diye cevap vermiştir.)
İbn Atiyye der ki: Ancak âyet-i kerimenin
akışından birinci anlamı daha zahir olarak anlaşılmaktadır.
İkincisi ise İsrailoğullarının hoş olmayan
huylan gereğini daha çok andırmaktadır. Taberî
de bu kanaati benimsemiştir.
248
Peygamberleri
onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o Tabut'un gelmesi olacaktır.
Onun içinde Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ ile Harun aile halklarının
terekesinden atta kalanlar vardır. Melekler onu yükleneceklerdir. Elbette bunda
sizin için bir alâmet vardır. Eğer îman etmiş iseniz."
"Peygamberleri
onlara dedi ki: Onun hükümdarlığının alameti, size o Tabutun gelmesi olacaktır."
Nakledildiğine göre Tabutu yüce Allah,
Âdem (aleyhisselâm)'a indirmiş idi. Bu Tabut,
Hazret-i Âdem'in yanında idi. Nihayet Hazret-i Yakub'a ulaşmıştı. Ordan da
İsrailoğullarına geçmişti. Kendileriyle Savaşan kimselere karşı onunla galip
geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti.
Sonunda yenilgiye uğratılıp Tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar
es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan
olan Câlût ve beraberindekiler idiler. Bunlar Tabutu İsrailoğullarından
almışlardı.
Derim
ki: İşte bu, Allah'a isyan etmenin, Allah'ın yardımından mahrum
kalınacağına en açık delildir. Bu da apaçıktır.
en-Nehhâs der ki: Tabuta dair âyet-i kerimeyle ilgili rivâyet olunduğuna
göre Tabutun içiden bir inilti işitilirdi. Böyle bir inilti işittikleri vakit
Savaşmaya giderlerdi. Bu inilti kesildi mi kendileri de yola gitmez, Tabut da
hareket etmezdi. Denildiğine göre, Savaşın en zorlu yerlerinde Tabutu
koyarlardı. Allah'a karşı gelip isyan edinceye kadar galip gelmeye devam
ettiler. İsyan ettikten sonra da yenilgiye uğradılar. Tabut onlardan alındı ve
zillete düştüler.
Kökten yok olmanın ve kendilerinden
söz edilmeyecek hale gelmenin belirtilerini görünce; bazıları bu işi kabullenmek
istemediler, bu durumları hakkında görüştüler. Nihayet ileri gelenleri bir araya
toplanıp zamanlarının peygamberlerine:
Bize bir hükümdar gönder (tayin et), dediler.
Onlara: Sizin hükümdarınız Tâlût'tur, deyince -yüce
Allah onlara dair haber verdiği şekilde- ona karşı soru sordular.
Onlara karşı kesin delilin varlığını feHdirince -Taberî'nin
görüşüne göre- buna dair delilin ne olduğunu sordular.
Peygamberlerine delilin ne olduğunu
sormaları üzerine o da Rabbine dua etti. Daha önce Tabutu ellerinden almış
olanlara bu dua sebebiyle -bu husustaki görüş ayrılığı olmakla beraber- bir
hastalık başgösterdi.
Denildiğine göre; bu Tabutu
putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü
yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının
bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun
üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah
olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve Tabutun altına atılmış
olduğunu gördüler. Bu sefer Tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar.
O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isabet etti. Kimisine göre de Tabutu basur
hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar.
Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce bu musibetlerinin tek
sebebinin bu Tabut olduğunu söylediler. Haydi bunu İsrailoğullarına geri
verelim, dediler. Bu Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine
bıraktılar. Bu öküzleri İsrailoğullarının yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde de
serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri
(asıl nüshada da böyle, Taberî'de: Öküzleri
şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrailoğullarının topraklarına
girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce
zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin Tabutu
taşımaları böyledir.
Bir diğer rivâyete göre; melekler
onu taşıyarak getirdiler. Yûşa b. Nûn bu Tabutu düzlük bir ovada bırakmıştır.
Rivâyet edildiğine göre onlar Tabutu havada gördüler, nihayet gelip aralarına
indi. Bunu da er-Rabi' b. Heysem söylemiştir. Vehb
b. Münebbih ise der ki: Tabutun ölçüleri yaklaşık olarak üçe iki zira'
şeklindeydi. el-Kelbi’ye göre bu Tabut tarak yapımında kullanılan şimşir
ağacından idi.
Zeyd b. Sabit "Tabut" kelimesini
"Tabuh" şeklinde okumuştur. Ancak herkes bunu "ta" ile
(Tabut şeklinde) okumaktadır ki buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.
Yine Zeyd b. Sabit'ten "et-teybût" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bunu
da en-Nehhâs zikretmektedir. Hamid b. Kays
ise (........) kelimesini ya'lı olarak
okumuştur. (Her ikisinin de anlamı: Yükleneceklerdir,
şeklindedir).
Yüce
Allah'ın:
"Onun
içinde Rabbinizden bir sekînet ve.. terikesinden arta kalanlar vardır"
âyetinde yer
alan bu sekînet'in ve arta kalanların ne olduğu hususunda insanlar farklı
görüşlere sahiptirler. Sekînet kelimesi, sükûn, vekar ve huzurdan alınmadır.
Yüce Allah'ın:
"Onun
içinde., bir sekinet.. vardır"
âyetinin anlamı da şudur:
Yani o Tabut, Talût ile ilgili ihtilafınızı
çözerek kalbinizin rahat ve huzur bulmasına sebep teşkil edecektir. Bunun bir
benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:
"Allah
da onun üzerine sekînetini indirmiştir."
(et-Tevbe, 9/40. âyet 10. başlık) Yani
yüce Allah onun üzerine kendisi
vasıtasıyla kalbinin sükûn bulacağı şeyi indirdi.
Şöyle de denilmiştir: Tabut
kalplerinin sükûn bulmasına sebep olduğunu kastetmektedir. Nerede olurlarsa
olsunlar Tabut sayesinde sükûn buluyorlar Savaşta beraberlerinde olduğu takdirde
Tabut çevresinden kaçmıyorlardı.
Vehb
b. Münebbih de der ki: Sekînet, Allah tarafından gelen ve konuşan bir ruhtur.
Onlar herhangi bir mesele hakkında anlaşmazlığa düştükleri vakit, arzu ettikleri
hususa dair açıklamayı belirterek konuşurdu. Savaşta yüksek sesle bağırdı mı,
zafer onların olurdu.
Ali b.
Ebî Tâlib ise der ki: Sekînet insan yüzü gibi yüzü olan oldukça sür'atli
esip geçen bir rüzgardır. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sekînet
gelişigüzel esen ve iki başı bulunan bir rüzgardır.
Mücâhid de der ki: Sekînet kedi gibi bir hayvandır, iki kanadı, kuyruğu
vardır. Gözlerinin de bir parıltısı vardır. Orduya baktı mı bozguna uğrar.
İbn
Abbâs der ki: Sekînet cennetten gelme altından bir leğendir. Bununla
peygamberlerin kalpleri yıkanırdı.
es-Süddî de böyle demiştir.
İbn Atiyye ise der ki: Sahih olan ise
Tabut'ta peygamberlerin
kalıntılarından ve izlerinden faziletli birtakım şeyler olduğudur. İnsanlar
ruhen bununla sükûn bulur, rahatlar ve güçlenirdi.
Derim ki:
Müslim'in Sahihinde el-Bera'dan şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Adamın birisi Kehf Sûresi'ni okuyordu. Yakınında da iki
ipe bağlanmış bir at vardı. Üstünden bir bulut onu örttü. Bu bulut dönüp
yaklaşmaya başladı; diğer taraftan at da ondan ürküp duruyordu. Sabahı ettiğinde
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Bunu ona anlatınca
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"İşte o, sekînettir, Kur'ân-ı Kerîm için indi."
Buhârî,
Menâkıb 25, Fedâilu'l-Kur'ân 11; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 240-241; Tirmizî,
Fedâilu'l-Kur'ân 6
Ebû Said
el-Hudrî yoluyla gelen
Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir.
Useyd b. el-Hudayr bir gece hurma kuruttuğu yerde Kur'ân okuyordu... Bu hadiste
şu ifadeler de geçmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"İşte onlar meleklerdi; senin okuyuşunu dinliyordu. Şayet
okumaya devam etseydin, insanlar sabahı ettiğinde onları göreceklerdi ve
melekler onlardan gizlenmeyecekti."
Bu hadisi de Buhârî ve
Müslim rivâyet etmiştir.
Buhârî,
Fedâilu'l-Kur'ân 15; Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 242; Müsned, III, 81
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
bir seferinde görülen sekînet'in inişi olduğunu haber verirken, diğerinde
bunun meleklerin inişi olduğunu söylemiştir. İşte bu, sekînetin o gölge
içerisinde olduğunu ve bunun her zaman için meleklerle birlikte nazil olduğunu
göstermektedir. Bu rivâyetlerde sekinet bir ruhtur
veya ruhu olan birşeydir, diyenler lenine bir delil vardır. Çünkü
akletmeyen bir varlık için Kur'ân'ı dinlemek sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Yüce
Allah'ın:
"Ve
Mûsâ ile Harun aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır"
âyetinde sözü geçen
"arta
kalan"ın
mahiyetiyle ilgili olarak farklı görüşler belirtilmiştir. Bunun Hazret-i
Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası ve Tevrat'ın yazılı olduğu levhalardan
bazı küçük parçalar olduğu söylenmiştir. Çünkü Tevrat levhaları Hazret-i Mûsâ
tarafından bırakılınca kırılmıştı. Bu görüş İbn
Abbâs'a aittir. İkrime şunları da
rivâyet eder: Bu Tevrat'tır. Ebû Salih ise der ki: Kalıntı Mûsa'nın asası,
elbiseleri, Harun'un elbiseleri ve Tevrat'tan iki levha idi. Atiyye b. Sa'd der
ki: Bu kalıntı Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası, her ikisinin
elbiseleri ve Tevrat levhalarının küçük ufalmış parçalarıydı.
es-Sevrî der ki: Bazıları kalıntının, altından bir leğen içerisinde bir
kafiz kadar men, Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un sarığı ve Tevrat
levhalarının kırıntıları olduğunu söylerler. Kimisi de bunlar asa ve Hazret-i
Mûsa'nın ayakkabıları idi, demektedir.
Bu ise şu anlama gelir: Hazret-i
Mûsâ kavminin yanına Tevrat’ın levhalarını getirip geldiğinde, onların da
buzağıya tapmış olduklarını görünce kızgınlığından dolayı Tevrat levhalarını
bıraktı ve bu levhalar kırıldı. Bu levhaların sağlam olanlarını aldıktan sonra,
parçalanan, ufalan parçaları da alıp Tabuta koydu.
ed-Dahhâk da der ki:
"Kalıntı"
cihad ve düşmanlarla Savaştır.
İbn Atiyye de der ki:
Yani buna dair emir o Tabutta idi. Ya Tabutun
içerisinde yazılı idi ya da Tabutun bizzat
gelişi böyle bir emrin verilmesi gibiydi. Kalıntının Mûsâ hanedanına ve Hanin
hanedanına isnad edilmesi, bu işin bir kavimden bir kavime geçip durması
dolayısıyla idi. Hepsi de Mûsâ ve Harun'un ailesinden idiler. Bir kişinin ailesi
(âli) onun yakınları, akrabaları demektir. Buna
dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/49.
âyet 2 ve 3. başlıklar) geçmiş bulunmaktadır.
|