Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

24

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

164

Şüphesiz Göklerin ve Yerin yaradılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirib de onunla Arzı ölmüşken diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanati yaymasında, rüzgârları, değiştirmesinde, Gök ile Yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlar da akıllı olan bir ümmet için elbet Allah’ın birliğine âyetler var

(........)

şu üstünüzdeki bu'dı muhit içinde sayısız ecramı ulviyesi ve aralarındaki eb'ad ve bu eb'adı işgal eden heva ve zıya gibi mer'î veya gayri mer'î ecsam veya keyfiyatı lâtife ve esiriyesi ve her birinin sey'r-ü hareketleri ile çizdikleri tabaka tabaka medarları, mahrekları ve nizamı içtimaîleri ile teşkil ettikleri câbeca manzumeleri, burcları ile şu Semavata ve o ecramdan biri olub denizlerile karalarile, dağlarile, derelerile, ovalarile, çöllerile, pınarlarile, ırmaklarile, maadini ile, nebatatı ile, ormanlarile, seyranlarile ve bütün o Semavata direksiz kuşaksız irtibat ve münasebetile ayağınızın altında yuvarlanan şu Arza bir bakınız, işte mekân denilen fezayı bikeran içinde hey'eti âlem namını alan bu Semavat-ü Arzın halk-u ibdaında, nizamı hılkatinde (........) ve gece ile gündüzün değişmesinde, uzayıp kısalmasında, biribiri ardı sıra teakub etmesinde ve bu teakub ve tevali ile tecelli eyleyen vez'ı mekânîde, sirri zemanîde ve mahalli vahide tevarüdi azdadda (........) ve insanlara nafi' humulelerle denizde akıb giden ve ecrabı Semavîyenin bu'di kebudi -Semada seyirlerini andıran gemilerin cereyanında ve cereyan ettiği denizlerin sirri hılkatinde, bunlardaki bu cereyan ile tecelli eden hareket-ü sükûn kanunlarında ve bu kanunların insanlara te'min ettiği menafiın tarzı husulünde (........) Allah’ın yukarıdan indirdiği suda, indirib de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu hayatı nebatînin tarzı tekvininde (........) ve bu Arzda zevilukule varıncaya kadar her türlü hayvanatı sınıf sınıf, cins cins, nevi nevi tefrik-ü tasnif edip yaymasında ve bu hayatı hayvanînin husulünde (........) ve türlü türlü rüzgârları bir taraftan bir tarafa, bir halden diğer hale evirip çevirmesinde (........) Sema ile Arz arasında müsahhar olan bulutlarda (........) hiç şüphesiz bir çok âyetler, maddî manevî, dinî dünyevî nimetler, istediğinizden daha i'cazkâr mu'cizeler vardır: Vardır amma (........) akledecek bir kavim için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için. Binaenaleyh akıl da bu âyâtın biri ve belki en büyüğüdür.»

AKIL: Madeni kalb ve ruhda, şuaı dimağda bulunan bir nurı manevîdir ki, insan bununla mahsûs olmıyan şeyleri idrak eder. Akletmek; esbab ile müsebbebat, eser ile müessir arasındaki alâkayı, yani ılliyet kanununu ve ona müteferri' lüzum alâkalarını idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere ve yahud bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal eylemektir ki, mantık denilen bu intikal sayesinde bir eseri mahsûsdan gayri mahsûs olan müessiri, meselâ mahsûs bir hışıltıdan gayri mahsûs bir hayvan veya mahsûs bir müssirden gayri mahsûs eseri, meselâ görülen bir bal arasından gayri mahsûs olan bal, yahud mahsûs bir eserden alâkadar bulunduğu diğer bir eser, meselâ görülmiyen bir arının vızıltısından henüz gayri mahsûs bulunan balı ve yeri keşf-ü idrak olunur. Ve işte böyle mahsûsdan gayri mahsûse intikale vesile olan veya gayri mahsus bir manayı bizzat ve bilbedahe keşfeden âleti idrake akıl tesmiye edilir. Ve bu intikalin başlıca üç nev'i vardır.

Birincisi, cüz'îden cüz'îye, ferdden ferde intikaldir ki, buna temsil veya kıyasi fıkhî denilir.

İkincisi, cüz'îden küllîye vahidi ferdîden vahidi nev'îye veya vahidi nev'îden vahidi cinsîye intikaldir ki, buna istıkra tesmiye edilir. Kazayayı külliyenin ve kavaidi fünunun ekserisi ve belki umumu bu tarik ile keşf edilegelmiştir. Bunda müşahede ve tecribenin ehemmiyeti büyüktür.

Üçüncüsü, küllîden cüz'îye vahidi cinsîden vahidi nev'îye veya vahidi nev'îden vahidi ferdîye intikaldir ki, buna da manayı ahassile istintac veya kıyası Mahtıkî veya sadece kıyas tabir olunur ki, bütün ulûmun tatbikatı fi'liyesi bununla yapılır. İstıkraların netaici ameliyesi bununla istihsal olunur. Ve turukı İlmiyenin en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda bir taraftan te'sis, diğer taraftan te'kid vardır.

Bütün ulûm-u fünunun ve her türlü mazhariyeti beşeriyenin medarı olan ılliyyet kanununu hüsni idrak ve tatbik sayesinde akıl, bu âyetlerden bu tariklerle vücud ve vahdaniyeti ilâhiyeyi ve rahmeti şamilesini bizzarure anlar keşfeder. Bu tariklerden birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki nevi' seyri vardır.

Birincisi ağır, tedricî ve zemanî olan teemmülî seyridir ki, buna fikir tesmiye olunur. Diğeri de bir lâhzada, bir hamlede matlûe vasıl oluverecek derecede seri olan anî seyridir ki, buna da hads tesmiye edilir. Bu hads de iki kısımdır: Birisi her birinde mevzuuna göre uzun müddet vakı olan tahsıl, tecribe ve mümareseden mütehassıl melekei itiyaddır ki, kesbîdir. Nazarî amelî tahsıl ve terbiyei İlmiye bu gayeye irmek içindir. Buna aklı mesmu dahi denilir. Diğeri doğrudan doğru fıtrette merkuz ve sırf vehbi ilâhî olan melekedir ki, buna da kuvvei kudsiye veya aklı matbu veya garizî tesmiye olunur. Bunda esas itibariyle sa'y-ü kesbin hiç hükmü yoktur. Ve herkesin bu nevi o bir aklı mesmuun hiç hükmü olmaz. Bunun kabili tahdid olmıyan bir çok meratibi vardır ki, bir zekâyi basitten ukuli Enbiya' mertebelerine kadar gider. En yüksek mertebesine aklı evvel denilir ki, mebde'den gayeyi, gayeden mebdei, evvelden ahırı, âhirden evveli kemali yakîn ile gören bu aklı evvel kelemi ilâhî ve nuri Muhammedîdir. Netekim Hadîs-i şerifte (........) buyurulmuştur. Ukulün derecatındaki ıhtilâf noksanlarından münba'istir. Yoksa esas itibariyle ukul için tarik birdir, o da tarikı haktır. Bizim ılliyyet mebdei, tenakuz mebdei gibi idraki hakka vesile olan esbabı asliye hakkındaki idrakâtı bedihiyemiz, aklı evvelin künhi idrakini gösteren birer hıssemizdir. Biz bu sayede her nevi malûmatı böyle bir tarzı bedahetle idrak eden aklı evvelin, kuvvei kudsiyei mutlakanın kemalini isbata bir beyyine buluruz. Bizim nisbî ve cüz'î olan kuvvei hadsiyemizle aklı evvele böyle bir ittisalimiz ve bu sayede hakka bir vusulümüz vardır. Bütün meratibile hadsi vehbî, kesbî olmadığı için bunda sa'y-ü iradei beşer amil değil ise de bunda bilûtfihi tealâ malik olduğumuz hissemiz nisbetinde aklı fikrî ve bu babdeki medid tercibeden mütehassıl hadsi itiyadî melekesi kesbî olduğundan Kur’ân’ında cenabı Hak umum insanları bu tarika hidayet ve sevk için (........) buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğru hislerde icrayı te'sir edecek olan mu'cizatın büyük bir faidesi olmıyacağnıı anlatmıştır. Kur’ân’ın bu gibi âyetlerinde insanları idrak ve istidlâl için mucizattan ziyade ma'kulâtı külliyeye sevk vardır. Ve bunun için Kur’ân, a'zamı mucizattır. Fakat bundan ba'zılarının zannetmek istediği gibi mucizatı Enbiyanın imtinaına ve Hatemülenbiya' Efendimizin maddî mucizeler göstermediğine ve göstermiyeceğine işaret gibi bir ma'na çıkarmağa kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu âyette icmal edilen ve her biri nefsel'emirde en büyük harikai bedia olan asar ve âyâtı izhar eden kudreti baliga düşünlüdüğü zaman, Safa tepesinin altına kalbedilivermesi bu kudrete nazaran hiç bir ehemmiyeti haiz olamıyacağı ve bir muhal teşkil edemiyeceği suhuletle anlaşılır. Binaenaleyh cenabı Hak sebeb-i nüzul noktai nazarından bu ayetle şunu da anlatmış oluyor ki, Semavat ve Arzın halk-u ibdaı ve bunlar üzerinde zikrolunan tasarrufatı bedianın icrası gibi en büyük mucizeler ve müstemirrolan bu mucizelerin idrakinden hasıl olacak faidelerin yanında Safanın altına kalbedilmesi gibi muvakkat ve münferid bir hadisei harika talebi pek küçük bir şeydir. Bu büyük ve müstemir mu'cizeleri idrak ve mütalea edenler ve bu mütalea ile halık tealânın kanunlarına vukuf ile ittiba eyleyenler Safa tepesini altın yapmak gibi bir matlûbı bilâhare kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede yalnız Safanın değil bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkin olur. Allahü teâlâ bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız meadin kanunlarını iyice idrak etmek bu matlaba kâfi gelir. Binaberîn Allahtan ve Peygamberden daha büyük, daha hayatî, kudsî, küllî ve ebedî metalib istemek iktıza eder.

(........) de âyât, alâmati vazıha ve delâili kat'iye karşısında ciddî olarak hiç bir söz söylenmek ihtimali bulunmıyan mu'cizei bahire demektir ki, Kur’ân’ın âyetlerine âyet denilmesi de bu ma'na ile alakadardır. Demek ki, Allahü teâlânın iki nevi âyâtı vardır. Birisi, kitabı tekvin ve hılkatteki âyâtı fi'liye, diğeri de kitabı münzeldeki âyatı kavliyedir. Bunların ikisi de zat-ü sıfat ve ahkâm-ü iradatı ilâhiyeye delâlet ettiklerinden dolayı âyet tesmiye olunmuşlardır. Bu iki kitabın ve bu iki nevi âyâtı mütekabilen yekdiğerlerinin dâl ve medlûlü, şerh-ü tefsiridirler. Kemali marifet, kitabı münzelin âyâtı kavliyesinden kitabı hılkatin âyâtı fi'liyesini ve ondan Hak teâlânın zat-ü sıfatını okuyub anlamak ve anladıktan sonra onun kanunlarına, evamirine, ahkâmına ittiba ederek tarikı müstakimden radıye ve mardıye makamlarını ihraz ile bakabillâha vasıl olmaktır. İşte Kur’ân’ın bu âyeti kavliyesi bize bir çok âyâtı fi'liyeyi icmal ve irae ederek bu devleti kâinatın hadd-ü payansız ıhtilâfatını müstemir bir nizamı i'cazkâr ile ibda' ve tanzim-ü tensik eden hâlıkı müdebbirin ve akl ile ma'kulün, hariç ile zihnin noktai intıbakında kayyumı kül olan vücudi vahidini ızhar eyliyen Hak teâlânin zatı ehadiyetine ve kudret ve rahmeti şamilesine ve binaenaleyh bütün insanlara ve kâffei mevcudata kâfi ve vafi, şerik-ü nazîrden münezzeh bir ilah olduğuna delâlet eden bir çok edillei beyyineyi gayet veciz ve vecazetile beraber gayet basıt ve vazıh surette cemedivermiştir ki, bunda mekşuf ve gayri mekşuf nice nice ulûm-u fünunun mevzu ve gayeleri vardır. Bunu en âdî ve en basıt bir akıl duyar ve en yüksek akıllar bunda ebedî bir gayeyi tetkik ve müşahede bulur. Ve binnetice hiç bir akıl bu karardan dışarı çıkamaz.

İşte Kur’ân en yüksek matalıbi ulûm ve fünunun bu veçhle cezrini alarak bütün havass-u avammın vuzuh ile anlayacağı derecede basıtlendirib ta'lim ediverir. Vehm-ü hayalin şi'rî Edebiyatında hiç bir hakikate intibakı olmıyan ve bigayri hakkin ibda' namı verilen ve kuvvei vâhimenin gelib geçici bir lâhzai kâzibesini okşıyarak insanı bir ân için ve bir daha tekerrür etmemek şartile çarpıb geçen boş müeddalarında bir zevkı teselli aramağa alışmış olan ruhlar, Kur’ân’ın bütün fıtrate mir'at olan nazmı bediinde i'cazkâr bir yükseklik duyamazlarsa bunun sebebi zevkı fıtrîlerinin ve akıllarının hevaiyyat içinde iflâs etmiş olmasında aramalıdırlar. Bu gibiler hakkı hep acı diye talâkki etmiş ve aklı hakka vusul için bir âlet tanıyacak yerde onu hakkı redd-ü ibtal ile mağlûb edebilecek gaddar bir silâh gibi kullanmak istiyen zalim müşriklerdir. Filhakika:

(........)

Vahdâniyet ve kudreti ilâhiye bu kadar âyâtı fi'liye ve kavliyesiyle zahir-ü bahir iken buna karşı

165

İnsanlardan kimi de Allahdan beride bir takım sınarlar ediniyorlar da onları Allah sever gibi seviyorlar, iman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler, görselerdi o zulmu edenler: azabı görecekleri vakit hakikaten kuvvet bütün kuvvet Allah’ındır ve hakikaten Allah çok şedid azablıdır

(........) insanlardan bazıları vardır ki, (........) Allah’a karşı denkler, nazîrler tutarlar ki, (........) onları Allah sever gibi severler. Emirlerine, nehilerine, arzularına, itaat ederler de Allah’a ısyan eylerler.- Şüphe yok ki, böyle yapmak, gerek Allah’ı inkâr ederek olsun ve gerek olmasın manayı ülûhiyette onları Allah’a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı bu şirki tasrih ederler. Fir'avinlere, Nümrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan açığa ilâh, ma'bud namını vermekten çekinmezler, Rabbimiz, Tanrımız derler. Ve hattâ ilâhlarının tevellüd ve tevalüdüne kail olarak onlara aynı cinsten, ma'bud payesinde oğullar, kızlar tasavvur ve isnad ederler. Diğer bir kısmı da tasrih etmeden ayni muameleyi yaparlar, onları Allah sever gibi severler, veliyyi ni'met tanırlar, onların muhabbetini mebdei hareket ittihaz ederler, Allah’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar Allah rızasını düşünmeden onların rizalarını istihsal etmeğe çalışırlar, Allah’a ısyan olan şeyler de bile onlara itaat ederler.

Bu âyet bize gösteriyor ki, ma'nayı ülûhiyette son derece mahabbet bir esastır. Ve ma'bud en yüksek mahbuddur ve böyle son derece sevilen şeyler ne olursa olsun ma'bud ittihaz edilmiş olur. Mahabbetin hükmü ise itaattır. Ve bunun için ma'bud, son derece muta olur. Ve her insanın siyretinde mebdei hareketi onun ma'bududur. İnsanlar tarafından böyle mahabbet ile ma'bud payesi verilen endad o kadar mütenevvidir ki, bir taş, bir maden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut da ecramı

Semaviyeye Ruhlara, Meleklere kadar çıkar. Maamafih (........) de zevil'ukule raci olan (........) zamiri bunların bilhassa zevil'ukul kısmını tasrih etmektedir. Buna binaendir ki, müfessirîni kiram bu endadı «Allah’a ma'siyette itaat ettikleri sâdâtları, reisleri, büyükleri» diye beyan etmişlerdir. Bu zamirin taglib suretile sair putlara dahi teşmili takdirinde bile bu ma'na zahirdir. Filvaki servet-ü sâman, haşmet-ü kuvvet, cah-ü ikbal, hüsn-ü cemal gibi her hangi bir ümide sebeb addedilen dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları Allah gibi seven ve onlar uğrunda herşey'i göze aldıran nice kimseler vardır ki, bu noktai şirkin, putperestlik esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder. Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve Edebiyatında böyle mahabbet ma'budlarının hadd-ü hisabı yoktur, bu his, zamanına göre türlü türlü şekillerde zuhur eder. Hıristiyanlık dahi bu ruh ile meşbu'dur. Hele Avrupa ruhunda, Avrupa Edebiyatında bu nevi şirk o kadar ileri gitmiştir ki, her eline bir kalem alan ve her hangi bir şiir söylemek istiyen kimse mahbuduna ilâh payesini vermeği ve en ufacık bir işi medhiçin hemen yaratmak kudretini isnad edivermeği bir hüner, bir şeref addeder. Yer yüzündeki münazeatı beşer bütün bu muhtelif ve mütezad ma'budların mücadelâtı yüzündendir. Bu şıkak-ü ıhtilâf her birinin arkasındaki binlerce müdahinler tarafından körüklenir ve beşeriyet günden güne sukutı ahlâkîye sürüklenir, ilimlerin, fenlerin, san'atların terakkiyatı buna çare bulamaz, bil'âkis hepsi bu şirk ocağınını yakmak için gaz ve benzin yerine kullanılır. Bunlar hakikatte ne Allah tanır, ne Peygamber, her birinin gönlünde zaman zaman bir veya bir kaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah gibi severler, ve onlara ma'bud muamelesi yaparlar, onlara itaat etmek için Allah’a ısyan ederler (........) bütün bunları tasvirder. Ve burada Evliya ve Enbiyayı ma'bud derecesine çıkaranlar da dahildir. Bunun için Allah’ın Evliyası, Enbiyası, Melekleri gibi sevgil kullarını severken nazmı celilin mazmununu iyi düşünmeli, mahabbetlerini Allah mahabbeti derecesine vardırmaktan ihtiraz eylemelidir. Zira Allah için sevmekle Allah sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek lâzımgelir. Allah’ı sevenler Allah’ın yolunda giden sevgili kullarını da severler, lâkin Allah gibi değil, Allah için severler ve bu sevgi ile Allâh yolunda onlara ittiba ederler. (........) binaeanaleyh Allah’ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara ittiba etmek günah ve şirk değildir, bil'akis mahabbetullaha delil olur. Ve fakat bu mahabbet hiç bir zaman Allah mahabbeti gibi olmamalı, yani Hıristiyanların Hazret-i İsa hakkında yaptıkları gibi onları ma'bud derecesine çıkaracak bir taabbüd suretini almamalıdır. Bunun en güzel misalini müslümanlığın miftahı iman olan kelimei şehadetinde ve re'si ibadet olan namazında buluruz. Bir müslümân (........) derken Allahdan maada bütün ma'budların hepsini redd-ü nefyeder de bu kalbi pâk ile Peygamberi, Hazret-i Muhammedin ona ubudiyet ve risaletle izafetini tasdik ve Allah için bu hakka arzı şehadet eyler ki, bu şehadette Allahdan sonra Peygambere bir ilânı mahabbet vardır. Ve iman bu mahabbetle tamam olur. Ve fakat mahabbetullah tevhidi kibriyayı ülûhiyet ile ve bunun yanında mahabbeti Muhammediye Allah’a ubudiyet ve risaleti haysiyetiledir. İşte Allah için mahabbetin en büyük nümunesi... Kezalik namazda Allahdan maadasını velev cüz'î bir veçhile olsun niyyete karıştırmak küfürdür. Ve namazı müfsiddir. Namazda Peygamberden ve Allah’ın salih kullarından hiç bir şey istenmez, nihayet tahiyyatta onlar hısabına da Allahdan selâm-ü salevat rahmet-ü bereket niyaz edilir ki, bu dua da Resulullaha ve ıbadı salihîne elbette bir ızharı mahabbet mevcuttur. Lâkin musalli huzuri ilâhîde onlardan bir şey istemek mevkiınde değil, onlara dahi ziyadei derecat için rahmeti ilâhiyeyi isteyivermek, hayatında onlara ıkram etmek mevkiınde bulunacaktır. Ve müslüman bütün ömründe bu hattı hareketi esâsi sıyret addedecektir. Buna mukabil Evliya ve Enbiyayı veya ervahını veya melekleri müşriklerin mütevassıt ma'budları gibi bir hissei ülûhiyetle sevmek, onları severken Allah’ı ve Allah’ın emirlerini unutmak, onlar namına kurbanlar, âyînler yapmak, onların isimlerini (........) gibi fatihai umur ittihaz etmek (........) mantukile bir şirk ve küfür olduğunda şüphe yoktur. Ve böyle yapmak onlardan uzaklaşmaktır, çünkü onlar ancak Allah’ı sevmişlerdir. Maatteessüf müslümanlık namına dahi böyle batıl bir akidei mahabbete tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz zanneden bir takım erbabı gaflet de zuhur etmiştir. Bunlar alel'ekser ilmi dinin iyi tahsıl edilmediği ve malûmatı diniyenin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahiliyet devirlerinde, cahiliyet mıntıkalarında zuhur ede gelmiştir, Çünkü hissi ubudiyet insanlarda fıtrî olduğundan dolayı hakikî ve mütekâmıl ilmi din sönünce, insanlar, cahiliyeti ulâ devrindeki efsanelerle gönlüne doğan hevaiyatı acibe içinde taabbüde çalışır. Hurafat ile boğulur gider. Ölü veya diri, canlı veya cansız putlara bağlanır. Maamafih bu dalâletin felsefi tarik ile ilm-ü marifet namı altında intişar eden kısmı da yok değildir. Ve elbette bu daha mühimdir, burada münkiri ilâhiyet olan tatıl (ateizm) felsefelerinde bahse lüzum görmüyoruz. En derin cehalete müsavi ve hattâ daha bedter olan ta'tıl felsefelerinin şenaati bilvücuh ıhtardan müstağni olduğu gibi İlmî ve Felsefî haysiyyetten hükümleri de yoktur. Fakat felsefei ilâhiye ve vahdeti vücud namı altında gizlenen bir felsefei ta'tıl vardır ki, din ve ahlâk namına İlmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan neş'et edegelmiştir. Ve her nerede bir şirk varsa, bununla az çok bir alâkası vardır.

Evvelâ şunu kayd edelim ki, (........) âyetinde dahi sarih olduğu üzere dini islâmda emrolunan umumî mevzuı iman (........) tevhidi, yani tevhidi ülûhiyyettir. (........) diye ifade edilen tevhidi vücud değildir. Bu olsa olsa tarikı marifette kat'ı merahil etmiş havassiçin mevzuı bahs olabilir. Ve bizim nazarımızda tevhidi vücud alelıtlak münker değil, belki keşfen müsbettir. Lâkin «Allahtan başka mevcud yoktur» demekle «her mevcud Allahdır» demek erasında pek büyük fark vardır. Evvelkisi tevhidi mahz olabilir, lâkin ikincisi şirki mahızdır. «Allahtan başka mevcud yoktur» denildiği zaman masivaya isnad edilen vücudün hakikî olmayıb hayalî, vehmî, şuurda mün'akis bir emri zıllî olduğu ve vücudı hakikînin ancak Allah’a muhtas bulunduğu ıkrar ve âlemin bizatihi ve lizatihi vücudı hakikîsi nefyedilmiş olur ki, bu vahdeti vücuddur. Çünkü keşfen sabit olduğu üzere biz âlem namına ne biliyorsak hepsi mahsüsatımız, hayalimiz, suveri zihniye ve intibaatı ruhiyemizden ibarettir. Bunları a'yan tasavvur etmemiz ve bil'izafe hak diye bilmemiz zatinde vahıdi ekmel olan Hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahhakkukunu tasdik sayesinde mümkin olabilir ki, bunu Fatihada izah etmiş idik. Binaenaleyh vahdeti vücud tevhidi vücudîsi, eşbahı âlemin zıllî ve hayalî olduğunu görmek ve onları silib maverasındaki hakkı vahıdın vücudüne iman eylemek ile mümkin olur. Netekim (........) Allahtan başka ilâh yok dediğimiz zaman da bir takım putların, bir çok kimseler tarafından ma'bud ittihaz edildiğini inkâr etmiş olmuyoruz da bunların hakkolmadıklarını i'lân ve ancak bir Allah isbat ve kabul etmiş oluyoruz, lâkin «her mevcud Allahdır» denildiği zaman vücudde hakikî bir kesret kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor ki, bunda tevhid yok bil'âkis Allah’ı teksir ile işrak vardır. Bu bir vahdeti vücud değil, ittihadı vücud veya hulûl nazariyesidir veyahud Allah’ı inkâr ile ancak âlemi isbattır, «bir» e «her» demektir. Lâşerike leh olan Allah’a namütenahi şerikler isbat etmek, mevcudatı hayaliyeyi mevcudı hakikî farzetmektir. Buna en ziyade «Panteizm» «ittihadı ilâhiyyet» denilir ki, bu nazariyede Allah ve vücud hakikaten her şey ile müttehiddir veya her şeyin içine hulûl etmiştir. Hâşâ Ali ilâh, Veli ilâh, Fir'avin ilâh Nümrud ilâh ilâh... her şey ilahdır. Bunda isbatı âlem ve nefyi sani' vardır. İşte bir takım cehele veya melahide hikmeti ilâhiye namiyle muhal olan bu ittihad veya hulûl veya ta'tıl nazariyesini vahdeti vücud ve mahzı tevhid diye ele alarak (........) demek (........) demek olduğunda ısrar eder ve bunu da «her mevcud odur» ma'nasiyle tefsir eyler ve hatta külli mecmuî ile külli ifradîyi tefrik etmiyerek (........) der. Her şeyden maverasında Allah’ı görecek yerde her şeyde ve hattâ her şeyi Allah görmek ister. (........) âyetinin beyan ettiği mertebei cem'i mertebei farkta ayrı ayrı söyler ve bu suretle kendini Allah görmek ve göstermek için kâmil insanları bizzat Allah gibi gösterir. Artık erenler, evliyalar, bir ilâhlar cemaatı manzarasında tahayyül olunur. Halbuki bu nazariyenin esasına göre Şeytanların velilerden, kâfirlerin mü'minlerden farkı kalmamak lâzım gelir. Çünkü her mevcud o sayılır. İşte (........) âyeti kerimesi bilhassa bunları da redd-ü ibtal içindir. Zaten İsaya Allah veya ibnullah denilmesi de Mısırdan, Hindden, Yunândan, Romadan gelen bu ittihad nazariyesinin bir fer'idir. Bir ifrat-u telbisten kaçınmak için ahıren âlemi islâmda Hanbelîler içinden Vehhabî mezhebi zuhur etmiş ve bu mezheb Allahdan maada her kim olursa olsun ona ızharı hürmet ve muhabbet etmek şirk olduğunu ilân eylemiş ve buna binaen makabire hürmet etmeyi bile şirk talâkki etmiştir. Bu hürmet ve mahabbet (........) mazmumuna masadak olacak derecede olursa bizim dahi buna şirk nazarile bakdığımız da şüphe yok ise de, bundan alel'ıtlak hürmet ve mahabbetin inkârı manâsını çıkarmak ve kulübi mü'minînden Enbiyanın ve ibadı salihînin mahabbetlerini selbetmeğe çalışmak dahi bir ıfrat ve mahabbeti ilâhiye ile nâkabili tevfik bir emri hatarnâk olduğunda iştibah etmeyiz, bervechi mesnun kabir ziyaret etmek, emvata Allah rizası için hürmet etmek, emvatın hak olan âsârından, efkârından istifade etmek, ruhlarını hayr ile yad ederek şad etmek ve onlar için Allah’a dua etmek ve bu dua ile kesbi feyz eylemek onları Allah sever gibi sevmek değil, Allah için Allah’ın kullarını ve mahlûklarını sevmek olduğu aşikârdır. Alelhusus kabir ziyareti, yâdı mevt demektir (........) Hadîs-i şerifi mucebince yâdı mevt meşru ve me'murün bih olduğu gibi sahibi kabrin faniliğini de bilmüşahede tasdik demektir. Ve kabir ziyaretini Allah ziyaretine benzetmekte Allah için hâşâ kabir tevehhümünü tecviz etmek gibi bir şaibei küfür vardır. Bir de (........) mazmunı celili ölü ile diriyi tefrik etmemiş ve belki ölülerden ziyade dirilere işaret etmiştir. Binaenaleyh emvat ve makabire hürmet ve mahabbeti alel'ıtlak kesmek istiyenler daha evvel bütün dirilerle kat'ı alâka etmek, meşru veya gayrı meşru hiç bir Emîre hürmet etmemek icab edecektir. O halde ekâbiri islâmın kabirlerini yıkan ve ziyaretlerini meneden Vehhabîlerin berhayat olan emîrlerine dahi asla muhabbet ve hürmet etmemeleri, ziyaret ve ta'zim eylememeleri ıktıza eyler.

Hasılı, reislerini ve büyüklerini Allah sever gibi sevenler ve onların emri hakka muhalif emirlerine itaat ederek Allah’a ısyan edenler, bunları Allah’a nazîr ve emsal ittihaz etmiş olurlar ki, bütün putperestlik esası bu tarzı mahabbettedir. Ve Allah’ın vahdaniyetine karşı böyle yapan bir takım insanlar vardır. Bunlar reislerini, metbularını Allah için değil Allah gibi severler. (........) halbuki mü'min olanları Allah’a mahabbeti, Allah için mahabbeti her şeyden ziyade ve o müşriklerin perestiş ettikleri endad ve emsale ve hattâ varsa Allah’a muhabbetlerinden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir. Çünkü mü'minler ancak Allah’a tazarru ederler, müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları zaman Allah’ı hatırlarlar ve ihtiyaçları zail olunca endada uyarlar. -Binaenaleyh mü'minin gerek darrada gerek serrada, gerek darlıkta ve gerek genişlikte Allah’a mahabbeti paydardır. Kâfir ve müşrik ise bazan rabbından i'raz eder, müşrikler tutarlar bir puta taparlar, sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır buna perestiş ederler ve hattâ Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman ma'budlarını yerler. Bu suretle mahbub ve ma'bud değiştirir giderler. Binaenaleyh bunların mü'minler gibi paydar bir mahabbeti olamaz. Müminler müvaddid oldukları için bütün mahabbetleri bizzat Allahda toplanır ve Allah’ın mahlûkatına mahabbetleri de bu mebde'den tevzi olunur. Yani sevdiklerini ancak Allah için, Allah rizası için severler, Kâfirler müşrikler ise bir ma'budun veya bir putun mukabilinde diğer ma'budları ve putları dahi re'sen sevdikleri ve bütün mahabbetlerini Allah mahabbetile, Allah rizasile ölçmedikleri için mahabbetleri dağınık ve münkasimdir ve şüphe yok ki, dâğınık ve mütehavvil mahabbetler, toplu ve sabit mahabbete nazaran hiç demektir. Binaberin mü'min tebeaya nail olan ve sırf allah için sevilen reisler, muktedabihler ne kadar mes'uddurlar. Şüphe yok ki, bu bahtiyarlığa mazhar olmak dahi bihakkın mü'mini müvahhid olmağa ve her şeyden ve hattâ kendinden evvel Allah’ı sevib, Allah’ın kullarına da Allah için muamele etmeğe ve Allah için bezli mahabbet etmeğe mütevakkıftır. Başka suretle ifrat veya tefrit edenler zulümden kurtulamazlar. (........) böyle ittihazi endad ile zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar -yani Allah’a karşı başkalarını endad ve emsal tutmak, onları Allah sever gibi sevmek ve Allah’a mukabil onları bizzat metbu' ittihaz ederek emirlerine itaat eylemek, münhasıran Allahü teâlânın hakkı olan sıfatı ülûhiyet ve ma'budiyete başkalarını teşrik etmek en büyük zulümdür. (........) ve bunu yapanlar son derece zalimdirler. Zira Semavat-ü Arzın halıkı ve saltanatı kâinatın hâkimi mutlakı olan Allah tealanın hakkına tecavüz etmek cür'etinde bulunanlar hangi zulümden sakınırlar? Ve Allah’ın kullarına âciz mahlûklarına neler yapmak istemezler. Buna binaendir ki, lisanımızda «kork Allahdan kormıyandan» diye bir mesel vardır.- Elbette böyle yapan zalimler bir gün gelecek Allah’ın azabını göreceklerdir. Bu zalimler işte o azabı bilfiil görecekleri vakit (........) ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi Allah’ın olduğunu (........) ve Allah’ın azabı ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar...» Burada işbu (........) cümle-i şartiyesinin cezası tahvil için mahzuftur. Netekim lisanımızda dahi bu gibi tehdid makamında «başına geleceği bilsen...» deriz ve cezasını hazfederiz ki, bu haziften maksad bu cezada nâkabili tavsıf olan bütün tehlükeleri toplamaktır. Yani o gün bunların maruz olacakları elem-ü nedamet ve hasret o kadar dehşetlidir ki, şimdiden tavsıfi kabil değildir. Neler olacak, neler çekecekler?.... Alelhusus

166

o vakit o metbu olanlar azabı görerek tabi olanlardan teberri etmişlerdir, aralarındaki bütün rabıtalar didik didik kopmuştur

(........) o Allah sever gibi sevilip arkalarına düşülen metbu'ların arkalarına düşen o tabi'lerinden teberri ettikleri (........) ve azabı görerek aman aman bunlar bizden değil diye reddedip kaçındıkları (........) aralarındaki bütün esbabı muvasalenın kesildiği, tabiiyet-ü metbuiyet ve bunlara saik olan amal-ü agraz gibi her türlü rabıtanın tamamen münkatı olduğu

167

Tabi olanlar da şöyle demektedir: Ah bizim için Dünyaya bir dönüş olsa idi de onların bizden teberri ettikleri gibi biz de onlardan teberri etse idir! İşte böyle Allah onlara bütün amellerini üzerlerine yığılmış hasretler halinde gösterecektir ve onlar o ateşten çıkacak değillerdir

(........) ah ne olurdu bizim için geçen Dünyaya bir dönüş mümkin olsa idi de onların bizden teberri ettikleri gibi biz de onlardan teberri etse idik diye figan ettikleri gün, o son pişmanlık günü... (........) işte Allah onlara bütün amellerini böyle her taraflarını istilâ etmiş büyük hasretler, son derece acı ve faidesiz nedametler halinde gösterecektir (........) ve onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.- Binaenaleyh insanlar bütün bu kuvvet ve kudretin yegâne sahib-ü maliki bulunan bir Allahdan başka ma'bud tanımamalı ve onun emrinden başkasına itaat ve ittiba etmemeli ve bütün mahabbetini Allah’a mahabbetinde toplamalıdır.

Cenâb-ı Allah ukule iraei âyatı kudret-ü rahmet, hissiyyata son derece mahabbet-ü mahafet telkin ederek tebşir-ü inzar ve tergib-ü terhib içinde vahdaniyetini aklen ve hissen isbat ve alelumum insanları her nevi şirkten tazhir ile imanı tevhide davet ettikten sonra âsârı ülûhiyyet-ü rububiyyetini ileride bastedeceği teşri' noktai nazarından dahi göstermek için buyuruyor ki,

(........)

168

Ey insanlar bütün Arzdakî nimetlerimden halâl olmak, pâk olmak şartiyle yeyin, fakat Şeytanın adımlarına uymayın çünkü o size belli bir düşmandır

(........) Ey insanlar sizin cümleniz böyle bir Allah’ın mahlûku ve hıtabına lâyık gördüğü kullarısınız, ve tabi', metbu hepiniz yemeye, içmeğe muhtaç âcizlersiniz. Binaenaleyh Allah’a ubudiyet edeceğiz diye kendinizi mahrumiyetle ıt'ab etmeyiniz, o rahmani rahîm olan rabbınız size şöyle müsaade ediyor: (........) şu Arzda bulunan şeylerden yeyiniz, lâkin keyfemettafak ve her elinize geçeni değil (........) halâli hoş, ter temiz olarak yeyiniz. Yediğiniz şeyler pis, mülevves, şunun bunun hakkı geçmiş, tab'an ve şer'an memnu veya şüpheli şeyler olmasın, halâlından kazanınız haram, pis, şüpheli şeylerden sakınınız, onlara tenezzül etmeyiniz. (........) ve Şeytanın adımlarına uymayınız, yâni onun arkasından, izinden gitmeyiniz, (........) çünkü o sizin her halde açık bir düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar gözlerinize görünmez, gizliden gizliye kanınıza iliklerinize işliyerek kalb-ü fikirinize sokulursa da onun size düşman olduğunda ve ilkaatından hiç birisi hakk-u hayra matuf olmıyacağında şekk-ü şüpheye mahal yoktur. Fıtratı selime, aklı kâmil, kalbi safi erbabı için onun advetini ve ilkaatının fenalığını anlamak hiç de zor değildir. Zira

169

o size hep çirkin ve murdar işleri emreder ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler söylemenizi ister

(........) o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri

(........) ve min indillah delili olmadan kendi kendinize bilemiyeceğiz şeyleri Allah’a karşı iftira olarak söylemenizi emreder. O Evamiri ilâhiye hakkında hayal-ü evham ile, teşehhiyat ile söz söylemeğe teşvik eyler.- Şeytanın batılı hakikat, şerri hayır gibi süsliyerek insanın hayal-ü vehmine arz ile tehyic-ü teşvıkı emre teşbih edilmiştir. Netekim nefsin şiddetli arzuları hakkında «nefsim bana böyle emrediyor» denilir ki, nefsi emmare ta'biri bundandır. Bu teşbihde vesvesei Şeytaniyeyi kabul ile ona itaat eden insanların Şeytanın me'murları ve tebeası menzilesinde olduklarına remiz buyurulmuştur.

Bilinemiyecek şeyler başlıca ikidir: Birisi zat ve hakikati ilâhiyedir. Hakikati ilâhiyeyi aklı beşer ihata edecek vechile bilemez ve bunun için Sıddikı a'zam Hazretleri «sirri zatullahdan bahis işraktir» buyurmuştur. Şeytan ise insanı bundan bahse teşvik eder, vehm-ü hayal ile nice sözler söyletir. Diğeri, Allah’a isnadı caiz olup olmıyacak şeylerdir ki, ekser evamiri ilâhiye, hıll-ü hurmet gibi ahkâmı fer'iyei şer'iye bu kabildendir. Çünkü ahkâmı şer'iyei fer'iyenin alâkadar olduğu netaicin güzelliğini, menettiği şeylerin müstelzim olacakları fenalıkları idrak etmek için akıl ve tecribei şahsiyye kâfi değildir. Füruatı ameliyeye müteallik kavanini ilâhiyede öyleleri vardır ki, netaicini tamamiyle anlayıb fezleke etmek için asırlar bile kâfi gelmez. Bunların tarafı ilâhiden nasb-ü inzal buyurulmuş delilleri vardır. Ve zaten fenalık görmek istemiyen insanların fenalığı tecribe etmiye kalkışmaları da kârı akıl değildir. Fakat Şeytan insanları bunlar hakkında da gönlüne göre hükmetmeğe teşvik eder. Adam sen de fülân şeyi yemek neye haram olsun, fülân işi yapmak neye memnu olsun? Dedirtir ve bu suretle insana Allah’ın emrini, Allah’ın kanununu teharri ettirmeden, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur, kanunı hakka muhalif işler yaptırır ve nihayet başını belâya sokar. İlmi yoliyle delilinden aramıyan, Allah’ın emrini gösteren delili bulmadan kendi kendine bilemiyeceği şeyler hakkında Şeytanın ilkaati hayaliye ve vehmiyesine ve gönüllerinin temayülâtı fasidesine göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki, hep bunlar Allah’a karşı endad ittihaz edenler cümlesindendir. Netekim

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç