Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

38

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

238

Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin. Allah için huşû' ve itaatla durun.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- Bütün Ümmet Namaz Kılmak Emrine Muhataptır:

Yüce Allah'ın:

"Devam edin" âyeti bütün ümmete yönelik bir hitaptır. Âyet-i kerîme namazlan vakitlerinde, bütün şartlarıyla birlikte kılmaya dikkat ve özen göstermeyi emretmektedir.

Muhafaza etmek (mealde: Devam etmek); bir şeye devam etmek ve ısrarla onu sürdürmek demektir.

"Orta" anlamına gelen " el-vustâ" ise

"el-evsat" kelimesinin müennesidir. Birşeyin vasatı hayırlısı ve en mutedil olanı demekdir. Yüce Allah'ın:

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." (el-Bakara, 2/143) âyeti de bu kabildendir ki buna dair açıklamalar daha önceden (2/143. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öven bir Bedevi Arap da şöyle demektedir:

"Ey bütün insanların övünülmeye değer hususlarında en hayırlı ve mutedil

(evsat) olanı Ve ey hayırlı bir anne ve bir babanın evladı olarak insanların en kerim olanı!"

Özellikle

"orta namaz (es-salâtu'l-vustâ)"nın sözkonusu edilmesi -daha önceden genel olarak namazların kapsamına girmiş olduğu halde- bu namazın şerefini ifade etmek içindir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Hani Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık. Senden de Nûh'tan da..." (el-Ahzab, 33/7);

"İkisinde pek çok meyve, hurma ve nar vardır." (er-Rahmân, 55/68)

Ebû Cafer el-Vasıtî, teşvik anlamını (iğrâ) ifade etmek üzere şeklinde okumuştur. Özelikle orta namaza dikkat ediniz, demektir. el-Hulvanî de böyle okumuştur. Kalun ise Nafi'den rivâyetle sonrasında "ta" harfi geldiği için "el-Vusta" kelimesindeki "sin" harfini "sad" diye okumuştur. Çünkü bu iki harfin mahreçleri birdir. Aynı zamanda bunlar "es-Sırat" ve benzerlerinde olduğu gibi iki ayrı söyleyiştir.

2- "Orta Namaz" Hangisidir?

İlim adamları orta namazın hangisi olduğunu tayin etmek hususunda on farklı görüş belirtmişlerdir:

1- Birinci görüşe göre bu, öğlen namazıdır. Çünkü günün başlangıcı ile ilgili iki görüşten sahih olanına göre tan yerinin ağarması ile olur ve bu durumda öğlen namazı günün ortasında yer alır. Bu konudaki görüşleri sıralarken öğlen namazı olduğu görüşünden başlamamızın sebebi, İslâm'da kılınan ilk namazın öğlen namazı oluşundandır.

Öğlen namazının orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Zeyd b. Sabit, Ebû Said el-Hudrî, Abdullah b. Ömer ve Âişe (Allah hepsinden razı olsun) de vardır.

Bu namazın öğle namazı olduğuna delil olan hususlardan birisi de Hazret-i Âişe ile Hazret-i Hafsa'nın: "Namazlara ve özellikle orta namaza ve ikindi namazına devam ediniz" şeklinde söylemeleridir. Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 25, 26; Müslim, Mesâcid 207.

Rivâyet edildiğine göre bu namaz müslümanlar için en ağır gelen namazdı. Çünkü bu namazın vakti, öğlen sıcağında ve mallarında çalışmaktan oldukça yorgun argın düştükleri bir sırada gelirdi.

Ebû Dâvûd, Zeyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazını öğlen sıcağında kıldırırdı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına ondan daha ağır gelen hiçbir namaz olmazdı. Bunun üzerine:

"Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" âyeti nazil oldu ve dedi ki: Bu namazdan önce de iki namaz, ondan sonra da iki namaz vardır. Ebû Dâvûd, Salat 5.

Mâlik Muvatta’''ında Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned'inde Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Orta namaz öğlen namazıdır. Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 27. et-Tayalisî şunu da ekler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı oldukça sıcak vakitte kılardı. Ahmed A. Raman el-Benna, Minhatu’l-Ma’bud, 1, 70.

2- İkinci görüşe göre bu ikindi namazıdır. Çünkü ondan önce iki tane gündüz namazı ondan sonra da iki tane gece namazı vardır. en-Nen, beliğlerin üsluplarından değildir. Çünkü böyle bir anlayış aynı anlamdaki kelimelerin tekrarını gerektirir. Eğer bir kelimeyi mücerred bir manaya hamletmek mümkün ise insanların kullandıkları ifadelerde bile bunu tekrara hamletmeyiz . Nasıl herşeyi bihass der ki: Böyle bir delillendirmeden daha güzel bir delillendirme de şudur: Ona "orta" denilmesinin sebebi birisi ilk farz kılınan diğeri ise ikinci olarak farz kılınan iki namaz arasında olmasıdır.

İkindi namazının orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib, İbn Abbâs, İbn Ömer, Ebû Hüreyre ve Ebû Said el-Hudrî (Allah hepsinden razı olsun) de vardır. Bu Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da tercih ettiği görüştür. Şâfiî ve eser ehlinin çoğunluğu da bu görüştedir. Abdülmelik b. Habib de bunu benimsemiştir. İbnu'l-Arabî "el Kabes" adlı eserinde İbn Atiyye de Tefsirinde bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İnsanların çoğunluğu bu görüştedir, ben de bunu benimsiyorum. Bunlar görüşlerine bu konuda Müslim ve başkaları tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfleri delil gösterirler. Bunlar arasında en açık nas ise İbn Mes'ûd'un naklettiği şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Orta namaz'dan ikindi namazından bizi alıkoydular..." Müslim, Mesacid 206; Tirmizî, Salat 19, Tefsir 2. SÛRE 32. Bu manadaki diğer hadisler ve kaynakları için biraz sonra gelecek üçüncü başlıktaki notlara bakınız. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen sahih bir hadistir, demiştir. Bizler buna dair daha geniş açıklamalarımızı "el-Kabes fi Şerhi Muvatta’'i Maliki İbn Enes" adlı eserimizde yapmış bulunmaktayız.

3- Bu görüşün sahiplerine göre orta namaz akşa namazıdır. Bunu Kubaysa b. Ebi Züeyb bir topluluk ile birlikte söylemiştir. Bu konudaki delilleri ile rekat sayısı itibari le ortada olmasıdır. Rekat sayısı en aşağı sayıdakiler gibi de değildir, en fazla ol nlar gibi de değildir. Ve ayrıca yolculukta bu namaz kasredilmez. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bu namazı ne vaktinden sonraya bırakmış ne de önceye almıştır. Bundan sonra ise cehri kılınan iki tane namaz, ondan önce ise sirrî (gizlice) okunan iki namaz vardır. Âişe (r. anha) yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah nezdinde namazların en faziletli olanı akşam namazıdır. Yolcudan olsun ikamet edenden olsun bu namazı kaldırmamıştır. Allah o namaz ile gece namazını açmış ve onunla gündüz namazını kapatmıştır. Her kim akşam namazını kılar, ardından da iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray yaptırır. Her kim ondan sonra dört rekat namaz kılarsa, Allah ona yirmi yılın günahlarını -veya kırk yılın günahlarını- bağışlar." "En faziletli namaz akşam namazıdır; kim ondan sonra iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray verir." şeklinde: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 309.

4- Yatsı namazı olduğunu söyleyenler. Çünkü bu namaz kasredilmeyen iki namaz arasında yer alır. Uyku vaktinde bu namazın vakti girmekle birlikte, ertelenmesi müstehaptır. Bu ise ağır gelir. O bakımdan özellikle buna dikkat edilmesi için te'kidde bulunulmuştur.

5- Beşinci görüşe göre ise orta namaz sabah namazıdır. Çünkü kendisinden önce açıktan okunan iki gece namazı, kendisinden sonra da gizliden okunan iki gündüz namazı vardır. Ve bu namazın vakti insanlar uykudayken girer. Bu namaza soğuğun şiddeti dolayısıyla soğuk zamanlarda kalkmak, gecenin kısalığı dolayısıyla da yazın kalkmak ağır bir iştir.

Bu namazın orta namaz olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Abbas (r. anhuma) da vardır. Bunu Muvatta’''da İmâm Mâlik belağ yoluyla (yani Mâlik; bu ikisinden bana ulaştığına göre diyerek) nakletmiştir. Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 28. Tirmizî de bunu İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan ta'lik yoluyla (senedini zikretmeksizin) kaydetmiştir. Tirmizî, Salât 19.

Ayrıca bu Cabir b. Abdullah'tan da rivâyet edilmiştir. Bu Mâlik ve arkadaşlarının da görüşüdür. Kuşeyrî'nin kendisinden naklettiğine göre Şâfiî de buna meyletmiştir. Hazret-i Ali'den gelen sahih rivâyet ise bunun ikindi namazı olduğudur. Yine ondan bu husus sahih ve bilinen bir yolla rivâyet edilmiştir.

Orta namazın sabah namazı olduğunu söyleyenler yüce Allah'ın:

"Allah için kanitler olarak durunuz" yani o namazda kunut yapınız demektir. Sabah namazı dışında kunutun emrolunduğu bir başka namaz yoktur.

Ebû Reca der ki: İbn Abbâs bize Basra'da sabah namazını kıldırdı. Rükûdan önce o namazda kunut okudu ve ellerini kaldırdı. Namazı bitirdikten sonra şöyle dedi: İşte yüce Allah'ın kendisinde kunut okuyanlar olarak kalkmamızı emrettiği orta namaz budur.

Enes de der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazında rüküdan sonra kunut okumuştur. Buhârî, Vitr 6; Müslim, Mesâcid 298; Nesâî, İftitâh 27; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 120. Kunutun hükmü ve ilim adamlarının bu konudaki görüşleri Âl-i İmrân Sûresi'nde yüce Allah'ın:

"İşten sana ait hiçbir şey yoktur." (Âl-i İmrân, 3/128) âyetini açıklarken gelecektir.

6- Cuma namazıdır, diyenler. Çünkü bu namazın cemaat ile kılınması, bu namazda hutbe okunması ve bu namazın bayram gibi değerlendirilmesi özellikleri arasındadır. Bunu İbn Habib ve Mekkî zikretmektedir.

Müslim ise Abdullah (b. Mes'ûd)'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cumadan geri kalan bir topluluğa şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kimseye cemaate namaz kıldırmasını emredip sonra da cuma namazına gelmeyen birtakım kimselerin evlerini içlerinde oldukları halde yakmayı içimden geçirdim." Müslim, Mesâcid 254

7- Bu görüşe göre orta namaz aynı zamanda sabah ve ikindi namazlarıdır. Bunu eş-Şeyh Ebû Bekr el-Ebherî söylemiştir. Delil olarak da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini göstermiştir: "Gece melekleri ile gündüz melekleri sizin aranızda biri ötekinin arkasından gider gelirler... Buhârî, Mevâkît 16, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesâcid 210; Nesâî, Salât 21; Muvatta’', Kasnı's-Salât 82; Müsned, II, 257, 312, 486. Bunu Ebû Hüreyre rivâyet etmiştir.

Cerir b. Abdullah da dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyorduk. Ondördünde aya baktı ve dedi ki: "Sizler şu ayı gördüğünüz şekilde onu görmek için nasıl herhangi bir sıkıntı çekmiyor iseniz Rabbinizi de böylece göreceksiniz. Şayet güneşin doğuşundan önce bir namaz ve batışından önce de bir namazı kaçırmamak gücünüz varsa bunu yapınız." -Bununla da ikindi ve sabah namazlarını kastetmektedir.- Daha sonra Cerir yüce Allah'ın:

"Rabbine hamd ile güneşin doğmasından önce ve güneşin batmasından önce tesbih et." (Ta-ha, 20/130) Buhârî, Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 211; Ebû Dâvûd, Sünne 19; Müsned, IV, 362, 365.

Umare b. Rueybe der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce namaz kılan hiçbir kimse asla cehenneme gitmeyecektir." Müslim, Mesâcid 213, 214; Ebû Dâvûd, Salât 9; Nesâî, Salât 13, 21; Müsned, IV, 126, 261. Yine bunda kastedilen sabah ve ikindi namazlarıdır. Yine ondan gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Her kim iki serinlik vaktindeki namazı kılarsa cennete girer." Buhâri, Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 215; Dârimi, Salât 136; Müsned, IV, 80

Bütün bunlar Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabittir. Sabah ve ikindi namazlarına "iki serinlik" adının veriliş sebebi serin zamanlarda eda edilmelerinden dolayıdır.

8- Orta namaz yatsı ve sabah namazıdır. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh) vefatı ile sonuçlanan hastalığında şöyle demiştir: Dinleyiniz ve geride kalanlarınıza da tebliğ ediniz. Şu iki namaza, yatsı ve sabah namazlarına gereken dikkati ve devamı gösteriniz. -Bunların cemaatle kılınmalarını kastediyor- Şayet sizler bu iki namazda neler olduğunu biliyor olsaydınız, dirsekleriniz ve dizleriniz üzere emekleyerek dahi olsa bu namazlara giderdiniz. Bunu Ömer ve Osman söylemiştir.

Hadis İmâmları da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedirler: "Şayet onlar yatsı ve sabah namazlarında neler olduğunu bilselerdi emekleyerek dahi olsa o namazları kılmaya gelirlerdi. -Ve devamla buyurdu ki:- Şüphesiz bu iki namaz münafıklara en ağır gelenlerdir." Hadisin münafıklara dair bölümü dahil yer aldığı bazı kaynaklar; Müslim, Mesâcid 252; Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, tmâme 45; İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimî, Salât 53. Münafıklara dair bölümü müstesna olmak üzere yer aldığı bazı kaynaklar: Buhârî, Ezan 9, 32, 34, 73, Şehâdât 30; Müslim, Salât 129; Nesâî, Mevâkît 22, Ezan 31; İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimi, Salât 54; Muvatta’', Salâtu'l-Cemâa 6, Salât 3...

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını cemaatle kılan kimsenin gecesini namazla geçirmiş gibi ecir alacağını, yatsıyı cemaatle kılanın da gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi değerlendirileceğini ifade buyurmuştur. Bunu Mâlik, Hazret-i Osman'dan mevkuf olarak zikrederken Müslim de merfu olarak rivâyet etmiş, Ebû Dâvûd ve Tirmizî de ondan (Hazret-i Osman'dan) şöylece rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim yatsı namazını cemaatle birlikte kılarsa gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi olur. Her kim yatsı ve sabah namazını cemaatle birlikte kılarsa bir geceyi namazla kılmış gibi olur." Müslim, Mesâcid 260; Ebû Dâvûd, Salât 47; Tirmizî, Salât 51; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 7.

Bu ise Mâlik'in ve Müslim'in rivâyet ettiğinden farklı bir rivâyettir.

9- Bir görüşe göre de beş vakit namazın tümü orta namazdın Bunu da Muaz b. Cebel söylemiştir. Çünkü yüce Allah'ın:

"Namazlara... devam edin" âyeti nafile olsun farz olsun bütün namazlan kapsar. Daha sonra özellikle farz olan namazı zikretmektedir.

10- Orta namazın hangisi olduğu tayin edilmemiştir. Bunu da Nafi', İbn Ömer'den nakletmiş, ayrıca er-Rabi' b. Heysem de böyle demiştir. Şanı yüce Allah, Kadir gecesini Ramazan ayı içerisinde, duanın kabul edileceği ayın cuma gecesinde ve gece saatlerinde saklamıştır ki; gece karanlıklarında kalkıp gizlilikleri bilene yalvarıp yakarsınlar diye. Orta namazı da aynı sebeple namazlar arasında saklı tutmuştur.

Orta namazın müphem bırakılıp tayin edilmemiş olduğu görüşünün sahih olduğuna dair delillerden birisi de Müslim'in Sahih'inde ilgili babın sonlarında el-Berâ b. Âzib'den yaptığı şu rivâyettir. el-Berâ dedi ki: Şu "namazlara ve özellikle ikindi namazına devam ediniz" âyeti nazil oldu. Biz bunu yüce Allah dilediği kadar bir süre okuduk. Daha sonra yüce Allah bunu neshetti ve bunun yerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" diye nazil oldu. Adamın birisi: O halde bu namaz ikindi namazıdır dedi. el-Berâ dedi ki: Ben sana bunun nasıl nazil olduğunu ve yüce Allah'ın bunu nasıl neshettiğini söyledim. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim, Mesâcid 208. Orta namazın hangisi olduğuna dair görüşler ve delilleri toplu olarak meselâ, İbn Abdi’l-Berr, el-lstizkûr, V, 418 vd.; ile et-Temhîd, IV, 273 vd.; Suyûtî, ed-Durr, I, 718 vd. de görülebilir.

O halde bu şunu gerektirir: Orta namaz önce tayin edilmiş iken daha sonra onun bu tayini neshedildi, müphem bırakıldı ve bu tayin ortadan kaldırıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Müslim'in tercihi de budur. Çünkü bu hadisi ilgili babın sonuna kaydetmiştir. Müteahhir ilim adamlarından birden çok kişi de böyle demiştir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Çünkü bu konuda deliller çatışmakta, tercihi gerektiren bir sebep ortada bulunmamaktadır. Geriye bütün namazlara gereken dikkati göstererek devam etmek ve bunları vakitleri içerisinde eda etmekten başka birşey kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Bazı Rivâyetlerdeki "İkindi Namazı" İlavesinin Mahiyeti:

Orta namaza dair bu görüş ayrılığı daha önce Hazret-i Âişe'nin azadlısı Ebû Yûnus yoluyla gelen ve sözünü ettiğimiz hadisteki: "Ve ikindi namazına" fazlalığının batıl olduğuna delildir. Ebû Yûnus bu fazlalığı Hazret-i Âişe kendisine Kur'ân okumak üzere bir mushaf yazmasını emrettiği vakit kaydetmişti. Orta namazın ikindi namazı olduğunu belirten ve burada Ebû Yûnus yoluyla Hazret-i Âişe rivâyetinin zikredildiği yerler. Müslim, Mesâcid 207; Ebû Dâvûd, Salât 5; Tirmizî. Tefsir 2. sûre 29; Nesâî, Salât 14; Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 25; Müsned, VI, 73, 178.

Orta namaz'ın ikindi namazı olduğuna delâlet eden sair rivâyetler: Buhârî, Tefsir 2. sûre 42; Müslim, Mesâcid 35; Ebû Dâvûd, Salât 5; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 30, 31, 32; Nesâi, Salât 14; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 26-28

İlim adamlarımız der ki: Bu fazlalık Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bir tefsir gibidir. Buna Amr b. Rafi'in hadisi delalet etmektedir. O der ki: Hafsa bana kendisine bir mushaf yazmamı emretti.. Bu rivâyette şu ifadeler de vardır: Bana: "Namazlara ve özellikle orta namaza -ki o da ikindi namazıdır- devam edin; Allah için huşu ve itaatla durun" diye okudu ve dedi ki: Ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan böylece okurken dinledim. Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 721-722.

Buna göre Hazret-i Hafsa'nın: "Ki o da ikindi namazıdır" ifadesi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yüce Allah'ın kelamında geçen "orta namazı" tefsir etmiş olduğuna delildir ki bu da onun: "Ki o da ikindi namazıdır" şeklindeki sözü ile olmuştur.

Yine Nafi, Hazret-i Hafsa'dan; Hazret-i Âişe'den rivâyet edildiği gibi "Ve ikindi namazına" diye de rivâyet etmiştir. Yine Hazret-i Hafsa'dan "Ve" bağlacı olmaksızın sadece "ikindi namazına " diye de rivâyet edilmiştir.

Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Fazladan nakledilen bu sözdeki bu farklılık bu fazlalığın batıl olduğunun ve müslüman cemaatin ittifakla kabul ettiği mushaf olan İmâm Mushaf ta kaydedilen şeklin sıhhatinin delilidir.

Bu görüş aleyhine bir diğer delil daha vardır. O da şudur: "Özellikle orta namaza ve ikindi namazına" diyenler orta namazı ikindi namazından farklı bir namaz olarak tesbit etmiş olur. Bu ise Abdullah (b. Mes'ûd)'un rivâyet ettiği Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu Hadîs-i şerîfini reddeder: Abdullah dedi ki: Ahzab günü (Hendek Savaşında) müşrikler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı güneş sararıncaya kadar ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Bunlar bizleri orta namazı kılmaktan alıkoydular. Allah karınlarını ve kabirlerini ateşle doldursun.." Müslim, Mesâcid 206; İbn Mâce, Salât 6. Bu manada Ali (radıyallahü anh) yoluyla gelen rivâyet için de bk. Buhârî, Cihâd 98, Meğâzî 29, Tefsir 2. sûre 42; Müslim, Mesâcid 202-205; Tirmizî, Tefsir 2. sûre 31; Nesâî, Salât 14; İbn Mâce, Salât 6.

4- Vitir Namazı Farz mıdır?

Yüce Allah'ın:

"Ve özellikle orta namaza" âyeti, vitir namazının vacip (farz) olmadığına delildir. Çünkü müslümanlar farz namazlarının sayılarının yediden az, üçten çok olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Üç ile yedi arasında tek sayı ise sadece beştir. Çift sayıların ortası ise yoktur. O bakımdan farz namaz sayısının beş olduğu sabit olur. İsra hadisinde ise: "Kılınacak namazlar beş tanedir ve bunlar elli (gibi)dir. Söz benim nezdimde değişikliğe uğramaz" Buhâri, Salât 1, Enbiyâ 5, Tevhid 37; Müslim, Îman 263; Tirmizî, Salât 45; Nesâî, Salât 5; İbn Mâce, İkametu's-Salât 194. diye buyurulmaktadır.

5- Allah'ın Huzurunda İtaatle Durmak (kunut):

Yüce Allah'ın:

"Allah için kunut edenler olarak durun" âyetinde kastedilen, namazlarınızda haliniz bu olsun, demektir.

Yüce Allah'ın "Kunut edenler" âyetinin anlamı hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. en-Nehaî, itaat edenler diye açıklamıştır. Cabir b. Zeyd, Atâ ve Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir. ed-Dahhâk da der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen "kunut" kökünden gelen her kelime ile kastedilen itaattir. Ebû Said de bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklederek söylemiştir. Ebû Said el-Hudrî, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kur'ân'da kunut'un sözkonusu edildiği her yerde, ondan kasıt, itaattir." (Müsned, III, 75) Her din mensubu bugün isyan edenler olarak kalkarken, bu ümmete: Allah için itaat edenler olarak namaza durun, denilmiştir.

Mücâhid der ki: "Kunut edenler," huşu ile durun demektir. Kunut: Uzun süre rükû' yapmaktır. Huşu: Gözünü sakınmak ve alçak gönüllülüktür. er-Rabi' der ki: Kunut, uzun süre kıyamda durmaktır. İbn Ömer de böyle demiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur:

"Yoksa gece saatlerinde kıyamda durarak secde ederek itaatte bulunan (kânit) o kimse mi... "(ez-Zumer, 39/9) Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Namazın en faziletlisi kunûtu uzun olandır." Müslim, Salâtu'l-Müsafirîn 164; Tirmizî, Salât 168; Nesâî, Zekât 49; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 200; Müsned, III, 202, 391, 412. Hadisi Müslim ve başkaları da rivâyet etmiştir. Şair de der ki:

"Allah'a kânit, olarak Rabbine dua eder

Ve kastî olarak insanlardan uzak durmuştur."

Buna dair açıklamalar da önceden geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/116. âyet 5. başlık)

İbn Abbâs'tan: "Kânitler olarak"ın dua edenler olarak anlamına geldiği rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ay boyunca Ri'l ve Zekvân'a beddua ederek kunut yaptı denilmektedir.

Bazıları burada kunut dua etti demektir, derken; bazıları da uzunca kıyam yaptı demektir, derler.

es-Süddî der ki: "Kunut edenler olarak" âyeti susanlar olarak demektir. Buna dair delili ise âyet-i kerimenin namazda konuşmayı yasaklamak üzere nazil olduğudur. İslâm'ın ilk dönemlerinde namazda konuşmak mubah idi. Sahih olan da budur. Çünkü Müslim ve başkaları Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Namazda olduğu halde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam verirdik; o da bizim selamımızı alırdı. Necaşî'nin yanından geri dönünce ona selam verdik, selamımızı almadı. Ey Allah'ın Rasûlü, dedik. Önceleri namazda iken sana selam verir, sen de selamımızı alırdın. Şöyle buyurdu: "Namazda (başka şeylerle uğraşmayı engelleyecek kadar) bir meşguliyet vardır." Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, 15; Menâkıbu'l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 34; Ebû Dâvûd, Salât 166; Müsned, I, 376, 409.

Zeyd b. Erkam da der ki: Namazda iken konuşuyorduk. Namazda biri yanıbaşındaki arkadaşı ile konuşurdu. Ve bu yüce Allah'ın:

"Allah için huşu ve itaatla (kânitler olarak) durun" âyeti nazil oluncaya kadar böyle sürdü. Bu âyetle susmamız emrolondu ve konuşmamız yasaklandı. Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43; Müslim, Mesâcid 35; Tirmizî, Salât 180, Tefsir 2. sûre 33; Müsned, IV, 368.

Sözlükte "kunut"un asıl anlamının birşeye devam etmek olduğu da söylenmiştir. Sözlükte "kunuf'un asıl anlamı bir şeye devam etmektir. Bundan dolayı itaate devam eden bir kimseye de "kânit" demek yerinde görülmüştür. Aynı şekilde namazda kıyamı, kıraat ve duayı uzunca yapana veya uzun boylu huşu ve sükûtu sürdürene de kânit demek mümkündür. Bütün bu davranışları gösterenler "kunût" yapan kimseler olurlar.

6- Namazda Kasten Konuşmanın Hükmü:

Ebû Ömer der ki: Namaz kılan kimse eğer namazda olduğunu biliyor ve konuşması namazını düzeltmeye dair değil ise namazda kasten konuşmanın namazı ifsad edeceği hususunda bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Ancak el-Evzaî'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: (Namazda iken) bir kişinin hayatını kurtarmak veya buna benzer büyük bir durum sebebiyle (kasten) konuşan kimsenin bu konuşma ile namazı bozulmaz. Ancak bu kıyas bakımından zayıf bir görüştür. Çünkü yüce Allah:

"Allah için huşu ve itaatla durun" diye buyurmaktadır. Zeyd b. Erkam ise şöyle demektedir: Bizler "Allah için huşu' ve itaatla durun" âyeti nazil oluncaya kadar namazda konuşuyor idik... İbn Mes’ûd da der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Muhakkak Allah emrinden namazda konuşmamayı inzal buyurmuştur" demiştir. Buhârî, Tevhid 42; Ebû Dâvûd, Salât 166; Nesâî, Sehv 20; Müsned, I, 377, 415, 435, 463.

Kendisi sebebiyle namazı kesmek gereken ve yine kendisi sebebiyle namaza yeniden başlamayı engel göreceğimiz bir olay hiçbir zaman büyük bir olay olarak görülemez. O bakımdan birisinin hayatını kurtarmak yahut malını veya bu kabilden olan faziletli bir davranış sebebiyle namazını kesen bir kimse, namazına yeniden başlar ve namaza kaldığı yerden devam etmez. Yüce Allah'ın izniyle bu meselede sahih olan görüş budur. Bu meseleye dair açıklamaları müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den aktarmaktadır. Gerek bu iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine gösterdikleri delilleri ve Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek için bk. el-İstizkâr, IV, 309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd.

7- Namazında Yanılarak Konuşan Kimsenin Hükmü:

Namazda yanılarak konuşmanın hükmü hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları yanılarak namazda konuşmanın namazı ifsad etmeyeceği görüşündedirler. Ancak Mâlik şöyle der: Eğer namaza dair ve namazı daha muntazam hale getirmeye dair olursa kastî olarak konuşmak namazı bozmaz.

Bu Rabia ve İbnu'l-Kasım'ın da görüşüdür. Suhnûn, İbnu'l-Kasım'dan, o Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İmâm cemaate iki rek'at kıldırıp yanılarak selam verse, cemaat ona: Sübhanallah dedikleri halde bunu anlamasa, onunla birlikte namaz kılanlardan arkasından bir kimse: Sen namazı tamamlamadın, namazını tamamla, dese o da cemaate dönüp: Bu adamın söylediği doğru mudur, diye sorsa cemaat: Evet dese (İmâm Mâlik) dedi ki: İmâm cemaate namazın geri kalan kısımlarını kıldırır, cemaat arasında konuşan da konuşmayan da onunla birlikte namazlarının geri kalanını kılarlar ve üzerlerine birşey düşmez. Bu hususta Zülyedeyn'in Hazret-i Peygamber'e hatırlatmada bulunduğu günkü gibi yaptığını yaparlar.

Bu meseleye dair açıklamaları müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den aktarmaktadır. Gerek bu iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine gösterdikleri delilleri ve Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek için bk. el-İstizkâr, IV, 309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd. Zu’l-Yedeyn hadisi diye meşhur olan hadisin özetle mahiyeti şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıldırdığı bir ikindi namazında ikinci rekatte selâm verince; Zülyedeyn diye tanınan bir zât: Namaz mı kısaldı, yoksa unuttun mu ey Allah'ın Rasulü? diye sorar. Hazret-i Peygamber ashabına: "Durum böyle midir?" deyince, ashab, Zulyedeyn'i doğrular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber iki rekat daha kılıp sehiv secdesi yaparak selâm verir.

Buhârî, Salât 88, Ezan 69, Sehv 3, 4, 5, Edeb 45, Ahbâru’l-âhâd 1; Müslim, Mesâcid 97, 99, 101; Ebû Dâvûd, Salât 189; Tirmizî, Salât 185; Nesâî, Sehv 22; İbn Mâce, İkametu's-Salât 134; Dârimî, Salât 175; Muvatta’', en-Nidâ, li's-Salât 58-60; Müsned, II, 271, 459-460, IV, 77, 427, 441.

İbnu'l-Kasım'ın el-Müdevvene'de ve Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Mâlik'in mezhebinde meşlur olan görüş de budur. İsmail b. İshak da bu görüşü takliden kabul etmiş ve bu görüşün lehine delil getirip: "er-Redd alâ Muhammed b. el Hasen" adlı eserinde delil getirip (Muhammed b. el Hasân'ın) görüşünü reddetmiştir.

el Haris b. Miskin de şöyle der: Zülyedeyn mes'elesinde bütün arkadaşları Mâlik'in görüşüne muhaliftirler. Yalnız İbnu'l-Kasım bu mes'elede Mâlik'in görüşünü kabul eder. Diğerleri ise bu görüşü kabul etmeyip şöyle derler: Bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Şimdilerde ise artık insanlar namazlarını nasıl kılacaklarını bilmektedirler. Namazda konuşan bir kimse o namazı iade eder. İşte Iraklıların Ebû Hanîfe, arkadaşları es-Sevrî'nin görüşü budur. Onların kanaatine göre namazda konuşmak her durumda namazı ifsad eder. İster yanılarak olsun ister kasten olsun ister namaz dışı olsun, ister başka bir maksatla olsun. Aynı zamanda bu İbrahim en-Nehaî, Atâ, el-Hasen, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Katâde'nin de görüşüdür.

Ebû Hanîfe'nin arkadaşları Zülyedeyn kıssasına dair Ebû Hüreyre yoluyla gelen bu Hadîs-i şerîfin İbn Mes'ûd ile Zeyd b. Erkam hadisiyle neshedilmiş olduğunu iddia eder ve şöyle derler: Her ne kadar Ebû Hüreyre'nin İslâm'a girişi son dönemlere rastlıyor ise o: "Cünûb olduğu halde tan yeri üzerine doğan bir kimsenin orucu yoktur" Müslim, Siyam 75; İbn Mâce, Siyam 27; bilhassa Müslim'in rivâyetinde bu hadisin mürsel oluş mahiyeti açıkça belirtilmektedir. hadisini mürsel olarak rivâyet ettiği gibi; Zülyedeyn hadisini de mürsel olarak rivâyet etmiştir. Esasen Ebû Hüreyre (sahabilerden) çokça mürsel hadis rivâyet ederdi.

Ali b. Ziyad şunu zikreder ve der ki: Bize Ebû Kurre anlattı, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Namazda konuştuğu takdirde kişinin namazı tekrar iade etmesi ve kaldığı yerden devam etmemesi müstehaptır. (Ebû Kurra) der ki: Mâlik bize şöyle dedi: O gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da konuştu, onunla birlikte ashabı da konuştu. Çünkü onlar namazın kısalmış olduğunu sanmışlardı. Bugün ise böyle birşey, kimse için câiz değildir.

Suhnun ise İbnu'l-Kasım'dan tek başına namaz kılıp kendisince dört rek'atlık namazı bitirdiğini zanneden kişi hakkında şunu rivâyet eder: Böyle bir kimseye yanında duran bir adam: Sen yalnızca üç rekat kıldın dese, o da bir başka adama dönüp: Bunun söylediği gerçek midir, diye sorsa: Evet dese (İbnu'l Kasım) dedi ki: Onun namazı bozulur, o kimseyle konuşmaması, ona herhangi bir şekilde dönmemesi gerekirdi.

Ebû Ömer der ki: Onlar (Mâlik'in arkadaşları) bu mes'elede cemaate namaz kıldıran İmâm ile tek başına namaz kılan arasında fark gözetirler ve namaza dair söz söylemeyi İmâma ve beraberindekilere câiz gördükleri kadar tek başına namaz kılana câiz görmezlerdi. Bunların dışındakiler ise bu mes'ele ile ilgili olarak; tek başına namaz kılan ile İmâmla ve cemaatle birlikte namaz kılana dair İbnu'l-Kasım'ın verdiği cevabı, Zülyedeyn hadisini delil olarak kullanırken; farklı sözler söylemesine yorumluyor ve ona bağlıyorlardı. Nitekim İmâm Mâlik'in de bu konuda farklı görüşleri nakledilmiştir.

İmâm Şâfiî ve arkadaşları da der ki: Henüz namazını tamamlamadığını ve namazda olduğunu bilerek kasten konuşan bir kimse namazını bozmuş olur. Yanılarak konuşsa ya da -kendince namazı tamamlamış olduğunu kabul ettiğinden- namazda değildir zannıyla konuşsa, namaza kaldığı yerden devam eder.

Bu mes'eleye dair Ahmed'den farklı görüşler gelmiştir. el-Esrem'in ondan naklettiğine göre şöyle demiştir: Kişinin namazını ıslah etmek kastıyla söylediği sözler dolayısıyla namazı fasid olmaz. Başka bir maksatla konuşursa namazı fasid olur. Bu aynı zamanda İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşüdür. el-Hirakî'nin ondan naklettiğine göre; Ahmed'in görüşü, kasten ya da yanılarak konuşan kimse hakkında namazının batıl olacağı şeklindedir. Bundan özel olarak İmâm olan kişi müstesnadır. Eğer böyle bir kimse namazının maslahatı için konuşacak olursa namazı batıl olmaz.

Mâlikî mezhebine mensub Suhnun ise şunu istisna etmiştir: Dört rek'atli namazlarda ikinci rek'atte selam veren ve bu esnada konuşan bir kimsenin namazı batıl olmaz. Şayet başka bir yerde konuşacak olursa namazı batıl olur.

Sahih olan görüş ise Mâlik'in kabul ettiği ve ondan meşhur olarak nakledilen görüştür. Hadîs-i şerîfe yapışmak ve bu Hadîs-i şerîfi genel aslî şekline yorumlamak bunu gerektirir. Bu şekilde hareket etmek, hükümleri ve şeriatın genel ilkelerini aşmaktan hayırlıdır. Ayrıca bu hadisin özel olduğuna dair vehmi de bertaraf etmektedir. Çünkü bunun özel olduğuna dair bir delil yoktur. Hem namazda, hem sehv halinde konuşulmuştur. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "(Yanılma esnasında) teşbih erkekler için, el çırpmak kadınlar için sözkonusudur" Buhârî, el-Amel fî's-Salât 5; Müslim, Salât 106; Ebû Dâvûd, Salât 169,170; Tirmizî, Salât 155; Nesâî, Sehv 15, 16; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 65; Dârimî, Salât 95. diye buyurduğuna göre; Hazret-i Peygamber'le birlikte namaz kılanlar niye teşbih getirmediler- şeklinde sorulsa şu cevap verilir: O zamanda onlara bunu emretmemiş olması muhtemeldir. Eğer durum senin dediğin gibiyse ve buna rağmen teşbih getirmemiş iseler bunun sebebi namazın kısalmış olduğunu sanmalarıdır. Nitekim bu husus Hadîs-i şerîfte zikredilmiştir. Hadiste ravi şöyle demektedir: İnsanlar arasında aceleci olanlar (namazdan) çıkıp dediler ki: Namaz kısaldı mı? İşte o bakımdan konuşmak kaçınılmaz olmuştu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Farklı kanaat taşıyan bazıları şöyle demiştir: Ebû Hüreyre'nin: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize namaz kıldırdı" sözleriyle; henüz kendisi onlardan değilken müslümanlara namaz kıldırdı demek istemiş olabilir. Nitekim en-Nezzal b. Sebra'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize dedi ki: "Bizler de sizler de önceden Abdimenafoğulları diye çağrılırdık. Bugün ise sizler de Abdullahoğullarısınız bizler de Abdullahoğullarıyız." Bk. İbn Hacer, el-İsabe, III, 583-584.

Bununla onun bu sözleri (Ebû Hüreyre'nin) kendi kavmine söylemiş olduğunu kabul etmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü Ebû Hüreyre henüz o sırada kâfir iken namaz kılmaya ehil değil iken: "Resûlüllah bize namaz kıldırdı" demesi mümkün değildir. Çünkü bu bir yalan olur.

en-Nezzal'in hadisine gelince o sözü geçen kimselerden birisiydi ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan işittiklerini işitmişti. Hanefîlerin ileri sürdükleri hadislerin mensuh olduğuna ve Ebû Hüreyre'nin bunu bir başka sahabiden mürsel olarak rivâyet ettiğine gelince buna bizim (Mâlikî mezhebinin) âlimlerimiz de başkaları da cevap vermiş ve bu gerekçeyi çürütmüşlerdir. Özelikle hafız Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr "et-Temhid" adlı eserinde bu cevabı vermiş ve Ebû Hüreyre'nin Hayber'in fethedildiği yıl İslâm'a girdiğini ve o yıl Medine'ye geldiğini, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte dört yıl gibi bir süre arkadaşlık ettiğini, Zülyedeyn kıssasında hazır bulunduğunu ve ona şahit olduğunu Hanefîlerin ileri sürdükleri gibi bu olayın Bedir'den önce olmayıp Zülyedeyn'in de Bedir'de öldürülmediğini açıklamaktadır. İbn Abdi’l-Berr der ki: Ebû Hüreyre'nin Zülyedeynin başından geçen olay günü hazır olduğu sika hafızların rivâyetinden bellenilmiş ve öğrenilmiştir. Bu hususta kusurlu davrananların eksikliği, hiçbir zaman bunu bilip belleyen ve bu şekilde zikredenler aleyhine bir delil olamaz. Bk. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, I, 356 vd.

8- Kunut:

Kunut, kıyam demektir. Ebû Bekr İbnu'l-Enbarî'nin zikrettiğine göre kıyam, kunut'un kısımlarından biridir. Ümmet ister tek başına kılsın, ister İmâm olarak kıldırsın sıhhatli ve gücü yeten herkese namazda kıyamın farz ve vacip olduğu üzerinde icma etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki İmâm kendisine uyulsun diye İmâm olmuştur. O ayakta namaz kıldı mı siz de ayakta kılınız...." Buhârî, Salât 18, Ezan 51, 82; Müslim, Salât 77-79; Ebû Dâvûd, Salât 68; Nesâî, İmâme 40; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 144; Dârimî, Salât 44, 71; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Ve bu, yüce Allah'ın:

"Allah için huşu ve itaatla namaza durun" âyetini beyan etmektedir.

Sıhhatli olup İmâma uyan kimsenin, ayakta duramayan hasta İmâmın arkasında oturarak namaz kılıp kılamayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim ehlinden bir kesim hatta onların Cumhûru, bunu câiz kabul etmişlerdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) İmâm hakkında şöyle buyurmuştur: "İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." Buhârî, Ezan 51, 74, 82, Merdâ 12; Müslim, Salât 77, 86; Ebû Dâvûd, Salât 68; Tirmizî, Salât 150; Nesâî, İmâme 40; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 13, 144; Dârimî, Salât 44, 71; Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16. Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra açıklayacağımız üzere bu mesele hakkında sahih olan görüş budur.

İlim adamlarından bir grup ise hasta İmâm arkasında ayakta namaz kılmayı câiz kabul etmişlerdir. Çünkü onların her birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak takati oranında üzerindeki farzı eda etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber vefatı ile sonuçlanan hastalığında oturarak namaz kılmıştır. Hazret-i Ebû Bekir de onun yanında ayakta namaza durmuş. Hazret-i Peygamber'in namazına uyuyordu. Sair insanlar da onun arkasında ayakta idiler. Hazret-i Peygamber ise Hazret-i Ebû Bekir olsun diğer cemaate olsun oturmaları için işarette bulunmadı. Kendisi oturmuş cemaat de ayakta olduğu halde namazını tamamlamıştı. Bilindiği gibi bu durum atından düşmesinden sonra olmuştu. Böylelikle bu tutumunun konu ile ilgili son uygulaması olduğunu ve birincisini neshedici olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

Ebû Ömer der ki: Bu görüşü kabul eden ve bunu delil olarak ileri sürenler arasında Şâfiî ve Dâvûd b. Ali de vardır. Aynı zamanda bu el-Velid b. Müslim'in Mâlik'ten yaptığı rivâyettir. (Mâlik) dedi ki: Onun yanında insanlara İmâmın namazını bildirecek bir kimsenin durmasını daha çok severim. Ancak bu rivâyetin Mâlik'ten gelmesi gariptir. Medine halkından olsun başkalarından olsun bir topluluk da bu görüştedir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı en son namaz budur. Mâlik'ten meşhur olan görüş ise şöyledir: Ayakta duran kimselere oturan herhangi bir kimse İmâmlık edemez. Şayet oturarak onlara İmâmlık yaparsa onun da namazı batıl olur, cemaatinin de namazı batıl olur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak İmâmlık yapmasın." Hadisin kaynağı ve sıhhat derecesine dair açıklamalar birazdan gelecektir.

(İmâm Mâlik) dedi ki: Şayet İmâm, hasta ise İmâmın namazı tamamdır, fakat arkasında namaz kılanların namazı fasid olur. (Yine) der ki: Hasta olmadan oturarak namaz kılan bir kimse namazını iade eder. İşte Ebû Mus'ab'ın Muhtasarında Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Buna göre oturarak namaz kılan kimsenin vakit içerisinde olsun daha sonra olsun namazını iade etmesi gerekir. Bu hususta Mâlik'ten şu da rivâyet edilmiştir: Cemaat, yalnızca namazın vakti içerisinde namazlarını iade ederler.

Bu hususta Muhammed b. el-Hasen'in görüşü Mâlik'ten meşhur olan görüş gibidir. Konu ile ilgili görüş ve kanaatine Ebû Mus'ab'ın zikrettiği hadisi delil gösterir. Bu hadisi Dârakutnî Cabir'den o eş-Şâbi'den rivâyet etmektedir. Dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın." Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi eş-Şâbi'den Cabir el-Cufi’den başkası rivâyet etmemiştir. O ise hadisi metruk birisidir. Ayrıca hadis mürseldir ve delil olmaya elverişli değildir. Dârakutnî, I, 398.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Cabir el-Cufi'nin müsned olarak dahi rivâyet ettiği hiçbir şeyi delil olamaz. Ya mürsel olarak rivâyet ettiği nasıl delil olsun?

Muhammed b. el-Hasen der ki: Hasta olan İmâm aralarında hastaların da sağlıklıların da bulunduğu bir cemaate kendisi de cemaat de otararak namaz kıldırsa, İmâmın da namazı ve arkasında bulunup da ayakta duramayanların da namazı sahih ve caizdir. Şu kadar var ki arkasında namaz kılanlardan ayakta durmaları gerekenlerin namazı batıldır.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf der ki: İmâmın da namazı cemaatin de namazı caizdir. Hepsi (Ebû Hanîfe ve iki arkadaşı) derler ki: İmâm rüku ve sücud yapabilen bir cemaate ima ile namaz kıldıracak olsa -hepsinin görüşüne göre- cemaatin namazı olmaz, ancak İmâmın namazı olur. Züfer ise şöyle dermiş: Hepsinin namazı da geçerlidir. Çünkü herkes (cemaat) kendisi için farz olan şekilde kılmıştır. Onlara İmâm olan kimse de kendisi için farz olan şekilde kılmıştır. Tıpkı Şâfiî'nin dediği gibi.

Derim ki: Ebû Ömer'in ve ister ondan önce, ister ondan sonra gelmiş olsun diğer ilim adamlarının sözünü ettiği şekilde sözkonusu edilen namazın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın son kıldığı namaz olduğuna dair açıklamalarını ele alalım. Ben onların dışında kalan ilim adamlarının buna muhalif kanaate sahip olduklarını gördüm. Bu ilim adamları konu ile ilgili Hadîs-i şerîfin rivâyet yollarını bir araya getirip toplamış, onlar hakkında açıklamalarda bulunmuş, konu ile ilgili fukahanın görüş ayrılıklarını sözkonusu etmişlerdir. Biz de burada bu ilim adamlarının zikrettiklerini özetle kaydetmek istiyoruz ki; yüce Allah'ın izniyle size de bu konuda doğrunun ne olduğu açık seçik bir şekilde ortaya çıksın. Ve sağlıklı olup İmâma uyan kimsenin oturarak hasta İmâm arkasında namaz kılmasının câiz olduğunu söyleyenlerin sözlerinin de doğruluğu ortaya çıksın. Ebû Hâtim Muhammed b. Hibban el-Büstî, el-Müsned es-Sahih adlı eserinde İbn Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şunu rivâyet etmektedir:

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir grup ashabı ile birlikte iken şöyle buyurdu: "Sizler benim Allah'ın size göndermiş olduğu elçisi olduğumu biliyorsunuz değil mi?" Onlar: Evet şahitlik ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün, dediler. Hazret-i Peygamber yine şöyle sordu: "Bana itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını, bana itaat etmenin Allah'a itaatin kapsamında olduğunu da biliyorsunuz değil mi?" Ashab yine: Evet, şehadet ederiz ki sana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur, sana itaat etmek de Allah'a itaat etmenin kapsamındadır dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bana itaat etmeniz Allah'a itaat cümlesindendir. Emirlerinize itaat etmeniz de bana itaat etmeniz cümlesindendir. Eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa siz de oturarak namaz kılınız."

Bu hadisin senedinde Ukbe b. Ebû's-Sahba da vardır. Güvenilir bir ravidir. Onun güvenilir olduğunu Yahya b. Main söylemiştir.

Ebû Hâtim der ki: Bu rivâyette; İmâmlar oturarak namaz kıldıkları takdirde İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarının yüce Allah'ın kullarına emretmiş olduğu kendisine itaatin kapsamında olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ve bu benim kanaatime göre cevazı üzerinde icma bulunan icma türlerinden birisidir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından dört kişi buna dair fetva vermişlerdir. Bunlar Cabir b. Abdullah, Ebû Hüreyre, Useyd b. Hudayr ve Kays b. Kahd'dır. Vahyin inişine, Kur'ân'ın indirilişine şahit olan ve tahrif yapmaktan, değiştirmekten korunmuş bulunan ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden bu konuda bu dört sahabiye muhalif bir rivâyet -ister muttasıl, ister munkatı' bir isnadla olsun- gelmiş değildir. Âdeta ashab-ı kiram İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde ona uyanların da oturarak namaz kılmaları hususu üzerinde icma etmiş gibidirler. Nitekim Cabir b. Zeyd, el-Evzaî, Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim, Ebû Eyyub Süleyman b. Dâvûd el-Haşimî, Ebû Hayseme, İbn Ebî Şeybe, Muhammed b. İsmail ve onlara tabi olan Muhammed b. Nasr, Muhammed b. İshak b. Huzeyme gibi hadis ashabından olan kimseler hep bu görüşü benimsemişlerdir. Bu sünneti de Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Enes b. Mâlik, Âişe, Ebû Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb ve Ebû Umame el-Bahilî rivâyet etmiştir.

Bu ümmet arasında İmâm oturarak namaz kıldığı taktirde cemaatin de oturarak namaz kılışını iptal eden ilk kişi en-Nehaî'nin arkadaşı el-Muğire b. Miksem'dir. Bu kanaati ondan Hammâd b. Ebî Süleyman almış, Hammâd 'dan da Ebû Hanefe almıştır. Bu hususta da ondan sonra gelen arkadaşlarından bazı kimseler de ona tabi olmuşlardır. Görüşlerine dair elle tutulabilecek bir tarafı olan ileri sürdükleri en üstün delili, Cabir el-Cu'fî, eş-Şâbî'den rivâyet etmiştir. eş-Şâbî dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın." Bu hadisin isnadı sahih olsa dahi yine mürseldir. Bize göre mürsel gelen haber ile hiç de rivâyet senedi olmaksızın gelen haber hüküm itibariyle birbirine eşittir. Diğer taraftan Ebû Hanîfe şöyle der: Ben karşılaştığım kimseler arasında Atâ'dan daha faziletlisini görmedim. Yine karşılaştığım kimseler arasında Cabir el-Cu'fi'den daha yalancı birisini görmedim. Ben ona hangi görüşü götürecek olsam mutlaka ona dair bir hadisi bana aktarıverirdi. Bu adam kendisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen ve henüz kimseye nakletmediği şu kadar bin hadis bildiğini iddia etmiştir. İşte Ebû Hanîfe Cabir b. el-Cu'fî'yi cerh ediyor, onu yalanlıyor... Onun bu sözleri Ebû Hanîfe'nin arkadaşları arasından onun görüşünü kabul edenlerin sözlerinin zıddınadır.

Ebû Hâtim der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı esnasında kıldırdığı namaza gelince bu hususa dair haberler mücmel ve muhtasar gelmiştir. Kimi rivâyetler de mufassal ve mübeyyindir. Bazı rivâyetlerinde şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi, Ebû Bekir'in yanına oturdu. Ebû Bekir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyuyordu. Sair cemaat de Hazret-i Ebû Bekir'e uyuyordu.

Kimisinde de şöyle denilmektedir: Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturdu. İşte bu da müfesser bir rivâyettir. Yine bunda şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaate oturarak namaz kıldırıyor, Hazret-i Ebû Bekir de ayakta. Ebû Hâtim der ki: Bu haberin mücmel oluşuna gelince; Hazret-i Âişe bu namazı buraya kadar nakletmiştir. Kıssanın (olayın) son kısımları ise Cabir b. Abdullah tarafından nakledilmiştir: Buna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) atından düştüğü sırada kendilerine emrettiği şekilde bu namazda da oturmalarını emretmiştir. Bize Muhammed b. el-Hasen b. Kuteybe haber vererek dedi ki: Bize Yezid b. Mevheb haber vererek dedi ki: Bana el-Leys b. Sa'd anlattı, o Ebû'z-Zübeyr'den o Cabir'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hastalandı, biz de onun arkasında o oturmuş olduğu halde namaz kıldık. Ebû Bekir ise insanlara Hazret-i Peygamber'in tekbirini işittiriyor idi. (Cabir) dedi ki: Hazret-i Peygamber bize döndüğünde bizim ayakta olduğumuzu gördü. Bize işaret etti, biz de oturduk. Oturup ona uyarak namazımızı kıldık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) selam verince dedi ki: "Siz de nerdeyse Farisîlerin ve Rumların yaptıklarını yapacaktınız, onlar da hükümdarları huzurunda hükümdarları otururken ayakta dururlar. Böyle yapmayınız. Siz İmâmlarınıza uyunuz. İmâm ayakta namaz kılarsa siz de ayakta kılınız; oturarak namaz kılarsa siz de oturarak namaz kılınız."

Ebû Hâtim dedi ki: Bu müfesser haberde açıkça şu belirtilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturup Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber'in namazına uyarak tekbir alıp Hazret-i Peygamber'in namazına uysunlar diye insanlara alınan tekbirleri yüksek sesle işittiren bir cemaat ferdi oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onların ayakta olduklarını görünce oturmalarını emretti. Kıldığı namazı bitirince yine onlara; İmâmları oturarak namaz kıldıracak olursa, oturmalarını emretti. İşte Cabir b. Abdullah da Hazret-i Peygamber'in atından düşüp sağ tarafı yaralanınca kıldırdığı namaza da şahit olmuştu. Hazret-i Peygamber hicretin beşinci yılının sonu Zülhicce ayında düşmüştü. Yine Hazret-i Cabir, bu tarihten başka bir vakte rastlayan Hazret-i Peygamber'in hastalığı döneminde kıldırdığı namaza da şahit olmuş ve bunların her birisine dair haberi lâfzıyla bizlere ulaştırmıştır. Nitekim onun, sözü geçen bu namaz hakkında şunu zikrettiğini görüyoruz: İnsanlar kendisine uysunlar diye Ebû Bekir yüksek sesle tekbir aldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın atından düştüğü sırada evinde kıldığı namazda ise Hazret-i Âişe'nin odasının küçüklüğüne rağmen cemaate tekbirini işittirmesi için yüksek sesle tekbir almasına ihtiyaç yoktu. Yüksek sesle tekbir alması Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı sırasında namaz kıldığı büyük mescidde olmuştu. Bizim açıkladığımız bu şekil, sahih olduğuna göre; bu haberlerin bir kısmının diğer bir kısmını neshedici olduğunu kabul etmemiz câiz olamaz. Hastalığı esnasında kıldırdığı namaza Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), iki kişi arasında (onların desteğiyle) çıkmıştı. Bu namazda kendisi İmâmdı. Müslümanlara oturarak namaz kıldırmış, onlara da oturmalarını emretmişti. Ömrünün sonunda kıldırdığı namaza Berîre ile Sevbe arasında namaza çıkmıştı. Bu namazda kendisi cemaat idi. Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında oturarak ve tek bir elbiseye bürünmüş olarak namaz kıldı. Bunu Enes b. Mâlik rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı ile kıldığı son namaz, sırtına attığı ve bir tarafını sağ kolunun altından getirip diğer tarafı ile göğsü üzerine bağladığı bir elbiseye bürünmüş olarak Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında oturarak kıldığı namazdı. Hazret-i Peygamber (buna göre) mescidde cemaatle tek bir vakit değil, iki vakit namaz kılmış olmaktadır.

Ubeydullah b. Abdullah'ın Hazret-i Âişe'den naklettiği rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kişi arasında tutunarak namaz kılmıştır. Bunlardan birisinin Hazret-i Abbas, öbürünün Hazret-i Ali olduğunu kastediyor. Mesrûk'un Hazret-i Âişe'den naklettiği rivâyette de şöyle denilmektedir: Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinde bir hafiflik buldu. (Hastalığının azaldığı kanaatine vardı) Berîre ve Sevbe arasında dışarı çıktı. Ben çakıllar arasında ayakkabılarının yol çizdiğini; ayaklarının iç taraflarını görür gibiyim... İşte bu da Hazret-i Peygamber'in (bu şekilde) tek bir vakit değil, iki vakit namaz kıldığını bize göstermektedir.

Ebû Hâtim (devamla) der ki: İbn İshak İbn Huzeyme dedi ki: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı. Bize Bedel b. el-Muhabber anlattı, dedi ki: Bize Şu'be. Mûsa b. Ebû Âişe'den anlattı. O Ubeydullah b. Abdullah'tan, o Âişe'den naklettiğine göre Hazret-i Ebû Bekir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) safta arkasında duruyor iken insanlara namaz kıldırdı.

Ebû Hâtim der ki: Şu'be b. el-Haccac bu haberin metninde Mûsa b. Ebû Âişe'den rivâyetinde Zaide b. Kudame'ye muhalefet ederek Şu'be Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi otururken, cemaat de ayakta iken Hz Peygamber'i cemaatten birisi olarak zikrederken; Zaide ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) oturup cemaat ayakta iken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İmâm olduğunu belirtmiştir. Bu ravilerin ikisi de itkan sahibi (rivâyetleri sağlam belleyenler) ve hafız kimselerdir. Durum böyle olduğuna göre; aynı fiil ile ilgili ve zahiren birbirine zıt iki rivâyetten birisini daha önce olmuş ve mutlak bir emri neshedici kabul etmek nasıl câiz olabilir? Bu şekildeki iki haberden birisini daha önce geçen Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini neshedici kabul edip de; ortada kendisinin sahih olduğuna dair herhangi bir delili bulunmaksızın ötekini terkeden bir kimse, aynı şekilde karşı görüşü savunan kimsenin de bu iki haberden kendisinin terkettiğini almasına, aldığını da terkemesine hak vermiş olur.

Sünnetteki uygulamalar arasından bu türün bir benzeri de İbn Abbâs'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Hazret-i Meymune'yi ihramlı iken nikâhladığına dair haberi ile Ebû Rafi'in, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın her ikisi de ihramsız oldukları halde Hazret-i Meymune'yi nikâhladığına dair haberidir. İhramlı iken nikâhlandıklarına dair rivâyetler: Müslim, Nikâh 46, 47; Ebû Dâvûd, Menâsik 38 (1844. hadis); Tirmizî, Hacc 24; Nesâî, Menâsik 90; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21. Nikâhlandıklarında ihramlı olmadıklarına dair rivâyetler: Müslim, Nikâh 48; Ebû Dâvûd, Menâsik 38 (1843. hadis), Said b. el-Müseyyeb, İbn Abbâs'ın bu hususta yanıldığını söyler (1845. hadis); Tirmizî, Hacc 23; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21; Muvattâ, Nikâh 69.

Burada zahiren aynı fiil hakkında iki haber çelişmiş olmaktadır. Bize göre ise bu ikisi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Hadis ashabından bir topluluk Hazret-i Meymune'nin nikâhlanmasına dair rivâyet edilen iki haberi mütearız haberler (çelişen haberler) olarak kabul etmişler ve Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği: "İhramlı bir kimse ne nikâhlar ne nikâhlanır" Müslim, Nikâh 41-44; Ebû Dâvûd, Menâsik 38; Tirmizî, Hacc 23; Nesâî, Menâsik 91; İbn Mâce, Nikâh 45; Dârimî, Menâsik 21, Nikâh 17; Muvatta’', Nikâh 70. hadisini benimseyip bunu delil almışlardır. Çünkü bu, Hazret-i Meymune'nin nikâhlanması ile ilgili gelen iki rivâyetten birisine uygundur. İbn Abbâs'ın ise ihramlı olduğu halde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onu nikâhladığına dair haberini delil almamışlardır. Böyle bir uygulamaya giden bir kimsenin şöyle demesi de gerekir: Hazret-i Peygamber'in -önceden açıkladığımıza uygun olarak- hastalığı esnasında namazına dair gelen iki haber birbirleriyle tezat halindedir. O halde İmâmları oturarak namaz kıldıkları takdirde İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarını emreden haberi alıp kabul etmesi gerekir. Çünkü bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı halinde kıldığı namaza dair gelen iki rivâyetten birisine uygun düşmektedir. Bunu kabul ederken bunlardan ayrı olan haberi de bırakması gerekir. Hazret-i Meymune'nin nikâhlanması olayında yaptığı gibi. (Devamla) Ebû Hâtim der ki: Kûfelilerin mezhebini benimseyen kimi Iraklılara Hazret-i Peygamber'in: "İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde siz de oturarak namaz kılınız" âyeti ile şunu anlatmak istediğini söylemişlerdir: Yani oturarak teşehhüd getirdiğinde siz de hep birlikte oturarak teşehhüd getiriniz. Böylelikle bu haberi bu hususta varid olduğu genel kapsamı dışına çıkararak; böyle bir te'vil için bu hususta sabit olmuş bir delil olmaksızın, tahrif etmiş olmaktadırlar.

239

Şayet korkarsanız o halde yürüyerek veya binerek kılın. Emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim bilmediğinizi sizlere öğretmiştir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1- Şayet Korkarsanız..

Yüce Allah'ın:

"Şayet korkarsanız o halde yürüyerek" namaz kılınız.

"Veya binerek kılın" âyeti de ona atfedilmiştir.

Âyet-i kerimede geçen "rical" kelimesi binecek vasıtası olmayıp ayakları üzerinde yürüyen kimse hakkında kullanılan "recil, racil ve racul" kelimesinin çoğuludur. "Racul" şeklindeki kullanım, -Taberî ve başkalarının nakline göre- Hicazlıların şivesidir. "Reclân, recîl ve reci" şeklinde de kullanılır. Çoğulu: "Rical, reclâ, ruccâl, reccâle, rucâlâ, ruclân, ricletun, riceletun, erciletin, erâcilun ve erâcîl" ...diye gelir. (Erkek anlamına gelen ve) cins isim olan "racul" kelmesi de aynı şekilde "rical" şeklinde çoğul yapılır.

2- Korku Halinde Namaz:

Yüce Allah önce namazda kendisi için kunut ile ayakta durmayı emretti. Kunut ise vakar, sükûn, azaların hareketsizliği demektir. Bu ise güvenlik ve özür bakımından en ileri derecede olma halidir. Bu durumu zikrettikten sonra, kimi zaman ortaya çıkan korku halini sözkonusu etti ve bu ibadetin, durum ne olursa olsun kuldan sakıt olmayacağını beyan etti.

Kullarına ayaklar üzerinde yürüyerek atlar, develer ve benzeri binekler üzerinde ima ile, başla işarette bulunarak hangi tarafa dönerse dönsün namaz kılma ruhsatını vermiştir. İlim adamlarının görüşü budur. Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde yahut peşine takılmış yırtıcı bir hayvan ya da arkasından gelen düşman veya kendisine doğru hücum eden bir sel olması halinde; canının tehlikede olduğundan korkup tazyik altında bulunan bir kişinin namazı bu şekildedir. Özetle; hayatî tehlike doğuracağından korktuğu her bir iş, bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği şekilde namaz kılmayı mubah kılar.

3- Bu Ruhsatın Kapasamına Giren Diğer Hususlar:

İnsanın kendi görüşüne göre kendisini ne şekilde kurtarabileceğine kanaat getirirse, o tarafa yönelebileceği, anamaz esnasındab oraya doğru dönebileceği ve buna uygun olarak tasarrufta bulunabileceği hususunun da bu ruhsatın kapsamında olduğuna dair ilim adamlarının icmaı vardır.

4- Yürüyerek ve Binek Üzerinde Namazı Câiz Kılan Korku Hali:

Yürüyerek ve binek üzerinde namaz kılmanın câiz olduğu korku halinin mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır.

Şâfiî der ki: Korku hali, düşmanın onlara hep birlikte görünüp müslümanların korunmak üzere sığınabilecekleri bir kalelerinin bulunmaması, bundan dolayı da atılan okların, hatta daha ileri bir derecede olmak üzere düşmanın mızrak ya da darbelerinin müslümanlara ulaşıp isabet edebilme hali ya da verdiği haber doğru kabul edilen bir kimsenin gelip düşmanın kendilerine pek yakın olduğunu ve kendilerine doğru ısrarla ve tam bir gayretle yürümekte olduklarını haber vermesi halidir. Şayet bu iki husustan birisi sözkonusu değilse o kimsenin korku namazı kılması câiz değildir. Eğer aldıkları habere uygun olarak korku namazı kılar, sonra da düşman giderse namazlarını iade etmezler. İade edecekleri de söylenmiştir. Bu Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Korkan kimsenin yayan ya dabinekliolarak kıbleye yönelmiş olarak yahut yönelmeksizin namaz kılmasını câiz kılan durum ileri derecedeki korku durumudur. Kendisine dair rivâyetlerin varid olduğu durum ise; bundan başka bir durumdur. Rivâyetlerin varid olduğu durum, İmâm ile birlikte korku namazı kılıp insanların iki kısma ayrılması namazıdır ki; bunun hükmü bu âyet-i kerimede değildir. Buna dair açıklama yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde (4/101-103. âyetlerde) gelecektir. İmâm Mâlik Savaşan düşmandan korku ile yırtıcı hayvan ve ona benzer saldırgan deve, sel yahut çoğunlukla ölüme sebep teşkil eden hallerden korku arasında ayrım gözetmektedir. O, düşman dışındaki şeylerden korku halinde, eğer vakit içerisinde güvenliğini elde ederse namazın iade edilmesini müstehap görmüştür. Değişik bölgelerin fukahasının çoğunluğuna göre ise her ikisi arasında bir fark yoktur.

5- Savaşmak Namazı İfsad Eder mi?

Ebû Hanîfe, Savaş namazı ifsad eder, der. Fakat İbn Ömer'in hadisi onun bu görüşünü reddetmektedir. Âyetin zahir ifadesi de ona karşı ileri sürülen en güçlü delildir. Bu husus da yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde gelecektir. Şâfiî der ki: Şanı yüce Allah'ın, bazı şartların terkedilmesinin câiz olduğu hususunda ruhsat vermesi, namazda Savaşın namazı ifsad etmediğinin delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Korku ve Yolcu Namazlarının Rekat Sayısı:

Mâlik, Şâfiî ve bir grup ilim adamına göre korku halinde rekat sayısı, yolcunun namazının rekat sayısından eksik değildir. el-Hasen b. Ebi'l Hasen, Katâde ve başkaları ise der ki: İma ile tek bir rekat kılar.

Müslim ise Bukeyr b. el-Ahnes'ten, o Mücâhid'den, o İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah ikamet halinde namazı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili üzre dört rekat, yolculukta iki rekat, korku halinde de bir rekat olarak farz kılmıştır. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 5, 6; Nesâî, Salât 3, Salâtu’l-Havf 4.

İbn Abdi’l-Berr de der ki: Bu hadisi Bukeyr b. el-Ahnes tek başına rivâyet etmiştir. Tek başına rivâyet ettiği hususlarda delil olamaz. Namaz ise ihtiyatlı davranmaya en değer olan bir ameldir. Korkusu halinde de yolculuğu halinde de ikişer rekat namaz kılan kimse bu konudaki ihtilaftan kurtulup yakın olan hükümle amel etmiş olur. ed-Dahhâk b. Müzahim der ki: Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde ve diğer durumlarda korkan bir kimse tek bir rekat namaz kılar. Eğer buna da gücü yetmiyor ise iki tane tekbir getirsin. İshak b. Raheveyh der ki: Şayet bir tek tekbir getirmekten başkasına güç yetiremez ise, bu da onun için yeterlidir. Bunu da İbnu'l-Münzir zikretmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Emin olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim O bilmediğinizi size öğretmiştir" âyeti, daha önceki halinizde size emrolunmuş bulunan rükünleri tamamlamaya dönün, demektir. Mücâhid der ki: "Emin olduğunuz zaman" yani yolculuk ve sefer yurdundan ikamet yurduna çıktığınız zaman, demektir.

Taberî ise bu görüşü reddetmektedir. Bir kesim ise: "Emin olduğunuz zaman" demek, sizi bu şekilde namaz kılmak zorunda bırakan korkunuz zail olup ortadan kalktığı zaman demektir -demişlerdir.

7- Korku Namazı Kılarken Güvenliğe Kavuşanın Durumu:

İlim adamları, korkulu halde namaza başlamışken namazı esnasında güvenliğe kavuşan kimsenin namazını ne şekilde devam ettireceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Mâlik der ki: Güvenlik içerisinde bulunan bir kimse bir rekat namaz kılsa sonra da korkuya kapılsa bineğine biner ve önce kıldıklarını esas alarak namazını sürdürür. Aynı şekilde binek üzerinde korkulu halde iken tek bir rekat namaz kılsa, sonra da güvenliğe kavuşsa bineğinin üzerinden iner ve namaza kaldığı yerden devam eder. Bu Şâfiî'nin de iki görüşünden birisidir. el-Müzenî de bu görüşü benimsemiştir.

Ebû Hanîfe ise der ki: Namaza güvenlik içerisinde olduğu halde başlayıp sonra da korkuya kapılsa (kıbleye) istikbal eder ve o kıldığı namaza kaldığı yerden devam etmez. Ancak korkulu halde namaza başlar, sonra da güvenliğe kavuşsa namazına kaldığı yerden devam eder.

Şâfiî de der ki: Bineğinden inen kaldığı yerden devam eder, fakat binen kaldığı yerden devam etmez. Ebû Yûsuf da der ki: Bütün bu hallerde namaza kaldığı yerden devam etmez.

8- Allah'ı Zikretmek Emri:

Yüce Allah'ın:

"Allah'ı anın" âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Kabule elverişli olacak şekilde size bu namazı öğretmesi ve namazlardan birisini dahi böylelikle kaçırmamanızı öğretmesi suretiyle üzerinizdeki bu nimete şükrediniz. İşte bu, sizin bilmediğiniz birşeydi. Buna göre ": Nitekim" âyetindeki "kâf" harfi şükür anlamına gelir. Günlük konuşma esnasında da: Mükâfat ve teşekkür olmak üzere ben sana nasıl böyle yaptımsa sen de bana öyle yap, denir.

9- Namaz Mükellefiyetinin Kalktığı Haller Olabilir mi?

Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Namazın (es-salât) asıl anlamı duadır. Korku hali ise öncelikle duayı gerektiren bir durumdur. O bakımdan korku sebebiyle namaz düşmez. Korku sebebiyle namaz düşmediğine göre hastalık veya buna benzer başka bir sebep dolayısıyla düşmemesi öncelikle sözkonusudur. Şanı yüce Allah, sağlık veya hastalık, ikamet ya da yolculuk, güçlülük yahut acizlik, korku veya güvenlik gibi bütün hallerde namaza gereken dikkat ve riâyeti göstermeyi emretmiştir. Namaz hiçbir durumda mükelleften düşmez. Ve onun farziyetine hiçbir şekilde halel gelmez. Yüce Allah'ın izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/190-200. âyetler, 3. başlıkta) bu açıdan hastanın hükmüne dair açıklamalar gelecektir. Bundan maksat namazın mümkün olduğu şekilde yerine getirilmesidir. Ve herhangi bir halde namazın düşmeyeceğidir. Öyle ki, eğer namaz ancak gözle işaret ile kılınabilecekse o şekilde kılmak gerekir. Bununla namaz sair ibadetlerden ayrı bir özellik taşımaktadır. Çünkü sair bütün ibadetler özürlerle sakıt olur ve birtakım ruhsatlar sözkonusu olur.

İbnu'l-Arabî der ki: Bundan dolayıdır ki ilim adamlarımız şöyle demiştir: Namaz büyük bir mes'eledir. Namazı terkeden bir kimse öldürülür, çünkü namaz hiçbir halde sakıt olmayan îmana benzemektedir. Yine onun hakkında şöyle demişlerdir: Namaz, İslâm'ın temel direklerinden birisidir. Beden ile de mal ile de namazda vekâlet câiz değildir. Namazı terkeden öldürülür. Buna dair asıl delil ise kelime-i şehadete dair hükümdür. Yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/5. âyet, 5. başlıkta) namazı terkeden kimse hakkında ilim adamlarının görüşlerine dair açıklamalar gelecektir.

240

İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine; çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler. Şayet çıkarlarsa, artık onların kendileri hakkında maruf bir şekilde yaptıklarından dolayı size bir vebal yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyet-i Kerîme Işığında Kocası Vefat Etmiş Hanımın îddeti:

Yüce Allah'ın:

"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler...." âyeti ile ilgili olarak bir grup müfessir şu kanaattedir: Kocası vefat etmiş olan kadın, vefat edenin evinde bir yıl süreyle oturur ve evden çıkmadığı sürece kocasının malından ona nafaka verilirdi aihtiyaçları karşılanırdıb. Şayet evden çıkıp ayrılırsa o kadına verilen nafakayı kesmekte mirasçılar için bir vebal sözkonusu olmuyordu. Daha sonraları bu bir yıllık süre, dört ay on gün iddet tesbitiyle neshedildi. Ona verilen bir yıllık nafaka ise Nisa Sûresi'nde (4/12. âyette) dörtte bir ve sekizde bir pay ile neshedilmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs, Katâde, ed-Dahhak, İbn Zeyd ve er-Rabi'e aittir.

Süknâ hususunda ise ilim adamlarının görüş ayrılığı vardır. Buhârî'nin rivâyetine göre İbn ez-Zübeyr şöyle demiştir: Bu manadaki rivâyetler için bk. Ebû Dâvûd, Talâk 43, 45; Nesâî, Talâk 69; Suyûtî, ed-Dürr, I, 738-739 Ben Osman'a Bakara Sûresi'nde yer alan:

"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler" âyetini diğer âyet-i kerîme neshetmiş bulunmaktadır. Niye onu yazdın? Dedi ki: Kardeşimin oğlu, onu olduğu gibi bırakmalısın. Çünkü ben Kur'ân'dan hiçbir şeyi yerinden değiştirmem. Buhârî, Tefsir 2. sûre 41, 45. Tercüme 45'e göre yapılmıştır.

et-Taberî de Mücâhid'den şöyle nakletmektedir: Bu âyet-i kerîme muhkemdir. Onda nesh sözkonusu değildir. İddet önceleri dört ay on gün olarak sabit olduktan sonra yüce Allah, kadınlar lehine erkek tarafından yedi ay ve yirmi gün daha bir süknâ hakkını vasiyet olarak emir buyurmuştur. Kadın arzu ederse bu vasiyeti gereği meskende kalır, arzu ederse çıkar gider. İşte yüce Allah'ın:

"Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında... yaptıklarından dolayı size bir vebal yoktur" âyeti de bunu ifade etmektedir.

İbn Atiyye de der ki: Bütün bunların hükmü ittifakla kabul edilen nesh ile kalkmış bulunmaktadır. Ancak Taberî'nin Mücâhid'e söyledi diye isnad ettiği bundan müstesnadır. Allah ikisine de rahmet buyursun. Ancak bu konuda Taberî'ye itiraz sözkonusudur.

Kadı Iyad da der ki: Bir senenin neshedildiği ve (kocası vefat etmiş kadının) iddetinin dört ay on gün olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir.

Başkaları da şöyle demektedir: Yüce Allah'ın:

"Vasiyet etsinler" âyetinin anlamı şudur: Yani bu, yüce Allah tarafından kadınlar hakkında ko çalarının vefatından sonra tam bir sene evden çıkmamak üzere vacip kılınmıştır. Daha sonra bu hüküm neshedildi.

Derim ki: Taberî'nin Mücâhid'den naklettiği sahih ve sabittir. Buhârî, kaydettiği rivâyetinde şöyle demektedir: Bize İshak anlattı, dedi ki: Bize Ravh anlattı, dedi ki: Bize Şibl, İbn Ebi Necih'ten anlattı o da Mücâhid'den naklederek: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler" âyeti hakkında dedi ki: Kadının kocasının akrabaları nezdinde beklediği bu iddet vacip idi. Yüce Allah:

"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler... size bir vebal yoktur" âyetini indirdi. Dedi ki: Allah bu kadın lehine yedi ay ve yirmi günü daha ilave ederek tam bir yılı vasiyet olarak tesbit buyurmuştur. Artık kadın dilerse kendisine yapılan bu vasiyet gereğince meskende sakin olur; dilerse oradan çıkar. İşte yüce Allah'ın:

"Çıkarılmayarak.. şayet çıkarlarsa., size bir vebal yoktur" âyetinde kastedilen de budur. Buhari, Tefsir 2. sûre 41, Talâk 50.

Şu kadar var ki birinci görüş daha üstündür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bu (iddet) tam dört ay on gündür. Cahiliyye döneminde sizden herhangi bir kadın sene bitiminde tezeği atardı...." Buhâri, Talâk 46; Müslim, Talâk 60-61; Ebû Dâvûd, Talâk 43; Tirmizî, Talâk 18; Nesâî, Talâk 63, 67; İbn Mâce, Talâk 34; Muvatta’', Talâk 103. Buhârî, belirtilen yerde: "Koyun tezeğini atardı" anlamındaki tabiri şöylece açıklamaktadır: Kadın cahiliyye döneminde bir yıllık iddetinden çıktıktan sonra bir binek, eşek, koyun ya da uçan kuşa ilk olarak sürtünürdü. İlk sürtündüğü bu varlıklar arasından (kokusunun ağır ve pis oluşundan dolayı) ölmeyeni çok az olurdu. Bundan sonra bulunduğu yerden çıkar, ona bir parça tezek verir ve bu tezeği atardı...

İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bununla şer"î hüküm varid olmadan önce kocalan vefat etmiş bulunan kadınların durumunu haber yermektedir. İslâm gelince yüce Allah onlara önce bir sene boyunca evlerden çıkmamalarını emretti. Daha sonra da bu dört ay on gün ile neshedildi. Ahad haberlerle nakledilegelen sabit sünnette bu durum açık olmakla birlikte bu hususta müslüman âlimlerin icmaı da vardır ve bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) söylemiştir. O der ki: Âyetin sair kısımları da böyledir. Yüce Allah'ın:

"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler eşlerine çıkarümayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler" âyeti ilim adamlarının Cumhûruna göre bütünüyle neshedilmiştir.

Daha sonra bir sene boyunca hanımlara süknâ vasiyeti neshedimiştir. Bundan tek istisna İbn Ebî Necih yoluyla Mücâhid'den gelen şazz, terkedilmiş ve arkasından gidilmemiş bir rivâyet vardır. Ashab-ı kiramdan olsun, tabiinden olsun, onlardan sonra gelenlerden olsun bildiğim kadarıyla müslüman âlimlerden herhangi bir kimse, dört ay on günden fazla bir süreyi söylemiş bir kimse bilmiyorum. Ayrıca İbn Cüreyc, Mücâhid'den sair insanları benimsediği görüşe benzer bir nakilde de bulunmuştur. Böylelikle icma gerçekleşmiş ve konu ile ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmış olmaktadır. Başarımız Allah'tandır.

2- Eşlerine Vasiyette Bulunsunlar:

Yüce Allah'ın:

"Vasiyet" âyetini Nafi, İbn Kesîr, el-Kisaî ve Ebû Bekr yoluyla gelen rivâyette Âsım, mübteda olmak üzere merfu olarak okumuşlardır. Haberi ise "eşlerine" âyetidir. (Buna göre anlamı eşlerine vasiyette bulunurlar şeklinde olur). Bunun: "Vasiyette bulunmakla görevlidirler" anlamına gelme ihtimali de vardır. O takdirde "eşlerine" âyeti sıfat olur.

Taberî der ki: Bazı nahivciler şöyle derler: Bu âyetin anlamı: "Onlara vasiyette bulunmaları (farz olarak) yazıldı" şeklindedir. Buna göre "eşlerine" âyeti de sıfat olur. (Devamla) der ki: Nitekim Abdullah b. Mesud'un kıraatinde de bu böyledir.

Ebû Amr, Hamza ve İbn Amir ise mansub olarak okumuşlardır. Bu ise bir fiil takdirine göre böyle okunur. Yani (mealde de olduğu gibi): Vasiyet etsinler, demek olur. Diğer taraftan ölü vasiyette bulunamaz. Ancak burada ölüme yaklaştıkları takdirdeki halleri kastedilmiştir. (O bakımdan mealde: "Vefat edecekler" diye verilmiştir).

Bu okuyuşa göre de "eşlerine" kelimesi sıfat olur. Bunun anlamının: Allah şöylece vasiyette bulunmuştur şeklinde olduğu da söylenmiştir.

 

": Faydalanmalarını" âyeti, onları metalandırın (faydalandırın), anlamındadır. Yahut Allah bunu onlar lehine bir meta' olarak takdir buyurmuştur, demektir. Çünkü ifade bunu göstermektedir. Bu kelimenin hal veya "vasiyet"ten ibaret olan masdar ile mansub olması da mümkündür. Yüce Allah'ın:

"Yahut açlığın çok olduğu bir günde bir yetime., yemek yedirmektir" (el-Beled, 90/14-15) âyetinde olduğu gibi. Burada sözü geçen "meta"dan (faydalandırılmadan) kasıt kadının bir yıllık nafakasıdır.

3- Bu Zaman Zarfında Kadın Evinden Çıkarılmaz:

Yüce Allah'ın:

"Çıkarılmayarak" âyetinin anlamı şudur: Ölünün velileri ile o evin mirasçılarının o kadını evden çıkarmak hakları yoktur. Buradaki kelimesi el-Ahfeş'e göre masdar olarak nasbedilmiştir. Âdeta; çıkarmak yoktur, denilmiş gibidir. "Meta" kelimesinin sıfatı olduğundan dolayı nasbedildiği de söylenmiştir. Vasiyyet edenlerin halini belirtmek üzere nasbedildiği de söylenmiştir. Yani onları çıkartmaksızın o kadınları faydalandırınız. Bunun: "Çıkarmaksızın faydalandırınız" anlamına geldiği de söylenmiştir.

4- Kendileri Çıkacak Olurlarsa..

Yüce Allah'ın:

"Şayet çıkarlarsa.." âyetinin anlamı sene bitmeden önce kendi seçim ve tercihleriyle çıkarlarsa demektir. "Size bir vebal yoktur." Yani veli, hakim veya onlardan başka herhangi bir kimse için bir zorluk yoktur. Çünkü bir sene boyunca kocasının evinde kalması onun için vacip değildir. Bunun; o takdirde kadınların nafakasını kesmekte bir vebal yoktur ya da kendileri ile evlenmek isteyen erkeklere görünmelerinde o kadınlar için vebal yoktur, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü artık ey mirasçılar; sizin o kadınlar üzerindeki gözeticiliğiniz sona ermiştir. Diğer taraftan kadın bir senelik iddet bitmeden önce evlenmemekle yükümlüdür. Veya iddetin sona erişinden sonra onların evlendirilmesinde vebal yoktur anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Ma'ruf bir şekilde" diye buyurmaktadır ki bu da şeriata uygun olan şey demektir.

"Allah Azizdir." Bu, bu mes'ele ile ilgili olarak haddi aşarak, çıkmak istemediği halde kadını evden çıkartmak suretiyle emre muhalefet eden kimseler için tehdidi gerektiren bir sıfattır.

"Hakimdir", kullarının işleri arasından dilediklerini sapa sağlam, muhkem kılar.

241

Boşanan kadınlar lehine maruf bir şekilde faydalandırma vardır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir.

Âyetin tefsiri için bak:142

242

İşte Allah akıl erdirirsiniz diye size âyetlerini böyle açıklar.

Boşanan Kadına Mut'a Vermenin (Faydalandırmanın) Hükmü:

İlim adamları bu âyet-i kerîme hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır.

Ebû Sevr der ki: Bu âyet-i kerîme muhkemdir. Boşanan her kadın için mut'a vardır. ez-Zührî de böyle demiştir. ez-Zührî: Hatta kocası tarafından boşanan cariye için dahi bu bir haktır, der. Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir: Boşanan her kadın için mut'a vardır. Bu, Şâfiî'nin bu âyet-i kerîme ile ilgili iki görüşünden birisidir.

Mâlik der ki: Boşanmış her kadının -ister iki talâk ile ister bir talâk ile boşanmış olsun, ister onunla gerdeğe girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, ister mehrini tayin etmiş olsun ister etmemiş olsun- mut'a hakkı vardır. Bundan tek istisna mehri tesbit edilmiş olup kendisiyle gerdeğe girmeden önce boşanan kadındır. Böylesine mehrin yarısı yeterlidir. Şayet bu kadın için mehir de tesbit edilmemiş ise, o takdirde mehr-i misilden daha az veya daha çok olsun mut'a hakkı vardır. Bu mut'anın da bir sınırı yoktur. Mâlik'ten bu görüşü İbnu'l-Kasım nakletmiştir.

İbnu'l-Kasım el-Müdevvene'de "İrhau's-Sütur" (Gerdek için perdelerin indirilmesi) bahsinde der ki: Yüce Allah bu âyet-i kerîme gereğince boşanan her kadına mut'ayı bir hak olarak tesbit etmiştir. Bundan sonra ise öteki âyette kendisi için mehir tayin edilmiş olup gerdeğe girmediği kadını istisna edip onu mut'a kapsamının dışında tutmuştur, (bk. 2/237. âyet) İbn Zeyd ise diğer âyetin bu âyeti neshettiğini ileri sürmüştür.

İbn Atiyye der ki: İbnu'l-Kasım nesh lâfzından kaçınarak itisna lâfzına sığınmıştır. Böyle bir yerde ise istisna uygun düşmez. Aksine bu Zeyd b. Eslem'in söylediği gibi katıksız bir neshtir. İbnu'l-Kasım yüce Allah'ın:

"Boşanan kadınlar lehine.." âyetinin bütün boşanmış kadınları kapsadığı ilkesine bağlı kaldığı takdirde kaçınılmaz olarak burada neshin olduğunu da söylemek zorunda kalacaktır.

Atâ b. Ebi Rebah ve başkaları ise şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme kendileriyle geredeğe girilmiş dul kadınlar hakkındadır. Çünkü daha önceden bir başka âyette kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların mut'asından söz edilmiştir. Bu görüşe göre; kendileriyle temas edilmeden önce mehirleri tayin edilmiş olanlar hiçbir şekilde kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların kapsamına girmez. Bu da yüce Allah'ın:

"Kendilerine mehir tayin etmemiş iken hanımları dokunmadan önce boşarsanız..." (el-Bakara, 2/237) âyet-i kerimesinin bu türden kadınları tahsis edici olduğunu söylemek demektir. Ne zaman ki: Bu gelen ifade onu da kapsar denilebiliyor ise; o vakit burda nesih sözkonusu olur, aksi sözkonusu olmaz.

Mut'a Hakkı Olmayan Kadınlar:

Diğer görüşünde Şâfiî de şöyle demektedir: Ortada temas ve mehir tesbiti sözkonusu olmamak şartıyla, gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın dışında herhangi bir kadının mut'a hakkı yoktur. Çünkü mehrin bir miktarına hak kazanan bir kadın mut'adaki hakkına ihtiyaç duymaz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevceleri hakkında yüce Allah'ın:

"Gelin size mut'a vereyim" (el-Ahzab, 33/28. âyet 4. başlık) âyeti ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunu tatavvu' olarak yapmış olduğuna hamledilir, yoksa bu onun için vacip değildi. Yüce Allah'ın:

"Sizin onlar aleyhine sayacağınız bir iddet yoktur. Onları metalandırın" (el-Ahzab, 33/19) âyeti de yine mehri tesbit edilmemiş olan kadın hakkında kabul edilmiştir. Şâfiî der ki: Mehri tayin edilmiş olan kadın temastan önce boşanacak olursa mut'a hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın kendisiyle cima olmaksızın mehrin yarısını almıştır. Zifafa girilmiş olan kadın boşanıldığı takdirde ise, mut'a hakkı vardır. Çünkü mehir cima karşılığında sözkonusu olur. Mut'a ise akdi kabul etmek sebebiyle sözkonusudur. Şâfiî hul' ve mübâree yapan kadın lehine de mut'ayı vacip kabul etmiştir.

Mâlik'in arkadaşları der ki: Kendisi birşeyler verdiği halde fidye veren (hul' yapan) kadın hakkında nasıl mut'a sözkonusu olur? Böyle bir kadın nasıl meta alabilir? Hul' yaparak, fidye ödeyerek, ibra yaparak, sulh yaparak, lian yaparak yahut azad edilip ayrılığı tercih ederek ayrılan bir kadın için, ister onunla gerdeğe girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, kocası ister onun mehrini tesbit etmiş olsun ister etmemiş olsun mut'a hakkı yoktur. Buna dair açıklamalar daha önceden etraflıca geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/236. âyet 6. başlık).

243

Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün" dedi. Sonra da onları diriltti. Gerçekten Allah, insanlara lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.

Bu âyete dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Ölümden Korkanlar:

Yüce Allah'ın:

"Görmedin mi?" âyetindeki görmek'ten kasıt kalbî görüştür. Bilmedin mi anlamındadır. Sîbeveyh'e göre ise; sen bu gibi kimselerin işlerine, durumlarına dikkat etmedin mi anlamındadır. (Arapça'da) böyle bir görme'nin ise iki mef'ûle ihtiyacı yoktur.

Ebû Abdurrahman es-Sülemî bu âyeti "radıyallahü anh" harfini cezimli olarak diye okumuştur. Hemze, ayrıca onun yerine geçecek bir hareke vermeksizin hazfedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslının son harfi "Hemze"dir.

Âyet-i kerimede sözü geçenlerin kıssasına gelince; bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrailoğullarından bir kavim idiler. "Dâverdân" denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar. Yüce Allah da onların canını aldı. İbn Abbâs der ki: Bunlar dört bin kişi idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler: Ölümün bulunmadığı bir yere gidelim. Yüce Allah da onların canını aldı. Bir peygamber onların bulunduğu yerden geçti, yüce Allah'a dua etti, Allah da onları diriltti.

Bunların sekiz gün veya yedi gün ölü kaldıkları söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

el-Hasen der ki: Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları diriltti. Denildiğine göre Allah onları peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu peygamberin adının Şem'ûn olduğu söylenmektedir. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah, peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar diriltti ve yüce Allah'ın:

"Allah yolunda Savaşınız" âyeti ile cihadı emretti. Bu açıklama da ed-Dahhâk'a aittir.

İbn Atiyye der ki: Bütün bu anlatılanların senedleri gevşektir Âyet-i kerimeden anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dikkat çekmek için ve kendi katından haberdar eden bir üslup ile insanlardan bir topluluğa dair haber vermektedir. Bunlar ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar, yüce Allah da onları öldürdü, sonra da onları diriltti. Hem kendilerine, hem de onlardan sonra gelen herkese, öldürmenin ancak yüce Allah'ın elinde olduğunu, başkasının elinde olmadığını göstermek için bunu yapmıştır. Herhangi bir kimsenin korkmasının veya bu konuda aldanışa düşmesinin hiçbir anlamı yoktur.

Yüce Allah bu âyet-i kerimeyi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden mü’min olanlara cihadı emretmesine bir mukaddime kılmıştır. Bu da Taberî'nin görüşüdür. Âyet-i kerimenin söz dizisinin zahirinden anlaşılan da budur.

Binlerce Kişi Oldukları Halde Ölümden Korkanlar:

Yüce Allah'ın:

"Binlerce kişi oldukları halde" âyeti ile ilgili olarak Cumhûr şöyle demektedir: Burada "binlerce (anlamına gelen: ulûf)" kelimesi, "bin" (anlamına gelen elf) kelimesinin çoğuludur. Kimisi, altıyüzbin kişi idiler, derken seksen bin kişi idiler de denilmiştir. İbn Abbâs kırkbin kişi olduklarını söylemektedir. Ebû Mâlik; otuz bin, es-Süddî; otuzyedi bin kişi idiler, der. Yetmiş bin kişi idiler, de denilmiştir. Bunu da Atâ b. Ebi Rebah söylemiştir. Yine İbn Abbâs'tan kırk bin kişi ve sekiz bin kişi oldukları da rivâyet edilmiştir. Bunu ondan İbn Cüreyc rivâyet etmiştir. Yine İbn Abbâs'tan sekiz bin ve dört bin kişi oldukları da rivâyet edilmiştir, üç bin kişi de denilmiştir.

Fakat doğru olan bunların sayılarının on bin kişiden fazla olduğudur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Binlerce kişi oldukları halde" âyetinde cem'u’l-kesre açokluk çoğulub kipi kullanılmıştır. On bin ve aşağısında "ulûf abinlerceb" tabiri kullanılmaz.

İbn Zeyd bu kelime hakkında şöyle demektedir: Bu kendileri birbirleriyle ülfet halinde idiler (yani kaynaşmış idiler) demektir. Yani kavimlerinin ayrılığı ya da aralarındaki fitne dolayısıyla yurtlarından çıkmamışlardı. Onlar birbirleriyle kaynaşmış durumda idiler. Fakat bu kesim, onlara muhalefet ederek kendi kanaatlerince ölümden kaçmak ve hayatta kalmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kanaatlerince kurtuluşa erdikleri yerde onları öldürdü.

Bu açıklamaya göre "ulûf kelimesi (alışmış kaynaşmış anlamına gelen) âlif in çoğuludur. Tıpkı câlis ve cülus (oturan oturanlar) kelimesinde olduğu gibi.

İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Allah onlara ceza olmak üzere bir süre onları öldürdükten sonra diriltti. Ceza olarak öldürmekten sonra ise bir hayat vardır. Ecelin sonu dolayısıyla gelen ölümden sonra ise dünya hayatı olmaz.

Mücâhid der ki: Bunlar diriltildikleri vakit kavimlerine geri döndüler. Bir zamanlar ölmüş olduklarını biliyorlardı. Fakat ölümün hali, rengi yüzlerinde duruyordu. Onlardan herhangi bir kimse bir elbise giydi mi mutlaka kirli bir kefene dönüşüverirdi. Bu durumları kendileri için takdir edilmiş bulunan ecelleri gelip ölene kadar sürüp gitti.

İbn Cüreyc'in İbn Abbâs'tan naklettiğine göre işte; bu koku, bugüne kadar İsrailoğullarına mensup o kol üzerinde kalmış bulunmaktadır.

Rivâyet edildiğine göre; bunlar Irak'ta Vasıt taraflarında idiler. Denildiğine göre; bunlar cesetleri koktuktan sonra diriltildiler. İşte o koku bugüne kadar onların nesillerinde hâlâ vardır.

2- Ölüm Korkusu:

"Ölüm korkusuyla" yani böyle bir korku sebebiyle yurtlarından çıktılar. Bu âyette

"korku" anlamındaki "hazer" kelimesi mefûlün leh olduğu için nasb edilmiştir. Allah da onlara:

"Ölün" dedi. Bu emir tekvinî bir emirdir. Onlara bu şekilde seslenildi ve kendilerine

"ölün" denildiğini kabul etmek de uzak bir ihtimal değildir. İki meleğin onlara:

"Ölün" diye seslendiği ve bunun üzerine öldükleri de nakledilmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah onlara iki melek vasıtasıyla

"ölün" buyurdu... Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Kaçışın Ölüme Faydası Var mı? Veba ve Benzeri Hastalıklardan Kaçmanın Hükmü:

Bu husustaki görüşlerin en sahih, en açık ve en meşhur olanları, bunların vebadan kaçmak arzusuyla, çıkmış olduklarıdır. Bunu Saîd b. Cübeyr, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir. İbn Abbâs der ki: Bunlar taundan (vebadan) kaçmak arzusuyla çıktılar ve öldüler. Peygamberlerden birisi Allah'a dua ederek Rablerine ibadet etsinler diye onları diriltmesini istedi; Allah da onları diriltti.

Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b. Dinar da der ki: Bulundukları kasabada tâûn başgösterdi. Bir kısmı kasabadan dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler. Ordan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha başgösterince pek azı müstesna toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde, zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler. el-Hasen der ki: Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları kırk bin kişi idi.

Derim ki: İşte bu âyet-i kerimede hükümlerin esasını bu teşkil etmektedir. Lâfız Buhârî'nin olmak üzere hadis İmâmları Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şunu rivâyet etmektedirler: Âmir, Usame b. Zeyd'i (babası) Sad'a şunları anlatırken dinlemiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O geçmiş ümmetlerden birisinin kendisiyle azâb edildiği bir azap veya musibet (ricz)dir. Sonra ondan geriye bir kısmı kalmış, kimi zaman gider kimi zaman gelir. Her kim onun bir yerde başgösterdiğini işitirse sakın oraya gitmesin. Her kimin de bulunduğu yerde başgösterirse ordan kaçarak dışarı çıkmasın." Buhârî, Hiyel 13, Tıb 30; Müslim, Selâm 92, 93, 95, 96; Ebû Dâvûd, Cenâiz 6; Muvatta’', el-Câmi' (Medine) 23.

Bunu ayrıca Ebû Îsa et-Tirmizî de rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: Bize Kuteybe anlattı, bize Hammâd b. Zeyd, Amr b. Dinar'dan haber verdi. Amr, Âmir b. Sa'd'dan o Usame b. Zeyd'den rivâyet ettiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O İsrailoğullarından bir kesim üzerine gönderilmiş bir azap veya bir musibetin (riczin) kalıntısıdır. Bulunduğunuz yerde başgösterirse oradan çıkmayınız. Olmadığınız yerde başgösterirse oraya gitmeyiniz." Tirmizî: Hasen sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Cenâiz 66.

İşte Abdurrahman b. Avf, Muvatta’' ve diğerlerinde meşhur olduğu üzere, kendilerine bu konudaki hadisi Serğ'den döndüklerinde haber vermesi üzerine döndüklerinde Ömer ve ashab-ı kiramın (Allah hepsinden razı olsun) uygulamaları bu hadislerin gereği idi. Bu uzunca rivâyet için bk. Buhârî, Tıb 30, Hıyel 13; Müslim, Selâm 98; Muvatta’', el-Câmi (Medine), 22; Müsned, I, 194. Bazıları vebadan ve hastalığın bulunduğu bir yerden kaçışı hoşgörmemiştir. Âişe (radıyallahü anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Vebadan kaçmak Savaştan kaçmak gibidir. Hazret-i Ömer'in Şam'a gittiği sırada Ebû Ubeyde ile başından geçen olay bilinen bir olaydır. Bunda Hazret-i Ömer'in geri döndüğü kaydedilmektedir.

Taberî der ki: Hazret-i Sa'd yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şuna delalet vardır: Başgöstermeden önce hoşa gitmeyen şeylerden sakınmak, bastırmadan önce korkulacak şeylerden uzak durmak kişinin görevidir. Bunların gelip çatmasından sonra ise sabretmek ve tahammülsüzlük göstermemek de kişinin görevidir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vebanın bulunduğu bir yerde bulunmayana, vebanın başgösterdiği yere girmeyi yasakladığı gibi; başgöstermesihden sonra da orada bulunan kimselerin de kaçmak arzusuyla ordan çıkmasını yasaklamıştır. İşte çeşitli işlerin kötü musibetlerinden sakınmak durumunda olan herkesin uyması gereken hüküm de budur. Bu tür gailelerde de izlenecek yol, tâûndaki yolun aynısıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de buna benzer manayı ifade etmektedir: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştığınız takdirde de sabır gösteriniz." Buhârî, Cihâd 112, 156, Temenni 8 (kısmen); Müslim, Cihâd 20; Ebû Dâvûd, Cihâd 89; Dârimî, Siyer 6

Derim ki: İşte bu konuda sahih olan budur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın âyetinin gereği de budur. Onun hayırlı ve şerefli ashabının (Allah onlardan razı olsun) uygulaması da bu şekildedir. Hazret-i Ömer, kendisine: "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyip tutumuna karşı çıkınca Ebû Ubeyde'ye şöyle demişti: "Keşke bu sözleri senden başka bir kimse söylemiş olsaydı ey Ebû Ubeyde, evet Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyoruz."

Bunun anlamı şudur: İnsanın lehinde olsun aleyhinde olsun Allah'ın kendisi hakkında takdir ettiğinden kurtulmasına imkan yoktur. Fakat şanı yüce Allah korkulacak şeylerden ve helake götürecek şeylerden sakınmayı bizlere emretmiştir. Hoşlanılmayan şeylerden bütün gücümüzü ortaya koyarak sakınmamızı istemiştir. Devamla Hazret-i Ömer Ebû Ubeyde'ye şöyle demiştir: Bana söyle, senin develerin olsa ve sen birisi verimli öbürü ise kurak iki ayrı tarafı bulunan bir vadiye insen, develerini verimli tarafından otlatacak olsan Allah'ın kaderiyle otlatmış, kurak tarafında otlatırsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış olmaz mısın?

Hazret-i Ömer daha sonra bulunduğu o yerden geriye Medine'ye döndü. Bk. 1 no'lu not.

el-Kiya et-Taberî der ki: Takdir edilmiş bulunan eceller her ne kadar artmıyor ve eksilmiyor ise de kâfirler yahut yol kesenler, kendilerine hücum edenlere karşı koyamayacak kadar güçsüz bir beldeye yönelecek olurlarsa, o belde halkının önlerinden çekilme haklarına sahip oldukları hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz.

Şöyle de denilmiştir: Vebanın başgösterdiği yerden kaçışın yasaklanış sebebi şudur: Vebanın olduğu yerde bulunan kişi ondan payını almış (mikrop kendisine bulaşmış) olabilir. Çünkü o yerde yaşayanlar bu genel hastalığın sebebi hususunda ortakdırlar. Bundan dolayı onun kaçmasının bir faydası yoktur.

Aksine kendisine bulaşmış bulunan vebanın sebeplerine bir de yolculuğun sıkıntılarını ilave eder. Böylelikle acıları kat kat olur, zarar çoğalır. Yolun her tarafında bu kaçanlar ölüp gider ve dar olsun geniş olsun her bir yolda bu hastalığa yakalanıp ölenler bırakılır, gidilir. Bundan dolayı; vebadan kaçıp da kurtulan herhangi bir kimse yoktur, denilmektedir. Bunu da İbnu'l-Medainî nakletmiştir. Bu hususta öğüt olarak yüce Allah'ın şu âyeti yeterlidir: "Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara; ölün, dedi."

Belki de böyle bir kimse kaçar ve kurtulursa şöyle der: Ben oradan kaçtığım için ondan kurtuldum. Bu sefer de onun akidesinde bozukluk baş gösterir.

Özetle, belirttiğimiz hususlar dolayısıyla vebadan kaçış yasaklanmıştır. Çünkü bu şekilde kaçış şehirleri boşaltır. Ayrıca şehirlerde oralardan çıkışları kendilerine zor gelecek mustaz'af kimseler de mutlaka vardır. Ve bunlar oradan çıkma imkânını bulamayabilirler. Şehirlerin temel esasları ve mustaz'afların yardımcıları olan varlıklı kimselerin şehirleri bırakıp boşaltmalarından rahatsız olurlar, sıkıntısını çekerler.

Diğer taraftan veba bir yerde oldu mu, sağlam olanın, sakınma ve zarar bulunan yerlerden çekilme esasına riâyet ederek; herhangi bir kimse oraya gitmesin. İnsan nefsini şaşırtan vehimleri bertaraf etmek kastıyla da kimse oraya gitmesin. Bu hastalığın bulunduğu yere girmekte helâk sözkonusudur. Bu ise yüce Allah'ın hükmü gereğince câiz değildir.

Çünkü canı hoşa gitmeyen şeylerden korumak vaciptir. Böyle bir yere giren kimsenin: Eğer ben böyle bir yere girmemiş olsaydım, hoşuma gitmeyen bir durum başıma gelmezdi; demek suretiyle itikadında bir bozukluğun başgöstermesinden de korkulur. İşte tâûnun, (veba ve benzeri bulaşıcı hastalıkların) bulunduğu bir yere girmenin ya da oradan çıkmanın yasaklanışının faydası budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Tâûn, ikamet eden kimse hakkında da kaçan kimse hakkında da bir fitnedir. Ordan kaçan kimse; ben kaçışımla kurtuldum, der. Orda kalan bir kimse ise; burada kaldım ve öldüm, der. İşte cüzzamlı olan kimseye bakmanın mekruh oluşuna dair soru sorulduğunda İmâm Mâlik şu cevabıyla buna benzer bir duruma işaret etmiştir: Ben bu hususta bir kerahet olduğuna dair birşey işitmedim. Bununla birlikte gördüğüm kadarıyla buna dair gelen yasak, ancak onun hatırında yer edecek birşeyin kendisini dehşete düşürmesi yahut korkutması endişesinden başkası da değildir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) veba hakkında şöyle buyurmuştur: "Sizler onun bir yerde başgösterdiğini işitirseniz olduğu yere gitmeyiniz, bulunduğunuz yerde başgösterirse ondan kaçmak kastıyla da çıkmayınız." Bu başlığın baş taraflarında geçen bu hadisin kaynakları orada gösterilmiştir.

Yine İmâm Mâlik'e ölümün ve türlü hastalıkların başgösterdiği bir belde hakkında soru sorularak böylesi bir yerden çıkmak mekruh mudur diye sorulmuş o da: Çıkmasının veya orada ikamet etmesinin bir sakıncasını görmüyorum, diye cevap vermiştir.

4- Vebanın Bulunduğu Bir Yerden Kaçmak Kastı Olmaksızın Çıkış:

Hazret-i Peygamber'in: "Sizin bulunduğunuz yerde veba başgösterirse ondan kaçmak kastıyla çıkmayınız" âyetinde taunun bulunduğu beldeden, ondan kaçmak kastı ile olmayarak çıkışın câiz oluşuna delil vardır. Şu kadar var ki, kendisine isabet eden birşeyin isabet etmemesinin sözkonusu olmayacağına inanması gerekir. Aynı şekilde giren bir kimsenin de; -oraya girişinin Allah'ın kendisi için takdir etmemiş olduğu bir kaderi kendisinin başına getirmeyeceğine kesin olarak inanırsa- oraya girmesi mubah olur ve belirttiğimiz şekilde oradan çıkış da onun için mubah olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- Tâûn'a (Veba ve Benzeri Öldürücü Bulaşıcı Hastalıklara) Sabretmenin Fazileti:

Bu başlık, tâûna sabretmenin faziletine ve bu faziletin açıklanmasına dairdir. Tâûn kelimesi "ta'n"dan "fâûl" veznindedir. Şu kadar var ki bu kelime aslından uzaklaştırılınca, veba sebebiyle genel şekildeki ölüme delalet edecek anlamında kullanıldı. Bu açıklamalar el-Cevherî'ye aittir.

Hazret-i Âişe yoluyla gelen bir hadiste de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ümmetimin yok oluşu ta'n ve tâûn ile olacaktır." Hazret-i Âişe dedi ki: Ta'nın ne olduğunu bildik. Peki tâûn nedir? Şöyle buyurdu: "(Tâûn) devenin karnının alt taraflarında derinin inceldiği yerlerde ve koltuk altlarında çıkan guddeye benzer bir guddedir." Müsned, VI, 145, 255. Ayrıca bk. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II, 311, 314-315

Âl-imler der ki: Bu vebayı yüce Allah kulları arasından isyan edenlere ve kâfirlere bir ceza ve bir intikam olmak üzere de gönderebilir, salihler için bir şehadet ve bir rahmet olmak üzere de gönderebilir. Nitekim Muaz b. Cebel Amaebvâs tâûnu esnasında şöyle demiştir: Bu sizin için bir şehadet, bir rahmet ve Peygamberinizin duasıdır. Allah'ım, Muaz'a ve onun aile halkına rahmetinden paylarını ver. Muaz (radıyallahü anh) avucunda tâûn hastalığına yakalandı.

Ebû Kilabe dedi ki: Ben şehadetin ve rahmetin ne olduğunu biliyorum. Fakat peygamberimizin duası nedir bunu bilemedim. Buna dair sordum, bana şöyle denildi: Peygamber asalât ve selam onab yüce Allah'a ümmetini birbirleriyle Savaşarak öldürmemelerini dua edip de bu duası kabul olunmayınca; ümmetinin yok olup bitmesinin ta'n ve tâûn ile olmamasını dua edip istedi.

Hazret-i Cabir'den ve başkasından Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Taundan kaçan bir kimse, Savaştan kaçan kimse gibidir. Tâûn esnasında sabreden kimse de Savaşta sabreden kimse gibidir." Yakın ifadelerle: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II. 315

Buhârîde de Yahya b. Ya'mer'in Hazret-i Âişe'den rivâyetine göre Hazret-i Âişe ona şunu haber vermiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tâûn hakkında soru sormuş, Allah'ın peygamberi de ona şunu bildirmiş: "O yüce Allah'ın dilediği kimselere gönderdiği bir azap idi. Allah onu mü’minlere rahmet kılmıştır. Bulunduğu yerde tâûn başgösterir de sabrederek Allah'ın kendisine yazdığından başkasının ona asla isabet etmeyeceğini bilerek, sabrederek, o beldede kalan bir kula mutlaka şehidin ecri gibi bir ecir vardır." Yakın ifadelerle: el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II. 315 İşte bu, Hazret-i Peygamber'in: "Tâûn bir şehadettir, mat'ûn da şehittir" hadisini açıklamaktadır. Yani tâûn hastalığına sabreden Allah'tan ecrini uman ve kendisine Allah'ın yazmış olduğundan başkasının asla isabet etmeyeceğini bilen kimse (bu haliyle ölürse şehiddir). İşte bundan daloya Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) bu hastalıktan ölmeyi temenni etmiştir. Çünkü o, bu şekilde ölenin şehid olduğunu biliyordu. Tâûndan korkup çekinen, ondan tiksinen ve kaçan kimseye gelince böylesi hadisin kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Taûn'un şehadet olduğunu belirten hadisler: Buhârî, Cihâd 30, Tıb 30; Müslim, îmare 166; Nesâî, Cenaiz 112, Dârimî, Cihâd 22; Taundan ölenin şehid olduğunu belirten hadisler: Buhârî, Tıb 30; Müslim, İmâre 164, Iö5

6- Taundan Kaçış îslâm Âl-imine Yakışmaz:

Ebû Ömer der ki: İlim sahipleri arasında herhangi bir kimsenin taundan kaçtığına dair bir bilgi bana ulaşmış değildir. Ancak İbnu'l-Medâinî'nin zikrettiği müstesnadır. Buna göre Ali b. Zeyd b. Cüd'ân, taundan es-Seyyale denilen yere kaçmıştır. Her Cuma gelir, cumaya katılır ve geri dönerdi. Cumaya gelip katıldığında arkasından yüksek sesle: Taundan kaçtı, diye söylüyorlardı. es-Seyyale'de öldü. İbnu'l-Medâinî der ki: Amr b. Ubeyd ile Ribat b. Muhammed de er-Ribatiyye denilen yere kaçmışlardır. İbrahim b. Ali el-Fukaymî bu hususta şunları söylemiştir:

"Ne zaman ki ölüm yalanlayıcı herkesi korkutup alelacele kaçırınca

Ben sabrettim, fakat ne Ribat ne de Amr sabretti."

Ebû Hâtim de el-Esmaî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Basralılardan birisi taundan kaçıp eşeğine bindi, aile halkıyla birlikte Sefevan denilen yere doğru gitti. Arkasından kervan şarkıcılarından birisinin nağmeli olarak şunları söylediğini işitti:

"Ne eşek sırtında Allah'ın kaderi geçilebilir

Ne de koruması sağlam uçan bir kuşun üzerinde ölüm takdir edildiği vakit gelecektir

O vakit Allah da yürüyenin önüne çıkıverecektir."

el-Medâinî de şöyle der: Abdülaziz b. Mervan'ın valiliği sırasında Mısır'da tâûn başgösterdi. O da taundan kaçarak çıkıp giderken Süker ismi verilen es-Said kasabalarından bir kasabada konakladı. Oraya konakladığı sırada Abdülmelik b. Mervan'ın bir elçisi onun yanına geldi. Abdülaziz: Ona adın ne? diye sorunca adam: Müdrik oğlu Talib (Müdrik; yetişip kavuşan, talib ise önden gideni kovalayan, demektir) dedi. Bunun üzerine Abdülaziz: Eyvah dedi. Gördüğüm kadarıyla Fustat'a geri dönemeyeceğim. Ve konakladığı kasabada öldü.

244

Allah yolunda Savaşın ve bilin ki muhakkak Allah, Semî'dir, Alimdir.

Cumhûrun görüşüne göre bu Allah yolunda Savaşmak üzere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine yönelik bir hitaptır. Allah yolunda Savaş ise Allah adının en üstün ve yüce olması niyet edilerek yapılan Savaştır. Allah'ın yollan ise pek çoktur. Bütün yollar hakkında genel bir tabirdir. Nitekim yüce Allah:

"De ki: İşte bu benim yolumdur.." (Yusuf, 12/108) diye buyurmaktadır.

Mâlik der ki: Allah'ın yolları pek çoktur. Kendisi dolayısıyla yahut onda veya kendisi uğrunda Savaşılmayacak tek bir yol yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm dinidir. Bu hususta da görüş ayrılığı yoktur. Bir diğer görüşe göre ise burada hitap İsrailoğullarından diriltilen kimseleredir. Bu görüş İbn Abbâs ve ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir. Buna göre âyetin başında yer alan "vav" harfi daha önce geçen emre atıf harfidir. İfadede de söylenmemiş ve takdiri şöyle olan bir söz var demek olur: Ve yüce Allah onlara ... Savaşınız, diye buyurdu.

Birinci görüşe göre ise "vav" harfi belli bir cümleyi daha önce geçen cümleye atfetmektedir. O takdirde söz arasında söylenmemiş bir ifade takdirine ihtiyaç yoktur. en-Nehhâs der ki:

"... Savaşınız" âyeti yüce Allah tarafından mü’minlere verilmiş bir emir olup, bu sözü geçenlerin kaçtığı gibi siz de kaçmayınız, demektir.

"Ve bilin ki muhakkak Allah Semidir." Sözü geçen bu kimselerin dedikleri gibi siz de söylerseniz o söylediğinizi işitir ve bununla neyi kastettiğinizi bilendir (Alîmdir).

Taberî der ki: Burada Savaşma emri öldükten sonra diriltilenlere verilmiştir, diyenlerin sözlerinin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

245

Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da ona o verdiğini kat kat artırır. Allah daraltır, genişletir. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.

Yüce Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız.

1- Âyetler Arası İlişki ve Nüzul Sebebi:

Şanı yüce Allah cihad ve hak yolunda Savaşı emrettikten sonra

"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir" âyeti ile bu uğurda infakta bulunmayı teşvik etmektedir. Hak uğrunda Savaşın emrediliş sebebi ise, İmâm Mâlik’in de ifade ettiği gibi, şeriatte kendisi uğrunda ve kendisini korumak maksatıyla Savaşın câiz olmadığı hiçbir şey yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm dinidir. İşte bu âyetin kapsamına Allah yolunda Savaşan kimse girmektedir. Çünkü bu uğurda Savaşan kişi, sevap umudu ile bu uğurda borç vermektedir. Nitekim Hazret-i Osman (radıyallahü anh) zorluk ordusu (diye bilinen) Tebuk gazvesi'nde (ordunun büyük bir bölümünün ihtiyaçlarını karşılarken) böyle yapmıştır.

"Kim" anlamındaki âyet, mübtedâ olarak merfû'dur. ism-i işareti onun haberi, ism-i mevsulu onun sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir.

Bu âyet-i kerîme nazil olunca Ebû'd-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti. Bize şeyh fakih, İmâm, muhaddis, kadı -nesebi ve mezhebiyle- Eş'ari Ebû Âmir Yahya b. Ahmed b. Menî' Kurtuba'da -Allah onu tekrar İslâm'ın hakimiyetine iade etsin- 628 (hicrî) yılı Rabiulahir ayında benim tarafımdan ona kıraaten haber verdi, dedi ki: Bize babam icazet yoluyla haber vererek dedi ki: Ben Ebû Bekir Abdulaziz b. Halef b. Medyen el-Ezdî'nin önünde okudum. O Ebû Abdullah b. Sa'dûn'dan onun huzurunda okunurken o da dinleyerek, dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Ali b. Mehrân anlatarak dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Muhammed b. Abdullah b. Zekeriyya b. Yahya en-Neysaburî 366 yılında anlatarak dedi ki: Bize amcam Ebû Zekeriyya Yahya b. Zekeriyya bildirerek dedi ki: Bize Muhammed b. Hazret-i Muâviye b. Salih anlatarak dedi ki: Bize Halef b. Halife, Humeyd el-A'rec'den anlattı. Humeyd, Abdullah b. el-Haris'ten o Abdullah b. Mesud'dan rivâyetle dedi ki:

"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?" âyeti nazil olunca Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, yüce Allah bizden ödünç mü istiyor? Hazret-i Peygamber: "Evet ey Ebû'd-Dahdah" deyince Ebû'd-Dahdah: Bana elini göster, dedi. Hazret-i Peygamber ona elini uzattı. Ebû'd-Dahdah dedi ki: İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben Allah'a ödünç verdim. Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihayet bahçeye vardı. (Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte bahçenin içerisindeydi. Ona: Ey umm ed-Dahdah diye seslendi. Hanımı: Buyû' r efendim, deyince; Oradan çık, dedi. Ben aziz ve celil olan Rabbime içinde altıyüz tane hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim. et-Tirmizî, el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 587; Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 746; el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, III, 113-114.

Zeyd b. Eslem dedi ki: Yüce Allah'ın:

"Allah'a güzel bir ödünç yerecek olan kimdir?" âyeti nazil olunca Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın ödünç almaya ihtiyacı olmadığı halde o bizden borç mu istiyor? Hazret-i Peygamber: "Evet" buyurdu. "O vereceğiniz bu ödünç ile sizi cennete koymak istiyor." Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ben Rabbime bir ödünç verecek olursam O da bana ve benimle birlikte bulunan Dahdah çocuklarına cenneti garanti ediyor mu? Hazret-i Peygamber: "Evet" diye buyurunca, Ebû'd-Dahdah bana elini ver dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona elini verince şöyle dedi: İki tane bahçem var. Birisi Sâfile'de, öteki Âl-iye'de. Allah'a yemin ederim, bunlardan başkasına da sahip değilim. İşte bu iki bahçeyi de Allah'a ödünç olarak veriyorum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onlardan birisini Allah'a ver, ötekini de kendinin ve çoluk çocuğunun geçimi için bırak." Ancak Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Seni şahit tutuyorum ey Allah'ın Rasûlü ki, ben bunların iyilerini yüce Allah'a tahsis ettim. Bu ise içinde altıyüz tane hurma ağacı bulunan bir bahçedir. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "O vakit buna karşılık Allah da seni cennetle mükâfatlandıracaktır." Ebû'd-Dahdah kalkıp Umm ed-Dahdah'ın yanına geldi. Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte hurma ağaçları altında dolaşıyordu. Ebû'd-Dahdah şu şiiri okudu:

Rabbim seni doğruluk yollarına iletti,

Hayrın ve istikametin yoluna,

Sevinç ve arzuyla bahçeden ayrıl!

Çünkü o, Kıyâmet günü karşılığı alınmak üzere bir borç verildi,

Ben onu yüce Allah'a ödünç verdim itaat ile,

Herhangi bir minnet ya da herhangi bir geri dönüş sözkonusu değildir;

Beklediğim tek şey, Rabbimiz huzuruna döneceğimde kat kat ecir almaktır.

Oradan kendin de çık, çocuklarla birlikte artık;

İyilik şüphesiz en hayırlı azıktır

Kişinin Kıyâmet gününe dünyadan göndereceği.

Umm ed-Dahdah da şu cevabı verdi: Satışın karlı olsun. Allah satın aldığın şeyi sana mübarek kılsın. Daha sonra Umm ed-Dahdah da ona şu beyitlerle cevap verdi:

Allah da sana hayır ve sevinç müjdesi versin.

Senin gibi birisi elinden geleni yapmış ve gerçekten samimi davranmıştır;

Allah çoluk çocuğuma nimetler verdi, ihsanlarda bulundu

Siyah güzel hurma ile ve parlak taze hurma ile;

Kul ise çalışır ve onun için çalıştığı vardır,

Geceler boyunca kazandığı günahlar ise aleyhinedir.

Daha sonra Umm ed-Dahdah çocuklarına yöneldi, ağızlarında bulunan lokmaları çıkartıp elbiselerine topladıkları hurmaları da orada dökmeye koyuldu ve sonunda öbür bahçeye geçti. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: "Nice ağır salkım ve geniş ev, Ebû'd-Dahdah'ın olmuştur." Rivâyete oldukça özlü bir işaret olmak üzere: Müsned, III, 146, V, 90, 95'e bakılabilk

2- Âyet-i Kerîmenin Âyetlerini Yerine Getirme Açısından İnsanlar:

İbnu'l-Arabî der ki: Yaratıcının hükmü, hikmeti, kudreti, meşîeti, kaza ve kaderi gereğince insanlar bu âyet-i kerimeyi işitince birkaç kısma ayrıldılar ve üç bölük oldular. Birinci bölük aşağılık kimselerdir. Bunlar: Muhammed'in Rabbi muhtaçtır, bize ihtiyacı vardır. Biz ise zengin kimseleriz, dediler. Bu ise aklı başında herkesin açıkça anlayacağı büyük bir bilgisizliktir. Yüce Allah bunlara şu âyeti ile cevap verdi:

"Elbette ki Allah: «Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz,» diyenlerin sözlerini işitmiştir..." (Âl-i İmrân, 3/181)

İkinci kesim ise, bu âyeti işitince cimriliği ve eli sıkı tutmayı tercih etti, mala duydukları arzuyu öne geçirdi. Allah yolunda bir infakta bulunmadı. Bir kimseyi esirlikten kurtarmadı, kimseye de herhangi bir yardımı olmadi. Bütün bunları ise, itaatte bulunmaktan yana tembellik ve bu dünya yurduna bağlılık dolayısıyla yaptı.

Üçüncü kesim ise bu âyeti işitir işitmez, çabucak gereğini yerine getirmeye kalkıştı ve malı ile onun gereğini yerine getirmeyi tercih etti. Ebû'd-Dahdah (radıyallahü anh) ve başkalarının yaptığı gibi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Karz ve Allah'a Ödünç Vermek:

Yüce Allah'ın:

"Güzel bir ödünç: Karz-ı hasen" âyetinde geçen "karz" kelimesi karşılığı beklenen, aranan herşeyin ismidir. "Filan filana bir karz verdi" denildiği zaman karşılığını alacak birşey verdi demektir. Şair Lebid şöyle demektedir:

"Sana bir karz verildiği vakit sen onun karşılığını ver!

Gerçek şu ki; delikanlıdır karşılık veren, deve değil."

Kırz da el-Kisaî'nin naklettiğine göre karzın bir başka söyleyişidir. İstikraz, karz talebinde bulunmak demektir. İkraz da karz vermek demektir. İktirâz da karz almak demek olur. ez-Zeccâc der ki: Karz, sözlükte iyi sınamaya da denilir, kötüsüne de denilir. Şair Umeyye der ki:

"Her kişiye yakında karzının karşılığı verilecektir, ister güzel

Yahut kötü olsun ve her kişi ne şekilde borç almışsa o şekilde borçludur."

Bir diğer şair de şöyle der:

"Karzlar misilleriyle karşılık görür

Hayra karşılık hayır, şerre karşılık da serdir."

el-Kisaî der ki: Karz, ödünç olarak verdiğin (ya da; önceden işlediğin) iyi ya da kötü ameldir. Kelime asıl anlamı itibariyle kesmek demektir. (Makas anlamına gelen) el-Mikrâz da burdan gelmektedir. Karşılığını vermek üzere malından bir parça kesip vermek anlamında "ikraz" tabiri kullanılır. Bir kavmin inkırazı demek, onların köklerinin kesilip helâk olmaları demektir.

Burada karz isimdir. Eğer böyle olmasaydı, burada (karz denilmeyip) ikraz denilmesi gerekirdi. Bu âyet-i kerimede karzın istenmesi, insanların anlayacakları bir şekilde âyetin ifade edilmesi ve alışageldikleri bir uslüpla onlara hitap edilmesi içindir. Çünkü yüce Allah Gani ve Hamid olandır. Fakat şanı yüce Allah, mü’minin ahirette sevabını umacağı şeyler karşılığında dünyada iken verdiği şeyleri bir karza (ödünce) benzetmiştir. Nitekim insanların cenneti almaları karşılığında can ve mallarını vermesini de -ileride yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde açıklanacağı üzere (et-Tevbe, 9/111)- alışverişe benzetmiştir.

Denildiğine göre âyet-i kerimeden maksat fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve Allah yolunda dinin zaferi için infakta bulunmaya teşvik etmektir. Şanı yüce Allah sadaka vermeyi teşvik etmek üzere her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve yüce zatını kinaye yoluyla fakir gibi göstermiştir. Nitekim her türlü eksiklik ve acılardan takdis edilmiş bulunan yüce olan zatını da hasta, aç ve susuz diye kinaye yoluyla ifade etmiştir.

Sahih hadiste yüce Allah'tan haber verilerek şöyle buyurulmaktadır: "Ey Âdemoğlu, hastalandım, sen Beni ziyarete gelmedin. Senden yiyecek istedim, sen Bana yedirmedin senden su istedim Bana su vermedin." Âdemoğlu der ki: Rabbim, Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde Sana nasıl su verebilirdim? Yüce Allah şöyle buyurur: "Filan kulum senden su istedi, sen de ona su vermedin. Şayet sen ona su vermiş olsaydın elbette bunu (karşılığını)nezdimdebulacaktın." Diğerleri hakkında da aynı şekilde soru sorunca yüce Allah, o şekilde cevap verecektir. Bu hadisi Müslim ve Buhârî rivâyet etmiştir. Müslim, Birr 43

Bütün bunlar ise kendisinden kinaye yoluyla söz edilenin şerefine, yüceliğine dikkat çekmek ve kendisine hitap edileni teşvik etmek sadedindedir.

4- Karz (Ödünç) Alanın Karzın Ödemesi İcabeder:

Ödünç alanın borcunu ödemesi gerekir. Çünkü yüce Allah şunu beyan etmektedir: Allah yolunda infak edenin bu infakı Allah yolunda zayi olmaz. Aksine yüce Allah kat'î olarak bunun sevabını geri verecektir. Ancak vereceği cevabı beyan etmeyip müphem bırakmıştır. Hazret-i Peygamber'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Allah yolunda yapılan bir infak yediyüz kata ve daha fazlasıyla katlanır." Müsned, IV, 346 yakın lâfızların Nitekim buna dair açıklamalar bu sûrede yüce Allah'ın:

"Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir.." (el-Bakara, 2/261) âyetini açıklarken gelecektir. Burada da yüce Allah:

"Allah da o verdiğini ona artırır" diye buyurmaktadır. Bunun ise bir sonu, bir sının yoktur.

5- Ödünç Vermenin Sevabı:

Ödünç vermenin sevabı büyüktür. Çünkü ödünç vermek suretiyle müslümanın darlığı genişletilir, sıkıntısı giderilir. İbn Mâce Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece cennetin kapısı üzerinde şunun yazılı olduğunu gördüm: Sadaka on kat fazlasıyla mükâfat görür. Ödünç ise onsekiz kat fazlasıyla. Cebrâîl'e: Ödünç ne diye sadakadan daha faziletlidir? diye sordum. Şu cevabı verdi: Çünkü dilenci yanında birşeyler olduğu halde dilenir. Ödünç alan kimse ise ancak ihtiyacı dolayısıyla ödünç alır." İbn Mâce, Sadakat 19.

(İbn Mâce) dedi ki: Bize Muhammed b. Halef el-Askalanî anlattı, bize Yahya anlattı, bize Süleyman b. Yuseyr, Kays b. Rumi'den anlatarak dedi ki: Süleyman b. Uzunân Alkame'ye maaşını alacağı vakte kadar bin dirhem borç verirdi. Alkame'nin maaşı gelince o borcunu ödemesini istedi. Bu hususta işi sıkı tuttu; o da borcunu ödedi. Ama sanki Alkame bundan dolayı kızar gibi oldu. Birkaç ay durdu sonra tekrar ona gidip şöyle dedi: Bana maaşım gelene kadar bin dirhem borç ver. O da: Olur, memnuniyetle, dedi. Ey Utbenin annesi, yanında bulunan ağzı mühürlü o keseyi getir. Hanımı o keseyi getirdi ve şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ki bunlar senin bana ödemiş olduğun dirhemlerdir. Onlardan tek bir dirhemi dahi yerlerinden kıpırdatmadım. Alkame: Allah iyiliğini versin; peki beni ne diye bu kadar sıkıştırdın? dedi. Süleyman: Senden işittiğim buna sebeptir, dedi. Alkame: Benden ne işittin? deyince Süleyman şöyle dedi: Senin İbn Mes’ûd'dan naklederek şöyle dediğini işittim: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir müslüman bir başka müslümana iki defa ödünç verirse mutlaka onu bir defa tasadduk etmiş gibi olur." Alkame: Evet İbn Mes’ûd bana böyle bildirdi, dedi. İbn Mâce, Sadakat 19.

6- Borç Aynı Miktarda Ödenir:

Bir insanın birisine verdiği borç, bire bir alınır. Yani ona verdiği ödüncün mislini geri alır. İlim ehli icma ile şunu kabul etmişlerdir: Dinar, dirhem, buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve misli bulunan sair bütün yiyeceklerin ödünç verilip alınması caizdir. Müslümanlar Peygamberlerinden naklen icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ödünçte fazlalık şartını koşmak ribadır (faizdir). İsterse bu -İbn Mes’ûd'un deyimiyle- bir tutam hayvan yemi olsun yahut tek bir tane dahi olsun. Eğer bu konuda herhangi bir şart koşulmamış ise ödünç alanın aldığından daha üstününü geri vermesi câiz olur. Çünkü böyle bir davranış maruf kabilindendir. Buna delil ise Ebû Hüreyre'nin naklettiği genç deve ile ilgili Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber'in: "Sizin en hayırlılarınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir" âyetidir. Bu hadisi hadis İmâmları Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Buhârî, Vekâlet 5, 6, İstikraz 4, 7; Müslim, Müsakât 120-122; Tirmizî, Buyû’ 75; Nesâî, Buyû’ 64, 103; İbn Mâce, Sadakat 16; Muvatta’', Buyû’ 89.

Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borcunu güzel bir şekilde ödeyeni övmüş, bu övgüsünü de mutlak olarak zikredip belli bir nitelik ile kayıtlamamıştır. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber genç ve güzel bir deveye karşılık yine genç ve güzel fakat (yaşça daha büyük) dört yaşında deve ödemiştir. Buhâri, İstikraz 4, 6, 7; Müslim, Müsakat 120; (Sadece borca karşılık ödenen devenin yaşının daha büyük olduğu belirtilmekte; muayyen bir yaş belirtilmemektedir); Müslim, Müsakât 118; Ebû Dâvûd, Buyû’ 11; Nesâi, Buyû’ 64; Muvatta’', Buyû’ 89. İmâm Kurtubî, hadisi zikrettikten sonra, hadiste geçen "hiyâr" ve "rabâ' " kelimelerine dair açıklamalarda bulunmaktadır. Biz de tercümeyi onun açıklamalarına göre yaptık. Yani onun açıklamalarına göre birinci kelime, "seçkin, iyi ve güzel" anlamında; ikinci kelime ise; "dört yaşında deve" anlamındadır. Ancak: Ebû Dâvûd, "develerin yaşlarına dair açıklamalar"a ayırdığı, en-Nadr b. Şumeyl ve Ebû Ubeyd gibi lügat otoritelerinden naklettiğini belirttiği bölümde (Zekât 8) "Rebâ' ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır: "Deve yedi yaşına bastı mı erkeği: «Rebâî» dişisi -Rebâiye» diye adlandırılır." Ayrıca yukarıda hadisin kaynağına dair işaret edilen yerde yer alan açıklamalar da aynı şekildedir. Lügat kitaplarında da böyledir. Mesela bk. Lisânu'l-Arab, VIII, 108; en-Nihâye fi Ğaribi'l-Hadls, II, 188 vb.

İşte bu hadis aynı zamanda hayvanların ödünç alınmasının câiz olduğuna delildir. Cumhûrun görüşü de budur. Ancak Ebû Hanîfe bunu kabul etmez. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.

7- Ödünç Alan Ödünç Aldığı Kimseye Hediye Verebilir mi?

Ödünç alan kimsenin ödünç aldığı kimseye hediye vermesi câiz değildir. Ödünç verenin de bu hediyeyi kabul etmesi helal olmaz. Ancak daha önceden böyle bir şeyin aralarında alışılmış bir adet olması müstesnadır. Sünnet bu şekilde gelmiştir. İbn Mâce şunu rivâyet eder: Bize Hişam b. Ammar anlatarak dedi ki: Bize İsmail b. Ayyaş anlattı. Bize Ukbe b. Humeyd ed-Dabbî, Yahya b. Ebi İshak el-Hunaî'den anlatarak dedi ki: Ben Enes b. Mâlik'e: Bizden bir kimse kardeşine bir mal ödünç verse o ödünç verene hediye verebilir mi diye sordum; dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse kardeşine bir ödünç verdiği takdirde o da ona bir hediye verse veya bineği üstünde onu taşımak istese o hediyeyi kabul etmesin, bineğine binmesin, ancak bundan önce böyle bir şeyin aralarında cereyan edegelmiş olması müstesnadır." İbn Mâce, Sadakat 19.

8- Mal ve Irzdan (Manevi Haklardan) Ödünç Vermek:

Karz (ödünç) maldan olabilir. Bunun hükmünü de açıklamış bulunuyoruz. Irzdan (manevi haklardan) da olabilir. Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği sabittir: "Sizden herhangi bir kimse Ebû Damdam gibi olmaktan aciz olur mu? O evinden çıktı mı şöyle derdi: Allah'ım, ben ırzımı kullarına tasadduk ediyorum." Ebû Dâvûd, Edeb 36.

İbn Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sen ırzından fakir düşeceğin gün için ödünç ver. Bununla şunu kastediyor: Sana söven kimseden sen bir hak alma ve ona bir had uygulamaya kalkışma. Tâ ki kıyâmet gününde büyük bir ecir almış olasın.

Ebû Hanîfe ise der ki: Irzın tasadduku câiz değildir. Çünkü o, yüce Allah'ın bir hakkıdır. Bu görüş Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir.

İbnu'l-Arabî ise şöyle der: Bu fasid bir kanaattir. Çünkü sahih hadiste Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Muhakkak kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize haramdır." Buhârî, İlm 9, 37, Hacc 132, Fiten 8, Tevhid 24, Edâhî 5, Meğâzî 77; Müslim, Kasâme 29, 30; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 9. sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 76; Dârimî, Menâsik 72... Bu ise haram kılınan bu üç şeyin, bir insanın saygı duyulması gereken bir hakkı olması açısından aynı seviyede değerlendirmesini gerektirmektedir.

9- Karzın Hasen Oluşunun Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Hasen: Güzel" âyeti ile ilgili olarak el-Vakidî şöyle demektedir: Yani gönül hoşluğu ile ve ecrini umarak vermek demektir.

Amr b. Osman es-Sadefî de der ki: Verdiği bu ödünç dolayısıyla minnet altında tutmaz ve eziyet vermez demektir. Sehl b. Abdullah da der ki: Verdiği ödünç karşılığında bir bedel almayı düşünmez, demektir.

10- Böyle Bir Ödüncün Ecri Kat Kat Verilecektir:

Yüce Allah'ın:

"Allah da o verdiğini kat kat artırır" âyetini Âsım ve başkaları şeklinde "elifi ve (ikinci) "fâ" harfini üstün olarak okumuştur. İbn Amir ve Yakub ise "elipsiz olarak "fâ" harfi üstünlü, "ayn" harfini de şeddeli olarak okumuştur. İbn Kesîr, Ebû Cafer ve Şeybe ise "ayn" harfini şeddeli ve "fâ" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'li ve "fe" harfini ötreli olarak okumuşlardır.

Bunu "fe" harfini ötreli olarak okuyan bir kimse "ödünç verecek kimdir?" âyetine atf-ı nesak yaparak merfu okumuştur. " O (Allah) onu kat kat artırır" takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bunu afa harfinib mansup olarak okuyan kimse ise, sorunun cevabının başına "fe" harfi getirmek suretiyle cevap verildiği için (kelimedeki ikinci fe'nin) nasbıyla okumuştur. Bunun gizli bir b sebebiyle böyle okunduğu da söylenmiştir.

"Ayn" harfinin şeddeli ve şeddesiz okunması iki ayrı söyleyiştir. Şeddeli okuyuşun delili: "Kat kat artırsın" ifadesidir. Çünkü şeddeli fiil çokluk ifade etmek içindir. el-Hasen ve es-Süddî der ki: Biz bu şekilde kat kat karşılık vermeyi yalnızca yüce Allah'a ait birşey olarak biliyoruz. Çünkü O şöyle buyurmaktadır:

"Onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisa, 4/40)

Ebû Hüreyre der ki: Bu, cihad için infak hakkındadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) aramızda olduğu halde bizler, kişinin kendisine, arkadaşlarına ve bineğine yaptığı harcamalarına ikiyüz bin katıyla karşılık verileceğini kabul ediyorduk.

11- Kısan ve Daraltan Allah'tır:

Yüce Allah'ın:

"Allah daraltır, genişletir" âyeti herşey hakkında umumidir. O Kâbid (kısan) daraltan ve Basit (yayan, genişlik veren)dir. Bunlara dair açıklamalarımızı "Şerhu'l-Esmai'l-Hüsnâ fî’l-Kitabi'l-Esnâ" Kurtubî, bu eserinin ismini yer yer farklı şekillerde vermektedir. Bk. "İmâm Kurtubi ve Eserleri'ne dair incelememizde "eserleri'ne dair bahis adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz.

"Yalnız O'na döndürüleceksiniz" âyeti bir tehdiddir. O herkese ameline göre karşılık verecektir, anlamındadır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç