238
Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin. Allah için
huşû' ve itaatla durun.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
sekiz başlık halinde sunacağız:
1- Bütün Ümmet Namaz Kılmak Emrine
Muhataptır:
Yüce
Allah'ın:
"Devam
edin"
âyeti bütün ümmete yönelik bir hitaptır. Âyet-i kerîme namazlan vakitlerinde,
bütün şartlarıyla birlikte kılmaya dikkat ve özen göstermeyi emretmektedir.
Muhafaza etmek
(mealde: Devam etmek); bir şeye devam etmek ve
ısrarla onu sürdürmek demektir.
"Orta"
anlamına
gelen " el-vustâ"
ise
"el-evsat"
kelimesinin müennesidir. Birşeyin vasatı hayırlısı
ve en mutedil olanı demekdir. Yüce Allah'ın:
"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık."
(el-Bakara, 2/143) âyeti de bu kabildendir ki buna dair açıklamalar daha
önceden (2/143. âyet 1. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öven bir Bedevi
Arap da şöyle demektedir:
"Ey bütün insanların övünülmeye değer hususlarında en
hayırlı ve mutedil
(evsat) olanı Ve ey
hayırlı bir anne ve bir babanın evladı olarak insanların en kerim olanı!"
Özellikle
"orta
namaz (es-salâtu'l-vustâ)"nın
sözkonusu edilmesi -daha önceden genel olarak namazların kapsamına girmiş olduğu
halde- bu namazın şerefini ifade etmek içindir.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Hani
Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık.
Senden de Nûh'tan da..."
(el-Ahzab, 33/7);
"İkisinde pek çok meyve, hurma ve nar vardır."
(er-Rahmân,
55/68)
Ebû Cafer el-Vasıtî, teşvik
anlamını (iğrâ) ifade etmek üzere şeklinde
okumuştur. Özelikle orta namaza dikkat ediniz, demektir. el-Hulvanî de böyle
okumuştur. Kalun ise Nafi'den rivâyetle sonrasında "ta" harfi geldiği için
"el-Vusta" kelimesindeki "sin" harfini "sad" diye okumuştur. Çünkü bu iki harfin
mahreçleri birdir. Aynı zamanda bunlar "es-Sırat" ve benzerlerinde olduğu gibi
iki ayrı söyleyiştir.
2- "Orta Namaz" Hangisidir?
İlim adamları orta namazın hangisi
olduğunu tayin etmek hususunda on farklı görüş belirtmişlerdir:
1-
Birinci görüşe göre bu, öğlen namazıdır. Çünkü günün başlangıcı ile ilgili iki
görüşten sahih olanına göre tan yerinin ağarması ile olur ve bu durumda öğlen
namazı günün ortasında yer alır. Bu konudaki görüşleri sıralarken öğlen namazı
olduğu görüşünden başlamamızın sebebi, İslâm'da kılınan ilk namazın öğlen namazı
oluşundandır.
Öğlen namazının orta namaz olduğunu
söyleyenler arasında Zeyd b. Sabit, Ebû Said
el-Hudrî, Abdullah b. Ömer ve
Âişe (Allah
hepsinden razı olsun) de vardır.
Bu namazın öğle namazı
olduğuna delil olan hususlardan birisi de Hazret-i
Âişe ile Hazret-i Hafsa'nın: "Namazlara ve özellikle orta namaza ve
ikindi namazına devam ediniz" şeklinde söylemeleridir.
Muvatta’',
Salatu'l-Cemaa 25, 26; Müslim, Mesâcid 207.
Rivâyet edildiğine göre bu namaz
müslümanlar için en ağır gelen namazdı. Çünkü bu namazın vakti, öğlen sıcağında
ve mallarında çalışmaktan oldukça yorgun argın düştükleri bir sırada gelirdi.
Ebû
Dâvûd, Zeyd'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazını öğlen sıcağında kıldırırdı.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına ondan daha ağır gelen hiçbir
namaz olmazdı. Bunun üzerine:
"Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin"
âyeti nazil oldu ve dedi ki:
Bu namazdan önce de iki namaz, ondan sonra da iki namaz vardır.
Ebû Dâvûd,
Salat 5.
Mâlik
Muvatta’''ında
Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned'inde
Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Orta namaz öğlen namazıdır.
Muvatta’',
Salatu'l-Cemaa 27. et-Tayalisî şunu da ekler:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bu namazı oldukça sıcak vakitte kılardı.
Ahmed A. Raman el-Benna, Minhatu’l-Ma’bud, 1, 70.
2-
İkinci görüşe göre bu ikindi namazıdır. Çünkü ondan önce iki tane gündüz namazı
ondan sonra da iki tane gece namazı vardır. en-Nen, beliğlerin üsluplarından
değildir. Çünkü böyle bir anlayış aynı anlamdaki kelimelerin tekrarını
gerektirir. Eğer bir kelimeyi mücerred bir manaya hamletmek mümkün ise
insanların kullandıkları ifadelerde bile bunu tekrara hamletmeyiz . Nasıl
herşeyi bihass der ki: Böyle bir delillendirmeden daha güzel bir delillendirme
de şudur: Ona "orta" denilmesinin sebebi birisi ilk farz kılınan diğeri ise
ikinci olarak farz kılınan iki namaz arasında olmasıdır.
İkindi namazının orta namaz
olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib,
İbn Abbâs, İbn
Ömer, Ebû Hüreyre ve
Ebû Said el-Hudrî
(Allah hepsinden razı olsun) de vardır. Bu
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının da tercih ettiği görüştür.
Şâfiî ve eser ehlinin çoğunluğu da bu
görüştedir. Abdülmelik b. Habib de bunu benimsemiştir.
İbnu'l-Arabî "el Kabes" adlı eserinde
İbn Atiyye de Tefsirinde bunu tercih etmiş
ve şöyle demiştir: İnsanların çoğunluğu bu görüştedir, ben de bunu benimsiyorum.
Bunlar görüşlerine bu konuda Müslim ve
başkaları tarafından rivâyet edilen Hadîs-i
şerîfleri delil gösterirler. Bunlar arasında en açık nas ise İbn
Mes'ûd'un naklettiği şu Hadîs-i şerîftir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Orta
namaz'dan ikindi namazından bizi alıkoydular..."
Müslim, Mesacid 206;
Tirmizî, Salat 19, Tefsir 2. SÛRE 32. Bu
manadaki diğer hadisler ve kaynakları için biraz sonra gelecek üçüncü başlıktaki
notlara bakınız.
Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen
sahih bir hadistir, demiştir. Bizler buna dair daha geniş açıklamalarımızı
"el-Kabes fi Şerhi Muvatta’'i Maliki İbn
Enes" adlı eserimizde yapmış bulunmaktayız.
3-
Bu görüşün sahiplerine göre orta namaz akşa namazıdır. Bunu Kubaysa b. Ebi Züeyb
bir topluluk ile birlikte söylemiştir. Bu konudaki delilleri ile rekat sayısı
itibari le ortada olmasıdır. Rekat sayısı en aşağı sayıdakiler gibi de değildir,
en fazla ol nlar gibi de değildir. Ve ayrıca yolculukta bu namaz kasredilmez.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da bu namazı ne vaktinden sonraya bırakmış
ne de önceye almıştır. Bundan sonra ise cehri kılınan iki tane namaz, ondan önce
ise sirrî (gizlice) okunan iki namaz vardır.
Âişe (r. anha)
yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah nezdinde namazların en faziletli olanı akşam namazıdır. Yolcudan
olsun ikamet edenden olsun bu namazı kaldırmamıştır. Allah o namaz ile gece
namazını açmış ve onunla gündüz namazını kapatmıştır. Her kim akşam namazını
kılar, ardından da iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray yaptırır. Her
kim ondan sonra dört rekat namaz kılarsa, Allah ona yirmi yılın günahlarını
-veya kırk yılın günahlarını- bağışlar."
"En faziletli namaz akşam namazıdır; kim ondan
sonra iki rekat kılarsa Allah ona cennette bir saray verir." şeklinde:
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 309.
4-
Yatsı namazı olduğunu söyleyenler. Çünkü bu namaz kasredilmeyen iki namaz
arasında yer alır. Uyku vaktinde bu namazın vakti girmekle birlikte, ertelenmesi
müstehaptır. Bu ise ağır gelir. O bakımdan özellikle buna dikkat edilmesi için
te'kidde bulunulmuştur.
5-
Beşinci görüşe göre ise orta namaz sabah namazıdır. Çünkü kendisinden önce
açıktan okunan iki gece namazı, kendisinden sonra da gizliden okunan iki gündüz
namazı vardır. Ve bu namazın vakti insanlar uykudayken girer. Bu namaza soğuğun
şiddeti dolayısıyla soğuk zamanlarda kalkmak, gecenin kısalığı dolayısıyla da
yazın kalkmak ağır bir iştir.
Bu namazın orta namaz
olduğunu söyleyenler arasında Ali b. Ebî Tâlib
ve Abdullah b. Abbas (r. anhuma) da vardır.
Bunu Muvatta’''da
İmâm Mâlik belağ yoluyla
(yani Mâlik; bu ikisinden bana ulaştığına göre
diyerek) nakletmiştir.
Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 28.
Tirmizî de bunu
İbn Ömer ve İbn Abbâs'tan ta'lik
yoluyla (senedini zikretmeksizin) kaydetmiştir.
Tirmizî,
Salât 19.
Ayrıca bu Cabir b. Abdullah'tan da
rivâyet edilmiştir. Bu Mâlik ve arkadaşlarının da görüşüdür.
Kuşeyrî'nin kendisinden naklettiğine göre
Şâfiî de buna meyletmiştir. Hazret-i Ali'den
gelen sahih rivâyet ise bunun ikindi namazı olduğudur. Yine ondan bu husus sahih
ve bilinen bir yolla rivâyet edilmiştir.
Orta namazın sabah namazı olduğunu
söyleyenler yüce Allah'ın:
"Allah
için kanitler olarak durunuz"
yani o namazda
kunut yapınız demektir. Sabah namazı dışında kunutun emrolunduğu bir başka namaz
yoktur.
Ebû Reca der ki:
İbn Abbâs bize Basra'da sabah namazını
kıldırdı. Rükûdan önce o namazda kunut okudu ve ellerini kaldırdı. Namazı
bitirdikten sonra şöyle dedi: İşte yüce Allah'ın
kendisinde kunut okuyanlar olarak kalkmamızı emrettiği orta namaz budur.
Enes de der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazında rüküdan sonra kunut
okumuştur.
Buhârî, Vitr 6;
Müslim, Mesâcid 298; Nesâî, İftitâh
27; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 120.
Kunutun hükmü ve ilim adamlarının bu konudaki görüşleri Âl-i İmrân Sûresi'nde
yüce Allah'ın:
"İşten
sana ait hiçbir şey yoktur."
(Âl-i İmrân, 3/128)
âyetini açıklarken gelecektir.
6-
Cuma namazıdır, diyenler. Çünkü bu namazın cemaat ile kılınması, bu namazda
hutbe okunması ve bu namazın bayram gibi değerlendirilmesi özellikleri
arasındadır. Bunu İbn Habib ve Mekkî zikretmektedir.
Müslim
ise Abdullah (b. Mes'ûd)'dan
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın cumadan geri kalan bir topluluğa şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kimseye cemaate namaz kıldırmasını emredip
sonra da cuma namazına gelmeyen birtakım kimselerin evlerini içlerinde oldukları
halde yakmayı içimden geçirdim."
Müslim,
Mesâcid 254
7-
Bu görüşe göre orta namaz aynı zamanda sabah ve ikindi namazlarıdır. Bunu
eş-Şeyh Ebû Bekr el-Ebherî söylemiştir. Delil olarak da
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini göstermiştir: "Gece melekleri
ile gündüz melekleri sizin aranızda biri ötekinin arkasından gider gelirler...
Buhârî,
Mevâkît 16, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesâcid
210; Nesâî, Salât 21;
Muvatta’', Kasnı's-Salât 82;
Müsned, II, 257, 312, 486.
Bunu
Ebû Hüreyre rivâyet etmiştir.
Cerir b. Abdullah da dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyorduk. Ondördünde aya
baktı ve dedi ki:
"Sizler şu ayı gördüğünüz şekilde
onu görmek için nasıl herhangi bir sıkıntı çekmiyor iseniz Rabbinizi de böylece
göreceksiniz. Şayet güneşin doğuşundan önce bir namaz ve batışından önce de bir
namazı kaçırmamak gücünüz varsa bunu yapınız."
-Bununla da ikindi ve sabah namazlarını kastetmektedir.- Daha sonra Cerir
yüce Allah'ın:
"Rabbine hamd ile güneşin doğmasından önce ve güneşin batmasından önce tesbih
et."
(Ta-ha, 20/130)
Buhârî,
Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 211;
Ebû Dâvûd, Sünne 19;
Müsned, IV, 362, 365.
Umare b. Rueybe der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce namaz kılan hiçbir kimse asla
cehenneme gitmeyecektir."
Müslim, Mesâcid 213, 214;
Ebû Dâvûd, Salât 9;
Nesâî, Salât 13, 21;
Müsned, IV, 126, 261.
Yine bunda kastedilen sabah ve ikindi namazlarıdır. Yine ondan gelen rivâyete
göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Her kim iki
serinlik vaktindeki namazı kılarsa cennete girer."
Buhâri,
Mevâkit 26; Müslim, Mesâcid 215; Dârimi,
Salât 136; Müsned, IV, 80
Bütün bunlar
Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında
sabittir. Sabah ve ikindi namazlarına "iki serinlik" adının veriliş sebebi serin
zamanlarda eda edilmelerinden dolayıdır.
8-
Orta namaz yatsı ve sabah namazıdır. Ebû'd-Derdâ
(radıyallahü anh) vefatı ile sonuçlanan hastalığında şöyle demiştir:
Dinleyiniz ve geride kalanlarınıza da tebliğ ediniz. Şu iki namaza, yatsı ve
sabah namazlarına gereken dikkati ve devamı gösteriniz. -Bunların cemaatle
kılınmalarını kastediyor- Şayet sizler bu iki namazda neler olduğunu biliyor
olsaydınız, dirsekleriniz ve dizleriniz üzere emekleyerek dahi olsa bu namazlara
giderdiniz. Bunu Ömer ve Osman söylemiştir.
Hadis İmâmları da
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğunu rivâyet
etmektedirler:
"Şayet onlar yatsı ve sabah
namazlarında neler olduğunu bilselerdi emekleyerek dahi olsa o namazları kılmaya
gelirlerdi. -Ve devamla buyurdu ki:- Şüphesiz bu iki namaz münafıklara en ağır
gelenlerdir."
Hadisin münafıklara dair bölümü dahil yer aldığı
bazı kaynaklar; Müslim, Mesâcid 252;
Ebû Dâvûd, Salât 47;
Nesâî, tmâme 45;
İbn Mâce, Mesâcid 18;
Dârimî, Salât 53. Münafıklara dair bölümü
müstesna olmak üzere yer aldığı bazı kaynaklar:
Buhârî, Ezan 9, 32, 34, 73, Şehâdât 30;
Müslim, Salât 129; Nesâî, Mevâkît 22,
Ezan 31; İbn Mâce, Mesâcid 18; Dârimi, Salât
54; Muvatta’', Salâtu'l-Cemâa 6, Salât 3...
Hazret-i
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını cemaatle kılan kimsenin
gecesini namazla geçirmiş gibi ecir alacağını, yatsıyı cemaatle kılanın da
gecenin yarısını namazla geçirmiş gibi değerlendirileceğini ifade buyurmuştur.
Bunu Mâlik, Hazret-i Osman'dan mevkuf olarak zikrederken
Müslim de merfu olarak rivâyet etmiş,
Ebû Dâvûd ve
Tirmizî de ondan (Hazret-i Osman'dan)
şöylece rivâyet etmiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Her kim yatsı namazını cemaatle birlikte kılarsa gecenin
yarısını namazla geçirmiş gibi olur. Her kim yatsı ve sabah namazını cemaatle
birlikte kılarsa bir geceyi namazla kılmış gibi olur."
Müslim,
Mesâcid 260; Ebû Dâvûd, Salât 47;
Tirmizî, Salât 51;
Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 7.
Bu ise Mâlik'in ve
Müslim'in rivâyet ettiğinden farklı bir
rivâyettir.
9-
Bir görüşe göre de beş vakit namazın tümü orta namazdın Bunu da Muaz b. Cebel
söylemiştir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Namazlara... devam edin"
âyeti nafile olsun farz olsun bütün namazlan
kapsar. Daha sonra özellikle farz olan namazı zikretmektedir.
10-
Orta namazın hangisi olduğu tayin edilmemiştir. Bunu da Nafi',
İbn Ömer'den nakletmiş, ayrıca er-Rabi' b.
Heysem de böyle demiştir. Şanı yüce Allah,
Kadir gecesini Ramazan ayı içerisinde, duanın kabul edileceği ayın cuma
gecesinde ve gece saatlerinde saklamıştır ki; gece karanlıklarında kalkıp
gizlilikleri bilene yalvarıp yakarsınlar diye. Orta namazı da aynı sebeple
namazlar arasında saklı tutmuştur.
Orta namazın müphem bırakılıp
tayin edilmemiş olduğu görüşünün sahih olduğuna dair delillerden birisi de
Müslim'in Sahih'inde ilgili babın sonlarında
el-Berâ b. Âzib'den yaptığı şu rivâyettir. el-Berâ dedi ki: Şu "namazlara ve
özellikle ikindi namazına devam ediniz" âyeti nazil oldu. Biz bunu
yüce Allah dilediği kadar bir süre okuduk.
Daha sonra yüce Allah bunu neshetti ve
bunun yerine: "Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" diye nazil oldu.
Adamın birisi: O halde bu namaz ikindi namazıdır dedi. el-Berâ dedi ki: Ben sana
bunun nasıl nazil olduğunu ve yüce Allah'ın
bunu nasıl neshettiğini söyledim. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim,
Mesâcid 208. Orta namazın hangisi olduğuna dair görüşler ve delilleri toplu
olarak meselâ, İbn Abdi’l-Berr, el-lstizkûr,
V, 418 vd.; ile et-Temhîd, IV, 273 vd.; Suyûtî,
ed-Durr, I, 718 vd. de görülebilir.
O halde bu şunu gerektirir: Orta
namaz önce tayin edilmiş iken daha sonra onun bu tayini neshedildi, müphem
bırakıldı ve bu tayin ortadan kaldırıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim'in tercihi de budur. Çünkü bu hadisi
ilgili babın sonuna kaydetmiştir. Müteahhir ilim adamlarından birden çok kişi de
böyle demiştir. Yüce Allah'ın izniyle
sahih olan da budur. Çünkü bu konuda deliller çatışmakta, tercihi gerektiren bir
sebep ortada bulunmamaktadır. Geriye bütün namazlara gereken dikkati göstererek
devam etmek ve bunları vakitleri içerisinde eda etmekten başka birşey
kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Bazı Rivâyetlerdeki "İkindi
Namazı" İlavesinin Mahiyeti:
Orta namaza dair bu görüş
ayrılığı daha önce Hazret-i Âişe'nin
azadlısı Ebû Yûnus yoluyla gelen ve sözünü ettiğimiz hadisteki: "Ve ikindi
namazına" fazlalığının batıl olduğuna delildir. Ebû Yûnus bu fazlalığı Hazret-i
Âişe kendisine Kur'ân okumak üzere bir
mushaf yazmasını emrettiği vakit kaydetmişti.
Orta namazın ikindi namazı olduğunu belirten ve
burada Ebû Yûnus yoluyla Hazret-i Âişe
rivâyetinin zikredildiği yerler. Müslim,
Mesâcid 207; Ebû Dâvûd, Salât 5;
Tirmizî. Tefsir 2. sûre 29;
Nesâî, Salât 14;
Muvatta’', Salatu'l-Cemaa 25;
Müsned, VI, 73, 178.
İlim adamlarımız der ki: Bu
fazlalık Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelmiş bir
tefsir gibidir. Buna Amr b. Rafi'in hadisi delalet etmektedir. O der ki: Hafsa
bana kendisine bir mushaf yazmamı emretti.. Bu rivâyette şu ifadeler de vardır:
Bana: "Namazlara ve özellikle orta namaza -ki o da ikindi namazıdır- devam edin;
Allah için huşu ve itaatla durun" diye okudu ve dedi ki: Ben bunu
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan böylece okurken dinledim.
Suyûti, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 721-722.
Buna göre Hazret-i Hafsa'nın: "Ki o
da ikindi namazıdır" ifadesi Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
yüce Allah'ın kelamında geçen "orta namazı"
tefsir etmiş olduğuna delildir ki bu da onun: "Ki o da ikindi namazıdır"
şeklindeki sözü ile olmuştur.
Yine Nafi, Hazret-i Hafsa'dan;
Hazret-i Âişe'den rivâyet edildiği gibi "Ve
ikindi namazına" diye de rivâyet etmiştir. Yine Hazret-i Hafsa'dan "Ve" bağlacı
olmaksızın sadece "ikindi namazına " diye de rivâyet edilmiştir.
Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Fazladan
nakledilen bu sözdeki bu farklılık bu fazlalığın batıl olduğunun ve müslüman
cemaatin ittifakla kabul ettiği mushaf olan İmâm Mushaf ta kaydedilen şeklin
sıhhatinin delilidir.
Bu görüş aleyhine bir diğer
delil daha vardır. O da şudur: "Özellikle orta namaza ve ikindi namazına"
diyenler orta namazı ikindi namazından farklı bir namaz olarak tesbit etmiş
olur. Bu ise Abdullah (b. Mes'ûd)'un rivâyet
ettiği Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu
Hadîs-i şerîfini reddeder: Abdullah dedi
ki: Ahzab günü (Hendek Savaşında) müşrikler
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı güneş sararıncaya kadar ikindi namazını
kılmaktan alıkoydular. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:
"Bunlar bizleri orta namazı kılmaktan alıkoydular. Allah
karınlarını ve kabirlerini ateşle doldursun.."
Müslim,
Mesâcid 206; İbn Mâce, Salât 6. Bu manada
Ali (radıyallahü
anh) yoluyla gelen rivâyet için de bk.
Buhârî, Cihâd 98, Meğâzî 29, Tefsir 2. sûre 42;
Müslim, Mesâcid 202-205;
Tirmizî, Tefsir 2. sûre 31;
Nesâî, Salât 14;
İbn Mâce, Salât 6.
4- Vitir Namazı Farz mıdır?
Yüce
Allah'ın:
"Ve
özellikle orta namaza"
âyeti, vitir namazının vacip
(farz) olmadığına delildir. Çünkü müslümanlar farz namazlarının
sayılarının yediden az, üçten çok olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Üç ile
yedi arasında tek sayı ise sadece beştir. Çift sayıların ortası ise yoktur. O
bakımdan farz namaz sayısının beş olduğu sabit olur. İsra hadisinde ise:
"Kılınacak namazlar beş tanedir ve bunlar elli (gibi)dir.
Söz benim nezdimde değişikliğe uğramaz"
Buhâri,
Salât 1, Enbiyâ 5, Tevhid 37; Müslim, Îman
263; Tirmizî, Salât 45;
Nesâî, Salât 5;
İbn Mâce, İkametu's-Salât 194.
diye buyurulmaktadır.
5- Allah'ın Huzurunda İtaatle Durmak
(kunut):
Yüce
Allah'ın:
"Allah
için kunut edenler olarak durun"
âyetinde kastedilen, namazlarınızda haliniz bu
olsun, demektir.
Yüce Allah'ın
"Kunut edenler" âyetinin anlamı hakkında ilim adamları farklı görüşlere
sahiptir. en-Nehaî, itaat edenler diye
açıklamıştır. Cabir b. Zeyd, Atâ ve
Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir.
ed-Dahhâk da der ki: Kur'ân-ı Kerîm'de geçen
"kunut" kökünden gelen her kelime ile kastedilen itaattir. Ebû Said de bunu
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklederek söylemiştir.
Ebû Said el-Hudrî,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)den şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Kur'ân'da kunut'un sözkonusu edildiği her yerde, ondan kasıt, itaattir."
(Müsned,
III, 75)
Her din mensubu bugün isyan edenler olarak kalkarken, bu ümmete: Allah için
itaat edenler olarak namaza durun, denilmiştir.
Mücâhid der ki: "Kunut edenler," huşu ile durun demektir. Kunut: Uzun
süre rükû' yapmaktır. Huşu: Gözünü sakınmak ve alçak gönüllülüktür. er-Rabi' der
ki: Kunut, uzun süre kıyamda durmaktır. İbn Ömer
de böyle demiş ve şu âyet-i kerimeyi okumuştur:
"Yoksa
gece saatlerinde kıyamda durarak secde ederek itaatte bulunan
(kânit) o kimse mi... "(ez-Zumer,
39/9) Hazret-i Peygamber şöyle
buyurmuştur: "Namazın en
faziletlisi kunûtu uzun olandır."
Müslim,
Salâtu'l-Müsafirîn 164; Tirmizî, Salât 168;
Nesâî, Zekât 49;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 200;
Müsned, III, 202, 391, 412.
Hadisi Müslim ve başkaları da rivâyet
etmiştir. Şair de der ki:
"Allah'a kânit, olarak Rabbine dua eder
Ve kastî olarak insanlardan uzak durmuştur."
Buna dair açıklamalar da önceden
geçmiş bulunmaktadır, (bk. el-Bakara, 2/116. âyet 5.
başlık)
İbn
Abbâs'tan: "Kânitler olarak"ın dua edenler olarak anlamına geldiği
rivâyet edilmiştir. Hadîs-i şerîfte
de şöyle denilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir ay boyunca
Ri'l ve Zekvân'a beddua ederek kunut yaptı denilmektedir.
Bazıları burada kunut dua etti
demektir, derken; bazıları da uzunca kıyam yaptı demektir, derler.
es-Süddî
der ki: "Kunut edenler olarak" âyeti susanlar olarak demektir. Buna dair delili
ise âyet-i kerimenin namazda konuşmayı yasaklamak üzere nazil olduğudur.
İslâm'ın ilk dönemlerinde namazda konuşmak mubah idi. Sahih olan da budur. Çünkü
Müslim ve başkaları Abdullah b. Mesud'dan
şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Namazda olduğu halde
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a selam verirdik; o da bizim selamımızı
alırdı. Necaşî'nin yanından geri dönünce ona selam verdik, selamımızı almadı. Ey
Allah'ın Rasûlü, dedik. Önceleri namazda iken sana selam verir, sen de
selamımızı alırdın. Şöyle buyurdu:
"Namazda (başka şeylerle uğraşmayı
engelleyecek kadar) bir meşguliyet vardır."
Buhârî,
el-Amel fi's-Salât 2, 15; Menâkıbu'l-Ensâr 37;
Müslim, Mesâcid 34; Ebû Dâvûd, Salât
166; Müsned, I, 376, 409.
Zeyd b. Erkam da der ki: Namazda
iken konuşuyorduk. Namazda biri yanıbaşındaki arkadaşı ile konuşurdu. Ve bu
yüce Allah'ın:
"Allah
için huşu ve itaatla (kânitler olarak) durun"
âyeti
nazil oluncaya kadar böyle sürdü. Bu âyetle susmamız emrolondu ve konuşmamız
yasaklandı.
Buhârî,
el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43; Müslim,
Mesâcid 35; Tirmizî, Salât 180, Tefsir 2.
sûre 33; Müsned, IV, 368.
Sözlükte "kunut"un asıl anlamının
birşeye devam etmek olduğu da söylenmiştir. Sözlükte "kunuf'un asıl anlamı bir
şeye devam etmektir. Bundan dolayı itaate devam eden bir kimseye de "kânit"
demek yerinde görülmüştür. Aynı şekilde namazda kıyamı, kıraat ve duayı uzunca
yapana veya uzun boylu huşu ve sükûtu sürdürene
de kânit demek mümkündür. Bütün bu davranışları gösterenler "kunût" yapan
kimseler olurlar.
6- Namazda Kasten Konuşmanın Hükmü:
Ebû
Ömer der ki: Namaz kılan kimse eğer namazda olduğunu biliyor ve konuşması
namazını düzeltmeye dair değil ise namazda kasten konuşmanın namazı ifsad
edeceği hususunda bütün müslümanlar icma etmişlerdir. Ancak
el-Evzaî'den şöyle dediği de rivâyet
edilmiştir: (Namazda iken) bir kişinin hayatını
kurtarmak veya buna benzer büyük bir durum
sebebiyle (kasten) konuşan kimsenin bu konuşma
ile namazı bozulmaz. Ancak bu kıyas bakımından zayıf bir görüştür. Çünkü
yüce Allah:
"Allah
için huşu ve itaatla durun"
diye buyurmaktadır. Zeyd b. Erkam ise şöyle demektedir:
Bizler "Allah için huşu' ve itaatla durun" âyeti nazil oluncaya kadar namazda
konuşuyor idik... İbn Mes’ûd da der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Muhakkak Allah emrinden namazda
konuşmamayı inzal buyurmuştur"
demiştir.
Buhârî,
Tevhid 42; Ebû Dâvûd, Salât 166;
Nesâî, Sehv 20;
Müsned, I, 377, 415, 435, 463.
Kendisi sebebiyle namazı
kesmek gereken ve yine kendisi sebebiyle namaza yeniden başlamayı engel
göreceğimiz bir olay hiçbir zaman büyük bir olay olarak görülemez. O bakımdan
birisinin hayatını kurtarmak yahut malını veya
bu kabilden olan faziletli bir davranış sebebiyle namazını kesen bir kimse,
namazına yeniden başlar ve namaza kaldığı yerden devam etmez.
Yüce Allah'ın izniyle bu meselede sahih
olan görüş budur.
Bu meseleye dair açıklamaları
müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den aktarmaktadır. Gerek bu
iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine gösterdikleri delilleri ve
Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek için bk. el-İstizkâr, IV,
309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd.
7- Namazında Yanılarak Konuşan
Kimsenin Hükmü:
Namazda yanılarak konuşmanın hükmü
hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. Mâlik,
Şâfiî ve arkadaşları yanılarak namazda konuşmanın namazı ifsad etmeyeceği
görüşündedirler. Ancak Mâlik şöyle der: Eğer namaza dair ve namazı daha muntazam
hale getirmeye dair olursa kastî olarak konuşmak namazı bozmaz.
Bu Rabia ve İbnu'l-Kasım'ın da
görüşüdür. Suhnûn, İbnu'l-Kasım'dan, o Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: İmâm cemaate iki rek'at kıldırıp yanılarak selam verse, cemaat ona:
Sübhanallah dedikleri halde bunu anlamasa, onunla birlikte namaz kılanlardan
arkasından bir kimse: Sen namazı tamamlamadın, namazını tamamla, dese o da
cemaate dönüp: Bu adamın söylediği doğru mudur, diye sorsa cemaat: Evet dese
(İmâm Mâlik) dedi ki: İmâm cemaate namazın geri
kalan kısımlarını kıldırır, cemaat arasında konuşan da konuşmayan da onunla
birlikte namazlarının geri kalanını kılarlar ve üzerlerine birşey düşmez. Bu
hususta Zülyedeyn'in Hazret-i Peygamber'e
hatırlatmada bulunduğu günkü gibi yaptığını yaparlar.
Bu
meseleye dair açıklamaları müfessirimiz adeti üzere İbn Abdi'l-Berr'den
aktarmaktadır. Gerek bu iktibasları, gerek tarafların görüşleri lehine
gösterdikleri delilleri ve Zu'l-Yedeyn Hadisi ile kaynaklarını bir arada görmek
için bk. el-İstizkâr, IV, 309 vd. ile et-Temhtd, I, 341 vd. Zu’l-Yedeyn hadisi
diye meşhur olan hadisin özetle mahiyeti şudur:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem),
kıldırdığı bir ikindi namazında ikinci rekatte selâm verince; Zülyedeyn diye
tanınan bir zât: Namaz mı kısaldı, yoksa unuttun mu ey Allah'ın Rasulü? diye
sorar. Hazret-i Peygamber ashabına:
"Durum böyle midir?" deyince, ashab, Zulyedeyn'i doğrular. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber iki rekat daha kılıp
sehiv secdesi yaparak selâm verir.
Buhârî,
Salât 88, Ezan 69, Sehv 3, 4, 5, Edeb 45, Ahbâru’l-âhâd 1;
Müslim, Mesâcid
97, 99, 101; Ebû Dâvûd,
Salât 189; Tirmizî,
Salât 185; Nesâî,
Sehv 22; İbn Mâce,
İkametu's-Salât 134; Dârimî,
Salât 175; Muvatta’',
en-Nidâ, li's-Salât 58-60; Müsned,
II, 271, 459-460, IV, 77, 427, 441.
İbnu'l-Kasım'ın el-Müdevvene'de ve
Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Mâlik'in mezhebinde meşlur olan görüş de budur.
İsmail b. İshak da bu görüşü takliden kabul etmiş ve bu görüşün lehine delil
getirip: "er-Redd alâ Muhammed b. el Hasen" adlı eserinde delil getirip
(Muhammed b. el Hasân'ın) görüşünü reddetmiştir.
el Haris b. Miskin de şöyle der:
Zülyedeyn mes'elesinde bütün arkadaşları Mâlik'in görüşüne muhaliftirler. Yalnız
İbnu'l-Kasım bu mes'elede Mâlik'in görüşünü kabul eder. Diğerleri ise bu görüşü
kabul etmeyip şöyle derler: Bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Şimdilerde
ise artık insanlar namazlarını nasıl kılacaklarını bilmektedirler. Namazda
konuşan bir kimse o namazı iade eder. İşte Iraklıların
Ebû Hanîfe, arkadaşları
es-Sevrî'nin görüşü budur. Onların kanaatine
göre namazda konuşmak her durumda namazı ifsad eder. İster yanılarak olsun ister
kasten olsun ister namaz dışı olsun, ister başka bir maksatla olsun. Aynı
zamanda bu İbrahim en-Nehaî, Atâ,
el-Hasen,
Hammâd b. Ebi Süleyman ve Katâde'nin
de görüşüdür.
Ebû Hanîfe'nin
arkadaşları Zülyedeyn kıssasına dair Ebû Hüreyre
yoluyla gelen bu Hadîs-i şerîfin İbn
Mes'ûd ile Zeyd b. Erkam hadisiyle neshedilmiş olduğunu iddia eder ve şöyle
derler: Her ne kadar Ebû Hüreyre'nin İslâm'a
girişi son dönemlere rastlıyor ise o: "Cünûb olduğu halde tan yeri üzerine doğan
bir kimsenin orucu yoktur"
Müslim, Siyam 75;
İbn Mâce, Siyam 27; bilhassa
Müslim'in rivâyetinde bu hadisin mürsel oluş
mahiyeti açıkça belirtilmektedir.
hadisini mürsel olarak rivâyet ettiği gibi; Zülyedeyn hadisini de mürsel olarak
rivâyet etmiştir. Esasen Ebû Hüreyre
(sahabilerden) çokça mürsel hadis rivâyet
ederdi.
Ali b. Ziyad şunu zikreder ve der
ki: Bize Ebû Kurre anlattı, Mâlik'i şöyle derken dinledim: Namazda konuştuğu
takdirde kişinin namazı tekrar iade etmesi ve kaldığı yerden devam etmemesi
müstehaptır. (Ebû Kurra) der ki: Mâlik bize
şöyle dedi: O gün Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da konuştu,
onunla birlikte ashabı da konuştu. Çünkü onlar namazın kısalmış olduğunu
sanmışlardı. Bugün ise böyle birşey, kimse için câiz değildir.
Suhnun ise İbnu'l-Kasım'dan tek
başına namaz kılıp kendisince dört rek'atlık namazı bitirdiğini zanneden kişi
hakkında şunu rivâyet eder: Böyle bir kimseye yanında duran bir adam: Sen
yalnızca üç rekat kıldın dese, o da bir başka adama dönüp: Bunun söylediği
gerçek midir, diye sorsa: Evet dese (İbnu'l Kasım)
dedi ki: Onun namazı bozulur, o kimseyle konuşmaması, ona herhangi bir şekilde
dönmemesi gerekirdi.
Ebû
Ömer der ki: Onlar (Mâlik'in arkadaşları)
bu mes'elede cemaate namaz kıldıran İmâm ile tek başına namaz kılan arasında
fark gözetirler ve namaza dair söz söylemeyi İmâma ve beraberindekilere câiz
gördükleri kadar tek başına namaz kılana câiz görmezlerdi. Bunların dışındakiler
ise bu mes'ele ile ilgili olarak; tek başına namaz kılan ile İmâmla ve cemaatle
birlikte namaz kılana dair İbnu'l-Kasım'ın verdiği cevabı, Zülyedeyn hadisini
delil olarak kullanırken; farklı sözler söylemesine yorumluyor ve ona
bağlıyorlardı. Nitekim İmâm Mâlik'in de bu
konuda farklı görüşleri nakledilmiştir.
İmâm
Şâfiî ve arkadaşları da der ki: Henüz namazını tamamlamadığını ve namazda
olduğunu bilerek kasten konuşan bir kimse namazını bozmuş olur. Yanılarak
konuşsa ya da -kendince namazı tamamlamış
olduğunu kabul ettiğinden- namazda değildir zannıyla konuşsa, namaza kaldığı
yerden devam eder.
Bu mes'eleye dair Ahmed'den farklı
görüşler gelmiştir. el-Esrem'in ondan naklettiğine göre şöyle demiştir: Kişinin
namazını ıslah etmek kastıyla söylediği sözler dolayısıyla namazı fasid olmaz.
Başka bir maksatla konuşursa namazı fasid olur. Bu aynı zamanda
İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşüdür.
el-Hirakî'nin ondan naklettiğine göre; Ahmed'in görüşü, kasten
ya da yanılarak konuşan kimse hakkında
namazının batıl olacağı şeklindedir. Bundan özel olarak İmâm olan kişi
müstesnadır. Eğer böyle bir kimse namazının maslahatı için konuşacak olursa
namazı batıl olmaz.
Mâlikî
mezhebine mensub Suhnun ise şunu istisna etmiştir: Dört rek'atli namazlarda
ikinci rek'atte selam veren ve bu esnada konuşan bir kimsenin namazı batıl
olmaz. Şayet başka bir yerde konuşacak olursa namazı batıl olur.
Sahih olan görüş ise Mâlik'in
kabul ettiği ve ondan meşhur olarak nakledilen görüştür.
Hadîs-i şerîfe yapışmak ve bu
Hadîs-i şerîfi genel aslî şekline
yorumlamak bunu gerektirir. Bu şekilde hareket etmek, hükümleri ve şeriatın
genel ilkelerini aşmaktan hayırlıdır. Ayrıca bu hadisin özel olduğuna dair vehmi
de bertaraf etmektedir. Çünkü bunun özel olduğuna dair bir delil yoktur. Hem
namazda, hem sehv halinde konuşulmuştur. Ve
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
onlara: "(Yanılma esnasında) teşbih
erkekler için, el çırpmak kadınlar için sözkonusudur"
Buhârî,
el-Amel fî's-Salât 5; Müslim, Salât 106;
Ebû Dâvûd, Salât 169,170;
Tirmizî, Salât 155;
Nesâî, Sehv 15, 16;
İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât 65;
Dârimî, Salât 95.
diye buyurduğuna göre; Hazret-i Peygamber'le
birlikte namaz kılanlar niye teşbih getirmediler- şeklinde sorulsa şu cevap
verilir: O zamanda onlara bunu emretmemiş olması muhtemeldir. Eğer durum senin
dediğin gibiyse ve buna rağmen teşbih getirmemiş iseler bunun sebebi namazın
kısalmış olduğunu sanmalarıdır. Nitekim bu husus
Hadîs-i şerîfte zikredilmiştir. Hadiste
ravi şöyle demektedir: İnsanlar arasında aceleci olanlar
(namazdan) çıkıp dediler ki: Namaz kısaldı mı?
İşte o bakımdan konuşmak kaçınılmaz olmuştu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Farklı kanaat taşıyan
bazıları şöyle demiştir: Ebû Hüreyre'nin: "Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bize namaz
kıldırdı" sözleriyle; henüz kendisi onlardan değilken müslümanlara namaz
kıldırdı demek istemiş olabilir. Nitekim en-Nezzal b. Sebra'dan şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bize dedi ki:
"Bizler de sizler de önceden Abdimenafoğulları diye
çağrılırdık. Bugün ise sizler de Abdullahoğullarısınız bizler de
Abdullahoğullarıyız."
Bk. İbn Hacer, el-İsabe, III, 583-584.
Bununla onun bu sözleri
(Ebû Hüreyre'nin)
kendi kavmine söylemiş olduğunu kabul etmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü
Ebû Hüreyre henüz o sırada kâfir iken namaz
kılmaya ehil değil iken: "Resûlüllah
bize namaz kıldırdı" demesi mümkün değildir. Çünkü bu bir yalan olur.
en-Nezzal'in hadisine gelince
o sözü geçen kimselerden birisiydi ve Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'tan işittiklerini
işitmişti. Hanefîlerin ileri sürdükleri hadislerin mensuh olduğuna ve
Ebû Hüreyre'nin bunu bir başka sahabiden
mürsel olarak rivâyet ettiğine gelince buna bizim
(Mâlikî mezhebinin) âlimlerimiz de başkaları da cevap vermiş ve bu
gerekçeyi çürütmüşlerdir. Özelikle hafız Ebû Ömer
b. Abdi’l-Berr "et-Temhid" adlı eserinde bu
cevabı vermiş ve Ebû Hüreyre'nin Hayber'in
fethedildiği yıl İslâm'a girdiğini ve o yıl Medine'ye geldiğini,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte dört yıl gibi bir süre
arkadaşlık ettiğini, Zülyedeyn kıssasında hazır bulunduğunu ve ona şahit
olduğunu Hanefîlerin ileri sürdükleri gibi bu olayın Bedir'den önce olmayıp
Zülyedeyn'in de Bedir'de öldürülmediğini açıklamaktadır.
İbn Abdi’l-Berr der ki:
Ebû Hüreyre'nin Zülyedeynin başından geçen
olay günü hazır olduğu sika hafızların rivâyetinden bellenilmiş ve
öğrenilmiştir. Bu hususta kusurlu davrananların eksikliği, hiçbir zaman bunu
bilip belleyen ve bu şekilde zikredenler aleyhine bir delil olamaz.
Bk. İbn Abdi’l-Berr,
et-Temhîd, I, 356 vd.
8- Kunut:
Kunut, kıyam demektir. Ebû
Bekr İbnu'l-Enbarî'nin zikrettiğine göre kıyam, kunut'un kısımlarından biridir.
Ümmet ister tek başına kılsın, ister İmâm olarak kıldırsın sıhhatli ve gücü
yeten herkese namazda kıyamın farz ve vacip olduğu üzerinde icma etmiştir.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur:
"Gerçek şu ki İmâm kendisine uyulsun diye İmâm olmuştur. O ayakta namaz kıldı mı
siz de ayakta kılınız...."
Buhârî, Salât 18, Ezan
51, 82; Müslim, Salât 77-79;
Ebû Dâvûd, Salât 68;
Nesâî, İmâme 40;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 144;
Dârimî, Salât 44, 71;
Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16.
Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. Ve bu,
yüce Allah'ın:
"Allah
için huşu ve itaatla namaza durun"
âyetini beyan etmektedir.
Sıhhatli olup İmâma uyan
kimsenin, ayakta duramayan hasta İmâmın arkasında oturarak namaz kılıp
kılamayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim ehlinden
bir kesim hatta onların Cumhûru, bunu
câiz kabul etmişlerdir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) İmâm hakkında
şöyle buyurmuştur:
"İmâm oturarak namaz kıldığı
takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız."
Buhârî, Ezan 51, 74, 82,
Merdâ 12; Müslim, Salât 77, 86;
Ebû Dâvûd, Salât 68;
Tirmizî, Salât 150;
Nesâî, İmâme 40;
İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 13, 144;
Dârimî, Salât 44, 71;
Muvatta’', Salâtu'l-Cemaa 16.
Yüce Allah'ın izniyle biraz sonra
açıklayacağımız üzere bu mesele hakkında sahih olan görüş budur.
İlim adamlarından bir grup ise
hasta İmâm arkasında ayakta namaz kılmayı câiz kabul etmişlerdir. Çünkü onların
her birisi Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyarak takati
oranında üzerindeki farzı eda etmektedir. Çünkü
Hazret-i Peygamber vefatı ile sonuçlanan hastalığında oturarak namaz
kılmıştır. Hazret-i Ebû Bekir de onun yanında ayakta namaza durmuş.
Hazret-i Peygamber'in namazına uyuyordu.
Sair insanlar da onun arkasında ayakta idiler.
Hazret-i Peygamber ise Hazret-i Ebû Bekir olsun diğer cemaate olsun
oturmaları için işarette bulunmadı. Kendisi oturmuş cemaat de ayakta olduğu
halde namazını tamamlamıştı. Bilindiği gibi bu durum atından düşmesinden sonra
olmuştu. Böylelikle bu tutumunun konu ile ilgili son uygulaması olduğunu ve
birincisini neshedici olduğunu öğrenmiş oluyoruz.
Ebû
Ömer der ki: Bu görüşü kabul eden ve bunu
delil olarak ileri sürenler arasında Şâfiî
ve Dâvûd b. Ali de vardır. Aynı zamanda bu el-Velid b.
Müslim'in Mâlik'ten yaptığı rivâyettir.
(Mâlik) dedi ki: Onun yanında insanlara İmâmın
namazını bildirecek bir kimsenin durmasını daha çok severim. Ancak bu rivâyetin
Mâlik'ten gelmesi gariptir. Medine halkından olsun başkalarından olsun bir
topluluk da bu görüştedir. Yüce Allah'ın
izniyle sahih olan da budur. Çünkü Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı en son
namaz budur. Mâlik'ten meşhur olan görüş ise şöyledir: Ayakta duran kimselere
oturan herhangi bir kimse İmâmlık edemez. Şayet oturarak onlara İmâmlık yaparsa
onun da namazı batıl olur, cemaatinin de namazı batıl olur. Çünkü
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Benden sonra hiçbir kimse oturarak İmâmlık yapmasın."
Hadisin kaynağı ve sıhhat derecesine dair
açıklamalar birazdan gelecektir.
(İmâm
Mâlik) dedi ki: Şayet İmâm, hasta ise İmâmın namazı tamamdır, fakat
arkasında namaz kılanların namazı fasid olur. (Yine)
der ki: Hasta olmadan oturarak namaz kılan bir kimse namazını iade eder. İşte
Ebû Mus'ab'ın Muhtasarında Mâlik'ten rivâyeti böyledir. Buna göre oturarak namaz
kılan kimsenin vakit içerisinde olsun daha sonra olsun namazını iade etmesi
gerekir. Bu hususta Mâlik'ten şu da rivâyet edilmiştir: Cemaat, yalnızca namazın
vakti içerisinde namazlarını iade ederler.
Bu hususta Muhammed b.
el-Hasen'in görüşü Mâlik'ten meşhur olan
görüş gibidir. Konu ile ilgili görüş ve kanaatine Ebû Mus'ab'ın zikrettiği
hadisi delil gösterir. Bu hadisi Dârakutnî
Cabir'den o eş-Şâbi'den rivâyet etmektedir. Dedi ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın."
Dârakutnî dedi ki: Bu hadisi eş-Şâbi'den
Cabir el-Cufi’den başkası rivâyet etmemiştir. O ise hadisi metruk birisidir.
Ayrıca hadis mürseldir ve delil olmaya elverişli değildir.
Dârakutnî,
I, 398.
Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Cabir el-Cufi'nin
müsned olarak dahi rivâyet ettiği hiçbir
şeyi delil olamaz. Ya mürsel olarak rivâyet ettiği nasıl delil olsun?
Muhammed b.
el-Hasen der ki: Hasta olan İmâm aralarında
hastaların da sağlıklıların da bulunduğu bir cemaate kendisi de cemaat de
otararak namaz kıldırsa, İmâmın da namazı ve arkasında bulunup da ayakta
duramayanların da namazı sahih ve caizdir. Şu kadar var ki arkasında namaz
kılanlardan ayakta durmaları gerekenlerin namazı batıldır.
Ebû
Hanîfe ve Ebû Yûsuf der ki: İmâmın da
namazı cemaatin de namazı caizdir. Hepsi (Ebû Hanîfe
ve iki arkadaşı) derler ki: İmâm rüku ve sücud yapabilen bir cemaate ima
ile namaz kıldıracak olsa -hepsinin görüşüne göre- cemaatin namazı olmaz, ancak
İmâmın namazı olur. Züfer ise şöyle dermiş: Hepsinin namazı da geçerlidir. Çünkü
herkes (cemaat) kendisi için farz olan şekilde
kılmıştır. Onlara İmâm olan kimse de kendisi için farz olan şekilde kılmıştır.
Tıpkı Şâfiî'nin dediği gibi.
Derim
ki: Ebû Ömer'in ve ister ondan
önce, ister ondan sonra gelmiş olsun diğer ilim adamlarının sözünü ettiği
şekilde sözkonusu edilen namazın Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın son kıldığı
namaz olduğuna dair açıklamalarını ele alalım. Ben onların dışında kalan ilim
adamlarının buna muhalif kanaate sahip olduklarını gördüm. Bu ilim adamları konu
ile ilgili Hadîs-i şerîfin rivâyet
yollarını bir araya getirip toplamış, onlar hakkında açıklamalarda bulunmuş,
konu ile ilgili fukahanın görüş ayrılıklarını sözkonusu etmişlerdir. Biz de
burada bu ilim adamlarının zikrettiklerini özetle kaydetmek istiyoruz ki;
yüce Allah'ın izniyle size de bu konuda
doğrunun ne olduğu açık seçik bir şekilde ortaya çıksın. Ve sağlıklı olup İmâma
uyan kimsenin oturarak hasta İmâm arkasında namaz kılmasının câiz olduğunu
söyleyenlerin sözlerinin de doğruluğu ortaya çıksın.
Ebû Hâtim Muhammed b. Hibban el-Büstî, el-Müsned
es-Sahih adlı eserinde İbn Ömer'den
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şunu rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir grup ashabı
ile birlikte iken şöyle buyurdu:
"Sizler benim Allah'ın size
göndermiş olduğu elçisi olduğumu biliyorsunuz değil mi?"
Onlar: Evet şahitlik ederiz ki muhakkak sen Allah'ın
Rasûlüsün, dediler. Hazret-i Peygamber
yine şöyle sordu: "Bana
itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını, bana itaat etmenin Allah'a itaatin
kapsamında olduğunu da biliyorsunuz değil mi?"
Ashab yine: Evet, şehadet ederiz ki sana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur,
sana itaat etmek de Allah'a itaat etmenin kapsamındadır dediler.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Bana itaat etmeniz Allah'a itaat cümlesindendir.
Emirlerinize itaat etmeniz de bana itaat etmeniz cümlesindendir. Eğer onlar
oturarak namaz kılarlarsa siz de oturarak namaz kılınız."
Bu hadisin senedinde Ukbe b.
Ebû's-Sahba da vardır. Güvenilir bir ravidir. Onun güvenilir olduğunu Yahya b.
Main söylemiştir.
Ebû
Hâtim der ki: Bu rivâyette; İmâmlar oturarak namaz kıldıkları takdirde
İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarının yüce
Allah'ın kullarına emretmiş olduğu kendisine itaatin kapsamında
olduğunu açıkça ifade etmektedir. Ve bu benim kanaatime göre cevazı üzerinde
icma bulunan icma türlerinden birisidir. Çünkü
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
ashabından dört kişi buna dair fetva vermişlerdir. Bunlar Cabir b. Abdullah,
Ebû Hüreyre, Useyd b. Hudayr ve Kays b.
Kahd'dır. Vahyin inişine, Kur'ân'ın indirilişine şahit olan ve tahrif yapmaktan,
değiştirmekten korunmuş bulunan ashab-ı kiramdan herhangi bir kimseden bu konuda
bu dört sahabiye muhalif bir rivâyet -ister muttasıl, ister munkatı' bir isnadla
olsun- gelmiş değildir. Âdeta ashab-ı kiram İmâm oturarak namaz kıldığı takdirde
ona uyanların da oturarak namaz kılmaları hususu üzerinde icma etmiş gibidirler.
Nitekim Cabir b. Zeyd, el-Evzaî, Mâlik b.
Enes, Ahmed b. Hanbel, İshak b. İbrahim, Ebû
Eyyub Süleyman b. Dâvûd el-Haşimî, Ebû Hayseme, İbn Ebî Şeybe, Muhammed b.
İsmail ve onlara tabi olan Muhammed b. Nasr, Muhammed b. İshak b. Huzeyme gibi
hadis ashabından olan kimseler hep bu görüşü benimsemişlerdir. Bu sünneti de
Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan
Enes b. Mâlik, Âişe,
Ebû Hüreyre, Cabir b. Abdullah, Abdullah b.
Ömer b. el-Hattâb ve Ebû Umame el-Bahilî
rivâyet etmiştir.
Bu ümmet arasında İmâm
oturarak namaz kıldığı taktirde cemaatin de oturarak namaz kılışını iptal eden
ilk kişi en-Nehaî'nin arkadaşı el-Muğire b. Miksem'dir. Bu kanaati ondan
Hammâd b. Ebî Süleyman almış,
Hammâd 'dan da Ebû Hanefe almıştır. Bu
hususta da ondan sonra gelen arkadaşlarından bazı kimseler de ona tabi
olmuşlardır. Görüşlerine dair elle tutulabilecek bir tarafı olan ileri
sürdükleri en üstün delili, Cabir el-Cu'fî, eş-Şâbî'den rivâyet etmiştir.
eş-Şâbî dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Benden sonra hiçbir kimse oturarak namaz kıldırmasın."
Bu hadisin isnadı sahih olsa dahi yine mürseldir. Bize göre mürsel
gelen haber ile hiç de rivâyet senedi olmaksızın gelen haber hüküm itibariyle
birbirine eşittir. Diğer taraftan Ebû Hanîfe
şöyle der: Ben karşılaştığım kimseler arasında Atâ'dan
daha faziletlisini görmedim. Yine karşılaştığım kimseler arasında Cabir
el-Cu'fi'den daha yalancı birisini görmedim. Ben ona hangi görüşü götürecek
olsam mutlaka ona dair bir hadisi bana aktarıverirdi. Bu adam kendisi
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan nakledilen ve henüz kimseye
nakletmediği şu kadar bin hadis bildiğini iddia etmiştir. İşte
Ebû Hanîfe Cabir b. el-Cu'fî'yi cerh ediyor,
onu yalanlıyor... Onun bu sözleri Ebû Hanîfe'nin
arkadaşları arasından onun görüşünü kabul edenlerin sözlerinin zıddınadır.
Ebû
Hâtim der ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı
esnasında kıldırdığı namaza gelince bu hususa dair haberler mücmel ve muhtasar
gelmiştir. Kimi rivâyetler de mufassal ve mübeyyindir. Bazı rivâyetlerinde şöyle
denilmektedir: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) geldi, Ebû
Bekir'in yanına oturdu. Ebû Bekir Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyuyordu. Sair
cemaat de Hazret-i Ebû Bekir'e uyuyordu.
Kimisinde de şöyle
denilmektedir: Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturdu. İşte bu da müfesser
bir rivâyettir. Yine bunda şöyle denilmektedir:
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
cemaate oturarak namaz kıldırıyor, Hazret-i Ebû Bekir de ayakta.
Ebû Hâtim der ki: Bu haberin mücmel oluşuna
gelince; Hazret-i Âişe bu namazı buraya
kadar nakletmiştir. Kıssanın (olayın) son
kısımları ise Cabir b. Abdullah tarafından nakledilmiştir: Buna göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) atından düştüğü sırada kendilerine
emrettiği şekilde bu namazda da oturmalarını emretmiştir. Bize Muhammed b.
el-Hasen b. Kuteybe haber vererek dedi ki:
Bize Yezid b. Mevheb haber vererek dedi ki: Bana
el-Leys b. Sa'd anlattı, o Ebû'z-Zübeyr'den o Cabir'den rivâyetle dedi
ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hastalandı, biz
de onun arkasında o oturmuş olduğu halde namaz kıldık. Ebû Bekir ise insanlara
Hazret-i Peygamber'in tekbirini
işittiriyor idi. (Cabir) dedi ki:
Hazret-i Peygamber bize döndüğünde bizim
ayakta olduğumuzu gördü. Bize işaret etti, biz de oturduk. Oturup ona uyarak
namazımızı kıldık. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) selam verince
dedi ki:
"Siz de nerdeyse Farisîlerin ve Rumların
yaptıklarını yapacaktınız, onlar da hükümdarları huzurunda hükümdarları
otururken ayakta dururlar. Böyle yapmayınız. Siz İmâmlarınıza uyunuz. İmâm
ayakta namaz kılarsa siz de ayakta kılınız; oturarak namaz kılarsa siz de
oturarak namaz kılınız."
Ebû
Hâtim dedi ki: Bu müfesser haberde açıkça şu belirtilmektedir:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebû Bekir'in sol tarafına oturup
Hazret-i Ebû Bekir Hazret-i Peygamber'in
namazına uyarak tekbir alıp Hazret-i Peygamber'in
namazına uysunlar diye insanlara alınan tekbirleri yüksek sesle işittiren bir
cemaat ferdi oldu. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da onların ayakta
olduklarını görünce oturmalarını emretti. Kıldığı namazı bitirince yine onlara;
İmâmları oturarak namaz kıldıracak olursa, oturmalarını emretti. İşte Cabir b.
Abdullah da Hazret-i Peygamber'in
atından düşüp sağ tarafı yaralanınca kıldırdığı namaza da şahit olmuştu.
Hazret-i Peygamber hicretin beşinci
yılının sonu Zülhicce ayında düşmüştü. Yine Hazret-i Cabir, bu tarihten başka
bir vakte rastlayan Hazret-i Peygamber'in
hastalığı döneminde kıldırdığı namaza da şahit olmuş ve bunların her birisine
dair haberi lâfzıyla bizlere ulaştırmıştır. Nitekim onun, sözü geçen bu namaz
hakkında şunu zikrettiğini görüyoruz: İnsanlar kendisine uysunlar diye Ebû Bekir
yüksek sesle tekbir aldı. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın atından
düştüğü sırada evinde kıldığı namazda ise Hazret-i
Âişe'nin odasının küçüklüğüne rağmen cemaate tekbirini işittirmesi için
yüksek sesle tekbir almasına ihtiyaç yoktu. Yüksek sesle tekbir alması
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı sırasında namaz kıldığı büyük
mescidde olmuştu. Bizim açıkladığımız bu şekil, sahih olduğuna göre; bu
haberlerin bir kısmının diğer bir kısmını neshedici olduğunu kabul etmemiz câiz
olamaz. Hastalığı esnasında kıldırdığı namaza
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem),
iki kişi arasında (onların desteğiyle)
çıkmıştı. Bu namazda kendisi İmâmdı. Müslümanlara oturarak namaz kıldırmış,
onlara da oturmalarını emretmişti. Ömrünün sonunda kıldırdığı namaza Berîre ile
Sevbe arasında namaza çıkmıştı. Bu namazda kendisi cemaat idi. Hazret-i Ebû
Bekir'in arkasında oturarak ve tek bir elbiseye bürünmüş olarak namaz kıldı.
Bunu Enes b. Mâlik rivâyet etmiş ve şöyle demiştir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı ile kıldığı son namaz, sırtına
attığı ve bir tarafını sağ kolunun altından getirip diğer tarafı ile göğsü
üzerine bağladığı bir elbiseye bürünmüş olarak Hazret-i Ebû Bekir'in arkasında
oturarak kıldığı namazdı. Hazret-i Peygamber
(buna göre) mescidde cemaatle tek bir vakit
değil, iki vakit namaz kılmış olmaktadır.
Ubeydullah b. Abdullah'ın Hazret-i
Âişe'den naklettiği rivâyete göre de
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) iki kişi arasında tutunarak namaz
kılmıştır. Bunlardan birisinin Hazret-i Abbas, öbürünün Hazret-i Ali olduğunu
kastediyor. Mesrûk'un Hazret-i
Âişe'den naklettiği rivâyette de şöyle
denilmektedir: Sonra Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinde bir
hafiflik buldu. (Hastalığının azaldığı kanaatine
vardı) Berîre ve Sevbe arasında dışarı çıktı. Ben çakıllar arasında
ayakkabılarının yol çizdiğini; ayaklarının iç taraflarını görür gibiyim... İşte
bu da Hazret-i Peygamber'in
(bu şekilde) tek bir vakit değil, iki vakit
namaz kıldığını bize göstermektedir.
Ebû
Hâtim (devamla) der ki: İbn İshak İbn
Huzeyme dedi ki: Bize Muhammed b. Beşşâr anlattı. Bize Bedel b. el-Muhabber
anlattı, dedi ki: Bize Şu'be. Mûsa b. Ebû Âişe'den
anlattı. O Ubeydullah b. Abdullah'tan, o Âişe'den
naklettiğine göre Hazret-i Ebû Bekir, Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) safta arkasında
duruyor iken insanlara namaz kıldırdı.
Ebû
Hâtim der ki: Şu'be b. el-Haccac bu haberin metninde Mûsa b. Ebû
Âişe'den rivâyetinde Zaide b. Kudame'ye
muhalefet ederek Şu'be Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kendisi
otururken, cemaat de ayakta iken Hz Peygamber'i
cemaatten birisi olarak zikrederken; Zaide ise
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
oturup cemaat ayakta iken Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İmâm olduğunu
belirtmiştir. Bu ravilerin ikisi de itkan sahibi
(rivâyetleri sağlam belleyenler) ve hafız kimselerdir. Durum böyle
olduğuna göre; aynı fiil ile ilgili ve zahiren birbirine zıt iki rivâyetten
birisini daha önce olmuş ve mutlak bir emri neshedici kabul etmek nasıl câiz
olabilir? Bu şekildeki iki haberden birisini daha önce geçen
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emrini neshedici kabul edip de; ortada
kendisinin sahih olduğuna dair herhangi bir delili bulunmaksızın ötekini
terkeden bir kimse, aynı şekilde karşı görüşü savunan kimsenin de bu iki
haberden kendisinin terkettiğini almasına, aldığını da terkemesine hak vermiş
olur.
Sünnetteki uygulamalar
arasından bu türün bir benzeri de İbn Abbâs'ın
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı Hazret-i Meymune'yi ihramlı iken
nikâhladığına dair haberi ile Ebû Rafi'in,
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
her ikisi de ihramsız oldukları halde Hazret-i Meymune'yi nikâhladığına dair
haberidir.
İhramlı iken nikâhlandıklarına dair rivâyetler:
Müslim, Nikâh 46, 47;
Ebû Dâvûd, Menâsik 38
(1844. hadis);
Tirmizî, Hacc 24; Nesâî, Menâsik 90;
İbn Mâce, Nikâh 45;
Dârimî, Menâsik 21. Nikâhlandıklarında
ihramlı olmadıklarına dair rivâyetler: Müslim,
Nikâh 48; Ebû Dâvûd, Menâsik 38
(1843. hadis),
Said b. el-Müseyyeb, İbn Abbâs'ın bu
hususta yanıldığını söyler (1845. hadis);
Tirmizî, Hacc 23;
İbn Mâce, Nikâh 45;
Dârimî, Menâsik 21; Muvattâ, Nikâh 69.
Burada zahiren aynı fiil
hakkında iki haber çelişmiş olmaktadır. Bize göre ise bu ikisi arasında herhangi
bir çelişki yoktur. Hadis ashabından bir topluluk Hazret-i Meymune'nin
nikâhlanmasına dair rivâyet edilen iki haberi mütearız haberler
(çelişen haberler) olarak kabul etmişler ve
Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklettiği: "İhramlı bir kimse ne
nikâhlar ne nikâhlanır"
Müslim, Nikâh 41-44;
Ebû Dâvûd, Menâsik 38;
Tirmizî, Hacc 23;
Nesâî, Menâsik 91;
İbn Mâce, Nikâh 45;
Dârimî, Menâsik 21, Nikâh 17;
Muvatta’', Nikâh 70.
hadisini benimseyip bunu delil almışlardır. Çünkü bu, Hazret-i Meymune'nin
nikâhlanması ile ilgili gelen iki rivâyetten birisine uygundur.
İbn Abbâs'ın ise ihramlı olduğu halde
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onu nikâhladığına dair haberini delil
almamışlardır. Böyle bir uygulamaya giden bir kimsenin şöyle demesi de gerekir:
Hazret-i Peygamber'in -önceden
açıkladığımıza uygun olarak- hastalığı esnasında namazına dair gelen iki haber
birbirleriyle tezat halindedir. O halde İmâmları oturarak namaz kıldıkları
takdirde İmâma uyanların da oturarak namaz kılmalarını emreden haberi alıp kabul
etmesi gerekir. Çünkü bu, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hastalığı
halinde kıldığı namaza dair gelen iki rivâyetten birisine uygun düşmektedir.
Bunu kabul ederken bunlardan ayrı olan haberi de bırakması gerekir. Hazret-i
Meymune'nin nikâhlanması olayında yaptığı gibi.
(Devamla) Ebû Hâtim der ki:
Kûfelilerin mezhebini benimseyen kimi
Iraklılara Hazret-i Peygamber'in:
"İmâm oturarak namaz kıldığı
takdirde siz de oturarak namaz kılınız"
âyeti ile şunu anlatmak istediğini söylemişlerdir:
Yani oturarak teşehhüd getirdiğinde siz de hep
birlikte oturarak teşehhüd getiriniz. Böylelikle bu haberi bu hususta varid
olduğu genel kapsamı dışına çıkararak; böyle bir te'vil için bu hususta sabit
olmuş bir delil olmaksızın, tahrif etmiş olmaktadırlar.
239
Şayet korkarsanız o halde yürüyerek
veya binerek kılın. Emin olduğunuz zamanda da
Allah'ı anın. Nitekim bilmediğinizi sizlere öğretmiştir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı
dokuz başlık halinde sunacağız:
1- Şayet Korkarsanız..
Yüce
Allah'ın:
"Şayet
korkarsanız o halde yürüyerek"
namaz kılınız.
"Veya
binerek kılın"
âyeti de ona atfedilmiştir.
Âyet-i kerimede geçen "rical"
kelimesi binecek vasıtası olmayıp ayakları üzerinde yürüyen kimse hakkında
kullanılan "recil, racil ve racul" kelimesinin çoğuludur. "Racul" şeklindeki
kullanım, -Taberî ve başkalarının nakline
göre- Hicazlıların şivesidir. "Reclân, recîl ve reci" şeklinde de kullanılır.
Çoğulu: "Rical, reclâ, ruccâl, reccâle, rucâlâ, ruclân, ricletun, riceletun,
erciletin, erâcilun ve erâcîl" ...diye gelir. (Erkek
anlamına gelen ve) cins isim olan "racul" kelmesi de aynı şekilde "rical"
şeklinde çoğul yapılır.
2- Korku Halinde Namaz:
Yüce
Allah önce namazda kendisi için kunut ile ayakta durmayı emretti.
Kunut ise vakar, sükûn, azaların hareketsizliği demektir. Bu ise güvenlik ve
özür bakımından en ileri derecede olma halidir. Bu durumu zikrettikten sonra,
kimi zaman ortaya çıkan korku halini sözkonusu etti ve bu ibadetin, durum ne
olursa olsun kuldan sakıt olmayacağını beyan etti.
Kullarına ayaklar üzerinde
yürüyerek atlar, develer ve benzeri binekler üzerinde ima ile, başla işarette
bulunarak hangi tarafa dönerse dönsün namaz kılma ruhsatını vermiştir. İlim
adamlarının görüşü budur. Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde yahut peşine
takılmış yırtıcı bir hayvan ya da arkasından
gelen düşman veya kendisine doğru hücum eden
bir sel olması halinde; canının tehlikede olduğundan korkup tazyik altında
bulunan bir kişinin namazı bu şekildedir. Özetle; hayatî tehlike doğuracağından
korktuğu her bir iş, bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği şekilde namaz kılmayı
mubah kılar.
3- Bu Ruhsatın Kapasamına Giren
Diğer Hususlar:
İnsanın kendi görüşüne göre
kendisini ne şekilde kurtarabileceğine kanaat getirirse, o tarafa
yönelebileceği, anamaz esnasındab oraya doğru dönebileceği ve buna uygun olarak
tasarrufta bulunabileceği hususunun da bu ruhsatın kapsamında olduğuna dair ilim
adamlarının icmaı vardır.
4- Yürüyerek ve Binek Üzerinde
Namazı Câiz Kılan Korku Hali:
Yürüyerek ve binek üzerinde namaz
kılmanın câiz olduğu korku halinin mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır.
Şâfiî
der ki: Korku hali, düşmanın onlara hep birlikte görünüp müslümanların korunmak
üzere sığınabilecekleri bir kalelerinin bulunmaması, bundan dolayı da atılan
okların, hatta daha ileri bir derecede olmak üzere düşmanın mızrak
ya da darbelerinin müslümanlara ulaşıp isabet
edebilme hali ya da verdiği haber doğru kabul
edilen bir kimsenin gelip düşmanın kendilerine pek yakın olduğunu ve kendilerine
doğru ısrarla ve tam bir gayretle yürümekte olduklarını haber vermesi halidir.
Şayet bu iki husustan birisi sözkonusu değilse o kimsenin korku namazı kılması
câiz değildir. Eğer aldıkları habere uygun olarak korku namazı kılar, sonra da
düşman giderse namazlarını iade etmezler. İade edecekleri de söylenmiştir. Bu
Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür.
Ebû
Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) der ki: Korkan kimsenin
yayan ya dabinekliolarak kıbleye yönelmiş olarak yahut yönelmeksizin namaz
kılmasını câiz kılan durum ileri derecedeki korku durumudur. Kendisine dair
rivâyetlerin varid olduğu durum ise; bundan başka bir durumdur. Rivâyetlerin
varid olduğu durum, İmâm ile birlikte korku namazı kılıp insanların iki kısma
ayrılması namazıdır ki; bunun hükmü bu âyet-i kerimede değildir. Buna dair
açıklama yüce Allah'ın izniyle Nisa
Sûresi'nde (4/101-103. âyetlerde) gelecektir.
İmâm Mâlik Savaşan düşmandan korku ile
yırtıcı hayvan ve ona benzer saldırgan deve, sel yahut çoğunlukla ölüme sebep
teşkil eden hallerden korku arasında ayrım gözetmektedir. O, düşman dışındaki
şeylerden korku halinde, eğer vakit içerisinde güvenliğini elde ederse namazın
iade edilmesini müstehap görmüştür. Değişik bölgelerin fukahasının çoğunluğuna
göre ise her ikisi arasında bir fark yoktur.
5- Savaşmak Namazı İfsad Eder mi?
Ebû
Hanîfe, Savaş namazı ifsad eder, der. Fakat
İbn Ömer'in hadisi onun bu görüşünü reddetmektedir. Âyetin zahir ifadesi
de ona karşı ileri sürülen en güçlü delildir. Bu husus da
yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresi'nde
gelecektir. Şâfiî der ki: Şanı
yüce Allah'ın, bazı şartların
terkedilmesinin câiz olduğu hususunda ruhsat vermesi, namazda Savaşın namazı
ifsad etmediğinin delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
6- Korku ve Yolcu Namazlarının Rekat
Sayısı:
Mâlik,
Şâfiî ve bir grup ilim adamına göre korku halinde rekat sayısı, yolcunun
namazının rekat sayısından eksik değildir. el-Hasen
b. Ebi'l Hasen, Katâde ve başkaları ise der
ki: İma ile tek bir rekat kılar.
Müslim
ise Bukeyr b. el-Ahnes'ten, o Mücâhid'den, o
İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Allah ikamet halinde namazı
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
dili üzre dört rekat, yolculukta iki rekat, korku halinde de bir rekat olarak
farz kılmıştır.
Müslim,
Salâtu'l-Müsâfirîn 5, 6; Nesâî, Salât 3,
Salâtu’l-Havf 4.
İbn
Abdi’l-Berr de der ki: Bu hadisi Bukeyr b. el-Ahnes tek başına rivâyet
etmiştir. Tek başına rivâyet ettiği hususlarda delil olamaz. Namaz ise ihtiyatlı
davranmaya en değer olan bir ameldir. Korkusu halinde de yolculuğu halinde de
ikişer rekat namaz kılan kimse bu konudaki ihtilaftan kurtulup yakın olan
hükümle amel etmiş olur. ed-Dahhâk b.
Müzahim der ki: Göğüs göğüse kılıçla çarpışma halinde ve diğer durumlarda korkan
bir kimse tek bir rekat namaz kılar. Eğer buna da gücü yetmiyor ise iki tane
tekbir getirsin. İshak b. Raheveyh der ki: Şayet bir tek tekbir getirmekten
başkasına güç yetiremez ise, bu da onun için yeterlidir. Bunu da
İbnu'l-Münzir zikretmiştir.
Yüce
Allah'ın:
"Emin
olduğunuz zamanda da Allah'ı anın. Nitekim O bilmediğinizi size öğretmiştir"
âyeti,
daha önceki halinizde size emrolunmuş bulunan rükünleri tamamlamaya dönün,
demektir. Mücâhid der ki: "Emin olduğunuz
zaman" yani yolculuk ve sefer yurdundan ikamet
yurduna çıktığınız zaman, demektir.
Taberî
ise bu görüşü reddetmektedir. Bir kesim ise: "Emin olduğunuz zaman" demek, sizi
bu şekilde namaz kılmak zorunda bırakan korkunuz zail olup ortadan kalktığı
zaman demektir -demişlerdir.
7- Korku Namazı Kılarken Güvenliğe
Kavuşanın Durumu:
İlim adamları, korkulu halde namaza
başlamışken namazı esnasında güvenliğe kavuşan kimsenin namazını ne şekilde
devam ettireceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Mâlik der ki: Güvenlik içerisinde
bulunan bir kimse bir rekat namaz kılsa sonra da korkuya kapılsa bineğine biner
ve önce kıldıklarını esas alarak namazını sürdürür. Aynı şekilde binek üzerinde
korkulu halde iken tek bir rekat namaz kılsa, sonra da güvenliğe kavuşsa
bineğinin üzerinden iner ve namaza kaldığı yerden devam eder. Bu
Şâfiî'nin de iki görüşünden birisidir.
el-Müzenî de bu görüşü benimsemiştir.
Ebû
Hanîfe ise der ki: Namaza güvenlik içerisinde olduğu halde başlayıp sonra
da korkuya kapılsa (kıbleye) istikbal eder ve o
kıldığı namaza kaldığı yerden devam etmez. Ancak korkulu halde namaza başlar,
sonra da güvenliğe kavuşsa namazına kaldığı yerden devam eder.
Şâfiî
de der ki: Bineğinden inen kaldığı yerden devam eder, fakat binen kaldığı yerden
devam etmez. Ebû Yûsuf da der ki: Bütün bu
hallerde namaza kaldığı yerden devam etmez.
8- Allah'ı Zikretmek Emri:
Yüce
Allah'ın:
"Allah'ı anın"
âyetinin şu anlama geldiği söylenmiştir: Kabule
elverişli olacak şekilde size bu namazı öğretmesi ve namazlardan birisini dahi
böylelikle kaçırmamanızı öğretmesi suretiyle üzerinizdeki bu nimete şükrediniz.
İşte bu, sizin bilmediğiniz birşeydi. Buna göre ": Nitekim" âyetindeki "kâf"
harfi şükür anlamına gelir. Günlük konuşma esnasında da: Mükâfat ve teşekkür
olmak üzere ben sana nasıl böyle yaptımsa sen de bana
öyle yap, denir.
9- Namaz Mükellefiyetinin Kalktığı Haller Olabilir mi?
Bizim
(mezhebimize mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Namazın
(es-salât) asıl anlamı duadır. Korku hali ise öncelikle duayı gerektiren
bir durumdur. O bakımdan korku sebebiyle namaz düşmez. Korku sebebiyle namaz
düşmediğine göre hastalık veya buna benzer
başka bir sebep dolayısıyla düşmemesi öncelikle sözkonusudur. Şanı
yüce Allah, sağlık
veya hastalık, ikamet
ya da yolculuk, güçlülük yahut acizlik, korku
veya güvenlik gibi bütün hallerde namaza gereken dikkat ve riâyeti
göstermeyi emretmiştir. Namaz hiçbir durumda mükelleften düşmez. Ve onun
farziyetine hiçbir şekilde halel gelmez. Yüce Allah'ın
izniyle Âl-i İmrân Sûresi'nin sonlarında (3/190-200.
âyetler, 3. başlıkta) bu açıdan hastanın hükmüne dair açıklamalar
gelecektir. Bundan maksat namazın mümkün olduğu şekilde yerine getirilmesidir.
Ve herhangi bir halde namazın düşmeyeceğidir. Öyle ki, eğer namaz ancak gözle
işaret ile kılınabilecekse o şekilde kılmak gerekir. Bununla namaz sair
ibadetlerden ayrı bir özellik taşımaktadır. Çünkü sair bütün ibadetler özürlerle
sakıt olur ve birtakım ruhsatlar sözkonusu olur.
İbnu'l-Arabî der ki: Bundan dolayıdır ki ilim adamlarımız şöyle
demiştir: Namaz büyük bir mes'eledir. Namazı terkeden bir kimse öldürülür, çünkü
namaz hiçbir halde sakıt olmayan îmana benzemektedir. Yine onun hakkında şöyle
demişlerdir: Namaz, İslâm'ın temel direklerinden birisidir. Beden ile de mal ile
de namazda vekâlet câiz değildir. Namazı terkeden öldürülür. Buna dair asıl
delil ise kelime-i şehadete dair hükümdür. Yüce
Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde
(et-Tevbe, 9/5. âyet, 5. başlıkta) namazı terkeden kimse hakkında ilim
adamlarının görüşlerine dair açıklamalar gelecektir.
240
İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine;
çıkarılmayarak bir yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler. Şayet
çıkarlarsa, artık onların kendileri hakkında maruf bir şekilde yaptıklarından
dolayı size bir vebal yoktur. Allah Azizdir, Hakimdir.
Bu âyete dair açıklamalarımızı dört
başlık halinde sunacağız:
1- Bu Âyet-i Kerîme Işığında Kocası
Vefat Etmiş Hanımın îddeti:
Yüce
Allah'ın:
"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler...."
âyeti ile ilgili olarak bir
grup müfessir şu kanaattedir: Kocası vefat etmiş olan kadın, vefat edenin evinde
bir yıl süreyle oturur ve evden çıkmadığı sürece kocasının malından ona nafaka
verilirdi aihtiyaçları karşılanırdıb. Şayet evden çıkıp ayrılırsa o kadına
verilen nafakayı kesmekte mirasçılar için bir vebal sözkonusu olmuyordu. Daha
sonraları bu bir yıllık süre, dört ay on gün iddet tesbitiyle neshedildi. Ona
verilen bir yıllık nafaka ise Nisa Sûresi'nde (4/12.
âyette) dörtte bir ve sekizde bir pay ile neshedilmiştir. Bu açıklama
İbn Abbâs,
Katâde, ed-Dahhak,
İbn Zeyd ve er-Rabi'e aittir.
Süknâ hususunda ise ilim
adamlarının görüş ayrılığı vardır. Buhârî'nin
rivâyetine göre İbn ez-Zübeyr şöyle demiştir:
Bu manadaki rivâyetler için bk.
Ebû Dâvûd, Talâk 43, 45;
Nesâî, Talâk 69;
Suyûtî, ed-Dürr, I, 738-739
Ben Osman'a Bakara Sûresi'nde yer alan:
"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler, eşlerine çıkarılmayarak bir
yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler"
âyetini diğer âyet-i kerîme
neshetmiş bulunmaktadır. Niye onu yazdın? Dedi ki: Kardeşimin oğlu, onu olduğu
gibi bırakmalısın. Çünkü ben Kur'ân'dan hiçbir şeyi yerinden değiştirmem.
Buhârî,
Tefsir 2. sûre 41, 45. Tercüme 45'e göre yapılmıştır.
et-Taberî
de Mücâhid'den şöyle nakletmektedir: Bu
âyet-i kerîme muhkemdir. Onda nesh sözkonusu değildir. İddet önceleri dört ay on
gün olarak sabit olduktan sonra yüce Allah,
kadınlar lehine erkek tarafından yedi ay ve yirmi gün daha bir süknâ hakkını
vasiyet olarak emir buyurmuştur. Kadın arzu ederse bu vasiyeti gereği meskende
kalır, arzu ederse çıkar gider. İşte yüce Allah'ın:
"Çıkarılmayarak... şayet çıkarlarsa artık onların kendileri hakkında...
yaptıklarından dolayı size bir vebal yoktur"
âyeti de bunu ifade
etmektedir.
İbn
Atiyye de der ki: Bütün bunların hükmü ittifakla kabul edilen nesh ile
kalkmış bulunmaktadır. Ancak Taberî'nin
Mücâhid'e söyledi diye isnad ettiği bundan
müstesnadır. Allah ikisine de rahmet buyursun. Ancak bu konuda
Taberî'ye itiraz sözkonusudur.
Kadı Iyad da der ki: Bir senenin
neshedildiği ve (kocası vefat etmiş kadının)
iddetinin dört ay on gün olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir.
Başkaları da şöyle demektedir:
Yüce Allah'ın:
"Vasiyet etsinler"
âyetinin anlamı şudur:
Yani bu, yüce Allah tarafından
kadınlar hakkında ko çalarının vefatından sonra tam bir sene evden çıkmamak
üzere vacip kılınmıştır. Daha sonra bu hüküm neshedildi.
Derim
ki: Taberî'nin
Mücâhid'den naklettiği sahih ve sabittir.
Buhârî, kaydettiği rivâyetinde şöyle
demektedir: Bize İshak anlattı, dedi ki: Bize Ravh anlattı, dedi ki: Bize Şibl,
İbn Ebi Necih'ten anlattı o da Mücâhid'den
naklederek: "İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler" âyeti hakkında
dedi ki: Kadının kocasının akrabaları nezdinde beklediği bu iddet vacip idi.
Yüce Allah:
"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler... size bir vebal yoktur"
âyetini
indirdi. Dedi ki: Allah bu kadın lehine yedi ay ve yirmi günü daha ilave ederek
tam bir yılı vasiyet olarak tesbit buyurmuştur. Artık kadın dilerse kendisine
yapılan bu vasiyet gereğince meskende sakin olur; dilerse oradan çıkar. İşte
yüce Allah'ın:
"Çıkarılmayarak.. şayet çıkarlarsa., size bir vebal yoktur"
âyetinde kastedilen de
budur.
Buhari, Tefsir 2. sûre 41, Talâk 50.
Şu kadar var ki birinci görüş
daha üstündür. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmaktadır:
"Bu (iddet) tam dört ay on gündür.
Cahiliyye döneminde sizden herhangi bir kadın sene bitiminde tezeği atardı...."
Buhâri,
Talâk 46; Müslim, Talâk 60-61;
Ebû Dâvûd, Talâk 43;
Tirmizî, Talâk 18;
Nesâî, Talâk 63, 67;
İbn Mâce, Talâk 34;
Muvatta’', Talâk 103.
Buhârî, belirtilen yerde: "Koyun tezeğini
atardı" anlamındaki tabiri şöylece açıklamaktadır: Kadın cahiliyye döneminde bir
yıllık iddetinden çıktıktan sonra bir binek, eşek, koyun
ya da uçan kuşa ilk olarak sürtünürdü. İlk
sürtündüğü bu varlıklar arasından (kokusunun ağır ve
pis oluşundan dolayı) ölmeyeni çok az olurdu. Bundan sonra bulunduğu
yerden çıkar, ona bir parça tezek verir ve bu tezeği atardı...
İşte
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bununla şer"î hüküm varid olmadan önce
kocalan vefat etmiş bulunan kadınların durumunu haber yermektedir. İslâm gelince
yüce Allah onlara önce bir sene boyunca
evlerden çıkmamalarını emretti. Daha sonra da bu dört ay on gün ile neshedildi.
Ahad haberlerle nakledilegelen sabit sünnette bu durum açık olmakla birlikte bu
hususta müslüman âlimlerin icmaı da vardır ve bu konuda görüş ayrılığı yoktur.
Bunu Ebû Ömer (İbn
Abdi’l-Berr) söylemiştir. O der ki:
Âyetin sair kısımları da böyledir. Yüce Allah'ın:
"İçinizden geride eşler bırakarak vefat edecekler eşlerine çıkarümayarak bir
yılına kadar faydalanmalarını vasiyet etsinler"
âyeti ilim adamlarının
Cumhûruna göre bütünüyle neshedilmiştir.
Daha sonra bir sene boyunca
hanımlara süknâ vasiyeti neshedimiştir. Bundan tek istisna İbn Ebî Necih yoluyla
Mücâhid'den gelen şazz, terkedilmiş ve
arkasından gidilmemiş bir rivâyet vardır. Ashab-ı kiramdan olsun, tabiinden
olsun, onlardan sonra gelenlerden olsun bildiğim kadarıyla müslüman âlimlerden
herhangi bir kimse, dört ay on günden fazla bir süreyi söylemiş bir kimse
bilmiyorum. Ayrıca İbn Cüreyc,
Mücâhid'den sair insanları benimsediği
görüşe benzer bir nakilde de bulunmuştur. Böylelikle icma gerçekleşmiş ve konu
ile ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmış olmaktadır. Başarımız Allah'tandır.
2- Eşlerine Vasiyette Bulunsunlar:
Yüce
Allah'ın:
"Vasiyet"
âyetini Nafi, İbn
Kesîr, el-Kisaî ve Ebû Bekr yoluyla
gelen rivâyette Âsım, mübteda olmak üzere
merfu olarak okumuşlardır. Haberi ise "eşlerine" âyetidir.
(Buna göre anlamı eşlerine vasiyette bulunurlar
şeklinde olur). Bunun: "Vasiyette bulunmakla görevlidirler" anlamına
gelme ihtimali de vardır. O takdirde "eşlerine" âyeti sıfat olur.
Taberî
der ki: Bazı nahivciler şöyle derler: Bu âyetin anlamı: "Onlara vasiyette
bulunmaları (farz olarak) yazıldı" şeklindedir.
Buna göre "eşlerine" âyeti de sıfat olur. (Devamla)
der ki: Nitekim Abdullah b. Mesud'un kıraatinde de bu böyledir.
Ebû
Amr, Hamza ve
İbn Amir ise mansub olarak okumuşlardır. Bu
ise bir fiil takdirine göre böyle okunur. Yani
(mealde de olduğu gibi): Vasiyet etsinler,
demek olur. Diğer taraftan ölü vasiyette bulunamaz. Ancak burada ölüme
yaklaştıkları takdirdeki halleri kastedilmiştir. (O
bakımdan mealde: "Vefat edecekler" diye verilmiştir).
Bu okuyuşa göre de "eşlerine"
kelimesi sıfat olur. Bunun anlamının: Allah şöylece vasiyette bulunmuştur
şeklinde olduğu da söylenmiştir.
":
Faydalanmalarını"
âyeti, onları metalandırın
(faydalandırın), anlamındadır. Yahut Allah bunu
onlar lehine bir meta' olarak takdir buyurmuştur, demektir. Çünkü ifade bunu
göstermektedir. Bu kelimenin hal veya
"vasiyet"ten ibaret olan masdar ile mansub olması da mümkündür.
Yüce Allah'ın:
"Yahut
açlığın çok olduğu bir günde bir yetime., yemek yedirmektir"
(el-Beled, 90/14-15) âyetinde olduğu gibi.
Burada sözü geçen "meta"dan (faydalandırılmadan)
kasıt kadının bir yıllık nafakasıdır.
3- Bu Zaman Zarfında Kadın Evinden
Çıkarılmaz:
Yüce
Allah'ın:
"Çıkarılmayarak"
âyetinin anlamı şudur: Ölünün velileri ile o evin
mirasçılarının o kadını evden çıkarmak hakları yoktur. Buradaki kelimesi
el-Ahfeş'e göre masdar olarak
nasbedilmiştir. Âdeta; çıkarmak yoktur, denilmiş gibidir. "Meta" kelimesinin
sıfatı olduğundan dolayı nasbedildiği de söylenmiştir. Vasiyyet edenlerin halini
belirtmek üzere nasbedildiği de söylenmiştir. Yani
onları çıkartmaksızın o kadınları faydalandırınız. Bunun: "Çıkarmaksızın
faydalandırınız" anlamına geldiği de söylenmiştir.
4- Kendileri Çıkacak Olurlarsa..
Yüce
Allah'ın:
"Şayet
çıkarlarsa.."
âyetinin anlamı sene bitmeden önce kendi seçim ve
tercihleriyle çıkarlarsa demektir. "Size bir vebal yoktur."
Yani veli, hakim veya
onlardan başka herhangi bir kimse için bir zorluk yoktur. Çünkü bir sene boyunca
kocasının evinde kalması onun için vacip değildir. Bunun; o takdirde kadınların
nafakasını kesmekte bir vebal yoktur ya da
kendileri ile evlenmek isteyen erkeklere görünmelerinde o kadınlar için vebal
yoktur, anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü artık ey mirasçılar; sizin o
kadınlar üzerindeki gözeticiliğiniz sona ermiştir. Diğer taraftan kadın bir
senelik iddet bitmeden önce evlenmemekle yükümlüdür.
Veya iddetin sona erişinden sonra onların evlendirilmesinde vebal yoktur
anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:
"Ma'ruf bir şekilde"
diye buyurmaktadır ki bu da şeriata uygun olan şey
demektir.
"Allah
Azizdir."
Bu, bu mes'ele ile ilgili olarak haddi aşarak,
çıkmak istemediği halde kadını evden çıkartmak suretiyle emre muhalefet eden
kimseler için tehdidi gerektiren bir sıfattır.
"Hakimdir",
kullarının işleri arasından dilediklerini sapa sağlam, muhkem kılar.
241
Boşanan kadınlar lehine maruf bir şekilde faydalandırma
vardır. Bu takva sahipleri için bir vazifedir.
Âyetin tefsiri için bak:142
242
İşte Allah akıl erdirirsiniz diye size âyetlerini böyle
açıklar.
Boşanan Kadına Mut'a Vermenin (Faydalandırmanın) Hükmü:
İlim adamları bu âyet-i kerîme
hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır.
Ebû Sevr der ki: Bu âyet-i kerîme
muhkemdir. Boşanan her kadın için mut'a vardır.
ez-Zührî de böyle demiştir. ez-Zührî:
Hatta kocası tarafından boşanan cariye için dahi bu bir haktır, der.
Saîd b. Cübeyr de böyle demiştir: Boşanan
her kadın için mut'a vardır. Bu, Şâfiî'nin
bu âyet-i kerîme ile ilgili iki görüşünden birisidir.
Mâlik der ki: Boşanmış her kadının
-ister iki talâk ile ister bir talâk ile boşanmış olsun, ister onunla gerdeğe
girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, ister mehrini tayin etmiş olsun ister
etmemiş olsun- mut'a hakkı vardır. Bundan tek istisna mehri tesbit edilmiş olup
kendisiyle gerdeğe girmeden önce boşanan kadındır. Böylesine mehrin yarısı
yeterlidir. Şayet bu kadın için mehir de tesbit edilmemiş ise, o takdirde mehr-i
misilden daha az veya daha çok olsun mut'a
hakkı vardır. Bu mut'anın da bir sınırı yoktur. Mâlik'ten bu görüşü İbnu'l-Kasım
nakletmiştir.
İbnu'l-Kasım el-Müdevvene'de
"İrhau's-Sütur" (Gerdek için perdelerin indirilmesi)
bahsinde der ki: Yüce Allah bu âyet-i
kerîme gereğince boşanan her kadına mut'ayı bir hak olarak tesbit etmiştir.
Bundan sonra ise öteki âyette kendisi için mehir tayin edilmiş olup gerdeğe
girmediği kadını istisna edip onu mut'a kapsamının dışında tutmuştur,
(bk. 2/237. âyet)
İbn Zeyd ise diğer âyetin bu âyeti neshettiğini ileri sürmüştür.
İbn
Atiyye der ki: İbnu'l-Kasım nesh lâfzından kaçınarak itisna lâfzına
sığınmıştır. Böyle bir yerde ise istisna uygun düşmez. Aksine bu Zeyd b.
Eslem'in söylediği gibi katıksız bir neshtir. İbnu'l-Kasım
yüce Allah'ın:
"Boşanan kadınlar lehine.."
âyetinin bütün boşanmış kadınları kapsadığı
ilkesine bağlı kaldığı takdirde kaçınılmaz olarak burada neshin olduğunu da
söylemek zorunda kalacaktır.
Atâ
b. Ebi Rebah ve başkaları ise şöyle demektedirler: Bu âyet-i kerîme kendileriyle
geredeğe girilmiş dul kadınlar hakkındadır. Çünkü daha önceden bir başka âyette
kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların mut'asından söz edilmiştir. Bu görüşe
göre; kendileriyle temas edilmeden önce mehirleri tayin edilmiş olanlar hiçbir
şekilde kendileriyle gerdeğe girilmemiş kadınların kapsamına girmez. Bu da
yüce Allah'ın:
"Kendilerine mehir tayin etmemiş iken hanımları dokunmadan önce boşarsanız..."
(el-Bakara, 2/237) âyet-i kerimesinin bu türden
kadınları tahsis edici olduğunu söylemek demektir. Ne zaman ki: Bu gelen ifade
onu da kapsar denilebiliyor ise; o vakit burda nesih sözkonusu olur, aksi
sözkonusu olmaz.
Mut'a Hakkı Olmayan Kadınlar:
Diğer görüşünde
Şâfiî de şöyle demektedir: Ortada temas ve
mehir tesbiti sözkonusu olmamak şartıyla, gerdeğe girilmeden önce boşanan kadın
dışında herhangi bir kadının mut'a hakkı yoktur. Çünkü mehrin bir miktarına hak
kazanan bir kadın mut'adaki hakkına ihtiyaç duymaz.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zevceleri hakkında
yüce Allah'ın:
"Gelin
size mut'a vereyim"
(el-Ahzab, 33/28. âyet
4. başlık) âyeti ise Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bunu tatavvu'
olarak yapmış olduğuna hamledilir, yoksa bu onun için vacip değildi.
Yüce Allah'ın:
"Sizin
onlar aleyhine sayacağınız bir iddet yoktur. Onları metalandırın"
(el-Ahzab, 33/19) âyeti de yine mehri tesbit
edilmemiş olan kadın hakkında kabul edilmiştir.
Şâfiî der ki: Mehri tayin edilmiş olan kadın temastan önce boşanacak
olursa mut'a hakkı yoktur. Çünkü böyle bir kadın kendisiyle cima olmaksızın
mehrin yarısını almıştır. Zifafa girilmiş olan kadın boşanıldığı takdirde ise,
mut'a hakkı vardır. Çünkü mehir cima karşılığında sözkonusu olur. Mut'a ise akdi
kabul etmek sebebiyle sözkonusudur. Şâfiî
hul' ve mübâree yapan kadın lehine de mut'ayı vacip kabul etmiştir.
Mâlik'in arkadaşları der ki:
Kendisi birşeyler verdiği halde fidye veren (hul'
yapan) kadın hakkında nasıl mut'a sözkonusu olur? Böyle bir kadın nasıl
meta alabilir? Hul' yaparak, fidye ödeyerek, ibra yaparak, sulh yaparak, lian
yaparak yahut azad edilip ayrılığı tercih ederek ayrılan bir kadın için, ister
onunla gerdeğe girilmiş olsun ister girilmemiş olsun, kocası ister onun mehrini
tesbit etmiş olsun ister etmemiş olsun mut'a hakkı yoktur. Buna dair açıklamalar
daha önceden etraflıca geçmiş bulunmaktadır, (bk.
el-Bakara, 2/236. âyet 6. başlık).
243
Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından
çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün" dedi. Sonra da onları diriltti.
Gerçekten Allah, insanlara lütuf sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler.
Bu âyete dair açıklamalarımızı altı
başlık halinde sunacağız:
1- Ölümden Korkanlar:
Yüce
Allah'ın:
"Görmedin mi?"
âyetindeki görmek'ten kasıt kalbî görüştür.
Bilmedin mi anlamındadır. Sîbeveyh'e göre
ise; sen bu gibi kimselerin işlerine, durumlarına dikkat etmedin mi
anlamındadır. (Arapça'da) böyle bir görme'nin
ise iki mef'ûle ihtiyacı yoktur.
Ebû Abdurrahman
es-Sülemî bu âyeti "radıyallahü
anh" harfini cezimli olarak diye okumuştur. Hemze, ayrıca onun yerine
geçecek bir hareke vermeksizin hazfedilmiştir. Çünkü bu kelimenin aslının son
harfi "Hemze"dir.
Âyet-i kerimede sözü geçenlerin
kıssasına gelince; bunlar aralarında vebanın başgösterdiği İsrailoğullarından
bir kavim idiler. "Dâverdân" denilen bir kasabada yaşıyorlardı. Vebadan kaçmak
kastıyla kasabalarından çıktılar, bir vadide konakladılar.
Yüce Allah da onların canını aldı.
İbn Abbâs der ki: Bunlar dört bin kişi
idiler. Taundan kaçmak kastıyla çıkıp şöyle dediler: Ölümün bulunmadığı bir yere
gidelim. Yüce Allah da onların canını
aldı. Bir peygamber onların bulunduğu
yerden geçti, yüce Allah'a dua etti,
Allah da onları diriltti.
Bunların sekiz gün
veya yedi gün ölü kaldıkları söylenmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
el-Hasen der ki: Onlara ceza olmak üzere ecellerinden önce Allah onları
öldürdü. Daha sonra ecellerinin geri kalan kısmını yaşamak üzere onları
diriltti. Denildiğine göre Allah onları
peygamberlerinden birisine mucize olmak üzere diriltmiştir. Bu
peygamberin adının Şem'ûn olduğu
söylenmektedir. en-Nekkâş'ın naklettiğine göre bunlar hummadan kaçmak
istemişlerdi. Bir diğer görüşe göre ise bunlar cihaddan kaçmışlardı. Allah,
peygamber Hazkiel aracılığıyla onlara
cihadı emredince cihadda öldürülmekten korktukları için ölümden kaçmak arzusuyla
yurtlarından çıktılar. Allah ise, kendilerini ölümden hiçbir şeyin
kurtaramayacağını onlara göstermek üzere onları öldürdü, daha sonra tekrar
diriltti ve yüce Allah'ın:
"Allah
yolunda Savaşınız"
âyeti ile cihadı emretti. Bu açıklama da
ed-Dahhâk'a aittir.
İbn
Atiyye der ki: Bütün bu anlatılanların senedleri gevşektir Âyet-i
kerimeden anlaşılması gereken şudur: Yüce Allah,
Peygamberi
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e dikkat çekmek için ve kendi katından
haberdar eden bir üslup ile insanlardan bir topluluğa dair haber vermektedir.
Bunlar ölümden kaçmak arzusuyla yurtlarından çıktılar,
yüce Allah da onları öldürdü, sonra da
onları diriltti. Hem kendilerine, hem de onlardan sonra gelen herkese,
öldürmenin ancak yüce Allah'ın elinde
olduğunu, başkasının elinde olmadığını göstermek için bunu yapmıştır. Herhangi
bir kimsenin korkmasının veya bu konuda
aldanışa düşmesinin hiçbir anlamı yoktur.
Yüce
Allah bu âyet-i kerimeyi Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)
ümmetinden mü’min olanlara cihadı
emretmesine bir mukaddime kılmıştır. Bu da Taberî'nin
görüşüdür. Âyet-i kerimenin söz dizisinin zahirinden anlaşılan da budur.
Binlerce Kişi Oldukları Halde
Ölümden Korkanlar:
Yüce
Allah'ın:
"Binlerce kişi oldukları halde"
âyeti ile ilgili olarak
Cumhûr şöyle demektedir: Burada
"binlerce (anlamına gelen: ulûf)" kelimesi,
"bin" (anlamına gelen elf) kelimesinin
çoğuludur. Kimisi, altıyüzbin kişi idiler, derken seksen bin kişi idiler de
denilmiştir. İbn Abbâs kırkbin kişi
olduklarını söylemektedir. Ebû Mâlik; otuz bin,
es-Süddî; otuzyedi bin kişi idiler, der. Yetmiş bin kişi idiler, de
denilmiştir. Bunu da Atâ b. Ebi Rebah
söylemiştir. Yine İbn Abbâs'tan kırk bin
kişi ve sekiz bin kişi oldukları da rivâyet edilmiştir. Bunu ondan
İbn Cüreyc rivâyet etmiştir. Yine
İbn Abbâs'tan sekiz bin ve dört bin kişi
oldukları da rivâyet edilmiştir, üç bin kişi de denilmiştir.
Fakat doğru olan bunların
sayılarının on bin kişiden fazla olduğudur. Çünkü
yüce Allah'ın:
"Binlerce kişi oldukları halde"
âyetinde cem'u’l-kesre açokluk çoğulub kipi
kullanılmıştır. On bin ve aşağısında "ulûf abinlerceb" tabiri kullanılmaz.
İbn
Zeyd bu kelime hakkında şöyle demektedir: Bu kendileri birbirleriyle
ülfet halinde idiler (yani kaynaşmış idiler)
demektir. Yani kavimlerinin ayrılığı
ya da aralarındaki fitne dolayısıyla
yurtlarından çıkmamışlardı. Onlar birbirleriyle kaynaşmış durumda idiler. Fakat
bu kesim, onlara muhalefet ederek kendi kanaatlerince ölümden kaçmak ve hayatta
kalmak arzusuyla yurtlarından çıktılar. Allah da kanaatlerince kurtuluşa
erdikleri yerde onları öldürdü.
Bu açıklamaya göre "ulûf kelimesi
(alışmış kaynaşmış anlamına gelen) âlif in
çoğuludur. Tıpkı câlis ve cülus (oturan oturanlar)
kelimesinde olduğu gibi.
İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Allah
onlara ceza olmak üzere bir süre onları öldürdükten sonra diriltti. Ceza olarak
öldürmekten sonra ise bir hayat vardır. Ecelin sonu dolayısıyla gelen ölümden
sonra ise dünya hayatı olmaz.
Mücâhid der ki: Bunlar diriltildikleri vakit kavimlerine geri döndüler.
Bir zamanlar ölmüş olduklarını biliyorlardı. Fakat ölümün hali, rengi yüzlerinde
duruyordu. Onlardan herhangi bir kimse bir elbise giydi mi mutlaka kirli bir
kefene dönüşüverirdi. Bu durumları kendileri için takdir edilmiş bulunan
ecelleri gelip ölene kadar sürüp gitti.
İbn
Cüreyc'in İbn Abbâs'tan naklettiğine
göre işte; bu koku, bugüne kadar İsrailoğullarına mensup o kol üzerinde kalmış
bulunmaktadır.
Rivâyet edildiğine göre; bunlar
Irak'ta Vasıt taraflarında idiler. Denildiğine göre; bunlar cesetleri koktuktan
sonra diriltildiler. İşte o koku bugüne kadar onların nesillerinde hâlâ vardır.
2- Ölüm Korkusu:
"Ölüm
korkusuyla"
yani böyle bir
korku sebebiyle yurtlarından çıktılar. Bu âyette
"korku"
anlamındaki "hazer" kelimesi mefûlün leh olduğu için nasb edilmiştir. Allah da
onlara:
"Ölün"
dedi. Bu
emir tekvinî bir emirdir. Onlara bu şekilde seslenildi ve kendilerine
"ölün"
denildiğini kabul etmek de uzak bir ihtimal değildir. İki meleğin onlara:
"Ölün"
diye
seslendiği ve bunun üzerine öldükleri de nakledilmiştir. Buna göre âyetin anlamı
şöyle olur: Yüce Allah onlara iki melek
vasıtasıyla
"ölün"
buyurdu... Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
3- Kaçışın Ölüme Faydası Var mı?
Veba ve Benzeri Hastalıklardan Kaçmanın Hükmü:
Bu husustaki görüşlerin en sahih,
en açık ve en meşhur olanları, bunların vebadan kaçmak arzusuyla, çıkmış
olduklarıdır. Bunu Saîd b. Cübeyr,
İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.
İbn Abbâs der ki: Bunlar taundan
(vebadan) kaçmak arzusuyla çıktılar ve öldüler.
Peygamberlerden birisi Allah'a dua
ederek Rablerine ibadet etsinler diye onları diriltmesini istedi; Allah da
onları diriltti.
Bu âyet-i kerîme hakkında Amr b.
Dinar da der ki: Bulundukları kasabada tâûn başgösterdi. Bir kısmı kasabadan
dışarı çıktı, bir kısmı da orda kaldı. Çıkanlar geriye kalanlardan fazla idiler.
Ordan çıkanlar kurtuldular, kalanlar ise öldüler. İkinci bir veba daha
başgösterince pek azı müstesna toptan çıktılar. Allah da hayvanlarıyla birlikte
canlarını aldı, sonra da onları diriltti. Kasabalarına geri döndüklerinde,
zürriyetlerinin üreyip çoğaldığını gördüler.
el-Hasen der ki: Taundan korunmak kastıyla çıktılar, aynı anda Allah
onların da hayvanlarının da canlarını aldı, sayıları kırk bin kişi idi.
Derim ki:
İşte bu âyet-i kerimede hükümlerin esasını bu teşkil etmektedir. Lâfız
Buhârî'nin olmak üzere hadis İmâmları Âmir
b. Sa'd b. Ebî Vakkas'tan şunu rivâyet etmektedirler: Âmir, Usame b. Zeyd'i
(babası) Sad'a şunları anlatırken dinlemiş:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O
geçmiş ümmetlerden birisinin kendisiyle azâb edildiği bir azap
veya musibet (ricz)dir.
Sonra ondan geriye bir kısmı kalmış, kimi zaman gider kimi zaman gelir. Her kim
onun bir yerde başgösterdiğini işitirse sakın oraya gitmesin. Her kimin de
bulunduğu yerde başgösterirse ordan kaçarak dışarı çıkmasın."
Buhârî,
Hiyel 13, Tıb 30; Müslim, Selâm 92, 93, 95,
96; Ebû Dâvûd, Cenâiz 6;
Muvatta’', el-Câmi'
(Medine) 23.
Bunu ayrıca Ebû Îsa et-Tirmizî
de rivâyet etmiş olup şöyle demiştir: Bize Kuteybe anlattı, bize
Hammâd b. Zeyd, Amr b. Dinar'dan haber
verdi. Amr, Âmir b. Sa'd'dan o Usame b. Zeyd'den rivâyet ettiğine göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) taundan söz etmiş ve şöyle buyurmuş: "O
İsrailoğullarından bir kesim üzerine gönderilmiş bir azap
veya bir musibetin
(riczin) kalıntısıdır. Bulunduğunuz yerde başgösterirse oradan
çıkmayınız. Olmadığınız yerde başgösterirse oraya gitmeyiniz."
Tirmizî: Hasen sahih bir hadistir, demiştir.
Tirmizî,
Cenâiz 66.
İşte Abdurrahman b. Avf,
Muvatta’' ve diğerlerinde meşhur olduğu
üzere, kendilerine bu konudaki hadisi Serğ'den döndüklerinde haber vermesi
üzerine döndüklerinde Ömer ve ashab-ı
kiramın (Allah hepsinden razı olsun)
uygulamaları bu hadislerin gereği idi.
Bu uzunca rivâyet için bk.
Buhârî, Tıb 30, Hıyel 13; Müslim,
Selâm 98; Muvatta’', el-Câmi
(Medine), 22;
Müsned, I, 194.
Bazıları vebadan ve hastalığın bulunduğu bir yerden kaçışı hoşgörmemiştir.
Âişe (radıyallahü
anha)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Vebadan kaçmak Savaştan kaçmak
gibidir. Hazret-i Ömer'in Şam'a gittiği
sırada Ebû Ubeyde ile başından geçen olay
bilinen bir olaydır. Bunda Hazret-i Ömer'in
geri döndüğü kaydedilmektedir.
Taberî
der ki: Hazret-i Sa'd yoluyla gelen Hadîs-i
şerîfte şuna delalet vardır: Başgöstermeden önce hoşa gitmeyen
şeylerden sakınmak, bastırmadan önce korkulacak şeylerden uzak durmak kişinin
görevidir. Bunların gelip çatmasından sonra ise sabretmek ve tahammülsüzlük
göstermemek de kişinin görevidir. Çünkü
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
vebanın bulunduğu bir yerde bulunmayana, vebanın başgösterdiği yere
girmeyi yasakladığı gibi; başgöstermesihden sonra da orada bulunan kimselerin de
kaçmak arzusuyla ordan çıkmasını yasaklamıştır. İşte çeşitli işlerin kötü
musibetlerinden sakınmak durumunda olan herkesin uyması gereken hüküm de budur.
Bu tür gailelerde de izlenecek yol, tâûndaki yolun aynısıdır.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyeti de buna benzer manayı ifade
etmektedir: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah'tan afiyet
dileyiniz. Fakat onlarla karşılaştığınız takdirde de sabır gösteriniz."
Buhârî,
Cihâd 112, 156, Temenni 8 (kısmen);
Müslim, Cihâd 20;
Ebû Dâvûd, Cihâd 89;
Dârimî, Siyer 6
Derim
ki: İşte bu konuda sahih olan budur.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
âyetinin gereği de budur. Onun hayırlı ve şerefli ashabının
(Allah onlardan razı olsun) uygulaması da bu
şekildedir. Hazret-i Ömer, kendisine:
"Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyip tutumuna karşı çıkınca
Ebû Ubeyde'ye şöyle demişti: "Keşke bu
sözleri senden başka bir kimse söylemiş olsaydı ey
Ebû Ubeyde, evet Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyoruz."
Bunun anlamı şudur: İnsanın lehinde
olsun aleyhinde olsun Allah'ın kendisi hakkında takdir ettiğinden kurtulmasına
imkan yoktur. Fakat şanı yüce Allah
korkulacak şeylerden ve helake götürecek şeylerden sakınmayı bizlere
emretmiştir. Hoşlanılmayan şeylerden bütün gücümüzü ortaya koyarak sakınmamızı
istemiştir. Devamla Hazret-i Ömer
Ebû Ubeyde'ye şöyle demiştir: Bana söyle,
senin develerin olsa ve sen birisi verimli öbürü ise kurak iki ayrı tarafı
bulunan bir vadiye insen, develerini verimli tarafından otlatacak olsan Allah'ın
kaderiyle otlatmış, kurak tarafında otlatırsan da Allah'ın kaderiyle otlatmış
olmaz mısın?
Hazret-i Ömer
daha sonra bulunduğu o yerden geriye Medine'ye döndü.
Bk. 1 no'lu not.
el-Kiya et-Taberî
der ki: Takdir edilmiş bulunan eceller her ne kadar artmıyor ve eksilmiyor ise
de kâfirler yahut yol kesenler, kendilerine hücum edenlere karşı koyamayacak
kadar güçsüz bir beldeye yönelecek olurlarsa, o belde halkının önlerinden
çekilme haklarına sahip oldukları hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz.
Şöyle de denilmiştir: Vebanın
başgösterdiği yerden kaçışın yasaklanış sebebi şudur: Vebanın olduğu yerde
bulunan kişi ondan payını almış (mikrop kendisine
bulaşmış) olabilir. Çünkü o yerde yaşayanlar bu genel hastalığın sebebi
hususunda ortakdırlar. Bundan dolayı onun kaçmasının bir faydası yoktur.
Aksine kendisine bulaşmış bulunan
vebanın sebeplerine bir de yolculuğun sıkıntılarını ilave eder. Böylelikle
acıları kat kat olur, zarar çoğalır. Yolun her tarafında bu kaçanlar ölüp gider
ve dar olsun geniş olsun her bir yolda bu hastalığa yakalanıp ölenler bırakılır,
gidilir. Bundan dolayı; vebadan kaçıp da kurtulan herhangi bir kimse yoktur,
denilmektedir. Bunu da İbnu'l-Medainî nakletmiştir. Bu hususta öğüt olarak
yüce Allah'ın şu âyeti yeterlidir:
"Binlerce kişi oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin
mi? Allah onlara; ölün, dedi."
Belki de böyle bir kimse kaçar ve
kurtulursa şöyle der: Ben oradan kaçtığım için ondan kurtuldum. Bu sefer de onun
akidesinde bozukluk baş gösterir.
Özetle, belirttiğimiz hususlar
dolayısıyla vebadan kaçış yasaklanmıştır. Çünkü bu şekilde kaçış şehirleri
boşaltır. Ayrıca şehirlerde oralardan çıkışları kendilerine zor gelecek
mustaz'af kimseler de mutlaka vardır. Ve bunlar oradan çıkma imkânını
bulamayabilirler. Şehirlerin temel esasları ve mustaz'afların yardımcıları olan
varlıklı kimselerin şehirleri bırakıp boşaltmalarından rahatsız olurlar,
sıkıntısını çekerler.
Diğer taraftan veba bir yerde oldu
mu, sağlam olanın, sakınma ve zarar bulunan yerlerden çekilme esasına riâyet
ederek; herhangi bir kimse oraya gitmesin. İnsan nefsini şaşırtan vehimleri
bertaraf etmek kastıyla da kimse oraya gitmesin. Bu hastalığın bulunduğu yere
girmekte helâk sözkonusudur. Bu ise yüce Allah'ın
hükmü gereğince câiz değildir.
Çünkü canı hoşa gitmeyen şeylerden
korumak vaciptir. Böyle bir yere giren kimsenin: Eğer ben böyle bir yere
girmemiş olsaydım, hoşuma gitmeyen bir durum başıma gelmezdi; demek suretiyle
itikadında bir bozukluğun başgöstermesinden de korkulur. İşte tâûnun,
(veba ve benzeri bulaşıcı hastalıkların)
bulunduğu bir yere girmenin ya da oradan
çıkmanın yasaklanışının faydası budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Mes'ûd şöyle demiştir:
Tâûn, ikamet eden kimse hakkında da kaçan kimse hakkında da bir fitnedir. Ordan
kaçan kimse; ben kaçışımla kurtuldum, der. Orda kalan bir kimse ise; burada
kaldım ve öldüm, der. İşte cüzzamlı olan kimseye bakmanın mekruh oluşuna dair
soru sorulduğunda İmâm Mâlik şu cevabıyla
buna benzer bir duruma işaret etmiştir: Ben bu hususta bir kerahet olduğuna dair
birşey işitmedim. Bununla birlikte gördüğüm kadarıyla buna dair gelen yasak,
ancak onun hatırında yer edecek birşeyin kendisini dehşete düşürmesi yahut
korkutması endişesinden başkası da değildir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
veba hakkında şöyle buyurmuştur:
"Sizler onun bir yerde başgösterdiğini işitirseniz olduğu yere gitmeyiniz,
bulunduğunuz yerde başgösterirse ondan kaçmak kastıyla da çıkmayınız."
Bu başlığın baş taraflarında geçen bu hadisin
kaynakları orada gösterilmiştir.
Yine
İmâm Mâlik'e ölümün ve türlü hastalıkların başgösterdiği bir belde
hakkında soru sorularak böylesi bir yerden çıkmak mekruh mudur diye sorulmuş o
da: Çıkmasının veya orada ikamet etmesinin bir
sakıncasını görmüyorum, diye cevap vermiştir.
4- Vebanın Bulunduğu Bir Yerden Kaçmak Kastı Olmaksızın
Çıkış:
Hazret-i
Peygamber'in:
"Sizin bulunduğunuz yerde veba başgösterirse ondan kaçmak kastıyla çıkmayınız"
âyetinde taunun bulunduğu beldeden, ondan kaçmak kastı ile olmayarak
çıkışın câiz oluşuna delil vardır. Şu kadar var ki, kendisine isabet eden
birşeyin isabet etmemesinin sözkonusu olmayacağına inanması gerekir. Aynı
şekilde giren bir kimsenin de; -oraya girişinin Allah'ın kendisi için takdir
etmemiş olduğu bir kaderi kendisinin başına getirmeyeceğine kesin olarak
inanırsa- oraya girmesi mubah olur ve belirttiğimiz şekilde oradan çıkış da onun
için mubah olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
5- Tâûn'a (Veba ve Benzeri Öldürücü Bulaşıcı Hastalıklara)
Sabretmenin Fazileti:
Bu başlık, tâûna sabretmenin
faziletine ve bu faziletin açıklanmasına dairdir. Tâûn kelimesi "ta'n"dan "fâûl"
veznindedir. Şu kadar var ki bu kelime aslından uzaklaştırılınca, veba sebebiyle
genel şekildeki ölüme delalet edecek anlamında kullanıldı. Bu açıklamalar
el-Cevherî'ye aittir.
Hazret-i
Âişe yoluyla gelen bir hadiste de
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"Ümmetimin yok oluşu ta'n ve tâûn ile olacaktır."
Hazret-i Âişe dedi ki: Ta'nın ne
olduğunu bildik. Peki tâûn nedir? Şöyle buyurdu:
"(Tâûn) devenin karnının alt taraflarında derinin inceldiği
yerlerde ve koltuk altlarında çıkan guddeye benzer bir guddedir."
Müsned,
VI, 145, 255. Ayrıca bk. el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, II, 311, 314-315
Âl-imler der ki: Bu vebayı
yüce Allah kulları arasından isyan edenlere
ve kâfirlere bir ceza ve bir intikam olmak üzere de gönderebilir, salihler için
bir şehadet ve bir rahmet olmak üzere de gönderebilir. Nitekim Muaz b. Cebel
Amaebvâs tâûnu esnasında şöyle demiştir: Bu sizin için bir şehadet, bir rahmet
ve Peygamberinizin duasıdır.
Allah'ım, Muaz'a ve onun aile halkına rahmetinden paylarını ver. Muaz
(radıyallahü anh) avucunda tâûn hastalığına
yakalandı.
Ebû Kilabe dedi ki: Ben şehadetin
ve rahmetin ne olduğunu biliyorum. Fakat
peygamberimizin duası nedir bunu bilemedim. Buna dair sordum, bana
şöyle denildi: Peygamber asalât ve
selam onab yüce Allah'a ümmetini
birbirleriyle Savaşarak öldürmemelerini dua edip de bu duası kabul olunmayınca;
ümmetinin yok olup bitmesinin ta'n ve tâûn ile olmamasını dua edip istedi.
Hazret-i Cabir'den ve
başkasından Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Taundan kaçan bir kimse, Savaştan kaçan kimse
gibidir. Tâûn esnasında sabreden kimse de Savaşta sabreden kimse gibidir."
Yakın ifadelerle:
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, II. 315
Buhârîde
de Yahya b. Ya'mer'in Hazret-i Âişe'den
rivâyetine göre Hazret-i Âişe ona şunu haber
vermiş: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a tâûn hakkında
soru sormuş, Allah'ın peygamberi de
ona şunu bildirmiş: "O yüce Allah'ın
dilediği kimselere gönderdiği bir azap idi. Allah onu
mü’minlere rahmet kılmıştır. Bulunduğu
yerde tâûn başgösterir de sabrederek Allah'ın kendisine yazdığından başkasının
ona asla isabet etmeyeceğini bilerek, sabrederek, o beldede kalan bir kula
mutlaka şehidin ecri gibi bir ecir vardır."
Yakın ifadelerle: el-Heysemî,
Mecmau'z-Zevâid, II. 315 İşte bu,
Hazret-i Peygamber'in:
"Tâûn bir şehadettir, mat'ûn da
şehittir"
hadisini açıklamaktadır. Yani tâûn
hastalığına sabreden Allah'tan ecrini uman ve kendisine Allah'ın yazmış
olduğundan başkasının asla isabet etmeyeceğini bilen kimse
(bu haliyle ölürse şehiddir). İşte bundan
daloya Muaz b. Cebel (radıyallahü anh) bu
hastalıktan ölmeyi temenni etmiştir. Çünkü o, bu şekilde ölenin şehid olduğunu
biliyordu. Tâûndan korkup çekinen, ondan tiksinen ve kaçan kimseye gelince
böylesi hadisin kapsamına girmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Taûn'un şehadet olduğunu belirten hadisler:
Buhârî, Cihâd 30, Tıb 30;
Müslim, îmare 166;
Nesâî, Cenaiz 112,
Dârimî, Cihâd 22; Taundan ölenin şehid
olduğunu belirten hadisler: Buhârî, Tıb 30;
Müslim, İmâre 164, Iö5
6- Taundan Kaçış îslâm Âl-imine
Yakışmaz:
Ebû
Ömer der ki: İlim sahipleri arasında herhangi bir kimsenin taundan
kaçtığına dair bir bilgi bana ulaşmış değildir. Ancak İbnu'l-Medâinî'nin
zikrettiği müstesnadır. Buna göre Ali b. Zeyd b. Cüd'ân, taundan es-Seyyale
denilen yere kaçmıştır. Her Cuma gelir, cumaya katılır ve geri dönerdi. Cumaya
gelip katıldığında arkasından yüksek sesle: Taundan kaçtı, diye söylüyorlardı.
es-Seyyale'de öldü. İbnu'l-Medâinî der ki: Amr b. Ubeyd ile Ribat b. Muhammed de
er-Ribatiyye denilen yere kaçmışlardır. İbrahim b. Ali el-Fukaymî bu hususta
şunları söylemiştir:
"Ne zaman ki ölüm yalanlayıcı herkesi korkutup alelacele
kaçırınca
Ben sabrettim, fakat ne Ribat ne de Amr sabretti."
Ebû
Hâtim de el-Esmaî'den şöyle dediğini nakletmektedir: Basralılardan birisi
taundan kaçıp eşeğine bindi, aile halkıyla birlikte Sefevan denilen yere doğru
gitti. Arkasından kervan şarkıcılarından birisinin nağmeli olarak şunları
söylediğini işitti:
"Ne eşek sırtında Allah'ın kaderi geçilebilir
Ne de koruması sağlam uçan bir kuşun üzerinde ölüm takdir
edildiği vakit gelecektir
O vakit Allah da yürüyenin önüne çıkıverecektir."
el-Medâinî de şöyle der: Abdülaziz
b. Mervan'ın valiliği sırasında Mısır'da tâûn başgösterdi. O da taundan kaçarak
çıkıp giderken Süker ismi verilen es-Said kasabalarından bir kasabada konakladı.
Oraya konakladığı sırada Abdülmelik b. Mervan'ın bir elçisi onun yanına geldi.
Abdülaziz: Ona adın ne? diye sorunca adam: Müdrik oğlu Talib
(Müdrik; yetişip kavuşan, talib ise önden gideni
kovalayan, demektir) dedi. Bunun üzerine Abdülaziz: Eyvah dedi. Gördüğüm
kadarıyla Fustat'a geri dönemeyeceğim. Ve konakladığı kasabada öldü.
244
Allah yolunda Savaşın ve bilin ki muhakkak Allah, Semî'dir,
Alimdir.
Cumhûrun görüşüne göre bu Allah yolunda Savaşmak üzere
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine yönelik bir hitaptır. Allah
yolunda Savaş ise Allah adının en üstün ve yüce olması niyet edilerek yapılan
Savaştır. Allah'ın yollan ise pek çoktur. Bütün yollar hakkında genel bir
tabirdir. Nitekim yüce Allah:
"De
ki: İşte bu benim yolumdur.."
(Yusuf, 12/108)
diye buyurmaktadır.
Mâlik der ki: Allah'ın yolları pek
çoktur. Kendisi dolayısıyla yahut onda veya
kendisi uğrunda Savaşılmayacak tek bir yol yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm
dinidir. Bu hususta da görüş ayrılığı yoktur. Bir diğer görüşe göre ise burada
hitap İsrailoğullarından diriltilen kimseleredir. Bu görüş
İbn Abbâs ve
ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir. Buna göre âyetin başında yer alan "vav"
harfi daha önce geçen emre atıf harfidir. İfadede de söylenmemiş ve takdiri
şöyle olan bir söz var demek olur: Ve yüce Allah
onlara ... Savaşınız, diye buyurdu.
Birinci görüşe göre ise "vav" harfi
belli bir cümleyi daha önce geçen cümleye atfetmektedir. O takdirde söz arasında
söylenmemiş bir ifade takdirine ihtiyaç yoktur.
en-Nehhâs der ki:
"...
Savaşınız"
âyeti yüce Allah
tarafından mü’minlere verilmiş bir emir
olup, bu sözü geçenlerin kaçtığı gibi siz de kaçmayınız, demektir.
"Ve
bilin ki muhakkak Allah Semidir."
Sözü geçen bu kimselerin dedikleri gibi siz de
söylerseniz o söylediğinizi işitir ve bununla neyi kastettiğinizi bilendir
(Alîmdir).
Taberî
der ki: Burada Savaşma emri öldükten sonra diriltilenlere verilmiştir,
diyenlerin sözlerinin açıklanabilir bir tarafı yoktur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
245
Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir? Allah da ona o
verdiğini kat kat artırır. Allah daraltır, genişletir. Siz yalnız O'na
döndürüleceksiniz.
Yüce
Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı onbir başlık
halinde sunacağız.
1- Âyetler Arası İlişki ve Nüzul Sebebi:
Şanı
yüce Allah cihad ve hak yolunda Savaşı emrettikten sonra
"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir"
âyeti ile bu uğurda infakta bulunmayı teşvik etmektedir. Hak uğrunda Savaşın
emrediliş sebebi ise, İmâm Mâlik’in de ifade
ettiği gibi, şeriatte kendisi uğrunda ve kendisini korumak maksatıyla Savaşın
câiz olmadığı hiçbir şey yoktur. Bunların en büyüğü ise İslâm dinidir. İşte bu
âyetin kapsamına Allah yolunda Savaşan kimse girmektedir. Çünkü bu uğurda
Savaşan kişi, sevap umudu ile bu uğurda borç vermektedir. Nitekim Hazret-i Osman
(radıyallahü anh) zorluk ordusu
(diye bilinen) Tebuk gazvesi'nde
(ordunun büyük bir bölümünün ihtiyaçlarını
karşılarken) böyle yapmıştır.
"Kim"
anlamındaki âyet, mübtedâ olarak merfû'dur. ism-i işareti onun haberi, ism-i
mevsulu onun sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir.
Bu âyet-i kerîme nazil olunca
Ebû'd-Dahdâh Rabbinden sevap umarak hemen malını tasadduk etme yoluna gitti.
Bize şeyh fakih, İmâm, muhaddis, kadı -nesebi ve mezhebiyle- Eş'ari Ebû Âmir
Yahya b. Ahmed b. Menî' Kurtuba'da -Allah onu tekrar İslâm'ın hakimiyetine iade
etsin- 628 (hicrî) yılı Rabiulahir ayında benim
tarafımdan ona kıraaten haber verdi, dedi ki: Bize babam icazet yoluyla haber
vererek dedi ki: Ben Ebû Bekir Abdulaziz b. Halef b. Medyen el-Ezdî'nin önünde
okudum. O Ebû Abdullah b. Sa'dûn'dan onun huzurunda okunurken o da dinleyerek,
dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen Ali b. Mehrân anlatarak dedi ki: Bize Ebû'l-Hasen
Muhammed b. Abdullah b. Zekeriyya b. Yahya en-Neysaburî 366 yılında anlatarak
dedi ki: Bize amcam Ebû Zekeriyya Yahya b. Zekeriyya bildirerek dedi ki: Bize
Muhammed b. Hazret-i Muâviye b. Salih anlatarak dedi ki: Bize Halef b. Halife,
Humeyd el-A'rec'den anlattı. Humeyd, Abdullah b. el-Haris'ten o Abdullah b.
Mesud'dan rivâyetle dedi ki:
"Allah'a güzel bir ödünç verecek olan kimdir?"
âyeti nazil olunca
Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü, yüce
Allah bizden ödünç mü istiyor?
Hazret-i Peygamber:
"Evet ey Ebû'd-Dahdah"
deyince Ebû'd-Dahdah: Bana elini göster, dedi.
Hazret-i Peygamber ona elini uzattı.
Ebû'd-Dahdah dedi ki: İçinde altıyüz hurma ağacı bulunan bahçemi şüphesiz ben
Allah'a ödünç verdim. Daha sonra yürüyerek yola koyuldu, nihayet bahçeye vardı.
(Hanımı) Umm ed-Dahdah çocuklarıyla birlikte
bahçenin içerisindeydi. Ona: Ey umm ed-Dahdah diye seslendi. Hanımı: Buyû' r
efendim, deyince; Oradan çık, dedi. Ben aziz ve celil olan Rabbime içinde
altıyüz tane hurma ağacı bulunan bahçeyi borç verdim.
et-Tirmizî,
el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl, I, 587;
Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 746;
el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, III, 113-114.
Zeyd
b. Eslem dedi ki: Yüce Allah'ın:
"Allah'a güzel bir ödünç yerecek olan kimdir?"
âyeti nazil olunca
Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın
ödünç almaya ihtiyacı olmadığı halde o bizden borç mu istiyor?
Hazret-i Peygamber:
"Evet"
buyurdu.
"O vereceğiniz bu ödünç ile sizi cennete koymak istiyor."
Ebû'd-Dahdah dedi ki: Ben Rabbime bir ödünç verecek olursam O da bana ve benimle
birlikte bulunan Dahdah çocuklarına cenneti garanti ediyor mu?
Hazret-i Peygamber:
"Evet"
diye buyurunca, Ebû'd-Dahdah bana elini ver dedi.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona elini verince şöyle dedi: İki tane
bahçem var. Birisi Sâfile'de, öteki Âl-iye'de. Allah'a yemin ederim, bunlardan
başkasına da sahip değilim. İşte bu iki bahçeyi de Allah'a ödünç olarak
veriyorum. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Onlardan birisini Allah'a
ver, ötekini de kendinin ve çoluk çocuğunun geçimi için bırak."
Ancak Ebû'd-Dahdah şöyle dedi: Seni şahit tutuyorum ey Allah'ın
Rasûlü ki, ben bunların iyilerini yüce Allah'a
tahsis ettim. Bu ise içinde altıyüz tane hurma ağacı bulunan bir bahçedir.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"O vakit buna karşılık Allah da
seni cennetle mükâfatlandıracaktır."
Ebû'd-Dahdah kalkıp Umm ed-Dahdah'ın yanına geldi. Umm ed-Dahdah çocuklarıyla
birlikte hurma ağaçları altında dolaşıyordu. Ebû'd-Dahdah şu şiiri okudu:
Rabbim seni doğruluk yollarına iletti,
Hayrın ve istikametin yoluna,
Sevinç ve arzuyla bahçeden ayrıl!
Çünkü o, Kıyâmet günü karşılığı alınmak üzere bir borç
verildi,
Ben onu yüce Allah'a
ödünç verdim itaat ile,
Herhangi bir minnet ya da
herhangi bir geri dönüş sözkonusu değildir;
Beklediğim tek şey, Rabbimiz huzuruna döneceğimde kat kat
ecir almaktır.
Oradan kendin de çık, çocuklarla birlikte artık;
İyilik şüphesiz en hayırlı azıktır
Kişinin Kıyâmet gününe dünyadan göndereceği.
Umm ed-Dahdah da şu cevabı verdi:
Satışın karlı olsun. Allah satın aldığın şeyi sana mübarek kılsın. Daha sonra
Umm ed-Dahdah da ona şu beyitlerle cevap verdi:
Allah da sana hayır ve sevinç müjdesi versin.
Senin gibi birisi elinden geleni yapmış ve gerçekten samimi
davranmıştır;
Allah çoluk çocuğuma nimetler verdi, ihsanlarda bulundu
Siyah güzel hurma ile ve parlak taze hurma ile;
Kul ise çalışır ve onun için çalıştığı vardır,
Geceler boyunca kazandığı günahlar ise aleyhinedir.
Daha sonra Umm ed-Dahdah
çocuklarına yöneldi, ağızlarında bulunan lokmaları çıkartıp elbiselerine
topladıkları hurmaları da orada dökmeye koyuldu ve sonunda öbür bahçeye geçti.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu:
"Nice
ağır salkım ve geniş ev, Ebû'd-Dahdah'ın olmuştur."
Rivâyete oldukça özlü bir işaret olmak üzere:
Müsned, III, 146, V, 90, 95'e bakılabilk
2- Âyet-i Kerîmenin Âyetlerini
Yerine Getirme Açısından İnsanlar:
İbnu'l-Arabî der ki: Yaratıcının hükmü, hikmeti, kudreti, meşîeti,
kaza ve kaderi gereğince insanlar bu âyet-i kerimeyi işitince birkaç kısma
ayrıldılar ve üç bölük oldular. Birinci bölük aşağılık kimselerdir. Bunlar:
Muhammed'in Rabbi muhtaçtır, bize ihtiyacı vardır. Biz ise zengin kimseleriz,
dediler. Bu ise aklı başında herkesin açıkça anlayacağı büyük bir
bilgisizliktir. Yüce Allah bunlara şu
âyeti ile cevap verdi:
"Elbette ki Allah: «Muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz,» diyenlerin
sözlerini işitmiştir..."
(Âl-i İmrân, 3/181)
İkinci kesim ise, bu âyeti işitince
cimriliği ve eli sıkı tutmayı tercih etti, mala duydukları arzuyu öne geçirdi.
Allah yolunda bir infakta bulunmadı. Bir kimseyi esirlikten kurtarmadı, kimseye
de herhangi bir yardımı olmadi. Bütün bunları ise, itaatte bulunmaktan yana
tembellik ve bu dünya yurduna bağlılık dolayısıyla yaptı.
Üçüncü kesim ise bu âyeti işitir
işitmez, çabucak gereğini yerine getirmeye kalkıştı ve malı ile onun gereğini
yerine getirmeyi tercih etti. Ebû'd-Dahdah
(radıyallahü anh) ve başkalarının yaptığı gibi. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
3- Karz ve Allah'a Ödünç Vermek:
Yüce
Allah'ın:
"Güzel
bir ödünç: Karz-ı hasen"
âyetinde geçen "karz" kelimesi karşılığı beklenen,
aranan herşeyin ismidir. "Filan filana bir karz verdi" denildiği zaman
karşılığını alacak birşey verdi demektir. Şair Lebid şöyle demektedir:
"Sana bir karz verildiği vakit sen onun karşılığını ver!
Gerçek şu ki; delikanlıdır karşılık veren, deve değil."
Kırz da
el-Kisaî'nin naklettiğine göre karzın bir
başka söyleyişidir. İstikraz, karz talebinde bulunmak demektir. İkraz da karz
vermek demektir. İktirâz da karz almak demek olur.
ez-Zeccâc der ki: Karz, sözlükte iyi sınamaya da denilir, kötüsüne de
denilir. Şair Umeyye der ki:
"Her kişiye yakında karzının karşılığı verilecektir, ister
güzel
Yahut kötü olsun ve her kişi ne şekilde borç almışsa o
şekilde borçludur."
Bir diğer şair de şöyle der:
"Karzlar misilleriyle karşılık görür
Hayra karşılık hayır, şerre karşılık da serdir."
el-Kisaî der ki: Karz, ödünç olarak verdiğin
(ya da; önceden işlediğin) iyi ya da
kötü ameldir. Kelime asıl anlamı itibariyle kesmek demektir.
(Makas anlamına gelen) el-Mikrâz da burdan
gelmektedir. Karşılığını vermek üzere malından bir parça kesip vermek anlamında
"ikraz" tabiri kullanılır. Bir kavmin inkırazı demek, onların köklerinin kesilip
helâk olmaları demektir.
Burada karz isimdir. Eğer böyle
olmasaydı, burada (karz denilmeyip) ikraz
denilmesi gerekirdi. Bu âyet-i kerimede karzın istenmesi, insanların
anlayacakları bir şekilde âyetin ifade edilmesi ve alışageldikleri bir uslüpla
onlara hitap edilmesi içindir. Çünkü yüce Allah
Gani ve Hamid olandır. Fakat şanı yüce Allah,
mü’minin ahirette sevabını umacağı
şeyler karşılığında dünyada iken verdiği şeyleri bir karza
(ödünce) benzetmiştir. Nitekim insanların
cenneti almaları karşılığında can ve mallarını vermesini de -ileride
yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde
açıklanacağı üzere (et-Tevbe, 9/111)-
alışverişe benzetmiştir.
Denildiğine göre âyet-i kerimeden
maksat fakirlere, ihtiyaç sahiplerine, sadaka vermeye, infakta bulunmaya ve
Allah yolunda dinin zaferi için infakta bulunmaya teşvik etmektir. Şanı
yüce Allah sadaka vermeyi teşvik etmek
üzere her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve yüce zatını kinaye yoluyla fakir gibi
göstermiştir. Nitekim her türlü eksiklik ve acılardan takdis edilmiş bulunan
yüce olan zatını da hasta, aç ve susuz diye kinaye yoluyla ifade etmiştir.
Sahih hadiste
yüce Allah'tan haber verilerek şöyle
buyurulmaktadır: "Ey Âdemoğlu, hastalandım, sen Beni ziyarete gelmedin. Senden
yiyecek istedim, sen Bana yedirmedin senden su istedim Bana su vermedin."
Âdemoğlu der ki: Rabbim, Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde Sana nasıl su
verebilirdim? Yüce Allah şöyle buyurur:
"Filan kulum senden su istedi, sen de ona su vermedin. Şayet sen ona su vermiş
olsaydın elbette bunu (karşılığını)nezdimdebulacaktın."
Diğerleri hakkında da aynı şekilde soru sorunca
yüce Allah, o şekilde cevap verecektir. Bu hadisi
Müslim ve
Buhârî rivâyet etmiştir.
Müslim,
Birr 43
Bütün bunlar
ise kendisinden kinaye yoluyla söz edilenin şerefine, yüceliğine dikkat çekmek
ve kendisine hitap edileni teşvik etmek sadedindedir.
4- Karz (Ödünç) Alanın Karzın Ödemesi İcabeder:
Ödünç alanın borcunu ödemesi
gerekir. Çünkü yüce Allah şunu beyan
etmektedir: Allah yolunda infak edenin bu infakı Allah yolunda zayi olmaz.
Aksine yüce Allah kat'î olarak bunun
sevabını geri verecektir. Ancak vereceği cevabı beyan etmeyip müphem
bırakmıştır. Hazret-i Peygamber'den
gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Allah yolunda yapılan bir infak
yediyüz kata ve daha fazlasıyla katlanır."
Müsned,
IV, 346 yakın lâfızların
Nitekim buna dair açıklamalar bu sûrede yüce Allah'ın:
"Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her
başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir.."
(el-Bakara, 2/261) âyetini açıklarken gelecektir. Burada da
yüce Allah:
"Allah
da o verdiğini ona artırır"
diye buyurmaktadır. Bunun ise bir sonu, bir sının
yoktur.
5- Ödünç Vermenin Sevabı:
Ödünç vermenin sevabı
büyüktür. Çünkü ödünç vermek suretiyle müslümanın darlığı genişletilir,
sıkıntısı giderilir. İbn Mâce Sünen'inde
Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"İsra'ya götürüldüğüm gece cennetin kapısı üzerinde şunun yazılı olduğunu
gördüm: Sadaka on kat fazlasıyla mükâfat görür. Ödünç ise onsekiz kat
fazlasıyla. Cebrâîl'e: Ödünç ne diye
sadakadan daha faziletlidir? diye sordum. Şu cevabı verdi: Çünkü dilenci yanında
birşeyler olduğu halde dilenir. Ödünç alan kimse ise ancak ihtiyacı dolayısıyla
ödünç alır."
İbn Mâce,
Sadakat 19.
(İbn
Mâce) dedi ki: Bize Muhammed b. Halef
el-Askalanî anlattı, bize Yahya anlattı, bize Süleyman b. Yuseyr, Kays b.
Rumi'den anlatarak dedi ki: Süleyman b. Uzunân
Alkame'ye maaşını alacağı vakte kadar bin dirhem borç verirdi.
Alkame'nin maaşı gelince o borcunu ödemesini
istedi. Bu hususta işi sıkı tuttu; o da borcunu ödedi. Ama sanki
Alkame bundan dolayı kızar gibi oldu. Birkaç
ay durdu sonra tekrar ona gidip şöyle dedi: Bana maaşım gelene kadar bin dirhem
borç ver. O da: Olur, memnuniyetle, dedi. Ey Utbenin annesi, yanında bulunan
ağzı mühürlü o keseyi getir. Hanımı o keseyi getirdi ve şöyle dedi: Allah'a
yemin ederim ki bunlar senin bana ödemiş
olduğun dirhemlerdir. Onlardan tek bir dirhemi dahi yerlerinden kıpırdatmadım.
Alkame: Allah iyiliğini versin; peki beni ne
diye bu kadar sıkıştırdın? dedi. Süleyman: Senden işittiğim buna sebeptir, dedi.
Alkame: Benden ne işittin? deyince Süleyman
şöyle dedi: Senin İbn Mes’ûd'dan naklederek
şöyle dediğini işittim: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Bir müslüman bir başka müslümana iki defa ödünç verirse
mutlaka onu bir defa tasadduk etmiş gibi olur."
Alkame: Evet
İbn Mes’ûd bana böyle bildirdi, dedi.
İbn Mâce,
Sadakat 19.
6- Borç Aynı Miktarda Ödenir:
Bir insanın birisine verdiği
borç, bire bir alınır. Yani ona verdiği ödüncün
mislini geri alır. İlim ehli icma ile şunu kabul etmişlerdir: Dinar, dirhem,
buğday, arpa, hurma, kuru üzüm ve misli bulunan sair bütün yiyeceklerin ödünç
verilip alınması caizdir. Müslümanlar Peygamberlerinden
naklen icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ödünçte fazlalık şartını koşmak ribadır
(faizdir). İsterse bu -İbn
Mes’ûd'un deyimiyle- bir tutam hayvan yemi olsun yahut tek bir tane dahi
olsun. Eğer bu konuda herhangi bir şart koşulmamış ise ödünç alanın aldığından
daha üstününü geri vermesi câiz olur. Çünkü böyle bir davranış maruf
kabilindendir. Buna delil ise Ebû Hüreyre'nin
naklettiği genç deve ile ilgili Hadîs-i şerîfte
Hazret-i Peygamber'in:
"Sizin en hayırlılarınız borcunu en güzel şekilde ödeyeninizdir"
âyetidir. Bu hadisi hadis İmâmları
Buhârî, Müslim ve başkaları rivâyet
etmiştir.
Buhârî,
Vekâlet 5, 6, İstikraz 4, 7; Müslim, Müsakât
120-122; Tirmizî, Buyû’ 75;
Nesâî, Buyû’ 64, 103;
İbn Mâce, Sadakat 16;
Muvatta’', Buyû’ 89.
Böylelikle
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) borcunu güzel bir şekilde ödeyeni övmüş, bu
övgüsünü de mutlak olarak zikredip belli bir nitelik ile kayıtlamamıştır. Aynı
şekilde Hazret-i Peygamber genç ve
güzel bir deveye karşılık yine genç ve güzel fakat
(yaşça daha büyük) dört yaşında deve ödemiştir.
Buhâri,
İstikraz 4, 6, 7; Müslim, Müsakat 120;
(Sadece borca karşılık ödenen devenin yaşının daha
büyük olduğu belirtilmekte; muayyen bir yaş belirtilmemektedir);
Müslim, Müsakât 118;
Ebû Dâvûd, Buyû’ 11;
Nesâi, Buyû’ 64;
Muvatta’', Buyû’ 89. İmâm Kurtubî, hadisi
zikrettikten sonra, hadiste geçen "hiyâr" ve "rabâ' " kelimelerine dair
açıklamalarda bulunmaktadır. Biz de tercümeyi onun açıklamalarına göre yaptık.
Yani onun açıklamalarına göre birinci kelime,
"seçkin, iyi ve güzel" anlamında; ikinci kelime ise; "dört yaşında deve"
anlamındadır. Ancak: Ebû Dâvûd, "develerin
yaşlarına dair açıklamalar"a ayırdığı, en-Nadr b. Şumeyl ve
Ebû Ubeyd gibi lügat otoritelerinden
naklettiğini belirttiği bölümde (Zekât 8)
"Rebâ' ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmaktadır: "Deve yedi yaşına bastı
mı erkeği: «Rebâî» dişisi -Rebâiye» diye adlandırılır." Ayrıca yukarıda hadisin
kaynağına dair işaret edilen yerde yer alan açıklamalar da aynı şekildedir.
Lügat kitaplarında da böyledir. Mesela bk. Lisânu'l-Arab, VIII, 108; en-Nihâye
fi Ğaribi'l-Hadls, II, 188 vb.
İşte bu hadis aynı zamanda
hayvanların ödünç alınmasının câiz olduğuna delildir.
Cumhûrun görüşü de budur. Ancak
Ebû Hanîfe bunu kabul etmez. Buna
dair açıklamalar daha önceden geçmiştir.
7- Ödünç Alan Ödünç Aldığı Kimseye Hediye Verebilir mi?
Ödünç alan kimsenin ödünç
aldığı kimseye hediye vermesi câiz değildir. Ödünç verenin de bu hediyeyi kabul
etmesi helal olmaz. Ancak daha önceden böyle bir şeyin aralarında alışılmış bir
adet olması müstesnadır. Sünnet bu şekilde gelmiştir.
İbn Mâce şunu rivâyet eder: Bize Hişam b.
Ammar anlatarak dedi ki: Bize İsmail b. Ayyaş anlattı. Bize Ukbe b. Humeyd
ed-Dabbî, Yahya b. Ebi İshak el-Hunaî'den anlatarak dedi ki: Ben Enes b.
Mâlik'e: Bizden bir kimse kardeşine bir mal ödünç verse o ödünç verene hediye
verebilir mi diye sordum; dedi ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Sizden herhangi bir kimse kardeşine bir ödünç verdiği
takdirde o da ona bir hediye verse veya bineği üstünde onu taşımak istese o
hediyeyi kabul etmesin, bineğine binmesin, ancak bundan önce böyle bir şeyin
aralarında cereyan edegelmiş
olması müstesnadır."
İbn Mâce,
Sadakat 19.
8- Mal ve Irzdan (Manevi Haklardan) Ödünç Vermek:
Karz
(ödünç) maldan olabilir. Bunun hükmünü de
açıklamış bulunuyoruz. Irzdan (manevi haklardan)
da olabilir. Hadîs-i şerîfte
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği sabittir: "Sizden herhangi
bir kimse Ebû Damdam gibi olmaktan aciz olur mu? O evinden çıktı mı şöyle derdi:
Allah'ım, ben ırzımı kullarına tasadduk ediyorum."
Ebû Dâvûd,
Edeb 36.
İbn
Ömer'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Sen ırzından fakir
düşeceğin gün için ödünç ver. Bununla şunu kastediyor: Sana söven kimseden sen
bir hak alma ve ona bir had uygulamaya kalkışma. Tâ ki kıyâmet gününde büyük bir
ecir almış olasın.
Ebû
Hanîfe ise der ki: Irzın tasadduku câiz değildir. Çünkü o,
yüce Allah'ın bir hakkıdır. Bu görüş
Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir.
İbnu'l-Arabî
ise şöyle der: Bu fasid bir kanaattir.
Çünkü sahih hadiste Hazret-i Peygamber
şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak kanlarınız, mallarınız ve
ırzlarınız birbirinize haramdır."
Buhârî, İlm 9, 37, Hacc
132, Fiten 8, Tevhid 24, Edâhî 5, Meğâzî 77; Müslim,
Kasâme 29, 30; Tirmizî, Fiten 2, Tefsir 9.
sûre 2; İbn Mâce, Menâsik 76;
Dârimî, Menâsik 72...
Bu ise haram kılınan bu üç şeyin, bir insanın saygı duyulması gereken bir hakkı
olması açısından aynı seviyede değerlendirmesini gerektirmektedir.
9- Karzın Hasen Oluşunun Anlamı:
Yüce
Allah'ın:
"Hasen: Güzel"
âyeti ile ilgili olarak el-Vakidî şöyle
demektedir: Yani gönül hoşluğu ile ve ecrini
umarak vermek demektir.
Amr b. Osman es-Sadefî de der ki:
Verdiği bu ödünç dolayısıyla minnet altında tutmaz ve eziyet vermez demektir.
Sehl b. Abdullah da der ki: Verdiği ödünç karşılığında bir bedel almayı
düşünmez, demektir.
10- Böyle Bir Ödüncün Ecri Kat Kat
Verilecektir:
Yüce
Allah'ın:
"Allah
da o verdiğini kat kat artırır"
âyetini Âsım
ve başkaları şeklinde "elifi ve (ikinci) "fâ"
harfini üstün olarak okumuştur. İbn Amir ve
Yakub ise "elipsiz olarak "fâ" harfi üstünlü, "ayn" harfini de şeddeli olarak
okumuştur. İbn Kesîr, Ebû Cafer ve Şeybe ise
"ayn" harfini şeddeli ve "fâ" harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri
ise "elif'li ve "fe" harfini ötreli olarak okumuşlardır.
Bunu "fe" harfini ötreli olarak
okuyan bir kimse "ödünç verecek kimdir?" âyetine atf-ı nesak yaparak merfu
okumuştur. " O (Allah) onu kat kat artırır"
takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bunu afa harfinib mansup olarak okuyan kimse
ise, sorunun cevabının başına "fe" harfi getirmek suretiyle cevap verildiği için
(kelimedeki ikinci fe'nin) nasbıyla okumuştur.
Bunun gizli bir b sebebiyle böyle okunduğu da söylenmiştir.
"Ayn" harfinin şeddeli ve şeddesiz
okunması iki ayrı söyleyiştir. Şeddeli okuyuşun delili: "Kat kat artırsın"
ifadesidir. Çünkü şeddeli fiil çokluk ifade etmek içindir.
el-Hasen ve
es-Süddî der ki: Biz bu şekilde kat kat karşılık vermeyi yalnızca
yüce Allah'a ait birşey olarak biliyoruz.
Çünkü O şöyle buyurmaktadır:
"Onu
kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir."
(en-Nisa, 4/40)
Ebû
Hüreyre der ki: Bu, cihad için infak hakkındadır.
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) aramızda olduğu halde bizler, kişinin
kendisine, arkadaşlarına ve bineğine yaptığı harcamalarına ikiyüz bin katıyla
karşılık verileceğini kabul ediyorduk.
11- Kısan ve Daraltan Allah'tır:
Yüce
Allah'ın:
"Allah
daraltır, genişletir"
âyeti herşey hakkında umumidir. O Kâbid
(kısan) daraltan ve Basit
(yayan, genişlik veren)dir. Bunlara dair
açıklamalarımızı "Şerhu'l-Esmai'l-Hüsnâ fî’l-Kitabi'l-Esnâ"
Kurtubî, bu eserinin ismini
yer yer farklı şekillerde vermektedir. Bk. "İmâm Kurtubi ve Eserleri'ne dair
incelememizde "eserleri'ne dair bahis
adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz.
"Yalnız O'na döndürüleceksiniz"
âyeti bir tehdiddir. O herkese ameline göre
karşılık verecektir, anlamındadır.
|