Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

23

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

2

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

154

ve Allah yolunda katlolunanlara ölüler demeyin hayır diridirler ve lâkin siz sezmezsiniz

(........)

ve sakın böyle Allah yolunda katledilmiş olanlara emvattırlar, ölüdürler demeyiniz -onları hakikaten ölmüş zannetmeyiniz ve bununla son derece müteellim olup ceza-u fezaa düşmeyiniz (........) hayır- onlar ölü değil (........) diridirler. Hem hayatı hakikiye ile diridirler (........) ve lâkin siz duymazsınız- onların hayatını hissetmezsiniz, o hayat bu Dünyadaki meşairi zahire ile hissedilecek bir hayat değildir. O bir hayatı ruhanî, daha doğrusu bir hayatı hakikîdir ki, hattâ akl ile bile temamen idrak olunamaz ancak hissi yakîn ile idrak olunur ve hissile bilinir.» Şuheda hakkında böyle daha bir çok âyetler gelecektir. Haseni Basrî rahmetullahıaleyh Hazretlerinden mervidir ki, «şehidler indallah diridirler, rızıkları ruhlarına arz olunur da kendilerine revh-ü ferah gelir, netekim Âli Firavne sabah akşam nar arzolunur da kendilerine elem-ü veca' gelir» ilah.. Bu nakil şehidler hakkında surei Âli ımrandaki (........) lerde Âli Firavn hakkında: (........) âyetinin mazmunudur. Bu âyette ruhların başlı başına kaim ve mehsûs olan cevheri bedenden başka birer cevheri bulunduğuna ve bunun badel'mevt müdrik olarak kaldığına, yâni bakayi ruh mes'elesine bir delâlet vardır. Cümhuri Sahâbe ve Tabi'în rıdvanullahı aleyhim ecmeîn Hazaratının da kavilleri budur. Buna delâlet eden daha bir çok âyât-ü sünen vardır. O halde burada bunun şuhedaya tahsısı makamlarının ındallah yüksekliğini iş'ar içindir. Bununla beraber islamda mes'elei Ahıret bundan ibaret değildir. Bunu daha ziyade tavzih-ü itmam edecek olan mes'elei ba's, halkı cedid ve saire vardır ki, sırası geldikçe izah olunur. Burada henüz mevti takib eden kabir ve âlemi berzah mes'elesine işaret buyurulmuştur. Bu âyetin on dörde baliğ olan şühedai «bedir» hakkında nâzil olduğuna dair bir kavil vardır. Lâkin tahvili kıbleyi müteakıb ve gazai «bedir» den mukaddem bir ihzar olması daha ziyade melhuzdur. Hasılı ey ehli iman sabr-ü salât ile istiane ediniz, çünkü

155

çaresiz sizleri biraz korku, biraz açlık, biraz maldan, candan ve hasılâttan eksiklik ile imtihan edeceğiz, müjdele o sabırlıları

(........) biz Peygambere ittiba edip etmiyeni seçmek ve o nimeti itmam etmek üzere sizi korkudan, açlıktan, emval, nüfus ve semerat eksikliğinden biraz bir şeye düçar edeceğiz ve böyle bâzı mihnetlerle imtihan eyliyeceğiz.- Ahırette (........) sirrine irmeniz için Dünyada biraz bu mihnetleri tadacaksınız, düşmanların hücumu korkusu kıtlık ve darlıktan dolayi açlık, muharebe ve mesarifi muharebe dolayısiyle mal, can eksikliği, kazanç ve evlâd eksikliği kabilinden her halde biraz birşey ile mübtelâ olacaksınız. Bu ıtlak içinde bu âyet dini islâmda farz kılınacak olan bâzı ahkâm-ü tekâlîfe dahi işareti mütazammındır. Havf, Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekâta, nüfus eksikliği cihad-ü şehadete ve emraza, semerat eksikliği evlâd ve kazanç zayaına işarettir ve bu âlâm-ü mihnetin her birinden böyle bir azcık ibtilâ ile mükellefiyet bunların küllî ve umumî surette istilâlarına mâni olacak ve Ahırette büyük büyük nimetlere isal edecektir (........) ya Muhammed!. Sen sabr edenleri ise müjdele

156

ki, başlarına bir musibet geldiği vakit biz Allah’ınız ve nihayet ona döneceğiz (........) derler

(........) kendilerine bir musıbet isabet ettiği vakıt yâni (........) mü'mine ezâ verecek her şey ona bir musıbettir. Hadîs-i şerifi mucebince eza verecek her hangi bir zarara giriftar oldukları zaman (........) «inna lillahi ve inna ileyhi raciun» derler. -Biz her halde Allah’ınız ve behemehal ona dönüp varacağız diye Allah’a arzı teslimiyet ile müteselli olarak sabrederler ve bunu yalnız lisanen değil, gayei halk-u hılkati düşünerek bütün kalb ile söylerler.» «İnna lillâhi» biz Allah’ınız demekte emval-ü enfüs her şey'i Allah’a teslim ve Allahü teâlânın milki olan her şeyde hattâ can ve bedenlerimizde bile keyfe mayeşa tasarrufa hakkı olduğunu ve acı tatlı onun hiç bir tasarrufuna itiraz caiz olmayacağıni itiraf ile tasarrufatı ilâhiyyeye, kaza ve kadere ızharı rıza vardır ki, bu makam pek büyük bir makamdır. Bu makamı ihraz eden nefse nefsi radıye tabir olunur. (........) demekte ise «biz dönüp dolaşıp nihayette behemhal Allah’a raci' olacağız, bidayeten yok iken Allahdan geldiğimiz gibi nihayeten de yine ona varacağız» diye surî olan vücudi müstearımızın mevt ile fena ve helâkine ve bununla beraber gayenin ademi mutlak olmayıp visali küllî olduğuna iman ve bu iman ile indallah merdıy olmak ümidini izhar vardır ki, bu makama nefsi merdıyye makamı tabir olunur. Bu ise gayei matalib ve aksalmeratib olan rıdvanı ekberdir ve lezzeti riza a'zamı lezaizdir. İnsanın nefsi ibtida nefsi emmare iken maarifi diniye ve ahlâkı Muhammediye ile terakki ederek saniyen nefsi levvama, salisen nefsi mutmeinne, rabian nefsi radıye, hamisen nefsi mardıyye olur ki, surei Fecirde (........) hitabı ilâhîsi bunun beyanıdır. Bu rücuun bir mekân ve cihete intikal suretile olmadığı aşikârdır. Zira Allahü teâlâ cihet-ü mekândan münezzehtir, binaenaleyh bunda üç mana muhtemildir:

1- Bu, nefsimiz hakkında bir ıkrarı fenadan kinayedir.

2- Ikrarı bakadır.

3- Min vechin fena ve min vechin bakayı ıkrardır.

Bizce doğrusu bu üçüncüsüdür. Zira hepimizin fenayı zatîsi ile baka billâhı ıkrardır. Biz vaktile hariçte nasıl yok da ilmi ilâhîde var idisek yine onun gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız ilmi ilâhîde ve sırf hükmi ilâhîde mevcud kalacağız ve bu bizim bizdeki vücudumuz olmıyacak bizim indallah vücudumuz olacaktır. Ancak Dünyaya gelirken mevhubatı fıtriyemizle gelmiş, henüz bir işe karışmamış yapacağımızı yapmamıştık, giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı kazanmış, iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış, mes'uliyeti yüklenmiş olarak gideceğiz. Hasılı zatımız ilmi ilâhî ile, vücudumuz vücudi ilâhî ile, bakamız da bakayı ilâhî ile kaim olur. Vücudi ilâhi ise ezelî ve ebedîdir binaenaleyh rücu' ilallah bu veçhile mazharı cemal veya celâl olarak bakabillah demektir.

Razî diyor ki, «bu rücu' Ahırete işarettir, biz Dünyada iken az çok kendimiz veya başkaları da menfaat ve mazarratımıza zahiren malik bulunuyorduk, gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmiyecek, ezher cihet üzerimizde yalnız hükmi ilâhî cereyan edecektir» ilah.. Bu itibar ile Allah’a rücu'umuz badelmevt bütün ahvalimizde yalnız Allah’ın hâkim olması ve Allah’ın mer'cii ahkâm olması demektir ki, bunun üzerine halkı cedid ile ba's, haşr-ü neşir ve sair ahkâmı uhreviye terettüb edebilecektir. Ve asıl Ahıret ba'sten sonraki hayatı ebediye olacaktır. Halbuki buradaki rücu' mevtten sonra ve ba'sten evvelki halete de şamildir, buna bazıları bakayi ruh namını vermiş, rücuu, Ahıreti onunla izah etmek istemiştir. Lâkin bakayı ruh tabirinde bir bakayı zatî şaibesi vardır, rücuda ise fenai zatîyi itiraf münderiçtir bunun için Allah’a rücu meselesinde bakayi ruhdan başka bir mana vardır. Bunda bir zaman olub ruhun dahi fenaya gideceğini bir itiraf yok değildir. Bedenimizin fenasından sonra nice müddetler ruhumuzla kalabileceğimiz müsellem olmakla beraber kıyameti kübra gibi bir gün gelib ruhlarımız da fenaya gidebileceği (........) muktezasınca fenai zatîmiz ezher cihet tahakkuk edeceği ve ancak indi ilâhîde malûm olan hakikatimiz hiç bir veçhile zayi olmıyarak nefsel'emirde her türlü ahkâma tabi olabileceğimiz ve Dünyaya geldiğimiz gibi Ahırette de ba'slere, halkı cedidlere mazhar olabileceğimiz ve nihayet ebedî bir visali vücud ile cemalullahdan mütena'im dahi olacağımız anlaşılabiliyor. Eğer indallah ma'lûm olan hakikatimiz, ruhumuz veya cismimiz veya her ikisi demek ise bunlardan birile ve eğer bunların maverasında bir şey ise o suretle bir bakaya nail olacağımız ve bu baka hakikaten bizim kendi kendimize bir bakamız demek olmayıp ancak bakaı ilâhî ile mümkin olan bir bakamız olacaktır. Ve bunun için bizim tabiî denebilecek muktezayı zatımız, fanilik iken mukadderatımız, nasıbimiz, bakabillâh tarikiyle mazharı celâl veya cemal olmaktır, ve maksadı aksa, rıdvanı ekber işte bu cemali ebedîdir. Fennin bakayı ıllet kanunı azıminde bu ma'na sabit demektir, maddeler cüz'î kuvvetler hepsi ma'lûldürler, binaenaleyh hepsi silinir, yalnız ılleti küllolan Hak teâlâ zat-ü sıfâtiyle kudreti baligasiyle baki kalır ve bakayı ilâhîde o silinen mevadd-ü kuvayı faniyenin hüvviyyet ve teayyünatı şahsıyeleri ilmullah olmak üzere tamamen mahfuz olarak vücudi ilmî ile sabit ve baki kalırlar ve yine her türlü ahkâma mezvu olabilecek bir hakikati haiz bulunurlar ve işte hayatı ahırenin zâmanı bu bakaullah ve bu bakabillâhdır. Ve bu veçhile bakabillâha bakaı ruhanî ta'birini kullanan feylesoflar hakikati ilâhiyeyi ruh ve ruhi beşeri hakikati ilâhiyeden gibi düşündüklerinden dolayı bakayı ruhi esası Ahıret olarak tasavvur etmişler ve hakikati teşviş eylemişlerdir. Ruh gerçi emri rab olan bir sirdir. Ve bakayı ruh bir emri münker de değildir. Fakat bizim ebediyen bakaı ruhumuzla bekamıza hükmetmek bize bir bekayı zatî isnad eylemektir. Bu ise fenaı zatîmizi unutmaktır. Bu da ılleti ulâyı, Allahü teâlâyı unutmaktır. Şunu bilmelidir ki, hakikati hak ruhaniyyet ve cismaniyyetin fevkında bir mertebei ehadiyyettedir. Ruh emri rabbolmakla beraber, rab emrine hâkimdir. (........) unutulmamak lâzımgelir, Binaenaleyh bizim vücud ve bekamızın merci-ü mebnası Allah’ın vücud ve bekasıdır. Biz kendi bakamızla değil, Allah’ın bekasile baki olabileceğiz, hayy-ü kayyum odur. (........) işte bu baka billâhi natıktır. Bu ne yalnız ruhanî ve ne yalnız cismanîdir. Bu her ikisinin mebdei, zâmanı olan bir bakayı hakikîdir. Ve Ahıret bu bakaya müstenittir. Allah mevcud ve baki oldukça bizim için yeniden yeniye nice nice ruhaniyetlere, cismaniyetlere mazhariyyet daima mümkin ve namütenahî mümkindir. Ölürüz, ruhumuz kalabilir, âlemi kabir ve berzahta müsab ve müateb olabilir, kalmaması ve bir müddet sonra onun da fenaya gitmesi nefsinde mümkindir. Fakat ilmullahdan, hükmullahdan, bakabillâhdan çıkmamız mümkin değildir. Asıl sevab-ü ıkabın mercii budur. Ve Ahıret sadece bir bakaı ruh olmayıb hayatı berzahiyeden sonra başkaca bir neş'et ile ba's olacak ve bunun da gayesi o neş'ete göre bir rücu ilallah olacaktır, binaenaleyh (........) bir taraftan zâmanı Ahıret olan bir rücu-u, bir taraftan da Ahırette dahi aksayı emel ve gayei kemal olan bir rücuu ıtlakiyle mütezammındır ve böyle bakabillah ile ümid-ü mahafet sadece bakayı ruh nazariyesine müesses ümidü mahafetten çok yüksek, çok hakikî, çok ilmîdir. Her şaibeden müberra bir tevhid, bir islâm ilallahtır. Ve surei Yusüfde geleceği üzere bu tesliyet ümmeti Muhammedden başkasına verilmemiştir. Böyle bir tevhid ile bütün ümidini bakabillâha istinad ettirerek radıye ve merdıyye makamlarına irmiş olan sabirler her müjdeye lâyıktırlar. Bunları şu ayet ile tebşir et.

157

işte onlar, rablarından salâvat-ü rahmet onlara ve işte hidayete erenler onlar

(........) işte rablarının salevat-ü rahmeti bunlara mahsustur ve işte hidayete irmiş, doğru yolu tutmuş olanlar ancak bunlardır.-

ALLAHIN SALÂVATI: Bütün günahların mağfiretidir. Allahü teâlâ bunların günahlarını tamamen örter ve onları rahmetiyle öyle mesubata öyle ni'metlere isal eder ki, bunlar Dünyada ne görülmüş, ne işidilmiş, nede beşerin hatır-ü hayaline gelmiş şeyler değildir. Bunlara (........) denilecektir. O sabırlar ancak ifası mümkin olmıyan şükri ilâhîde vaki olacak kusurları, günahları örtecek ve onların yerine sevablar celbedecek mauneti ilâhiyedendirler. Mü'minler bunu bilerek sabr-ü salât ile istiane etmelidirler ve radiye vü mardıyye makamlarını ihraz eylemelidirler ve namazlarında Mescidi haram şatrına yönelerek Allah’a zikr-ü şukr eylemelidirler ki, mev'ud olan Dinî ve Dünyevi ni'met itmam edilsin, ebedî lezzeti rıza ihsan olunsun. Bu Kıblenin kudsiyeti yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan başka bir tarikı zikir ve ibadet ve sizin için başkaca bir sureti içtima ve takarrub daha vardır. Zira (........)

158

Hakikat, Safa ile Merve Allah’ın şeâirlerindendir onun için her kim hac veya ömre niyyetiyle Beyti ziyaret ederse tavafı bunlarla yapmasında ona bir günah yoktur Her kim de gönlünden koparak bir hayır işlerse şüphesiz Allah ecrile meşhur kılar âlimdir

(........) Mescidi haram etrafında bulunan Safa ve Merve tepeleri Allah’ın şeâirindendir. İbadet ve kurbeti için belliklerden, alâimi mahsusasında, menasikındendir.» Esasen Safa kaypak taş, Merve küçük ve yumuşakca taş demek olup lâmı ta'rif ile (........) Mekkede ma'lûm iki tepenin ismi alemleridir. Harfi ta'rifleri Elbeyt, Ennecim gibi lâzımdır. İlm maddesinden alem ve alâmet ve alâim gibi şuur maddesinden (........), şaîrenin veya şiarenin veya meş'erin cem'idir ki, alemi mahsus, alâmeti müş'ire, bellik manâsınadır. Netekim harbde iki tarafın tanışması için kullanılan alâmet ve işarete de şiar «parola» denilir. Şeâir bazan ibadetin kendisine, bazan da mev'zııne ıtlak olunur. Ezan, cemaat ile Namaz, ezcümle Cuma ve Bayram namazları, hac şeâiri dindendirler. Kezalik camiler, menareler, hacdaki menasik, mevazıi mahsusa, meşair ve şeâirdendirler ki, işte Safa ile Merve de bunlardandır. Binaenaleyh (........) Beytüllaha hac veya ömre yapan kimsenin tavafı bu ikisile yani Safa ve Merve ile yapmağa çalışmasında hiç bir cünha, hiç bir günah yoktur.

LÛGATEN HAC; kasdi mahsus manasınadır ki, birşey'e çokca gidip gelmek manasını da ifade eder. İ'TİMAR DA ziyaret demektir. Şer'an dahi hac ve ömre Beyti Şerifi vechi maruf üzere bir kasd-ü ziyarettir ki, haccın vakti mahsusu vardır. Ömrenin yoktur. Tafsılâtı kütübi fıkhiyeye aittir. Burada (........) iki kaydı tazammun eder. Birisi asıl tavaf, yani Beytin etrafında dolaşmak, diğeri tatavvuf yani bu tavafda tekellüftür. Çünkü (........), (........) nün idgamıdır ve (........) kaydı ve bu kayda müteveccih olan (........) hükmü aslı tavafa değil tatavvufa müteallıktır. Aslı tavafın farz ve rükün olduğunda ıhtilâf yoktur. Fakat bu tavafa Safa ve Mervenin ılavesi ve Safa ve Merve beyninde say «denilen kısmı tavaf hakkında (........) buyurulmuştur. Bu ise zahiren bir tahyir gibi görünmekle beraber hakikatte vacibe, mendube, mübaha muhtemildir. Buna mukabil aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz haccı şeriflerinde Safaya yaklaştıkları zaman (........) = Safa ile Merve Allah’ın şeairindendir, Allah’ın başladığıyle başlayınız» diye emretmiş ve kendisi safadan başlayıb Beyti görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir Hadîs-i şerifin de bu babda (........) buyurarak sa'yin vücubunu göstermiştir. Burada gerçi ma'nayı aslîsile koşmak demek olan say, vacib olmayıb (........) da olduğu gibi sadece yürümenin kifayet edeceği dahi müsellem ise de lâ'akal koşar gibi biraz sür'at ile «irmal» denilen yürüyüş tarzı mendub ve hasılı tavafda Safa ve Merve ile tetavvufun vacib olduğu da anlaşılmaktadır. Buna binaen imamı Malik ve şafiî Hazretlerinden bu tetavvufun dahi aslı tavaf gibi rükün ve farz olduğu rivayet olunmuştur. Maamafih bil'akis yalnız âyetin zahirine temessük ederek tahyire ve bu tetavvüfün vacib olmayıb nafile olduğuna zahib olan fukaha dahi bulunmuştur. Lâkin mezhebi hanefîde muhtar olan şudur ki, âyetin zahirî farziyet ma'nasına, kat'î vücube manidir, ayni zamanda zikrolunan hadîsler ve teamül ise vücubu natıktırlar, binaenaleyh bu tetavvuf ne farzı kat'îdir, ne de nafiledir belki şibhi farziyyeti haiz bir vacibi zannîdir. Farz denemez çünkü (........) nebd-ü ibahaya da şamildir. Nafile ve tetavvu'dur denemez, çünkü tetavvuun mabadinde ayrıca zikredilmiş olması buna manidir, bu ikisi arasında da hadîsler vücubu natıktır. Binaenaleyh edillerinin kadri müştereki olarak bu tetavvuf vacibi zannîdır.

O halde âyette zahiren tahyiri müfid görünen (........) niçin varid olmuştur? Cevab: Bunun veçhi âyetin sebeb-i nüzulündedir. Çünkü rivayet olunduğuna göre devri cahiliye de Safa üzerinde «İsâf» namında bir put, Merve üzerinde de «Naile» namiyle diğer bir put vardı, cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf eder ve bunlara mesheylerlerdi, islâm gelib esnamı kırdıktan sonra müslümanlar Safa ile Merve arasında tavaftan çekindiler, nahoş gördüler, bunun üzerine bu âyet nazil oldu ki, korkmayın bunda günah yoktur, bil'akis bunlar şeairi ilâhiyedendir diye bu tavafa teşvik buyuruldu ve bu teşvikin bir nevi vücub ifade eylediği de hadîslerle beyan edildi ve tavafa Safadan başlamak farz değilse de vacib oldu. Lâkin imamı Şafiî farz ile vacibi tefrik etmediğinden Şafiiyyece farz ve vacib müsavi addedildi. Hazret-i Ömer bir def'a Safa ile Merve arasında koşmamış sadece yürümüş ve buyurmuştur ki, «yürüyorsam Resulullahı yürür gördüm, koşarsam Resulullahı koşar da gördüm». Resulullah Efendimiz bervechi balâ Safa ile Merve arasında tavaf ederken müşriklere karşı kuvvetini göstermek için sayetmiş yani koşmuş idi. Bunun hatırası olmak üzere koşar gibi yürümek mesnun olmuş ve bu tetavvufa sa'iy ıtlak edilmiştir. Demek ki, bunda a'dai dine karşı ızhari kuvvet için riyazati bedeniyeye dahi bir tergib vardır. Bunun esası meşruiyyeti ve bu tepelerin şeairi ilâhiyeden oması için meşhur olan şu hikâyeden naşi olduğu da beyan edilmiştir ki, Hazret-i İbrahim bırakıb gittikten sonra bu vadide Hacer ile İsmail susuzluktan son decere daralmışlardı, Hacer ciğerparesini mevkii Hareme koymuş, su aramak için tepeden tepeye koşmuştu ve bu sırada Cenâb-ı Allah inayetini ızhar ederek Zemzem kuyusunun yerinde su fışkırtmış ve son dereceye gelen hali zaruretlerinde imdadlarına yetişmiş ve bu suretle şunu göstermiş idi ki, Allahü teâlâ dari Dünyada sevdiklerini ba'zı mihnetlere düçar ederse de kendisine dua ve ilticadan ayrılmıyan ve bu babda elinden gelecek son vüs'unu sarfederek sabr-ü sebat edenleri behemehal ve ankarib ferah-ü ferecini ihsan ile imdad eyler. İşte buna alâmet olmak üzeredir ki, Safa ile Merveyi kıyamete kadar şeairinden olarak göstermiştir bütün mü'minler ve ânifen beyan edildiği üzere böyle biraz korku, açlık ve sair mihen-ü mesaib ile imtihan olundukları zaman me'yus olmamalı, gücürgenmemeli ve müjdeli sabra irmek için çalışmalıdırlar. Müşriklerin bir vakıt bu tepelere putlar koymak gibi tecavüzleri bile bu hatırayı ifna edemez, tavafa bunların ilâvesi günah değil sevabtır, bundan başka (........) her hangi bir kimse memur olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden koparak bu kabilden veya diğerinden bir hayır yaparsa (........) mükâfatını görür, çünkü Allah şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir ve ona göre şükürlerini mukabilsiz bırakmaz, o mün'imi vehhab şakir kullarına karşı mahzı lûtfundan mezidi in'am ile mukabele ederek şükür muamelesi yapar, bu muamelenin Dünya ve Ahırette kıymeti ne kadar büyük olduğunu tasavvur bile edemezsiniz.» Netekim bir hadîsi kudsîde şöyle varid olmuştur: (........) mü'min kulum, tetavvu ve nafilerle bana tekarrub ede ede o dereceye gelir ki, nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, bildiği kalbi olurum. Her işittiğini hak kulağile işitir, her gördüğünü hak gözüyle görür, her bildiğini hak bilgisile bilir, hiç bir işinde şaşmaz, yanılmaz, aldanmaz, aldatılmaz, doğruca muradına irer, Allah ile arasında bu derece yakınlık ve visal peyda eder». Vazaifini icrasından başka sırf gönülden coşularak devam edilen nafile hayırlar bu kadar büyük vesilei kemal ve saadettirler. Bunları herkes bilmeli ve bilenler bilmiyenlere anlatıp belletmelidirler. Çünkü: (........)

Ensardan bir cemaat Yehudîlere Peygamberin Tevratdaki evsafını ve ahkâma müteallık bazı âyetleri sormuşlardı, Yehudîler ketmettiler, söylemediler, onun üzerine bu âyet nazil olmuştur. İbn-i Abbas, Mücahit, Hasan, Katade, Rebi', Süddî, Asamdan bunun gerek Yehud ve gerek Nasara ehli kitab uleması hakkında nâzil olduğu da mervidir. Fakat sebebin hususiyyeti hükmün umumuna mani olamıyacağından hökmi âyet, emri dine müteallık bildiği her hangi bir hakikati ketmedip söylemiyenlerin hepsine amm-ü şamildir. Bunun için Ebühüreyre Hazretleri çok hadîs rivayet ettiği söylendiği zaman «Kur’ân’da iki âyet -ki, biri bu, diğeri iki sahife sonra gelecek olan bunun nazıri ayet- olmasa idi hiç bir hadîs rivayet etmezdim» demiş ve bu âyetleri okumuştur. Binaenaleyh emridine müteallik hiç bir ilim gizlenmemelidir. Zira Allahü teâlâ buyuruyor ki,

159

İndirdiğimiz beyyinatı ve ayni bidayet olan âyâtı insanlar için biz kitabda beyan ettikten sonra ketm edenler muhakkak ki, onlara Allah lâ'net eder, lâ'net şanından olanlar da lâ'net eder

(........) Bizim inzal ettiğimiz beyyineleri ve Allah’ın emrine, ahkâmına, irşadına ve bunlara iman ve ittibaın vücubuna delâlet eden ve ayni hidayet olan âyât-ü edilleyi (........) o kitabda veya bu kitabda, gerek Tevrat ve gerek İncil ve gerek Kur’ân cinsi kitabda nasa beyanımızdan sonra o insanlar içinden bunları ketmedenler, ya'ni ikrar-ü i'tiraf etmiyen, vakti hacette söylemiyen veya neşretmiyen veya neşrine mani olan veya onu külliyen veya kısmen tahrif, telbis etmek gibi her hangi bir suretle gizleyenler kim olursa olsun (........) işte bunlar, bu ketimlerinden dolayı muhakkak (........) Allah bunları lâ'netler (........) ve bütün lâ'net edebilecek lâ'net duası yapabilecek olanlar da bunları lâ'netler, hasılı bunlar her zaman ve her taraftan bihakkın lâ'netlenecek mel'unlardır.- Şüphesiz ki, haktan sükût eden dilsiz Şeytandır, (........) dir. Şeytan ise daima mel'un ve mercumdur

160

ancak tevbe edib hali düzeltib hakki söyliyenler başka, ben onlara bağışlarım, öyle rahîm tavvabım ben

(........) ancak tevbe edenler (........) tevbe edib de ıslahı hal edenler (........) ıslahı hal edib de ketmettiği hakikati beyan-ü neşredenler (........) işte ben Allah’ı azımüşşan da bunların tevbelerini kabul eylerim ve bunları atfı nazar ederek kendilerini lâ'netten istisna ederim (........) tevvabi rahîm ancak benim. Benden ziyade tevbe kabul eden hiç bir rahîm tasavvur olunamaz.- Burada kıssai Ademe, kelimatı tevbeye bir icraı nazar bulunduğu aşikardır. (........) dan sonra (........) buyurulması ketim günahının tevbesi her halde zıddı olan beyan ve tebyin sevabını işlemekle meşrut bulunduğunu ifham eder. Demek ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her nevi küfrün bir tarzı imanı vardır. Alel'ıtlak her tevbe her günahın tevbesi olamaz. Hasılı hakkı sarihi ketmetmek küfürdür ve iman da izharı haktır. Ve badelküfür izharı hak ile tevbe ve iman makbuldür.

Tevbe edenler böyle, maadasına gelince:

161

amma âyâtımızı inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar işte Allah’ın lâ'neti, Meleklerin lâ'neti, insanları lâ'neti hep onların üstüne

(........) Allah’ın inzal ettiği beyyinat ve hüdaye ve bu cümleden olarak bütün Enbiya ve kitablarla beraber nübüvveti Muhammediyeye ve Kur’âna iman etmeyib de küfürde ısrar ve kâfir oldukları halde vefat edenler (........) Böyle mel'unlardır. Allah’ın, Meleklerin, insanların hepsinin lâ'neti bunların üstünedir.

162

ebediyen onun altında kalırlar, ne azabları hafifletilir ne de kendilerine göz açtırılır

(........) ve bunlardan ilel'ebed azab tahfif edilmez (.......) bunlara hiç bir mühlet-ü müsaade de verilmez. -Her küfür bir ketmi hak demek olduğuna göre bu âyet evvelki âyetteki tevbe ile müstesna olanlardan maada ketmi hak edenler hakkındaki hükmi lâ'neti te'kid ve lâinunu tefsir etmiş olmakla beraber diğer cihetle ondan eamdır. Zira lisanen veya kalemen hakkı söylemiş veya yazmış olmakla beraber kalben iman etmeyib kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmiyerek ölenlere yukarıki lâ'netin şümülü cayi nazar olduğu halde bu âyet alel'ıtlak kâfirlere sarahaten amm-ü şamildir.

Ey insanlar siz artık böyle küfr-ü şikaktan vazgeçib hepiniz dairei tevhide giriniz, çünkü: (........)

163

Her halde hepinizin Tanrısı bir İlâh, başka İlâh yok ancak o, o rahmanı rahîm

(........) Ey insanlar hepinizin ibadet ve ubudiyetine lâyık ve müstehak olan hakikî mabudunuz (........) bir tek mabuddur. Vahid sıfatile muttasıf bir ilâhdır ki, ilâhlıkta tektir. Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayınız (........) ondan başka hak hiç bir ilâh yoktur. Ondan maadâ ma'bud tutulanların hiç biri ulûhiyete lâyık değil, hepsi boş, hepsi batıldır.- Onun fevkında veya müsavisi bir ilâh tasavvuru muhal olduğu gibi onun madununda olmak şartile de ilâhiyetine iştirak edebilecek ma'budlar, Tanrılar yoktur. Ülûhiyet kabili iştirak değildir, ve bihakkın ilâh ancak o vahid Tanrıdır. Onun bütün mahlûkata meb'de olan bir çok esması ve sıfatı varsa da yene zatinden bihakkın ta'bir mümkin değildir, hakikatı hak her türlü terkibden azade ve o ferdi ehad nâkabili tavsıfdir, çünkü vasıf, mevsuf ile sıfat beyninde az çok bir mugayeret ıktıza eder. Gayriyet olunca da ferdaniyet kalmaz. Bir de ıhtbar bir muhberün anh ile bir muhberün bih ister, bu ise ferdaniyete münafidir. Bunun için esmai müştekkanın hepsi hakikati hakkın künhi ahadiyetine vüsulden kasırdır. Onun zatine nihayet nihayet (........) denilebilir. Bütün men'bai celâl ve izzet, cemiı cihati kesretten müberra olan ve (........) diye ifade olunabilen zati ahaddır. Onun zati sıfat ile tekemmül etmiş olmayıb bilâkis kemali zat, sıfâtı kemalinin istilzam etmiştir. İşte (........) o yenbuı rahmet-ü izzete, o meb'dei âlâyı ahadiyete isal eder. Bunun için hüve kelimesi bir zamir olduğu halde onun zatine delâlet eden en büyük ismi gibi olmuştur. Tevhid denizine dalmış olan ehlüllah indinde bu ismin ehemmiyeti pek büyüktür. Buna ismi a'zam diyenler de vardır. Maahaza ismi a'zam (........) ismi şerifidir diyenler daha çoktur. Zira Allah ismi, zat ve bütün sıfât mecmuuna delâlet etmek itibarile daha cem'iyetlidir. Hüve ise makamı tevhidde a'zamdır. (........) ta'biri me'sûr olan ezkârı tevhiddendir. İşte hepinizin bihakkın ma'budu bütün kesretlerin meb'dei olmakla beraber zatinde terkib ve kesret bulunmayan, ülûhiyette, vücubi vücudda hiç bir şerik ve naziri olmıyan o ilâh vahiddir. Hiç bir mahlûkun bunun dairei ülûhiyetinden çıkması mümkin değildir, bütün bu azamet-ü kibriyasile beraber o (........) hem rahman hem rahîmdir. Bütün rahmetler onun, en rakik merhametler onundur. Şirk edenler böyle bir ilâhı vahide şikretmiş, küfredenler böyle bir rahmanı rahîme küfretmiş oluyorlar. Ve bu sebeble kendilerini bu rahmeti ezeliye ve ebediyeden mahrum ederek lânete mazhar kılıyorlar. Binaenaleyh o şirk-ü küfürden sarfı nazar etmeli de Allah’a ve Allah’ın münzelâtına iman eylemeli ve dairesi tevhidde bu rahmetlere ebedîyen ermelidir.»

Deniliyor ki, Kâ'be ve etrafında müşrikînin üç yüz altmış tane putları vardı. Bu âyeti işittikleri zaman taaccüb ettiler de «ya Muhammed!. eğer sadık isen bir âyet -bir delili kat'î- getir de bununla sıdkını bilelim» dediler. İbn-i Ceririn Atadan birrivaye beyanına göre aleyhissalâtü ves-selâm Efendimizin Medineye kudumunda (........)

Said İbn-i Mesruk Hazretlerinden rivayet olunduğuna göre: Kureyş «Yehudîlere Mûsanın getirdiği âyâtı bize söyleyin nelerdi» diye sormuşlar, onlar da asayı ve yedi beyzayı anlatmışlar, Nasaraya da sormuşlar, onlar da (........) mu'cizelerini anlatmışlar, bunun üzerine Kureyş Hazret-i Peygambere «sen de Allah’a dua et, bize şu Safa tepesini altın yapıversin de yakînimiz ve düşmenlerimize karşı kuvvetimiz tezayüd etsin» demişler, binaenaleyh Resulullah bunu rabbından niyaz etmiş, Allahü teâlâ da vahiy ile «bunu yaparım lâkin bundan sonra yine tekzib ederlerse onlara âlemînden hiç birine yapmadığım bir azab veririm» buyurmuş, bunun üzerine aleyhissalâtü ves-selâm «yarab kavmimi ve beni halimize bırak, ben onları günden güne davet edeyim» diye dua etmesine meb'ni Cenâb-ı Allah bu âyeti inzal buyurarak Semavat-ü Arzın halkı ve buna müteferri cereyanı hilkatin, Safanın altına kalb edilmesi gibi istenilen mu'cizelerden daha büyük, daha nafi ve daha i'cazkâr olduğunu beyan buyurmuştur ki, bunlar mu'cizat mesailinde Kur’ân’ın fikri beşeri ne güzel terbiye ettiğini ifham etmeğe kâfidir.

Siz onun birliğine, kudret-ü rahmetine ve bu kadar insanlara kifayet edebileceğine şüphe edib zat-ü sıfatına delil ve mu'cize mi istiyorsunuz?

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç