Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

39

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

246

Mûsa'dan sonra İsrailoğullarının İleri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar kendi peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda Savaşalım" demişlerdi. O da: "Şayet Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayiverirseniz?" demişti Onlar: "Allah yolunda ne diye Savaşmayalım? Hem yurdumuzdan çıkarıldık, hem de evlatlarımızdan edildik" demişlerdi. Fakat onlara Savaş yazılınca içlerinden pek azı müstesna yüz çevirdiler. Allah zâlimleri çok iyi bilendir.

Yüce Allah burada İsrailoğulları arasında cereyan etmiş bir başka olayı Savaşa teşvik etmek üzere sözkonusu etmektedir.

Burada geçen

"mele' (ileri gelenler)": İnsanların şerefli ve soyluları demektir. Âdeta şerefle dopdolu imişler gibi. ez-Zeccâc der ki: Bu gibi kimseler insanların ihtiyaç duydukları şeylerle dolup taştıklarından dolayı bu ismi almışlardır.

Bu âyet-i kerimede ise mele' kavmin kendisi demektir. Çünkü anlam bunu gerektiriyor. Mele' kavim ve raht (üç ile dokuz arasındaki topluluk) gibi çokluk ismidir. Yine mele' güzel huy anlamına da gelir. Hadîs-i şerîfte geçen: "Huyunuz (el-mele') güzel olsun, hepiniz pek yakında suya kanacaksınız." hadisinde geçen "el-Mele’" kelimesi de burada huy anlamındadır. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Mesâcid 311; Müsned, V, 298.

"Mûsa'dan" Mûsa'nın vefatından sonra demektir.

"Hani onlar kendi peygamberlerine bize bir hükümdar gönder., demişlerdi." Denildiğine göre bu peygamber Şembl (Samuel) b. Bal (veya Bali) b. Alkame'dir. İbn Acuz diye de bilinir. Şem'un da denilir. Bunu es-Süddî söylemiştir. Ona İbn Acuz denilmesinin sebebi ise annesinin oldukça yaşlı bir kadın iken, yüce Allah'tan çocuk sahibi olmayı dilemesiydi. Bu dilekte bulunduğu sırada yaşlıydı ve çocuk doğuracak halde değildi. Yüce Allah da ona Şemvî'i ihsan etti. Buna "Sem'ûn" da denilir. Çünkü annesi yüce Allah'a kendisine bir oğul ihsan etmesi için dua etmiş, Allah da onun duasını kabul buyurmuştu. Doğurduğu oğluna da o da "Sem'ûn" (Arapçada işitmek, kabul etmek anlamına gelen semia'dan) ismini vermişti. O bununla Allah benim duamı işitip kabul etti demek istemiştir. İbranîcede "sin" şin olur. (Sem'ûn haline gelir). Sem'ûn, Hazret-i Yakub'un soyundandır. Mukâtil: Hazret-i Harun soyundandır, der. Katâde der ki : Burada sözü geçen peygamber Yûşa b. Nûn'dur. İbn Atiyye der ki: Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Hazret-i Davud'un hükümdarlığı Hazret-i Mûsa'dan pek çok nesil gelip geçtikten sonra sözkonusu olmuştur. Yûşa ise Hazret-i Mûsa'nın beraberindeki gencin adıdır. el-Muhasibî ise bunun adının İsmail olduğunu zikreder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu âyet-i kerîme; zillete ve düşman tarafında mağlubiyete duçar olmuş; İsrailoğullarından bir kavmin haberini vermektedir. Bunlar peygamberlerinden cihada izin verilmesini ve kendilerine cihadın emredilmesini istediler. Onlara Savaşma emri verilince çoğunluk korktu, yan çizdi. Bir azınlık ise sabretti, Allah da onlara yardımcı oldu. Nakledilen haberlerde sözü geçen bu kimselerin önce öldürülüp sonra da diriltilen kimseler oldukları da söylenmektedir. Doğrusunu en iyi bilen ise Allah'tır.

"Savaşalım " âyeti Cumhûrun kıraatine göre birinci harfi "Nûn"dur ve son harfi de emrin ("gönder" emrinin) cevabı olduğundan dolayı sükûnludur. ed-Dahhâk ve İbn Ebi Able ise "nun" yerine "ya" ve fiili merfu olarak hükümdarın sıfatı olacak şekilde okumuşlardır. (O takdirde: Bize Allah yolunda Savaşacak bir hükümdar gönder, demek olur).

O da:

"Şayet... Savaşmayıverirseniz" âyetinde geçen kelimesi "sin" harfinin fethalı ve esreli okunması ile iki şekilde kullanılır. Nafi ikind şekilde okumuştur. Diğerleri ise birinci şekilde okumuştur, daha meşhur olan da budur. Ebû Hâtim der ki: Sin harfini esreli okumanın uygun bir izahı olmaz. el-Hasen ve Talha da böyle okumuşlardır. Kurtubî, bu kelime'nin "sin" harfinin esreli okunuşunun izahına dair lügat âlimlerinden naklen bazı açıklamalar kayd etmektedir. Ayrıca tercüme etmeyi gerekli görmedik.

Burada bu ifadenin anlamı şudur: Acaba sizler yüzçevirmeye, kaçmaya yakın kimseler değil misiniz?

"Şayet Savaş üzerinize farz kılınır da Savaşmayıverirseniz, demişti. Onlar: Allah yolunda ne diye Savaşmayalım, demişlerdi." el-Ferrâ' der ki: Yani bizi Savaşmaktan alıkoyan nedir? Konuşurken seni namazdan alıkoyan nedir demek gibi. Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı şudur: Allah yolunda Savaşmamak hususunda bizim ne gerekçemiz olabilir ki? en-Nehhâs da der ki: En güzel açıklama şekli de budur:

"Hem yurdumuzdan çıkarıldık. Hem de evlâtlarımızdan edildik." İşte bu da Savaşmalarını gerektiren bir sebebi ifade ediyor. Yani biz yurtlarımızdan çıkarılıp evlatlarımızdan edindiğimiz için Savaşmalıyız.

"Fakat onlara Savaş yazılınca" üzerlerine farz kılınınca

"içlerinden pek azı müstesna yüzçevirdiler." Yüce Allah şunu haber vermektedir: Onlara Savaş farz kılınıp da gerçeği gördüklerinde, Savaşa girişecek olurlarsa, ölmelerinin ihtimal dahilinde olduğunu düşünmeye koyulunca

"yüzçevirdiler." Yani niyetleri sarsıldı, azim ve kararlılıkları gevşedi.

İşte rahat ve huzura meyleden nimetlere düşkün ümmetlerin durumu budur. Bunlar üstünlük zamanlarında Savaşı temenni ederler. Fakat Savaşmak zamanı gelince korkaklığa kapılır ve nefislerinin tabiatının ardından giderler. İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şu Hadîs-i şerîfinde böyle bir duruma düşmeyi yasaklamaktadır: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah'tan afiyet dileyiniz, fakat onlarla karşılaştığınız dakdirde de sebat gösteriniz." Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. .... için bk. el-Bakara, 2/243. âyet 3. başlık s. 431 Daha sonra yüce Allah, aralarından pek az bir kısmının ilk niyetleri üzere sebat gösterdiklerini ve yüce Allah yolunda Savaşmak kararlılıklarını sürdürdüklerini bize haber vermektedir.

247

Peygamberleri onlara: "Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" dedi. "O nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur? Halbuki biz hükümdarlığa ondan daha çok hak sahibiyiz. Üstelik ona maldan bir bolluk da verilmemiştir" dediler. "Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilimce de vücutça da bir üstünlük vermiştir" dedi. Allah mülkünü dilediği kimseye verir, Allah Vâsidir, Alîmdir.

Yüce Allah'ın: "Peygamberleri onlara:

"Muhakkak Allah sizlere Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" âyetinin anlamı şudur: Yani Allah sizin dileğinizi kabul etmiştir. Tâlût saka idi. Onun tabaklık yaptığı da söylenmiştir. Hayvanı sırtında yük taşıyan birisi olduğu da söylenmiştir. Âl-im bir kişi idi. İşte bundan dolayı yüce Allah onu yükseltmiştir. Bünyamin'in soyundandı. Peygamberlik soyundan da değildi, hükümdarların geldiği soydan da değildi. Peygamberlik Lâvîoğulları arasında, hükümdarlık ise Yahuda kolunda idi. Bundan dolayı onun hükümdarlığına tepki gösterdiler.

Vehb b. Münebbih der ki: İsrailoğullarının ileri gelenleri Şemvîl b. Bâl'e söylediklerini söyledikten sonra, o da yüce Allah'tan kendilerine bir hükümdar göndermesini ve bu hükümdarı kendisine tanıtmasını diledi. Yüce Allah ona şöyle buyurdu: Evinde bulunan yağ tulumuna bir bak! Senin yanına bir adam gelip de o tulumdaki yağdan bir ses çıkarsa bil ki o kimse İsrailoğullarının hükümdarıdır. O hükümdarın başına o yağdan sür ve onların başına onları hükümdar olarak geçir. (Vehb) der ki: Tâlût tabaklık yapıyordu. Kaybettiği bir bineğini aramak üzere çıktı. Bineği hususunda kendisi için Allah'a dua eder veya onun yanında bir çıkış yolu bulur umuduyla Şemvîl'in yanına gitti. O sırada söylediklerine göre yağdan ses geldi. Bunun üzerine Şemvîl kalkıp yağ tulumunu aldı, o yağdan Tâlût'un başına sürdü ve ona dedi ki: Yüce Allah'ın bana öne geçirmemi emrettiği İsrailoğullarının hükümdarı sensin. Sonra da İsrailoğullarına:

"Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" dedi.

Tâlût ve Câlût Arapça olmayan arapçalaştırılmış iki isimdir. Bu bakımdan bunlar munsarıf değildirler. Dâvûd ismi de böyledir. Tâlût'un çoğulu Tavâlît, Câlût'un çoğulu Cevâlît, Davud'un çoğuluda Devavid gelir. Birisine Tavus yahud Rakud ismini verecek olsan bu isimler Arapça olmasa dahi, munsarıf olurlar. Bu iki isim ile öncekiler arasındaki fark ise şudur: et-Tavus diyerek bunun başına elif lâm gelebilir. Böylelikle bu isim araçada kendine göre bir yer edinmiş olur. Ancak böyle bir durum öbürlerinde mümkün olmaz.

"O nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olur?" Yani hükümdarlığa biz daha bir lâyık iken o nasıl olur da bize hükümdar olabilir? Bu sözleriyle onlar peygamberlere zorluk çıkarmak Allah'ın emrinden yan çizme adetlerini sürdürüp gittiler. O bakımdan

"nasıl olur" dediler. Yani bu hangi cihetle mümkün olabilir? Halbuki bizler hükümdarların geldiği kola mensubuz. O ise böyle değildir. Üstelik fakirdir. Böylelikle daha güçlü olan sebebi bir kenara bıraktılar. Bu ise yüce Allah'ın ezelden beri tesbit edilmiş kader ve kazasıdır. Sonunda onların peygamberleri:

"Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir" diye onlara karşı delil getirdi. Yani onu üzerinize hükümdar olarak seçen Allah'tır. Kesin ve tartışılmaz delil ise onun seçimidir.

Bununla birlikte Tâlût'un seçiliş gerekçesini de onlara açıkladı. Bu ise ilimce ona verilen üstünlüktür. İlim ise insanın en baş özelliğidir. Diğer bir özelliği ise ona cisimce verilen üstünlüktür. Bu ise Savaşta insanın yardımcısı, düşmanla karşılaşılma halinde de onun aracı durumundadır. Böylelikle bu ifade İmâmın sıfatını ve İmâmlığın hallerini beyan etmeyi ihtiva etmektedir. İmâmlığa ilim, din ve güç ile hak kazanılacağını, neseb ve soy ile ona hak kazanılamayacağını beyan etmektedir. İlim ve ruhî faziletler karşısında nesebin İmâmlıkta herhangi bir payı yoktur. Ve bunlar nesebden önce gelir. Çünkü yüce Allah sahip olduğu bilgi ve güç dolayısıyla onu seçtiğini haber vermektedir. Neseb itibariyle öbürleri ondan daha soylu olsalar bile.

Sûrenin baş taraflarında İmâmet, İmâmetin şartlarına dair yeterli ve ayrıca birşeyler eklemeye gerek bırakmayacak kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. bk. el-Bakara, 2/30. âyet 4. başlık ve 124. âyet 21-22. başlıklar. Bu âyet-i kerîme İmâmet hususunda aslî bir delildir.

İbn Abbâs der ki: O günlerde Tâlût, İsrailoğulları arasında en bilgili kimse, en güzel ve en kusursuz bir kişi idi. Vücutça bir üstünlük ise düşmana heybet veren hususlar arasındadır.

Uzunluğu dolayısıyla adının Tâlût olduğu söylenmiştir. Yine denildiğine göre vücutça üstünlük, pek çok hayır ve kahramanlık özelliğine sahip olması demektir. Yoksa vücutça iriyanlık kastedilmemiştir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"Sen ufak tefek zayıf bir adam görürsün de onu küçümsersin

Fakat, elbiseler içerisinde, güçlü kuvvetli avına saldıran bir aralandır o.

Hoşuna giden ve beğendiğin bir kimseyi görürsün de onu sınamaya koyuldun mu

Bu kişi, hakkındaki kanaatinden farklı çıkar

Aklı olmadığı halde deve iriyandır

Ancak devenin iriyarılığının kendisine bir faydası yoktur."

Derim ki: İşte Hazret-i Peygamber'in hanımlarına söylediği şu söz de bu kabildendir: "Aranızdan bana en çabuk kavuşacak olanınız, eli en uzun olanınızdır." Buhârî, Zekât 11; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 101; Nesâî, Zekât 59; Müsned, VI, 121. O bakımdan onlar birbirleriyle el uzunluğunda (yani bol tasadduk ve infakta) yarışırlardı. Aralarında ilk vefat eden Hazret-i Zeyneb olmuştu. Çünkü o eliyle çalışır ve tasaddukta bulunurdu. Bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir.

Kimi te'vil (tefsir) âlimleri de şöyle demiştir: İlimden kasıt, Savaş bilgisidir. Bu ise herhangi bir delil bulunmaksızın yapılan bir tahsistir. Bilgice üstünlüğün, yüce Allah'ın ona vahiy gönderdiği anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşe göre Tâlût peygamberdi. İleride buna dair açıklamalar da gelecektir.

"Allah mülkünü dilediği kimseye verir." Bazı te'vilciler bunun yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e söylediği bir söz olduğu görüşündedir. Bunun Şemvî'lin sözlerinin devamı olduğu da söylenmiştir. Daha zahir olan da budur. Şemvîl onlara, işi yokuşa sürdüklerini ve deliller hususunda boşuna tartıştıklarını görünce; hakkında itirazın sözkonusu olamayacağı kat'î ifadelerle sözlerini tamamlamak istedi. Ve yüce Allah da:

"Allah mülkünü dilediği kimseye verir" diye buyurdu. Dünya mülkünün yüce Allah'a izafe edilmesi, memlûkün (yani malik olunanın) melike izafe edilmesi demektir.

Daha sonra onlara kendileri tarafından herhangi bir soru sorulmaksızın gıpta etmelerini sağlamak ve dikkatlerini çekmek üzere:

"Onun hükümdarlığının alâmeti..." diye sözlerini sürdürdü. Peygamberlerinin:

"Muhakkak Allah size Tâlût'u bir hükümdar göndermiştir" şeklindeki sözlerinin doğruluğunun delilini, ondan istemiş olmaları da muhtemeldir. (Bunun üzerine o da: "Onun hükümdarlığının alâmeti..." diye cevap vermiştir.) İbn Atiyye der ki: Ancak âyet-i kerimenin akışından birinci anlamı daha zahir olarak anlaşılmaktadır. İkincisi ise İsrailoğullarının hoş olmayan huylan gereğini daha çok andırmaktadır. Taberî de bu kanaati benimsemiştir.

248

Peygamberleri onlara dedi ki: "Onun hükümdarlığının alâmeti size o Tabut'un gelmesi olacaktır. Onun içinde Rabbinizden bir sekînet ve Mûsâ ile Harun aile halklarının terekesinden atta kalanlar vardır. Melekler onu yükleneceklerdir. Elbette bunda sizin için bir alâmet vardır. Eğer îman etmiş iseniz."

"Peygamberleri onlara dedi ki: Onun hükümdarlığının alameti, size o Tabutun gelmesi olacaktır." Nakledildiğine göre Tabutu yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'a indirmiş idi. Bu Tabut, Hazret-i Âdem'in yanında idi. Nihayet Hazret-i Yakub'a ulaşmıştı. Ordan da İsrailoğullarına geçmişti. Kendileriyle Savaşan kimselere karşı onunla galip geliyorlardı. Bu durum isyana başladıkları vakte kadar böylece sürüp gitti. Sonunda yenilgiye uğratılıp Tabut ellerinden alındı. Onu ellerinden alanlar es-Süddî'nin dediğine göre Amalikalılardan olan Câlût ve beraberindekiler idiler. Bunlar Tabutu İsrailoğullarından almışlardı.

Derim ki: İşte bu, Allah'a isyan etmenin, Allah'ın yardımından mahrum kalınacağına en açık delildir. Bu da apaçıktır.

en-Nehhâs der ki: Tabuta dair âyet-i kerimeyle ilgili rivâyet olunduğuna göre Tabutun içiden bir inilti işitilirdi. Böyle bir inilti işittikleri vakit Savaşmaya giderlerdi. Bu inilti kesildi mi kendileri de yola gitmez, Tabut da hareket etmezdi. Denildiğine göre, Savaşın en zorlu yerlerinde Tabutu koyarlardı. Allah'a karşı gelip isyan edinceye kadar galip gelmeye devam ettiler. İsyan ettikten sonra da yenilgiye uğradılar. Tabut onlardan alındı ve zillete düştüler.

Kökten yok olmanın ve kendilerinden söz edilmeyecek hale gelmenin belirtilerini görünce; bazıları bu işi kabullenmek istemediler, bu durumları hakkında görüştüler. Nihayet ileri gelenleri bir araya toplanıp zamanlarının peygamberlerine: Bize bir hükümdar gönder (tayin et), dediler. Onlara: Sizin hükümdarınız Tâlût'tur, deyince -yüce Allah onlara dair haber verdiği şekilde- ona karşı soru sordular. Onlara karşı kesin delilin varlığını feHdirince -Taberî'nin görüşüne göre- buna dair delilin ne olduğunu sordular. Peygamberlerine delilin ne olduğunu sormaları üzerine o da Rabbine dua etti. Daha önce Tabutu ellerinden almış olanlara bu dua sebebiyle -bu husustaki görüş ayrılığı olmakla beraber- bir hastalık başgösterdi.

Denildiğine göre; bu Tabutu putlarının bulunduğu bir mabede koydular. Sabah olunca putlarının yüz üstü yıkılmış olduklarını görüyorlardı. Bir diğer görüşe göre; onu putlarının bulunduğu yerde büyük putun altına koydular. Sabah olduğunda tabutun putun üzerinde olduğunu gördüler. Tabutu alıp putun ayaklarına bağladılar. Sabah olduğunda putun el ve ayaklarının kesilmiş olduğunu ve Tabutun altına atılmış olduğunu gördüler. Bu sefer Tabutu alıp bir kavmin yaşadığı kasabaya bıraktılar. O kavmin boyunlarına birtakım ağrılar isabet etti. Kimisine göre de Tabutu basur hastalığına yakalanan bir kavmin büyük abdest bozdukları bir yere bıraktılar. Her nasıl ise bu konudaki musibet ve belaları büyüyünce bu musibetlerinin tek sebebinin bu Tabut olduğunu söylediler. Haydi bunu İsrailoğullarına geri verelim, dediler. Bu Tabutu iki öküz tarafından sürüklenen bir araba üzerine bıraktılar. Bu öküzleri İsrailoğullarının yaşadıkları bölgeye doğru bir yerde de serbest bıraktılar. Allah'ın gönderdiği iki melek bu inekleri (asıl nüshada da böyle, Taberî'de: Öküzleri şeklindedir) sürüyorlardı. Sonunda İsrailoğullarının topraklarına girdiler. O sırada da Tâlût meselesi üzerinde duruyorlardı. Bunu da görünce zafer kazanacaklarından emin oldular. İşte bu rivâyete göre meleklerin Tabutu taşımaları böyledir.

Bir diğer rivâyete göre; melekler onu taşıyarak getirdiler. Yûşa b. Nûn bu Tabutu düzlük bir ovada bırakmıştır. Rivâyet edildiğine göre onlar Tabutu havada gördüler, nihayet gelip aralarına indi. Bunu da er-Rabi' b. Heysem söylemiştir. Vehb b. Münebbih ise der ki: Tabutun ölçüleri yaklaşık olarak üçe iki zira' şeklindeydi. el-Kelbi’ye göre bu Tabut tarak yapımında kullanılan şimşir ağacından idi.

Zeyd b. Sabit "Tabut" kelimesini "Tabuh" şeklinde okumuştur. Ancak herkes bunu "ta" ile (Tabut şeklinde) okumaktadır ki buna dair açıklamalar önceden geçmiştir. Yine Zeyd b. Sabit'ten "et-teybût" şeklinde okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bunu da en-Nehhâs zikretmektedir. Hamid b. Kays ise (........) kelimesini ya'lı olarak okumuştur. (Her ikisinin de anlamı: Yükleneceklerdir, şeklindedir).

Yüce Allah'ın:

"Onun içinde Rabbinizden bir sekînet ve.. terikesinden arta kalanlar vardır" âyetinde yer alan bu sekînet'in ve arta kalanların ne olduğu hususunda insanlar farklı görüşlere sahiptirler. Sekînet kelimesi, sükûn, vekar ve huzurdan alınmadır. Yüce Allah'ın:

"Onun içinde., bir sekinet.. vardır" âyetinin anlamı da şudur: Yani o Tabut, Talût ile ilgili ihtilafınızı çözerek kalbinizin rahat ve huzur bulmasına sebep teşkil edecektir. Bunun bir benzeri de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Allah da onun üzerine sekînetini indirmiştir." (et-Tevbe, 9/40. âyet 10. başlık) Yani yüce Allah onun üzerine kendisi vasıtasıyla kalbinin sükûn bulacağı şeyi indirdi.

Şöyle de denilmiştir: Tabut kalplerinin sükûn bulmasına sebep olduğunu kastetmektedir. Nerede olurlarsa olsunlar Tabut sayesinde sükûn buluyorlar Savaşta beraberlerinde olduğu takdirde Tabut çevresinden kaçmıyorlardı.

Vehb b. Münebbih de der ki: Sekînet, Allah tarafından gelen ve konuşan bir ruhtur. Onlar herhangi bir mesele hakkında anlaşmazlığa düştükleri vakit, arzu ettikleri hususa dair açıklamayı belirterek konuşurdu. Savaşta yüksek sesle bağırdı mı, zafer onların olurdu.

Ali b. Ebî Tâlib ise der ki: Sekînet insan yüzü gibi yüzü olan oldukça sür'atli esip geçen bir rüzgardır. Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sekînet gelişigüzel esen ve iki başı bulunan bir rüzgardır. Mücâhid de der ki: Sekînet kedi gibi bir hayvandır, iki kanadı, kuyruğu vardır. Gözlerinin de bir parıltısı vardır. Orduya baktı mı bozguna uğrar.

İbn Abbâs der ki: Sekînet cennetten gelme altından bir leğendir. Bununla peygamberlerin kalpleri yıkanırdı. es-Süddî de böyle demiştir. İbn Atiyye ise der ki: Sahih olan ise Tabut'ta peygamberlerin kalıntılarından ve izlerinden faziletli birtakım şeyler olduğudur. İnsanlar ruhen bununla sükûn bulur, rahatlar ve güçlenirdi.

Derim ki: Müslim'in Sahihinde el-Bera'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Adamın birisi Kehf Sûresi'ni okuyordu. Yakınında da iki ipe bağlanmış bir at vardı. Üstünden bir bulut onu örttü. Bu bulut dönüp yaklaşmaya başladı; diğer taraftan at da ondan ürküp duruyordu. Sabahı ettiğinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Bunu ona anlatınca Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "İşte o, sekînettir, Kur'ân-ı Kerîm için indi." Buhârî, Menâkıb 25, Fedâilu'l-Kur'ân 11; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 240-241; Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 6

Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir. Useyd b. el-Hudayr bir gece hurma kuruttuğu yerde Kur'ân okuyordu... Bu hadiste şu ifadeler de geçmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İşte onlar meleklerdi; senin okuyuşunu dinliyordu. Şayet okumaya devam etseydin, insanlar sabahı ettiğinde onları göreceklerdi ve melekler onlardan gizlenmeyecekti." Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân 15; Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 242; Müsned, III, 81

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir seferinde görülen sekînet'in inişi olduğunu haber verirken, diğerinde bunun meleklerin inişi olduğunu söylemiştir. İşte bu, sekînetin o gölge içerisinde olduğunu ve bunun her zaman için meleklerle birlikte nazil olduğunu göstermektedir. Bu rivâyetlerde sekinet bir ruhtur veya ruhu olan birşeydir, diyenler lenine bir delil vardır. Çünkü akletmeyen bir varlık için Kur'ân'ı dinlemek sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın:

"Ve Mûsâ ile Harun aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır" âyetinde sözü geçen

"arta kalan"ın mahiyetiyle ilgili olarak farklı görüşler belirtilmiştir. Bunun Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası ve Tevrat'ın yazılı olduğu levhalardan bazı küçük parçalar olduğu söylenmiştir. Çünkü Tevrat levhaları Hazret-i Mûsâ tarafından bırakılınca kırılmıştı. Bu görüş İbn Abbâs'a aittir. İkrime şunları da rivâyet eder: Bu Tevrat'tır. Ebû Salih ise der ki: Kalıntı Mûsa'nın asası, elbiseleri, Harun'un elbiseleri ve Tevrat'tan iki levha idi. Atiyye b. Sa'd der ki: Bu kalıntı Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un asası, her ikisinin elbiseleri ve Tevrat levhalarının küçük ufalmış parçalarıydı.

es-Sevrî der ki: Bazıları kalıntının, altından bir leğen içerisinde bir kafiz kadar men, Hazret-i Mûsa'nın asası, Hazret-i Harun'un sarığı ve Tevrat levhalarının kırıntıları olduğunu söylerler. Kimisi de bunlar asa ve Hazret-i Mûsa'nın ayakkabıları idi, demektedir.

Bu ise şu anlama gelir: Hazret-i Mûsâ kavminin yanına Tevrat’ın levhalarını getirip geldiğinde, onların da buzağıya tapmış olduklarını görünce kızgınlığından dolayı Tevrat levhalarını bıraktı ve bu levhalar kırıldı. Bu levhaların sağlam olanlarını aldıktan sonra, parçalanan, ufalan parçaları da alıp Tabuta koydu. ed-Dahhâk da der ki:

"Kalıntı" cihad ve düşmanlarla Savaştır. İbn Atiyye de der ki: Yani buna dair emir o Tabutta idi. Ya Tabutun içerisinde yazılı idi ya da Tabutun bizzat gelişi böyle bir emrin verilmesi gibiydi. Kalıntının Mûsâ hanedanına ve Hanin hanedanına isnad edilmesi, bu işin bir kavimden bir kavime geçip durması dolayısıyla idi. Hepsi de Mûsâ ve Harun'un ailesinden idiler. Bir kişinin ailesi (âli) onun yakınları, akrabaları demektir. Buna dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet 2 ve 3. başlıklar) geçmiş bulunmaktadır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç