30
Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle tesbih ve takdis edip
dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?"
demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.
Yüce
Allah'ın:
"Hani
Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti..."
âyetine
dair açıklamalarımız onyedi başlık halinde yapılacaktır:
1- Allah'ın Meleklere Hitabı:
Yüce
Allah'ın:
"Hani
Rabbin meleklere... demişti"
âyetinde hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile
birlikte zaman belirlemek için kullanılan harflerdir.
Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi
gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur.
el-Müberred der ki kelimesi, gelecek
bildiren bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş
(mazi) olur. Yüce
Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"Hani
bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal,
8/30);
"Hani
Allah'ın kendisine nimet verdiği... kimseye... diyordun"
(el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki
(muzari) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer
taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek
anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu
âyetindeki gibi:
"Fakat
o en büyük belâ geleceğinde...."
(en-Nâziât, 79/34);
"O
kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş )
geleceğinde"
(Abese, 80/33);
"Allah'ın yardımı geleceğinde"
(en-Nasr, 110/1)
Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş
olduğu halde) gelecek anlamını ifade etmektedir.
Ma'mer
b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde,
(bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla
(zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade:
"Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un
şu beyitini delil göstermektedir:
"O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur.
Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir."
Ancak
ez-Zeccâc, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü reddetmiştir.
en-Nehhâs der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü
"(.......): Hani" bir isimdir ve zaman
zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz.
ez-Zeccâc da der ki: Bu Ebû Ubeyde'nin
içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah,
burada insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Âyetin
takdirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin
yaratılışınızı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve
hazfedilen bir takdirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı
Her nerede olursa onunla karşılaşır."
Şair burada nereye giderse onunla
karşılaşacaktır, demek istemektedir.
Burada yer alan edatının "hatırla"
anlamındaki mukadder bir fiile taalluk etmesi de muhtemeldir. Bu âyet
yüce Allah'ın:
"Ey
insanlar...sizi yaratan Rabbinize ibadet edin"
(el-Bakara, 2/21) âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre
anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti"
Yüce
Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var
olmaları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış
kadim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün
emir yasak ve hitaplarında da aynı durum sözkonusudur. Ebû'l-Hasan el-Eş'ari'nin
görüşü budur. Ebû'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi
Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce
Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna
dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz.
Rabb: Mâlik, sahip, efendi, ıslah
edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir.
Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır.
2- Melekler:
"....
Meleklere..."
Melekler (el-Melaike)
kelimesnin tekili "melek" şelindedir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin
"mülk"den türediğini söylemişlerdir. Ebû Ubeyde
ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden
türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet
(göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid
der ki:
"Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir
Biz de ona istediğini vermişizdir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Numan'a benden şu mesajı bildir ki:
Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı."
Beni gönder, anlamında de
denilmektedir. Buna göre bu kelimenin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze
ile lâm harflerinin yerleri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra
kolaylaştırarak Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söylenmiştir. Buna göre
aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan rivâyet edilmiştir. Şiirde
bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demektedir:
"Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin
Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun."
en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek"
kelimesinin Araplarca bilinen bir iştikakı (türeyişi)
yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun
müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir.
Meanî bilginleri der ki:
Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi
onlarla danışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin,
ibadet, tesbih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl
sahib oldukları değerlerine irca ederek yüce Allah
onlara: "Âdem'e secde ediniz" emrini vermiştir.
3- Yeryüzündeki Halife:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
âyetinde yer alan kılan,"
kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan)
anlamındadır. Bunu Taberî, Ebû Ravk'tan
nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mef'ûle geçişli olması da
bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha önce yapılmıştır. Burada sözü
geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu
söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği
rivâyet edilmektedir:
"Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır."
İşte Mekke'ye (şehirlerin anası anlamına
gelen) "Ummu’l-Kura" bundan dolayı verilmiştir. -
(İbn Sabit) der ki: "Nûh, Hud, Salih ve Şuayb
(hepsine selam olsun)'ın kabirleri zemzem,
rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı
İbrahim arasındadır. "
"Halife"
kelimesi fail anlamındadır.
Yani kendisinden önce yeryüzünde bulunan
meleklerin yerine geçen veya yine -rivâyet
edilenlere göre- kendisinden önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen
demektir.
"Halife"
kelimesinin mef'ûl anlamında olması da mümkündür.
Yani halef olarak bırakılan demek olur. Nitekim
"kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde):
Zebiha da denilmektedir.
Sonradan gelen kimse eğer
salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kimselerden değilse "half denilir.
Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde
(7/169. tefsirinde) gelecektir.
"Halife"
kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir
(yani halife şeklindedir). Ancak Zeyd b.
Ali'den rivâyet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf harfiyle "Halika: yaratık"
şeklinde okumuştur.
Burada sözü geçen
"Halife"
kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ûd,
İbn Abbâs ve bütün tefsir ve te'vil
âlimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselamdır. O hüküm ve emirlerini yerine
getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebû Zerr'in hadisinde
belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk
peygamber odur. Ebû Zerr der ki: Ey
Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber
miydi? diye sordum. O da:
"Evet"
diye buyurdu...
Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı
halde o kime peygamber olarak
gönderildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına
peygamber olarak gönderilmiştir,
denilir. Hazret-i Âdem'in çocukları her bir batında biri erkek biri dişi olmak
üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşıncaya kadar nesilleri artıp
durdu. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Sizi
tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler
ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının."
(en-Nisa, 4/1)
Yüce
Allah onlara meytenin (leşin), kanın
ve domuz etinin haram olduğu hükmünü indirmiştir. Hazret-i Âdem, Tevrat ehlinin
(yahudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl
yaşamıştır. Vehb b. Munebbih'ten ise onun
bin yıl yaşadığına dair rivâyet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
4- Halife Tayini:
Bu âyet-i kerîme ümmetin
sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi vasıtasıyla halifenin hükümlerini
uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir İmâmın, bir
halifenin başa geçirilmesi gereği hususunda asıl delillerden birisidir. Böyle
birisinin tayin edilmesinin gereği hususunda ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş
ayrılığı yoktur. Bunun tek istisnası, şeriate karşı sağır olan
(ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı
Mu'tezileye mensup ilim adamlarından olan
Ebû Bekr el-Asam'dan gelen rivâyettir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve
izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini
dinde vacip değildir. Ancak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda
eder, cihİsimlerinı yerine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder,
kendiliklerinden üzerlerindeki hakları ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları
hak sahiplerine paylaştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı
onlar için yeterlidir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir
İmâm (devlet başkanı) tayin etmeleri gerekmez.
Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yaptığımız)
yüce Allah'ın:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
âyeti ile başka yerlerde yer
alan şu âyet-i kerimelerdir:
"Ey
Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..."
(Sa'd, 38/26);
"Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife
yapmayı va'detti."
(en-Nûr, 24/55)
Yani onların arasından halife kimseler
yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerîme.
Ashab-ı kiram, kimin halifelik
makamına tayin edileceği hususunda, Beni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar
arasındaki görüş ayrılığından sonra Ebû Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife
seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esnasında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir
olsun, sizden bir emir olsun. Ancak Ebû Bekir, Ömer
ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip onlara şöyle demişlerdi:
Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğerler. Diğer taraftan bu hususa
dair haberi rivâyet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden
vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler.
Eğer İmâmet Kureyşlilerden olsun
veya olmasın vacip
(tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında
böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin
şöyle demesi gerekirdi: Bu İmâmet, ister Kureyşlilerden olsun ister
başkalarından olsun yerine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu
konudaki anlaşmazlığınızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan
birşey hakkında da tartışmanın faydası yoktur.
Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk
(radıyallahü anh), vefatı esnasında yerine İmâm
olarak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti.
Hiçbir kimse Hazret-i Ebû Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan
birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar İmâmetin
(veya halife tayininin) vacip olduğunu ve
müslümanların işlerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün
olduğunu göstermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki
sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri)
aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak İmâmın kim
olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile
(nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tutarsızdır. Çünkü
akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabilir, ne birşeyin
çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle
olduğuna göre İmâmetin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu
sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir.
5- Halife'nin Belirlenme Yolu:
İmâm tayin etmenin vacip olduğu
nakil yoluyla sabit olduğu kabul edilmekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından nas yoluyla İmâmın tayin
edilmesi şeklinde İmâm tespiti nakil ile mi vacip olur yoksa ehl-i hal ve'l
akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa İmâmet şartlarını tam anlamıyla taşımakla
beraber kendisinin İmâmlığının kabul edilmesi istemesiyle mi olur?
Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların
bu hususta farklı görüşleri vardır. İmâmiye
ve başka mezheplerin görüşüne göre İmâmın tanınmasını sağlayan şey,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda
herhangi bir müdahalesi sözkonusu değildir.
Bize göre ise, durum şöyledir:
Gerekli incelemeyi yapmak, İmâmı tanımanın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin
icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir
yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar.
Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez.
Bunlar asıl olarak da ferî hüküm olarak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak
bu konuda üç ayrı fırkaya ayrılmışlardır: Bir grup Hazret-i Ebû Bekir'in nass
ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Bir diğer grup Hazret-i Abbas'ın
nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise
Ali b. Ebî Tâlib'in nass ile tayin
edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı
olsun). Muayyen bir İmâmın Hazret-i
Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın
bulunmadığını gösteren delil şudur: Şayet
Hazret-i Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp
başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanımayacak, câiz kılmayacak şekilde
tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çünkü muayyen olmayan bir kimse
hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emrine itaat etmekle mükellef tutulmasına
imkan yoktur. Böyle olmadıkça onların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de
mümkün değildir. Böyle birşey olsaydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu
bilginin ya aklî deliller veya haber yoluyla
gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muayyen bir kimsenin
İmâmlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerekçe ve delil yoktur.
Aynı şekilde Hazret-i Peygamber'den
gelen haberler arasında da muayyen bir İmâmın sübûtuna dair bir bilgiyi
gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu
(kesin) ya da
istidlâlen bilgi sahibi olmayı gerektiren bir tevatür olması
veya ahad bir haber olması sözkonusudur.
Zarurî
(kesin) veya delaleten bilgiyi
gerektiren tevatür yoluyla bu haberin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle
olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi
tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle
mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından
yerine getirilmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı,
ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul
etmektedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen
kişinin İmâm oluşunu) kendiliğinden zarurî
(kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia batıl olur.
Aynı şekilde bu muayyen kişinin İmâmlığının ahad haberlerle bilindiği iddiası da
batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu
gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan
yoktur.
Yine eğer hangi şekilde olursa
olsun bir İmâmın hakkında nassın nakline başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebû
Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun)
İmâmetinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her birisinin İmâmetine dair
açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı anda -ileride açıklanacağı
üzere- üç ayrı kişinin nass ile İmâmlığını sabit kabul etmek sözkonusu
olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi
birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca
ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması sözkonusu olmadığına göre,
İmâmlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir.
Delilleri alabildiğine zorlayan bir
kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili tevatürün bulunduğunu ve nassın bu konuda
zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı
Hazret-i Ebû Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass
seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edilerek iddialarının zıttı olan bir iddia
ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer taraftan,
İmâmiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul edenlerin
bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bunlardır.
Zorunlu bir bilgi zaruri ve kesin bilgiyi reddetmek hususunda ise,
İmâmiyye'ye muhalefet edenlerin toplam
sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler.
Eğer bu konuda zorunlu bilgiyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya
çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de câiz
olurdu.
6- Hazret-i Ali'nin İmâmeti'ne Dair
Nass:
Ali
(radıyallahü anh)'ın İmâmetine dair
nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini,
inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine muhalefet ettiğini söyleyen
İmâmiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen-
birtakım Hadîs-i şerîfler vardır.
Bunlardan birisi Hazret-i Peygamber'in
şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli
edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol."
İmâmiye der ki: Mevla sözlük kelimesi
itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır.
Hazret-i Peygamber -fa-i takib'i
kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hazret-i
Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Hazret-i Peygamberin bu
ifadesiyle İmâmeti kastetmiş olması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi
sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hazret-i
Peygamber'in Hazret-i Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun,
Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra
peygamber yoktur."
Hadîs-i şerîfi de vardır. Derler ki:
Hazret-i Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da
peygamberlikte Hazret-i Mûsa'ya ortak
olmaktır. Ancak Hazret-i Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer
taraftan Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi idi. Ancak Hazret-i Ali
hakkında böyle birşey sözkonusu değildir. Hazret-i Ali bir halife idi. Buna göre
bu Hadîs-i şerîften kastın halifelik
olduğu anlaşılmaktadır...
İmâmiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki
yüce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri
geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir.
Birinci
hadise dair cevap:
Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hususunda da farklı görüşler
vardır. Ebû Dâvûd es-Sicistanî, Ebû Hakim
er-Razi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini
hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir:
"Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim
mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur."
İmâmiye'nin bu hadisine cevap verenler
derler ki: Eğer Hazret-i Peygamber:
"Ben kimin mevlası isem Ali
de onun mevlasıdır"
demiş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi.
İkinci
cevap: Bu haber sika bir kimsenin
sika bir kimseden rivâyet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hazret-i Ali'nin
İmâmetine delalet eden bir ifade taşımamaktadır. Bu sadece Hazret-i Ali'nin
faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelimesi, "veli
(dost)" anlamındadır. Bu takdirde Hadîs-i
şerîfin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde
olur.
"Muhakkak ki Allah onun mevlasıdır. "
(et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun
velisidir, demektir.
Diğer taraftan bu haber ile
anlatılmak istenen insanların Hazret-i Ali'nin dışının da içi gibi olduğunu
bilmeleridir. Bu ise Hazret-i Ali için büyük faziletin bir ifadesidir.
Üçüncü cevap:
Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali
(Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir
tartışma çıkar. Hazret-i Ali Hazret-i Usame'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak
Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mevlasıyım,
cevabını verir. Durumu Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a nakledince
Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:
"Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."
Dördüncü cevap: Ali
(radıyallahü anh)nin ifk olayında
Âişe (radıyallahü
anhnhâ) hakkında Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ondan başka
kadın pek çoktur, demesi Hazret-i Âişe'ye
ağır gelmişti. Bu bakımdan Hazret-i Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine
geçirdiler, Hazret-i Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını
açığa vurmaya başladılar. Bunun üzerine
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)
de onların bu konudaki sözlerini reddetmek üzere sözü geçen ifadeleri
kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hazret-i Ali'den
uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddialarını yalanlamış oldu. Bundan
dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
dönemindeki münafıkları ancak onların Hazret-i Ali'ye duydukları kinlerinden
tanıyabilirdik, dedikleri rivâyet edilmektedir.
İkinci hadise gelince;
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'ya karşı
durumu ile Hazret-i Mûsa'dan sonra Hazret-i Harun'un halifeliğini kastetmediği
hususunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hazret-i Harun'un Hazret-i
Mûsa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki
peygamberin vefatı ile ilgili
açıklamalar Maide sûresinde gelecektir. Ayrıca Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan
sonra halife olmamıştır. Hazret-i Mûsa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer
Hazret-i Peygamber:
"Senin bana karşı durumun Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir"
sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı durumun
Yûşa'ın Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi.
Hazret-i Peygamber böyle söylemediğine
göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermektedir. Aksine
Hazret-i Peygamber:
"Ben hayatta olduğum sürece seni -
aile halkımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife
tayin ettim,"
demek istemiştir. Nitekim Hazret-i Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için
Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hazret-i Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki
halifesi olmuştu.
Şöyle de denilmiştir: Bu
hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine
çıkınca Hazret-i Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine kendisinin yerine
halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp ifsad edici şayialar
yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber
Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye
bıraktı. Bunun üzerine Hazret-i Ali Medine'den çıkar ve
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle
demeye başladılar. Hazret-i Peygamber
şöyle buyurur:
"Yalan söylemişlerdir. Ben aksine
seni Mûsa'nın Harun'u yerine halife bıraktığı gibi yerime halife bıraktım."
dedikten sonra şunları da ekler:
"Harun'un Mûsa'ya karşı
konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olmaya razı değil misin?"
Hazret-i
Peygamber'in, onların iddialarına göre
bu sözleriyle Hazret-i Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o
takdirde bu fazilette başkası da Hazret-i Ali ile ortak demektir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı gazaların her birisinde ashabından
birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Muhammed b.
Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravisi,
(ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi
Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hazret-i Ebû Bekir ve
Hazret-i Ömer lehine ondan daha öncelikle
kabul edilmesi gereken rivâyetler de gelmiştir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Niye Ebû Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun?
Hazret-i Peygamber şu cevabı verir:
"Benim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım
vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve
göz gibidir."
Yine Hazret-i Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Onlar
yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir."
Yine Hazret-i Peygamber'in
şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ebû Bekir ve
Ömer'in konumu Mûsa'ya karşı Harun'un konumu gibidir." Bu haber herhangi
bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid
olduğu halde Hazret-i Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak
varid olmuştur. Dolayısıyla Hazret-i Ebû Bekir'in İmâmette Hazret-i Ali'ye
öncelikli olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
7- Halife'nin Başa Geçme Yolu:
İmâmın hangi yolla İmâm olacağı
hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır:
Birincisi
nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmişti. Bu görüşü aynı
şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir
grup ile Hasan-ı Basrî, Abdulvahid'in
kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri
sürmüştür.
İkinci görüş,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) işaret yoluyla Hazret-i Ebû Bekir'in
halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hazret-i Ebû Bekir de
Hazret-i Ömer'in halifeliğine dair nassta
bulunmuştur. Eğer Hazret-i Ebû Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki
halifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse
veya Hazret-i Ömer'in
yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yoldur- o
takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik
verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (radıyallahü
anh)'ın tayini hususunda- ashab-ı kiramın yaptığı budur.
Üçüncü yol ise, ehl-i hal
ve’l-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman beldelerden herhangi birisinde bulunan
müslüman cemaatin İmâmı vefat eder ve onların İmâmları yoksa, vefat eden bu İmâm
başkasını da halife tayin etmemiş ise, İmâmın bulunduğu o şehir ve belde halkı
kendilerine bir İmâm tayin edip onun İmâm olması üzerinde icma edip onun
İmâmlığını kabul etseler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların
da sözü geçen bu İmâmın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu İmâmın açıktan
açığa fasıklık işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edilmesi
gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir
daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çünkü iki ayrı İmâmın
tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların arasındaki ilişkiler
bozulur. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle
buyurmuştur:
"Üç şey vardır ki hiçbir mü’minin kalbinde bu
konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için
ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve
bağlılık). Çünkü bunların arkasında müslümanların daveti kuşatıcıdır."
8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmâm
Olunur mu?
Hal ve akıl ehlinden bir tek kişi
eğer İmâmet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak-
sabit olur ve başkasının da bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmâmet
akdi ancak hal ve akıl ehlinden bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur,
demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur:
Hazret-i Ömer, Ebû Bekir'e bey'at akdini
yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan
İmâmet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştirecek
bir topluluğa ihtiyaç yoktur. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile
İmâmlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Gerektirici
herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülmedikçe hal'
edilmesi (görevden alınması) câiz değildir.
Ebû'l-Meâli şunu da ekler: Bu konuda icma vardır.
9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmâmet:
İmâmet ehliyetine sahip olan kimse,
üstünlük sağlayarak (teğallub) zorla ve galip
gelerek İmâmeti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir:
Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağlayarak İmâm olan
kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu cevabı verir: Onun isteğini
kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine getirirsin. Onun yaptıklarına
karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili herhangi bir sırrı sana güvenip
de emanet ederse onu yaymazsın.
İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli
ile istişare etmeden ve seçilmeden İmâmete elverişli bir kimse İmâmeti ele
geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse
(İmâm olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
10- İmâmet Akdine Tanıklık:
İmâmet akdine tanıklık hakkında
farklı görüşler vardır. Mezhep âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara
ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin
varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hususta ise, tanıklığın gerektiğini
belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir delil yoktur.
Kimisi de şöyle demiştir: Bunun
için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü kabul eden kimseler şunu delil
gösterirler: Eğer İmâmet akdinde şahit tutulmayacak olursa bu sefer herkes
gizlice kendisine İmâmet akdinde bulunulduğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve
fitneye götürür. Dolayısıyla şahitliğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu
hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu
konuda dört şahit, akdi yapan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer
kimsenin bulunması gerektiğini söylemektedir. Çünkü
Hazret-i Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi tayin etmek üzere altı kişi
tesbit etmesi bunun delilidir.
Bizim delilimiz ise şudur: Bizim
ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitliğinin muteber olduğu hususunda görüş
ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı
vardır. Ve bundan fazlası hakkında delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla fazlasına
itibar etmemek gerekmektedir.
11- İmâmın Şartları:
İmâmda aranan şartlar onbir
tanedir:
1- Kureyş'ten olmak. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem): "İmâmlar Kureyş'tendir" diye
buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır.
2- Olaylar ile ilgili fetva
almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen,
müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul
edilmiştir.
3- Savaş, orduların
düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman cemaatin himaye edilmesi, ümmetin
kötülüklerden alıkonulması, zalimin cezalandırılması, mazlumun hakkının alınması
hususunda, sağlam ve güçlü görüş ve bilgi sahibi olmak.
4- Hadlerin uygulanmasında
yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde)
boyunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılmayacak
kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü
halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususunda aralarında,
görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri atayacaktır.
Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm verme işini üzerine
alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların
üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler
gelebilir.
5, 6- Hür ve müslüman olmak.
İmâmın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir
taraf yoktur.
7, 8- Erkek olmak ve azaları
itibariyle kusursuz olmak. Kadının İmâm olmasının câiz olmadığı üzerinde fukahâ
icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte kadının şahitlik yapmasının câiz olduğu
şeyler hakkında hakimliğinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler.
9, 10- Baliğ ve akıllı
olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur.
11-
Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin İmâmlık akdiyle başa getirilmesinin
câiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde
ümmet, İmâmın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul
etmektedir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmaktadır:
"Sizin İmâmlarınız, sizin şefaatçilerinizdir.
Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakınız."
Kur'ân-ı Kerîm'de de Talut'un
nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça
da bir üstünlük vermiştir."
(el-Bakara, 2/247)
Burada "ilim itibariyle" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra
ise, güçlü ve organlarının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade
kullanılmıştır. Yüce Allah'ın:
"Onu
seçmiştir"
âyetinin anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb
şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan
korunmuş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en
ferasetlisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece
Haşimoğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebû Bekir,
Ömer ve Osman (r.
anhum)ın İmâmlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise
Haşimoğullarından değildirler.
12- Daha Faziletli Varken Başkasının
İmâm Yapılması:
Daha üstün faziletli bulunmakla
birlikte fazileti daha az olan kimsenin fitne ve ümmetin işlerinin düzene
girmemesi korkusuyla başa getirilmesi caizdir. Çünkü İmâmın başa getiriliş amacı
düşmanı Savası, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları
sahiplerine vermesi, hadleri uygulaması, beytü’l-mal adına gerekli malları
toplayıp hak sahiplerine dağıtmasıdır. Eğer daha faziletli olanın başa
getirilmesiyle kan dökülmesinden, fesattan ve kendisi sebebiyle İmâmın tayin
edildiği amaçların gerçekleşmemesinden korkulacak olursa, bu daha üstün
faziletliyi bırakıp daha az faziletliyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir
mazeret olur. Buna Hazret-i Ömer'in ve
ümmetin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha
faziletli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak
gösterilebilir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu
olmaksızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde
Hazret-i Ömer onlardan herhangi birisine
İmâmet akdinin yapılmasını câiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
13- İmâm Fasıklık Yaparsa Azledilir:
İmâm başa getirilip akdin
yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa,
Cumhûrun görüşüne göre İmâmeti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı
sebebiyle İmâmlıktan uzaklaştırılır. Çünkü İmâmın ancak hadleri uygulamak,
hakları sahiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların
görülmesi gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine
getirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı
bütün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat
vermez. Eğer bizler İmâmın fasık olmasını câiz görecek olursak bu, İmâmın tayin
ediliş gayesini iptal eder. Nitekim İmâmın tayin ediliş sebebini iptal
edeceğinden dolayı fasık olan herhangi kimseye İmâmet akdinin yapılması baştan
beri câiz değildir. Sonradan fasıklık eden de onun gibidir.
Bir başka kesim ise şöyle
demektedir: İmâm ancak küfür ile yahut namazı kıldırmayı terketmekle
veya namaza çağırmayı terketmekle yahut
şeriatten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) Ubade b. Samit tarafından rivâyet edilen
Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır:
"Ve yönetime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek
üzere (bey'at ettik). (Hazret-i Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak
sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik
görmeniz hali müstesna."
Avf b. Mâlik tarafından
rivâyet edilen hadiste ise Hazret-i Peygamber
şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda namazı kıldırdıkları
sürece hayır.."
Bu iki Hadîs-i şerîfi de
Müslim rivâyet etmiştir.
Umm Seleme'nin rivâyetine
göre de Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Gerçek şu ki, başınıza birtakım
emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yaptıkları birtakım işleri) ma'ruf
(şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri münker göreceksiniz. (Münker
gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan
kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olanlar ise..."
Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle
Savaşmayalım mı? Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu: "Namaz
kıldıkları sürece hayır."
(i) Yani
kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kurtulur,
demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivâyet
etmiştir.
14- İmâmın Kendisini Azli:
İmâmlığına etki edecek şekilde
kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine
vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına
İmâmet akdini yapması hakkına sahip midir? Bu konuda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi İmâmlıktan
azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmâmın
kendisini azletmesi halinde azlolacağının delili Ebû Bekir es-Sıddîk
(radıyallahü anh)'ın: Beni görevimden
uzaklaştırınız, beni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı
kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye
bırakabilecek kimdir? Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) seni dinimiz için
seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? diye cevap vermeleridir.
Şayet Hazret-i Ebû Bekir'in
kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, ashab-ı kiram onun böyle bir
teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Senin böyle bir söz söylemeye
hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı
çıkmadığına göre İmâmın kendi kendisini azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış
olur. Diğer taraftan İmâm hazır bulunmayanların da haklarına nezaret eder.
Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin
durumunda olması gerekir. Çünkü İmâm, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve
naibidir. Vekilin de hakimin de herhangi bir hususta başkasına naiblik eden
herkesin de kendisini azletmek hakkı ittifakla kabul edildiğine göre, İmâmın da
böyle olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
15- Bir İmâma Bey'at Edilmişken
İkincisi Ortaya Çıkarsa:
Hal ve akıl ehlinin ittifakı
ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir
kimsenin akidde bulunması ile bir kimsenin İmâmet akdi gerçekleşecek olursa
bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sünnetini
uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir mazeret
dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir mazereti
olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edilir ve bu
konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliğinin bozulması
önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birincisidir. Diğeri
ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olacağı hususunda farklı
görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak
birinci görüş daha güçlüdür. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"İki halifeye bey'at edildiği
takdirde onlardan ikincisini öldürünüz."
Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebû Said
el-Hudri rivâyet etmiş ve Müslim bunu
kitabına almıştır.
Abdullah b. Amr'ın rivâyetine göre;
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim
bir İmâma bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belirtir, kalbinden ona
bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başkası gelip bu hususta
onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynunu vurunuz." Bu hadisi de
yine Müslim rivâyet etmiştir.
Arfece'den gelen rivâyette ise:
"Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır.
İki İmâm tayininin yasaklandığının
en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki İmâm tayin etmek münafıklığa,
ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fitnelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan
kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında
uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce
Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- câiz olur.
16- Adaletli Bir İmâma Karşı Çıkmak:
Haricî
(isyankâr) bir kimse, adaleti ile bilinen bir İmâma karşı çıkacak olursa,
insanların böyle bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet İmâm fasık,
haricî kimse olup adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil
olduğu açıkça ortaya çıkmadıkça veya
birincisinin görevden alınması üzerinde cemaatin sözbirliği gerçekleşmedikçe
isyan eden bu hariciye yardımcı olmak, taraftar olmakta insanların acele
etmemeleri gerekir. Çünkü böyle bir işe talib olan herkes, kendisinin salih bir
kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği takdirde daha önce
izhar ettiğinin hilafına eski adetlerine geri döner.
17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede
Birden Fazla İmâm:
Aynı çağda ve aynı bölgede, iki
veya üç İmâmın görev başına getirilmesi ise
-önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile câiz değildir. İmâm
Ebû'l-Meâli der ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı
kişiye İmâmet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle
demişlerdir: Eğer iki ayrı kişiye İmâmet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı
bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına
varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi
değerlendirilir. (Ebû'l Meali devamla) der ki:
Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak
bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye İmâmet akdine bulunmak câiz değildir. Bu
hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki İmâm arasında
geniş topraklar bulunursa, bunun câiz olma ihtimali vardır. Bununla beraber
böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dışında kalmaktadır. İmâm Ebû
İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması
için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı bölgede bu işin câiz olduğunu kabul
ediyordu.
Kerramiye ise, konu ile
ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki İmâmın tayin edilmesinin câiz
olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu câiz kabul
etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Hazret-i Muâviye'nin aynı dönemde birer
İmâm olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İki ayrı beldede
veya iki ayrı bölgede iki kişi İmâm olursa
onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve
çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı
peygamberin gönderilmesi câiz olduğuna
göre ve iki peygamberin bulunması
birisinin peygamberliğini iptal etme
sonucunu vermediğine göre, İmâmette bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur ve
birinin ötekinin İmâmetini çürütmemesi gerekir. Buna verilecek cevap şudur:
Aslında şeriat bu işi yasaklamamış olsaydı, böyle birşey câiz olurdu. Ancak
Hazret-i Peygamber:
"İki
İmâmın ikincisini öldürünüz"
âyetiyle bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir.
Hazret-i Muâviye ise, kendi adına İmâmlık iddiasında bulunmamıştır. O
kendisinden önce gelen İmâmların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam
(Suriye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında
bulunmuştur. Buna delil olan hususlardan birisi ise, onların dönemlerinde
bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin İmâm olduğu üzerinde icma etmesidir. O
ikisinden birisi de: Ben de İmâmım, bana muhalefet eden de İmâmdır, dememiştir.
Eğer onlar (Kerramiye): Akıl iki İmâmın
bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu
yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin
en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır.
Melekler ve Tesbihleri:
"Onlar
da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın
demişlerdir"
âyetine gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz
ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle
(Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün
melekler hakkında geneldir. Çünkü yüce Allah'ın:
"Sözde
onun önüne geçmezler"
(el-Enbiya, 21/27)
âyeti melekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz
seni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap
verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları
arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü
halifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün
Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı
yüce Allah ise onların arasında fesat
çıkartanın da çıkartmayanın da bulunacağını beyan ederek onların da gönüllerini
hoş etmek için: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur.
Ve bunu yüce Allah, Hazret-i Âdem'e
bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini meleklere
açık bir şekilde göstermiştir.
Bir görüşe göre de melekler,
cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökmelerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle
ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışından önce cinler vardı. Onlar orada fesat
çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Allah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i
göndermiş, İblis onları öldürüp denizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda
bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin:
"Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu
sadece durumu anlamak üzere sormuşlardı. Yani
acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır
demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından
yapılmıştır.
İbn
Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah,
onlara halifenin soyundan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak,
kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler
de böyle demişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce
Allah'ın kendisine isyan edecek kimseleri halifelik makamına
geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek istediklerinden
veya şanı yüce
Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böylelikle kendisine
ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hayretle karşıladıklarından
dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına
getirmeyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş
gördüklerinden dolayı bu soruyu sormuşlardır.
Katâde der ki: Şanı yüce Allah,
onlara yeryüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp
kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce
Allah:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
diye buyurunca melekler,
acaba bu kişi Allah'ın kendilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa
başkası mıdır, öğrenmek üzere bu soruyu sormuşlardır.
Bu güzel bir açıklamadır. Bunu
Abdürrezzak rivâyet ederek demiştir ki: Bize Ma'mer,
Katâde'den yüce
Allah'ın:
"Orada
fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?"
âyeti hakkında dedi
ki: Allah, daha önce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem
bunlar orada fesat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı
melekler: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?"
diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar
(hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor:
"Ben yeryüzünde şunları şunları yapacak bir halife yaratacağım" deyince
melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı
yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır.
Çünkü o görüşe göre, lâfızların ihtiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve
çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir
iştir. Her iki görüş arasında sunulan görüş de güzeldir. Onun üzerinde de
dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiştir. Şanı
yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in
Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde
bıraktınız?" diye sorması, aslında: "Orada fesat çıkartacak.." diyen kimselere
(yani meleklere) bir azar ve ezelden beri
bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü
yüce Allah, bu şekilde soran meleklere:
"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir.
Kan Dökmek, Fesat Çıkartmak:
"Biz
seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar
dökecek bir kimse mi yaratacaksın?"
âyetindeki kimse,
"yaratacaksın"
anlamındaki fiilin birinci mef'ûlü olarak nasb
mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat
çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lâfzı
gözönünde bulundurulması dolayısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul
getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de:
"içlerinden seni dinleyen vardır"
(el-En'âm, 6/25)
âyetinde fiil, en" lâfzına göre tekil gelmiştir."
"Aralarından seni dinleyenler vardır"
(Yûnus, 10/42)
âyetinde ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir.
Dökecek" fiili de bir önceki fiile
atfedilmiştir. Burada da bu fiilin her iki şekilde
(tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili
nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile sonunun cevabı kabul etmiştir.
(Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi
yaratacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair
şöyle demektedir:
"Ben komşunuz değil miydim? Aramızda
Sevgi ve kardeşlik vardı, hem."
Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk"
kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve
el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için
de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamına gelen
"es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki:
Sefk tabiri, sadece kan dökmek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir
hakkında da kullanıldığı da olur.
ed-dimâ, kanlar anlamına gelir.
Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak- "dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır
denildiği gibi, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli
bütün isimlerin mutlaka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise
yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de
olur. Şair der ki:
"Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak
Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar."
Yüce
Allah'ın:
"Biz
seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken"
âyetinde yer alan "tesbih
etmek", O'nu sıfatlarına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek demektir. Arap
dilinde "tesbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak
görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:
"Onun övüncü bana gelince
derim ki:
O övünen Alkame'den
(bunlar) uzaktır."
Talha
b. Ubeydullah’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim,
şöyle buyurdu:
"O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten
tenzih etmek demektir."
Bu kelime, yürümek ve gitmek
anlamına gelen dan türetilmiştir. Nitekim yüce
Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak),
şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü
gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani
gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil,
73/7)
Teşbih eden kimseye ise, şanı
yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak
kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i
kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonundaki nûn harfinin
kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki
nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribirleriyle bitişmemesi için- câiz
değildir.
Meleklerin Tesbihi:
Tefsir âlimleri, meleklerin
teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve
İbn Abbâs'ın açıklamalarına göre, meleklerin
teşbihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce
Allah'ın şu âyetinde de "teşbih edenler" kelimesi bu anlama
kullanılmıştır:
"Eğer
o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı"
(es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan
olmasaydı, demektir.
Meleklerin tesbih etmelerinin
yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne
delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir:
"İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin
Hacılar tesbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir
getirdikleri her seferinde."
Katâde
der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" demektir.
Doğru olanı da budur. Çünkü Ebû Zerr'in rivâyetine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye
sorulmuş, Hazret-i Peygamber de şöyle
buyurmuştur:
"Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut
kulları için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle
tesbih ederim) demektir."
Bu hadisi Müslim rivâyet
etmiştir.
Abdurrahman b. Kurt'tan da
rivâyet edildiğine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya
götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir
"Yüceler yücesini teşbih ederim. O her türlü eksiklikten
münezzehtir ve yücedir."
Bunu da Beyhakî zikretmiştir.
Şanı
yüce Allah'ın: "Hamdinle" âyetinin anlamı da şudur:
Yani bizler teşbih ile birlikte hamdde de
bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arkasına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada
bulunmak anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Meleklerin:
"Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de
vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis
ediyoruz. Daha sonra Allahü teâlâ'ya
teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir.
Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize
gösterdiğin için hamde lâyık olan, övülen Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
"Ve
takdis edip dururken"
âyetinin anlamı seni ta'zim eder, şanını yüceltir,
senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeylerden
arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücâhid,
Ebû Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak
ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp
umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Aralarında
Katâde'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle
demektedir: "Seni takdis ederiz" âyeti namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır.
İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır,
demektedir.
Derim ki:
Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de
teşbihi kapsamaktadır. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da rükû ve
sücudunda şöyle derdi:
"O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin
ve ruhun Rabbidir."
Bunu Hazret-i Âişe'den
Müslim rivâyet etmiştir.
"(........)Takdis
etmek";
kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası temizlemek ve arındırmak ile ilgili
olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu
gibi:
"Mukaddes arza giriniz."
(el-Maide, 5/21)
Yani temiz kılınmış arza giriniz.
"..
meliktir, kuddûstür"
(el-Haşr, 59/23);
yani temiz olandır.
"Muhakkak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin."
(Taha, 20/12) "Beytü’l-Makdis"e de bu adın veriliş sebebi, içi
günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir
mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen
(çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades"
ismi verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu)
gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadîs-i
şerîfte de şöyle buyurulmuştur:
"Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının)
alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)".
Yani Allah onu arındırmaz
(veya arındırmasın). Bu hadisi
İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Buna
göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın temizlik, arılık
demektir. Şair de şöyle demiştir:
"(Kurtlar) ona
(öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından
yakaladılar
Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini
yırttıkları gibi"
Burada "mukaddes" temizlenmiş ve
arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan
kimse, amellerin en faziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza
durur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Sizin
bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim."
Burada yer alan
"Ben
en iyi bilenim"
âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği
ifade eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim olduğu
da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür"
denilmektedir. Şairin de söylediği gibi:
"Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım
Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana."
Birinci açıklama şekline göre eğer
bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim"
anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin
bilmediğiniz şeyleri bilenim" anlamına gelir.
(.........) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek
caizdir.
"Sizin
bilmedikleriniz"
âyetinden yüce Allah'ın
neyi kastettiği hakkında tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir.
İbn Abbâs der ki: İblis -Allah'ın laneti
üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şereflendirince
böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla
kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem
(aleyhisselâm)e rağmen küfre girmeyi, isyan
etmeyi hafif görme noktasına kadar gitti. Melekler ise:
"Biz
Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.."
demeyi tercih ettiler.
Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bundan farklı bir
kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce
Allah onlara:
"Sizin
bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim"
diye buyurdu.
Katâde
de der ki: Melekler:
"Orada
fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın?"
deyince şanı
yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği
kimseler arasında birtakım peygamberlerin,
fazilet ve itaat ehlinin de bulunacağını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin
bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.
Derim
ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, olacak
ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bilenim. O
takdirde bu âyet genel bir anlam ifade ediyor demektir.
31
Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere
gösterdi ve dedi ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bunların isimlerini Bana
bildirin."
Bu âyet ile ilgili açıklamalarımız
yedi başlık halinde verilecektir:
1- Hazret-i Âdem ve Yaratılışı:
"Âdem'e bütün isimleri öğretti."
âyetinde "öğretti" kelimesi tarif etti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona
öğretmek kesin bir şekilde o bilgiyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir
melek aracılığıyla olma ihtimali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de
açıklanacağı üzere Cebrâîl
(aleyhisselâm)'dır.
Bu ayet-i kerimede yer alan
Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamında şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci
okuyuş şekli ileride de görüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir
okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hazret-i Âdem bu isimleri Hakk'ın ona
öğretmesi vasıtasıyla öğrenmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak
Hazret-i Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi
nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah
buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Yemin
olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik (emir
verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha
kasıt) bulmadık."
(Taha, 20/115)
İbn
Atâ der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı,
eşyanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu.
Bunun böyle olduğu gayet açıktır.
Hazret-i Âdem'in künyesi
Ebû'l-Beşer (yani insanların atası)dır.
Künyesinin "Ebû Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son
peygamber
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsmi ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu
es-Süheylî söylemiştir. Hazret-i Âdem'in cennetteki künyesinin Ebû Muhammed,
yeryüzündeki künyesinin de Ebû'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.
"Âdem"
kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yumuşatarak
uzatmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiyacı duyulduğu takdirde
ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde
"evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş
yapmıştır.
Bu kelimenin türeyişi hakkında
farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü anlamına gelen dan türediği söylenmiştir.
Böylelikle Hazret-i Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş
olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de
söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler
ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına
göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına göre ise beyazlıktır. Âdem
(aleyhisselâm) da beyaz idi. Buna göre bu
kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer
bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)"
ve "evâdim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin
"edeme"den türemiş olduğu kabul edilirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu
"Âdemûne" şeklinde gelir.
Derim
ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen Edîmu'l-ard'den
türediğidir. Saîd b. Cübeyr der ki: Âdem'e
bu adın veriliş sebebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan"
denilmesinin sebebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir.
es-Suddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onların
İbn Abbâs'tan ve Murre el-Hemdani'den, onun İbn Mes'ûd'dan Hazret-i
Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptıkları nakile göre Abdullah b. Mes'ûd
şöyle demiştir: Yüce Allah
Cebrâîl
(aleyhisselâm)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi
ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a
sığınıyorum. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl
birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de
onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim. Bu sefer
yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde
ondan da Allah'a sığındı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve
Hazret-i Cebrâîl'in söyledikleri gibi
söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm
meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini
yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir
miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve
siyah topraklardan ayrı ayrı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik
ortaya çıktı. Ve işte o (mayası) yeryüzünden
alındığından dolayı ona "Âdem" ismi verildi. (Ölüm
meleği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı. Şanı
yüce Allah, ona: "Sana yalvarıp
yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı verdi: Ben, Senin
emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gördüm. Bunun üzerine
yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in
çocuklarının canlarını almana sen'uygun bir kimsesin." Daha sonra
(yüce Allah) toprağı yapışkan bir çamur
haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı.
Lâzib ise birbirine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar
bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama
hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Kokuşmuş çamurdan..."
(el-Hicr, 15/26-28, 33)
Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle
buyurdu:
"Muhakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhumdan
üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd,
38/71-72) İblis ona karşı büyüklenmesin diye
yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle
yarattı. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibi
oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde ellerimle yarattığıma karşı sen nasıl
büyüklenirsin? Yüce Allah Hazret-i
Âdem'i bir insan şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk
yıl süre kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de
onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hazret-i Âdem'den en çok korkan
İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses
çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce
Allah'ın şu âyeti buna işaret etmektedir:
"O,
insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarattı."
(er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın?
diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis
meleklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir
(içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem
şüphesiz onu helâk ederim.
Denildiğine göre İblis meleklerle
birlikte Âdem'in çamurdan suretinin yanından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat
arasında benzerini görmediğiniz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat
etmeniz emrolunursa ne yaparsınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz,
diye cevap verirlerdi. İblis kendi içinde gizlice şu karan verdi: Yemin olsun o
bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün
kılınırsam onu helâk edeceğim. Hazret-i Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği
vakit gelince, yüce Allah meleklere
şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanınız.
Âdem'e ruh üflenince ruh Hazret-i Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı,
melekler ona: Elhamdülillah de, dediler. O da elhamdülillah deyince
yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet
buyurdu, dedi. Ruh, Hazret-i Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine
baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele
ederek cennetin meyvelerine doğru kalkmak istedi. İşte
yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir:
"İnsan
aceleden yaratıldı."
(el-Enbiya, 21/37);
"Bunun
üzerine meleklerin hepsi ona topluca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde
edenlerle beraber olmak istemedi."
(el-Hicr, 15/30-31)
ve devamla Abdullah b. Mes'ûd Hazret-i Âdem'in yaratılış kıssasını zikretti.
Tirmizî'nin
rivâyetine göre Ebû Mûsa el-Eş'arî şöyle demiştir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Aziz
ve celil olan Allah Âdem'i yerin tümünden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı.
İşte bundan dolayı Âdemoğulları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan
kimisi kırmızı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi
yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir."
Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu
hasen -sahih bir hadistir.
Edîm kelimesi edem'in çoğuludur.
Şair der ki:
"İnsanlar şekil ve huy itibariyle farklı farklıdır.
Karakterleri de değişiktir.
Onların hepsini yeryüzü bir araya getirecektir."
Buna göre "Âdem"' kelimesi
"edme"den değil de "edîm" ve "edem"den türemiş olur. Hepsinden türemiş olma
ihtimali de vardır. Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce
Allah'ın izniyle- En'am süresiyle başka buyruklarda Hazret-i Âdem'in
yaratılışına dair âyetler açıklanınca gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf
değildir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Âdem,
nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz
(yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu
hem "ef'alu" vezninde hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere göre bir ismin
gayr-i munsarif olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nekre gelir ve
sıfat da değilse el-Halil ve
Sîbeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur;
el-Ahfeş Said'e göre ise munsarıf olur.
Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde olur. Eğer sıfat olmazsa
yine munsarıf kabul eder. Ebû İshah ez-Zeccâc:
Doğru görüş Sîbeveyh'in görüşüdür, der ve
sıfat ile başka şey olması arasında fark gözetmez. Çünkü her durumda, kelime
aynı kelimedir.
2- İsimler:
"Bütün
isimleri öğretti"
âyetin
"isimler"
ifade ve ibareler anlamındadır. Çünkü mutlak
olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma kastedilebilir. Mesela, Zeyd
ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi zaman da onunla bizatihi
adlandırmanın kendisi kastedilebilir. "Aslan" kelimesi şu kadar harftir, demek
gibi. Birincisiyle ilgili olarak şöyle denilir:
İsim, musemmanın kendisidir. Yani onunla
müsemma kastedilir. İkincisi ile ilgili olarak
da isim ile müsemma anlatılmak istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in bizzat
ibareler gibi değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekildedir.
İşte yüce Allah'ın:
"Âdem'e bütün isimleri öğretti"
âyeti konu ile ilgili açıklama şekillerinin en
meşhuruna göre böyledir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Muhakkak
Allah'ın 99 tane ismi vardır" hadisi de böyledir. İsim "kişinin kendisi"
(zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı
anlamda olmak üzere: Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim
adamlarının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın:
"O, en
yüce Rabbinin ismini tesbih et"
(el-A'la, 87/1);
"Rabbinin ismi ne mübarektir!"
(er-Rahmân, 55/78);
"Bunlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığınız isimlerdir."
(en-Necm, 53/23) âyetlerini bu şekilde
açıklamışlardır.
3- Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e
Öğrettiği İsimler:
Tefsir âlimleri,
yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e isimleri
öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Abbâs,
İkrime, Katâde,
Mücâhid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir:
Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e önemli önemsiz
bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. Âsım
b. Küleyb, el-Hasen b. Ali'nin azadlı kölesi
Sa'd'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn
Abbâs'ın yanında oturuyordum. Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının
isimlerini sözkonusu ettiler, bunun üzerine İbn
Abbâs şöyle dedi: "Âdem'e bütün isimleri öğretti."
Derim ki:
Bu anlamda bazı ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu'
(hadis olarak) da rivâyet edilmiştir. İşte
"bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur. Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve
genellik ifade etmek için kullanılır. Buhârî’de
Enes (radıyallahü anh)'den gelen rivâyete göre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:
"Kıyâmet gününde mü’minler bir araya gelip şöyle derler: Rabbımızın huzurunda
bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve ona şöyle
derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı, melekleri sana
secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..."
İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i
kerimede dilin tevkifî olarak öğrenildiğinin delili vardır.
Yani Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği
gösterilmektedir. Ve aynı şekilde yüce Allah'ın
bu dili Âdem aleyhisselam'a geneliyle özeliyle bütün teferruatıyla öğrettiğini
göstermektedir. İbn Abbâs da böyle
söylemiştir. O der ki: Yüce Allah, ona
tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin ismini öğretmiştir.
Seyhan'ın Katâde'den rivâyetine göre o şöyle
demiştir: Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birtakım isimlerini
öğretmiştir. Her bir şeyi kendi İsmi ile söylemiş ve her bir şeyin menfaatini
kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhâs der
ki: Bu açıklama bu hususta gelen rivâyetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı
yüce Allah türlerin isimlerini ona
öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde -
bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir:
Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e meleklerin ve
soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir.
Taberi bunu benimseyip tercih etmiştir. Bunu yaparken de
yüce Allah'ın:
"Sonra
onları meleklere gösterdi ( arzetti).."
âyetine
dayanmaktadır.
İbn
Zeyd de der ki: Allah, Hazret-i Âdem'e bütün soyundan gelecek olanların
isimlerini öğretmiştir. er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin
isimlerini ona öğretmiştir. el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarattığı
eşyanın isimlerini ona öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğretmiştir,
de denilmiştir.
Derim
ki: Az önce açıkladığımız ve yüce Allah'ın
izniyle ileride de açıklayacağımız gerekçeler dolayısıyla birinci görüş daha
sahihtir.
4- Meleklere Neleri Gösterdi?
Yine tefsir âlimleri, meleklere
kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ayrı olarak sadece isimleri mi
gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve başkaları der
ki: Hazret-i Âdem, onlara kişileri gösterdi, çünkü
yüce Allah: Onları gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan
yüce Allah şöyle buyurmaktadır Bunların
isimlerini Bana bildiriniz". Araplar birşeyi ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere
derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da göründü)
Birşeyi satışa arzetmek (göstermek) de buradan
gelmektedir. Hadîs-i şerîfte şöyle
buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti
(gösterdi)."
İbn
Abbâs ve başkaları ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir.
İbn Mes'ûd'un okuyuşuna göre
şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup ancak
buradaki zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara
değil de sadece isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür zamir daha özellikli
olarak dişiler hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ise şeklindedir.
(Onları arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred
dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak cansız çoğul için kullanılır.)
Mücâhid der ki: Burada gösterilen (arzedilen)ler,
isimlerin sahipleridir.
İsimler ile ilgili olarak: Onlar
adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine uygundur. Bu
kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak şöyle denilir:
İsimler kelimesi, şahıslara delalet etmektedir. Bundan dolayı isimler hakkında
onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan : bunlar" denilerek
işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan şahıslardır. Fakat bunlar her ne
kadar gaib iseler de herhangi bir sebep dolayısıyla onların bir kısmı hazır
olmuştur. İşte onlar bu hazır olanların isimleridir.
(Yani bu hazır olanların isimleri Âdem'e öğretilmiştir.)
İbn
Atiyye der ki: Açıkça görülen şu ki: Şanı
yüce Allah, Hazret-i Âdem'e isimleri öğretmiş ve bu cinslerle
birlikte şahısları ile beraber bunları ona göstermiştir. Daha sonra bunları
meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi mümkün olan isimlerini onlara sormuş,
sonra da Hazret-i Âdem onlara şu cevabı vermiştir: Bunun ismi şudur, bunun ismi
da budur, diye.
el-Maverdi
de der ki: En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yönelik olmasıdır.
Diğer taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki görüş vardır.
Bunlardan birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe
göre ise, Allahü teâlâ bu eşyayı meleklerin
tasallallahü aleyhi ve sellemvurlarında canlandırmış, sonra da bunları arzetmiş
(göstermiş)tir.
5- İlk Olarak Arapça Konuşan:
İlk olarak kimin Arapça konuştuğu
hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan
rivâyet edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün yazıları ilk ortaya
atan ve bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem
(aleyhisselâm)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan
başkaları da böyle demiştir.
Denilse ki: Yine
Ka'b el-Ahbar'dan hasen bir rivâyet ile
şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk konuşan kişi
Cebrâîl
(aleyhisselâm)'dır. Hazret-i Nûh'a Arapçayı o öğretmiştir. Hazret-i Nûh
da bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da
Ka'b yoluyla rivâyet etmiştir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ise şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk konuşma imkanı verilen
kişi İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi." Yine Arapça ilk konuşan kişinin
Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivâyet edilmiştir. Başka rivâyetler de vardır.
Buna karşılık biz de deriz ki:
Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem
(aleyhisselâm) olduğudur. Kur'ân-ı Kerîm de
buna tanıklık etmektedir. Nitekim yüce Allah:
"Âdem'e bütün isimleri öğretti"
diye buyurmaktadır. Bütün diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu
diller, "isimler" tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivâyetler de bunu
ifade etmektedir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Tencere ve
küçük kaba varıncaya kadar (Allah) Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir."
Başkalarının kaydettikleri diğer rivâyetlerden İbrahim
(aleyhisselâm) soyundan ilk Arapça konuşanın
Hazret-i İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer bunun dışındaki
diğer rivâyetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin kabilesi arasında ilk
Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna delil ise belirttiğimiz bu
gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Melekler arasında da aynı şekilde
Hazret-i Cebrâîl Arapça konuşan ilk
melektir. O Arapçayı yüce Allah,
Hazret-i Âdem'e veya Hazret-i
Cebrâîl'e -az önceki açıklamalara göre-
öğrettikten sonra Hazret-i Nûh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce
Allah'ın: "Bunlar" âyeti esreli olarak mebnidir. Temimliler,
Kays'lıların bir kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki:
"Bunlara da diğerlerine de: Hepsine verdin;
Kesilip biçilmiş aynı evsafta ayakkabılar."
Araplardan elif ile hemzeyi
hazfederek şeklinde telaffuz edenler de vardır.
6- Doğru Söyleme Şartı:
"Eğer
doğru söyleyenler iseniz"
âyeti bir şart cümlesidir. Cevabı ise zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir:
Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkartacağı iddianızda doğru
söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu isimleri)
bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred
yapmıştır. "Doğru söyleyenler iseniz" âyeti bilenler iseniz, demektir. Bundan
dolayı melekler için ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni
tenzih ederiz" diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle
demiştir: Eğer yüce Allah bu konuda
verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsaydı şanı
yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı
kimse için sözkonusu olduğu gibi onlar için de ictihad câiz olurdu.
Yüce Allah bu kişiye:
"Ne
kadar kaldın?"
(el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu
isabet ettirmesi şartını koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti.
Buna karşılık da herhangi bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir
husustur.
Taberi
ve Ebû Ubeyd'in anlattıklarına göre
müfessirlerden birisi yüce Allah'ın:
"Eğer., iseniz"
âyetinin anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır.
Ancak Taberi ve
Ebû Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir. âyeti
haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber demektir. Hemzeli
olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yüce Allah'ın
izniyle buna dair açıklama ileride gelecektir.
7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi
(teklifu mâ lâ yutak):
Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu
şekilde haber vermek; güç yetirilemeyen birşeyin teklif edilebileceği sonucu
çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah onların
bunları bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir âlimlerinin muhakkikleri şöyle
demişlerdir: Burada bu âyet teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt sadece
onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a havale
etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mıdır hususuna
dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle
sûrenin sonunda gelecektir.
32
Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden
başka birşey bilmeyiz. Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin."
Yüce
Allah'ın:
"Dediler ki:
"Seni
tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz..."
âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
1-Tesbih:
Seni tenzih ederiz":
Yani gaybı senden başka bir kimsenin
bilmesinden yana seni tenzih ederiz. Bu meleklerin
yüce Allah'ın:
"Bunların isimlerini bana bildirin.."
âyetine verdikleri cevabdır. Onlar
yüce Allah'a kendilerine öğrettiğinden
başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insanlar arasında bilgisizlerin
yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde görüş beyan etmediklerini
belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..." anlamındaki âyette yer
alan burada anlamında olup "bize öğrettiğin şey..." demek olur. Masdar anlamını
veren türden olup: "Senin bize öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de
mümkündür.
2- Soruya Cevap Verme Adabı:
Herhangi bir husus hakkında bilgi
edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı bilmiyor ise,
meleklere, peygamberlere ve faziletli
ilim adamlarına uyarak: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmiyorum, diye
cevap vermektir. Şu kadar var ki doğru sözlü yüce
Peygamberimiz ilim adamlarının ölümü ile
ilmin de kaldırılacağını, geriye kendilerinden fetva sorulacak ve görüşlerine
göre fetva verecek cahil birtakım insanların kalacağını bunun sonucunda bunların
da sapacağını, başkalarını da saptıracaklarını beyan buyurmuştur.
Bu âyet-i kerimenin anlamı
ile ilgili olarak Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ashab-ı
kiramdan, tabiin'den ve onlardan sonra gelenlerden rivâyet edilen haberlere
gelince; el-Büstî, Sahih Müsned'inde
İbn Ömer'den şunu rivâyet etmektedir: Adamın
birisi Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a: En kötü bölge
hangisidir? diye sormuş, Hazret-i Peygamber:
"Bilemiyorum, Cebrâîl'e
soruncaya kadar (bana mühlet ver)"
diye cevap verdi, Cebrâîl'e
sordu. Hazret-i Cebrâîl de: Bilemiyorum,
Mikâil'e soruncaya kadar bana mühlet ver. Daha sonra Hazret-i
Cebrâîl gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en
hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır.
Hazret-i Ebû Bekir de ölen
torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı verdi: Geri dön, ben istişare edip
insanlara sorayım, durumu öğreneyim.
Hazret-i Ali de: Ne kadar da yürek
soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç
defa tekrarlardı. Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey
mü’minlerin emiri? diye sorunca Hazret-i
Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hakkında soru sorulur da o da
doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap vermesi.
Adamın birisi,
İbn Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar,
o da şu cevabı verir: Ben bunu bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince
İbn Ömer ona şöyle der:
İbn Ömer'in söylediği söz çok güzeldir. Ona
bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da: Ben bunu bilmiyorum, diye cevap
verdi. Bunu Dârimî
Müsned'inde zikretmektedir.
Müslim'in
Sahih'inde, Buhayye'nin sahibi Ebû Akil, Yahya b. el-Mütevekkil'in şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Said'in yanında oturuyor
idim. Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in babası, senin gibi büyük bir kimseye
bu dine dair bir husus hakkında soru sorulur da senin bu hususta herhangi bir
bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremezsen -veya:
Bu konuda bir bilgin bulunmaz, bir çıkış yolu da gösteremezsen- bu çok çirkin
bir iş olur. Bunun üzerine el-Kasım ona, neden böyle diyorsun diye sorunca şu
cevabı verir: Çünkü sen bir taraftan Ebû Bekir, diğer taraftan
Ömer gibi iki hidâyet İmâmının oğlusun.
el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış
bir kimse açısından bundan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem
veya güvenilir (sika)
olmayan birisinden rivâyet derlememdir. Bunun üzerine Yahya susar ve ona cevap
vermez.
Mâlik b. Enes de der ki: İbn
Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim adamı olan bir kimsenin kendisi ile
birlikte oturup kalkanlara kendisinden sonra "bilmiyorum" demeyi miras bırakması
gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın. Onlardan herhangi
birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da; bilmiyorum, desin.
el-Heysem b. Cemil der ki: Ben
Mâlik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkında soru sorulduğuna ve bunların otuz iki
tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine şahit oldum.
Derim
ki: Ashab-ı kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden buna
benzer rivâyetler pek çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası
ve ilimde insaf sahibi olmamaktır. İbn Abdi’l-Berr
der ki: İlmin bereketinden ve adabından birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır.
İnsaf sahibi olmayan bir kimse, ne kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey
anlatabilir.
Yûnus b. Abdi’l-A'la rivâyetle dedi
ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben
Mâlik b. Enes'in şöyle dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan daha az
hiçbir şey yoktur.
Derim
ki: Bu İmâm Mâlik'in zamanında
böyle idiyse, fesadın yaygınlaştığı ve bayağılıkların çoğaldığı, ilmin, anlayıp
kavramak için değil de başkanlık için talep edildiği zamanımızda durum nasıldır?
Günümüzde ilim, dünyada üstünlük sağlamak, kalbe katılık veren, kinleri
yerleştiren, tartışma ve münazaralar ile akranlara galip gelmek için tahsil
edilir birşey oldu. Bu tür maksatlar ve davranışlar ise takvasızlığa ve
yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter.
Günümüzün bu durumları nerede, Ömer
(radıyallahü anh)'dan gelen şu rivâyetin ifade
ettiği gerçek nerede? Hazret-i Ömer dedi ki:
Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla olmasın . İsterse Zu el-Asaba
-yani Yezid b. el-Husayn el-Harisi'nın kızı
olsun. Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu fazlalık beytü'l-mal'e
konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boylu burnu bir parça basık
bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yoktur, dedi.
Hazret-i Ömer, o da nedenmiş? deyince kadın
şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah:
"Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş
olsanız bile ondan geri hiçbir şey almayın."
(en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzerine
Hazret-i Ömer dedi ki: Bir kadın isabet
etti, bir adam da yanıldı.
Veki', Ebû Ma'şer'den, o
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi, Ali
(radıyallahü anh)'a bir mes'eleye dair
soru sorar.
Hazret-i Ali de o hususta cevabını
verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü’minlerin
emiri, aksine durum şöyle şöyle olmalıdır. Hazret-i Ali şu cevabı verir: Evet
sen isabet ettin ve ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen
vardır.
Ebû Muhammed Kasım b. Esbağ der ki:
Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım. Bekr b.
Hammâd 'dan Müsedded yoluyla gelen hadisleri
aldım. Daha sonra oradan Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlarla
(âlimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde tekrar
Bekr b. Hammâd 'ın yanına gidip Müsedded
yoluyla gelen hadisleri tamamlamak istedim. Günün birinde ona
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini okudum: "Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna
Mudarlılardan çizgili elbiseleri yakalarından delerek giyinmiş kimseler geldi. O
bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben ona: Hayır buşeklindedir, dedim.
Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi okudumsa böylece okudum. Bana şu
cevabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı çıkıyor ve öğünüyor musun?
Veya buna benzer bir ifade kullandı. Daha sonra
bana şöyle dedi: Kalk seninle birlikte -mescidde bulunan bir hocayı göstererek-
şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun yanına vardık ve
bu hususta sorumuzu sorduk. O da benim dediğim gibi buradaki ifade şeklindedir
dedi. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön taraflarına gelir
idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur.
(Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal
demektir). Bekr b. Hammâd burnunu
yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Burnum hakkın önünde yere
sürtülmüştür, dedi ve gitti.
Yezid b. el-Velid b. Abdülmelik'in
şu beyitleri ne kadar güzeldir:
"Bir mecliste konuşacak olur isem
Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır
Ben bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem
Bilgim sona erdiği yerde de susarım."
3- Subhaneke, Alim ve Hakîm:
"Subhane"
kelimesi Halil
ve Sîbeveyh'e göre masdar olarak mansuptur.
Seni şanına lâyık bir şekilde teşbih ederiz, demektir.
el-Kisaî'nin açıklamasına göre ise bu izafet
yapılmış bir nida olduğu için mansuptur.
"Alîm":
Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı
yüce Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz
bilgisini anlatmaktadır.
"Hakîm"in
anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifade etmek içindir.
Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir.
Buna göre
"Hakîm"
yüce Allah'ın fiilî sıfatlarındandır.
Nasılki (işittirici anlamına gelen:) müsmi'
kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan
anlamına gelen:) mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da
(sağlam yapan anlamına gelen) muhkim kelimesi
hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar İbnu'l-Enbârî'ye aittir.
Kimisine göre de
"hakîm"
bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan dolayı maksada aykırı yürüyüp gitmekten
atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam" ismi verilmiştir. Cerir der
ki:
"Ey Hanife oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz
Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan korkuyorum."
Cerir ayak takımlarınızı kötülük
yapmaktan engelleyiniz, demek istemektedir. Züheyr de der ki:
"Atları süren kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp
götürür,
Deriden ve kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. "
Araplar belli bir işi yapmaktan
engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et
(alıkoy) derler.
"Muhkem sûre" ise, her türlü
değişikliklerden ve değiştirmelerden korunmuş, ona ait olmayan bir şeyin
kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şeyin de ona ilave edilmesi önlenmiş sûre
demektir.
Hikmet de buradan gelmektedir.
Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıkoyar. Birşeyi sağlam yapıp da isteğinin
dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şeyi muhkem yaptı" denilir. "Hakîm" ise,
mübalağa ifade eder.
33
"Ey Âdem, onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da
onlara isimlerini haber verdi. (Allah) buyurdu
ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de
bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim?"
Yüce
Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde
sunacağız:
1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi:
"Onlara isimlerini haber ver"
âyeti ile yüce Allah,
isimleri meleklere arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini
emretmiştir. Böylelikle meleklerin, yüce Allah'ın
kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in)
daha bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şanının
yüceliğine, dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah,
Âdem'i meleklerin önüne geçirmek, Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları
Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan
daha faziletli olmuştur. Böylelikle Hazret-i Âdem kendisine secde edilmek ve
bilginin tahsis edilmesi suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş
oldu.
2- Ayete Göre Bilginin ve
Bilginlerin Fazileti:
Bu âyet-i kerimede bilginin
ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadîs-i
şerîfte de şöyle buyurulmuştur:
"Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları dolayısıyla kanatlarını (onun önüne)
serer."
Yani ona boyun eğip alçakgönüllülük
gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları
arasından özellikle ilim ehline bunları yapmalarının sebebi, şanı
yüce Allah'ın, Âdem
(aleyhisselâm) hakkında melekleri böyle bir
tavır takınmak zorunda bırakmasıdır. Ondan bu yana melekler bu şekildeki bir
davranışı kendilerine bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı,
melekler ilme ve âlimlere tazimleri dolayısıyla ilmin talebine ve ilimle
uğraşmaya razı olduklarından dolayı bir insanın bilgi sahibi olduğunu gördükleri
vakit, o kimseye karşı alçakgönüllülük gösterir, boyun eğer ve tezellül
gösterirler. İnsanlar arasından ilim taliplerine karşı durumları bu olduğuna
göre ya gerçekten büyük ilim sahiplerine ve aralarından rabbani olanlara karşı
tavırlan ne olur? Allah, bizleri bunlardan kılsın, bunlar arasında bulundursun.
Şüphesiz ki O, büyük bir lütuf sahibidir.
3- Melekler mi Daha Faziletlidir,
Âdemoğulları mı?:
Burdan hareketle ilim adamları:
Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âdemoğulları mı daha faziletlidir,
hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır.
Bir kesime göre, insanların
arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların velileri,
meleklerin velilerinden üstündür.
Diğer bir kesime göre Mele-i A'lâ
daha üstündür. Melekleri daha üstün kabul edenler,
yüce Allah'ın şu âyetlerini delil gösterirler:
"Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve
O'nun emriyle amel ederler."
(el-Enbiya, 21/26-27);
"Onlar
kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa
yaparlar."
(et-Tahrim, 66/6);
"Mesih
de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de."
(en-Nisa, 172);
"De
ki: Ben size, benim yanımda Allah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı
bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum."
(el-En'am, 6/50)
Buhârî’de
de şu ifade yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni
bir topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun topluluğundan daha hayırlı
bir topluluk arasında anarım." Bu ise bu konuda açık bir nastır.
Âdemoğullarının üstün olduğunu
söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu
âyetini delil gösterirler:
"îman
edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar yaratılanların en hayırlılarıdır."
(el-Beyyine, 98/7)
Peygamber efendimizin şu âyetini da
delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoşnutlukları
kanatlarını (önüne) sererler." Bu hadisi
Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ayrıca
yüce Allah'ın meleklere karşı Arafat'ta
vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil gösterirler. Ancak
daha faziletli olanla öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir:
Peygamberlerin meleklerden daha
faziletli olduğunu kesin olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de
onlardan daha hayırlı olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çünkü bu
konuda kanaat belirtmenin yolu; yüce Allah'ın
ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma
etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda
Kaderiyye'ye ve kadı Ebû Bekr
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'a muhalefet
sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha faziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebû
Bekir der ki: Bizim mezhep âlimlerimizden ve Şia'dan:
Peygamberler daha faziletlidir, çünkü
yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri
emrini vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap verilir: Kendisine secde
edilen, secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çünkü Ka'be'nin önünde
peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz
gibi, bütün yaratıklar da onun etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz
peygamberler -ümmetin ittifakı ile-
Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiçbir kimseye yapılmayacağı
hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü secde etmek bir ibadettir. İbadet ise
ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle
olduğuna göre, herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet
edenden daha hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur.
Bundan sonraki âyet-i kerimede buna
dair ek açıklamalar gelecektir.
4- Gayb Bilgisi:
Yüce
Allah'ın:
"Gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini de Ben bilirim"
âyetinde
yüce Allah'ın -Peygamber
gibi- bildirdiği kimseler veya
yüce Allah'ın bildirdiği kimselerin
bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğinin delili vardır. Buna
göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan)
müneccimler, kâhinler ve benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar
yüce Allah'ın:
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları bilmez."
(el-En'am, 6/59) âyetini tefsir ederken
gelecektir.
5- Açıklanan ve Gizlenen Şeyleri Allah Bilir:
Yüce
Allah'ın:
"Neyi
açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim";
yani melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir
kimse mi yaratacaksın?" şeklindeki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi
açıklarsanız" âyeti ile buna işaret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî
nakletmiştir. ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hazret-i Âdem'e
vakit kaybetmeksizin secde etmeleridir.
"Neyi
gizlerseniz"
âyetinden kastedilen ise İbn Abbâs, İbn
Mes'ûd ve Saîd b. Cübeyr'in açıklamalarına
göre İblis'in kendi içinde gizlediği büyüklük ve masiyet kararıdır.
İbn Atiyye de der ki:
"Gizlerseniz"
âyetinin bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelmesi,
Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Nitekim
bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o topluluğa: Bu
işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin aranızdan
bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır.
Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu
türdendir:
"Muhakkak odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez."
(el-Hucurat, 49/4) Halbuki onlar arasından
Hazret-i Peygamber'e bu şekilde seslenen
sadece Uyeyne (b. Hısn el-Fezarî)'dir. Bir
görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir.
Bir grup müfessir de şöyle
demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da gizlemek de onların tümünün bütün
gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiğini genel olarak ifade etmektedir.
Mehdi b. Meymun der ki:
el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona
el-Hasen b. Dinar, meleklerin gizlediği
neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yüce Allah,
Âdem'i yarattığında melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş oldular. Sanki
bundan dolayı içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra
biribirlerine döndüler ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışarak: Bu
yaratık ne diye sizi endişelendirsin ki? Şüphesiz
yüce Allah, neyi yaratırsa yaratsın, mutlaka biz o yarattığından
Allah katında daha üstün ve değerli olacağızdır, dediler.
"Neyi
açıklarsanız"
âyetindeki
"Ne",
"Bilirim" anlamındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun: "Bilen" anlamına
ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki edatın onunla mansup kabul edilmesi de
mümkündür. O taktirde âyet (bu yönüyle)
"Allah'ın Evi'ni ziyaret edenler" tabirine benzer. Buna dair açıklamalar daha
önceden (2/30. âyetin sonlarında) geçmiş
bulunmaktadır.
34
Hani Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis
dışında derhal secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfirlerden oldu.
Buna dair açıklamalarımız on başlık
halinde verilecektir:
1- Biz Demiştik..:
Yüce
Allah'ın
“Ve iz
kulna”
âyeti:
"Hatırla ki Biz"
anlamındadır. Ebû
Ubeyde'nin burada yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması
uygun değildir. Çünkü bu kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden
(2/30. âyet birinci başlıkta) yapılmıştır.
"Demiştik" diye buyurulup da "demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar
olan Allah'ın kendi zatı hakkında; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için
çoğul zamiri kullanmasıdır.
"Melâike"
kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair
açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Âdem kelimesine
dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki bilgiler de önceden
verilmiştir. tekrarlanmasının anlamı yoktur.
Ebû Cafer b. el-Ka'ka'ın
"li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen "uscudû" kelimesinde yer alan cim
harfinin ötreli (cu) şeklinde okunduğu için ona
rivâyetle "li’l-melaiketu" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. "Elhamdülillahi"
ibaresini "elhamdülüllahi" şeklinde okumak da buna benzemektedir.
2- Secde:
"Secde
edin"
emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun
eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki:
"Ve öyle bir toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar
etraflarında kayboluyor
Küçük tepelerin toynakları altında secde ettiğini
görürsün."
Şair, burada tepelerin atların
toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar tepeleri çiğnemekte
ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır.
"Secde eden göz" tabiri, bakmaktan
çekinen göz demektir. Secde etmenin en ileri derecesi yüzü yere koymaktır. İbn
Faris der ki: Eğilme sözkonusu olduğu zaman "secde etti" denilir. Secde eden
herkes alçalmış olur. "İscad" bakışı sürdürmek demektir.
Ebû Amr der ki: Başını önüne eğdiği zaman
"escede" denilir. Şair der ki:
"Secde ettirildi develerinin yularlarına
Hıristiyanların, hahamlarının önünde secde edişi gibi."
Ebû
Ubeyde der ki: Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu:
"Ve ona: Leyla'ya secde et, dediler, o da secde etti."
Şair, burada başını önüne eğen
deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde onlara karşı secde
ettikleri birtakım resimler bulunan dirhemler demektir. Şair der ki:
"İscad dirhemleri gibi onunla karşılaştı."
3- Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile
Âdem'e Secde Emrinin Hikmeti:
Âdem'i ve onun soyundan gelenleri
üstün kabul edenler, yüce Allah'ın
meleklere: "Âdem'e secde edin" âyetini delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu,
Hazret-i Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur:
"Âdem'e secde edin" âyetinin anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin,
demektir. Bu, yüce Allah'ın şu âyetini
andırmaktadır:
"Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl"
(el-İsra, 17/78); güneşin kayması esnasında namaz kıl, demektir.
Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir:
"Ona
ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın"
(el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını
tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye
kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha
faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek
açıklamış bulunuyoruz.
Eğer: Âdem onlardan daha faziletli
değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye
sorulacak olursa; şu şekilde cevap verilir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir
parça kendilerini büyük görür gibi olunca, Allah, onlara kendisinden başka
birisine secde etmeleri emrini verip kendilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine
ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Bazı âlimler de şöyle
demektedirler: Melekler Âdem (aleyhisselâm)'ı
kusurlu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini
bilmiyorlardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde
etmekle emrolundular. Yüce Allah'ın
onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım" dediğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir
kimse mi yaratacaksın" demelerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini
emretmiş olması da ihtimal dahilindedir. Şanı yüce
Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği vakit onların bu şekilde
cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce
Allah onlara:
"Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım."
(Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit
siz de ona secdeye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani,
bu sizin şu anda bana söylediğinize ceza olmak üzere böyle olacaktır, demektir.
Denilse ki:
İbn Abbâs, insanların daha faziletli oluşuna
şunları delil gösterir: Şanı yüce Allah,
yüce Rasulünün hayatına şu âyetiyle kasem etmiştir:
"Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir
haldedirler."
(el-Hicr, 15/72)
Diğer taraftan şu âyetiyle da Hazret-i Peygamber'e
Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir:
"Ta ki
Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etsin."
(el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır:
"Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle
cezalandırırız."
(el-Enbiya, 21/29)
diye buyurmuştur.
Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı
yüce Allah, bizzat kendi hayatına kasem
ederek: "Hayatıma yemin olsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da kasem
etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise onların
Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili değildir. Yine
yüce Allah, incire ve zeytine de yemin
etmiştir.
Şanı
yüce Allah'ın:
"Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.."
âyeti ise,
yüce Allah'ın
Peygamberine şu âyetini andırmaktadır:
"Yemin
olsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz ziyan
edenlerden olursun"
(ez-Zumer, 39/65)
Buna göre, İbn Abbâs'ın bu açıklamalarında,
(Hazret-i Âdem'in ve oğullarının meleklere)
üstünlüğüne delalet edecek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
4- Meleklerin Âdem'e Secde Şekli:
İlim adamları, meleklerin Âdem'e
secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte,
secdelerinin keyfiyeti hakında farklı görüşlere sahiptirler.
Cumhûr der ki: Bu, namazda alışılmış
secdede olduğu gibi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi.
Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna
dayanılarak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini
açıkça ortaya koyuş, yüce Allah'a da
itaat mahiyetinde idi. Hazret-i Âdem de bu durumda bizim için kıblenin konumuna
benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde
edin" demektir. Nitekim kıbleye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz
kıldı denilmek istenir.
Bir başka kesim de şöyle demiştir:
O secde, günümüzde alışılmış olan alnın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü
geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu
aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde
edin" âyeti; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin"
demektir. "Derhal secde ettiler" âyeti de onlara verilen emri yerine getirdiler,
demektir.
Yine şu hususta da farklı görüşler
ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde secde etmek, Âdem
(aleyhisselâm)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre,
yüce Allah dışında bütün kainatta ondan
başkasına secde câiz olmaz mı demektir, yoksa Hazret-i Âdem'den sonra da
Hazret-i Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek câiz mi idi? Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkarttı
(oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar"
(Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son
hal bu mudur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç
ve deve Resûlüllah'a secde ettiğinde
şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde etmeye biz daha
lâyıkız. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu:
"Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir
kimseye secde edilmemelidir."
İbn Mâce
Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediğini rivâyet
etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem):
"Bu
da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey
Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve
büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Hayır, böyle birşey yapma, çünkü
ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam,
kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine
getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getirmiş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan
eğere çıkmış olsa dahi kocası yanına gelmesini isteyecek olursa ona karşı
çıkmamalıdır."
Hadisin bu lâfzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer
(el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında
doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında
hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerlere
(el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz
yoluyla gelen rivâyetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir:
Hazret-i Peygamber insanlara secde
etmeyi yasakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.
Derim
ki: Sûfilerin cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve
istiğfarda bulunmaları esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde etmeyi
adet haline getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cezbe
haline geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş.
Ancak bu onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıbleye doğru
mu başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. Onların bu şekildeki
amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır.
5- İblis:
"İblis
dışında derhal secde ettiler"
âyetinde yer alan İblis kelimesinin mansub olması
(yani sin harfinin üstün olması) istisnanın
muttasıl olması dolayısıyladır. Çünkü İblis,
Cumhûrun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında
İbn Abbâs, İbn Mes'ûd,
İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb,
Katâde ve başkaları da vardır. Şeyh
Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi
de bu görüşü tercih etmiştir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur.
İbn Abbâs der ki: İblis'in ismi Azâzîl idi,
meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise,
bunlardan mahrum bırakıldı.
Simak b. Harb'ın
İkrime'den rivâyetine göre
İbn Abbâs şöyle demiştir: İblis meleklerden
idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona
gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu.
el-Maverdî'nin
Katâde'den naklettiğine göre ise İblis
meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu türe "el-cinne" denilir.
Saîd
b. Cübeyr der ki: Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten
yaratılmıştır. İblis de bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan
yaratılmışlardır.
İbn
Zeyd, el-Hasen ve yine
Katâde der ki: Âdem nasıl insanların babası
ise İblis de cinlerin babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade
İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. O der
ki: Onun asıl ismi "el-Hâris"dir.
Şehr b. Havşeb ve bazı usulcüler
der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve meleklerin kendileri ile Savaştığı cinlerden
idi. Melekler onu küçükken esir almış, o da meleklerle birlikte ibadet edip
durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir. Ayrıca bunu
Taberi, İbn Mes'ûd'dan da rivâyet etmiştir.
Buna göre buradaki istisna munkatı'dır. Yüce Allah'ın
şu âyetinde olduğu gibi:
"Onların bir zanna uymaktan başka buna dair hiçbir bilgileri yoktur."
(en-Nisa, 4/157) Konu ile ilgili iki görüşten
birisine göre şu âyet-i kerimedeki istisna da böyledir:
"...
kestikleriniz hariç olmak üzere"
(el-Maide, 5/3)
Şairin şu sözleri de bu tür bir istisnadır:
"Senin için susuzluk da açlık da yoktur
Uyumaktan başka ve uyumak da yasaktır."
Bu görüşü savunanlardan kimisi şunu
da delil göstermektedir: Yüce Allah,
melekleri nitelendirirken şöyle buyurmuştur:
"Onlar
kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa
yaparlar."
(et-Tahrim, 66/6)
Diğer taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine delil
göstermektedirler:
"İblis
müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinlerdendi."
(el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır.
Birinci görüşün sallallahü aleyhi
ve sellemunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı
yüce Allah, bedbaht olacağını ezelden beri
bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dışına çıkması -yüce
Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yaptığından
sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın
kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleştirilmesi de
onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir.
İblis, yeryüzünde bulunan cinlerden
idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu rivâyete karşılık
olarak İblisin meleklerle birlikte yeryüzünde bulunan cinlere karşı Savaştığına
dair rivâyetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî
ve başkası nakletmiştir. es-Sa'lebî
de İbn Abbâs'tan şunu nakletmektedir: İblis,
Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlandırılan taifeden olup
bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak melekler nurdan
yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice ismi "Azâzîl" Arapça ismi "el-Hâris" idi.
Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Oranın ve
yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok ibadet eden ve
en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare ederdi. O bundan
dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu görüşüne kapıldı. İşte
onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a
asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği
günah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir
masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hazret-i Âdem'in günahı bir masiyet
idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri
için- meleklere cin ismi da verildiği olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Onlar
kendisiyle cinler arasında bir nesep uydurdular"
(es-Saffat, 37/158). Şair de Hazret-i Süleyman'ı sözkonusu ederken şöyle
demektedir:
"Meleklerin cinlerinden
(görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı,
Onun huzurunda ayakta dururlar, ücretsiz çalışırlardı."
Diğer taraftan İblis cennetin
bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi
(cin), cennetin adından türetilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İblis kelimesi, Allah'ın
rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden türemiştir. Bu görüş
Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir
görüşe göre bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de türemiş
değildir. Bu görüş de ez-Zeccâc ve
başkalarına aittir.
6- Secde Etmemenin Pişmanlığı:
"O ise
dayattı"
âyeti kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi, demektir.
Ebû Hüreyre'den gelen sahih hadiste de bu
durum ifade edilmektedir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"İbn Âdem secde (âyetini)
okur da secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der.
Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet
verilecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O
bakımdan bana da cehennem var."
Bu hadisi Müslim rivâyet
etmiştir.
7- Müstekbirlik Şeytanın Huyudur:
"Ve
kibirlenerek kafirlerden oldu."
îstikbâr; kişinin kendisini büyük görmesi
demektir. İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e secde
yapılmasını da büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e secde etmeyi
terketmesi, yüce Allah'ın emir ve bu
emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu şekildeki bir büyüklenmeyi
Hazret-i Peygamber şöylece ifade
etmektedir: "Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan bir kimse
cennete girmeyecektir." Bir diğer rivâyete göre de adamın birisi şöyle demiş:
Kişi elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine
Hazret-i Peygamber şöyle der: "Şüphesiz
Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak ve insanları
hakir görmektir." Bu hadis Müslim tarafından
rivâyet edilmiştir. Hakka karşı çıkmanın anlamı ise onu anlamsız görmek, onu
batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük görmek" de onları hakir görmek, onları
küçümseyerek alay etmektir. Yani bir kimseyi
küçük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür edilmediği zaman da
nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu hususu, açık bir
şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize aktarmaktadır:
"Ben
O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
(el-Araf, 7/12);
"Ben,
çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?"
(el-İsra, 17/61);
"Ben,
kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek
değilim"
(el-Hicr, 15/33).
Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun kâfir olduğunu beyan
buyurmuştur. Buna göre, yüce Allah'ın
emirlerinden yahut onun Rasulünün emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve
basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf
edilmeyen hususlardandır.
İbnü'l-Kasım'ın
İmâm Mâlik'ten rivâyetine göre o şöyle
demiştir: Bana ulaştığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis
Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti.
Katâde
de der ki: İblis Âdem'i Allahü teâlâ'nın ona
verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise
çamurdan.
Günahların başlangıcı
kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra
ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır.
8- Müstekbir Şeytan, Kâfirlerdendir:
Yüce
Allah'ın:
"Kafirlerden idi"
âyetinin; Kâfirlerden oldu, anlamında olduğu
söylenmiştir. Yüce Allah'ın:
"O da
suda boğulanlardan oldu"
(Hud, 11/43)
âyeti de bu türdendir. Şair de şöyle demektedir:
"Uçsuz bucaksız kupkuru bir çöldeki binektir sanki
Ele avuca gelmez ve yumurtalarından çıkıp yavru olmuş
kekliğe benzer."
İbn Fûrek der ki: Burada yer alan
"Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu" anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki
asıl kaidelere aykırıdır. Tefsircilerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı
şudur: Yani yüce
Allah'ın ezelî ilminde onun kâfir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü
gerçek manada kâfir ve gerçek manada mü’min
şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne
şekilde öleceğini bildiği kimsedir.
Derim ki:
Bu açıklama şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de
yer aldığına göre Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Ameller ancak sonuçları ile değerlendirilir."
Denildiğine göre İblis,
yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş,
ona başkanlık ve cennet bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı
münafıklara dillerinin ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı
verildiği gibi, tıpkı Bel'am (b. Baura)'ya yine
dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söylemek imkanı verildiği gibi. Bu başkanlığı
sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice yer etmişti.
İbn Abbâs der ki: İblis kendisinin sahip
olduğu bu imkanlar sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan
dolayı "ben ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce
Allah'ın şu âyeti de bu sebep dolayısıyladır:
"Kendi
ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir? Sen büyüklendin mi, yoksa
yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?"
(Sad, 38/75) Yani
sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın
(istikbâr) . Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle
yarattığımda herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı
yüce Allah "kafirlerden oldu" diye
buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet ateşiydi. Bundan dolayı
yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle
demişti:
"Senin
izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım."
(Sad, 38/82) İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet
kendisinin Âdem'den üstün olduğu görüşüne kapıldı.
Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre o
şöyle demiştir: Melekler izzetin nurundan İblis de izzetin narından
(ateşinden) yaratılmıştır.
9- Kerametler Veya Olağanüstü Haller:
İlim adamlarımız -yüce
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki:
Peygamber olmayanların elleri
vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar
ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü haller, o kişinin veli oluşunun delili
değildir. İlim adamlarımız, bu görüşleriyle kimi mutasallallahü aleyhi ve
sellemvıflara ve rafızîlere muhalefet
ederler. Çünkü bunlar şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun
delilidir. Çünkü o kişi, veli olmasaydı şanı yüce
Allah, bu gibi şeyleri onun elleri vasıtasıyla izhar etmezdi.
Bizim delilimiz, bizden bir
kimsenin (yani bir insanın) şanı
yüce Allah'ın velisi olduğunu bilmek, ancak
onun mü’min olacağını bilmekten sonra
sahih bir delil olabilir. O kişinin mü’min
olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin
yüce Allah'ın bir velisi olduğunu
kesinlikle söylemek imkanımız olmaz. Çünkü yüce
Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah
tarafından mutlaka îman ile öleceği bilinen kimsedir. Böyle bir kimsenin îman
üzere öleceğini kesinlikle söylemek imkanına sahip olmadığımızı ittifakla kabul
ettiğimize göre, hatta o kişinin kendisi dahi îman üzere öleceğini kesinlikle
söyleyemediğine göre, onun bu harikulade halinin
yüce Allah'ın velisi olduğunun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim
adamlarımız devamla derler ki: Bununla birlikte şanı
yüce Allah'ın bazı velilerini
(gerçek dostlarını) güzel akıbetine ve amelinin
nihaî haline kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması
imkansız birşey değildir. Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları
ortaya koymuştur.
Taberi'nin
görüşüne göre ise şanı yüce Allah, bu
İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir.
Bunlar ise, peygamberliğini
bilmelerine ve çok eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişlerine olan
ni'metlerini bilmelerine rağmen Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkar eden
yahudilerdir.
10- İblis'ten Önce Kâfir Var mıydı?:
İblisten önce kafirin olup olmadığı
hususu ile ilgili farklı görüşler belirtilmiştir. Kimisine göre, yoktur, İblis,
inkar edip kâfir olan ilk kişidir. Kimisine göre ise, ondan önce cinlerden
kâfirler vardı ve bunlar yeryüzünde yaşıyorlardı.
Yine İblisin küfrü cehlî
(bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi
konusunda da Ehl-i Sünnet âlimleri
arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte kâfir olmadan önce onun
yüce Allah'ı bilen bir kimse olduğu
hususunda görüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî olarak kâfir olduğunu kabul
edenler şöyle der: O kâfir olduğu vakit, ilimden mahrum bırakıldı. İblisin
küfrünün inadî olduğunu söyleyenler de şöyle der: O, bilgiye sahip olmakla
birlikte kâfir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi
kalmakla birlikte inadî olarak kâfir olmak uzak bir ihtimaldir. Ancak bana göre
bu caizdir (mümkündür).
Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden
mahrum kılmasıyla birlikte imkansız değildir.
35
Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette
yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca
yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."
Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç
başlık halinde yapacağız:
1- Cennette Yerleşmek:
"Dedik
ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş."
Kâfir olması ile birlikte
yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp
uzaklaştırdığında görüş ayrılığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da
yüce Allah, Hazret-i Âdem'e: "yerleş"
emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı
mesken tut. Mesken sükûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:
"O (mızrak) seken
(ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."
Yine seken, kendisiyle huzur
bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek
üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla
kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin
edilmesi)dir. Tasarrufunun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula
(aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir.
Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona
bir sükûnet kazandırır.
2- Hazret-i Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve
Benzeri Akidler:
Yüce
Allah'ın "yerleş (uskun)" diye
buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk
edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna
(mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye
kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir
giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.
Derim
ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu
sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir
meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz.
Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir.
eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene
kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü
halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur
ise, ölmesi halinde o ev asıl sahibine döner.
"Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu
kadar var ki umrâ hakkındaki görüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş
ayrılıklarından daha güçlüdür. "Umrâ"ya dair açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde
gelecektir.
el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi
şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı,
menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ
ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda Araplar arasında görüş
ayrılıkları yoktur. Bu, İmâm Mâlik’in ve
onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine
malik olunacağı, kendilerine (radıyallahü
anhkabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir.
Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da
görüşüdür.
"Umrâ": Senin bir kimseyi
sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da
böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana
dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek
anlamına gelen) murakabe"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise,
onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı
bunun câiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır.
Ebû Yûsuf ve
Şâfiî bunu câiz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir.
İmâm Mâlik ve diğer Küfe âlimleri ise bunu
câiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her birileri
arkadaşının ölümünü âdeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem câiz gören hem de
men'eden iki Hadîs-i şerîf vardır ki
bu ikisini de İbn Mâce Sünen'inde
kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah
rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Umrâ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ
da kendisine verilen kimse için caizdir."
Bu
Hadîs-i şerîfte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik
sözkonusudur.
İkinci hadis ise,
İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukbâ diye verilecek
olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur."
İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin
ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin olsun" demesidir.
Hadîs-i şerîfte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını
ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur"
âyeti ise bunun câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda
Nesâî de rivâyet etmiştir.
İbn Abbâs'ın şöyle dediğini de
nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.
İbn Münzir der ki:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umrâ
kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Münzir bu
Hadîs-i şerîfi sahih kabul
etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir
delildir. Hazret-i Ali'den de bu kanaat rivâyet edilmiştir.
es-Sevrî ve
İmâm Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha
dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der ki: Her kim
rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.
Ifkâr ise,
(omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan
gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek
olursa, sırtına binmek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı
tarafından sırtından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu
tabir kullanılır.
İhbal
(noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi
deve, yahut üzerinde Savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir
kullanılır. Züheyr der ki:
"İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse
ederler
Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da
(vermekte) aşırı giderler."
Minha: Bağış demektir. Bu
ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meniha ise, bir kişinin bir başkasına
sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya
da koyunu vermesi demektir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Ariyet alınan şey geri ödenir,
minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder"
Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivâyet edilmiştir,
Tirmizî,
Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir.
Sahih bir hadistir.
Itrâk ise, erkek deveyi ariyet
olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında
yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve ile ilişki Kurması
anlamındadır. "Tarûkatu’l-fahl" ise dişi deve anlamındadır. Erkek deve
tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun
tarukatu’l-fahl" denilir.
3- "Sen" Zamiri:
"Sen
zevcenle birlikte..."
âyetindeki
"sen"
zamirinin ayrıca kullanılması, (yerleş)
fiilindeki zamiri tekid içindir.
"Sen
ve Rabbinle birlikte git"
(el-Maide, 5/24)
âyeti de bunun gibidir.
"Sen"
zamiri
kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle
birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş
(yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki
vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen
Yaban öküzleri gibi seke seke gelince
(ona) dedim ki. . ."
Burada "parlak beyaz" kelimesi
"gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu
şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde
bulunmak Kur'ân dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte
kalk, demek gibi.
4- Hazret-i Âdem'in Eşi Hazret-i Havva:
"Sen
zevcenle birlikte"
âyetindeki
"zevce"
kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar
daha önceden geçmişti. Müslim'in Sahih'inde
yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme
b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammâd b.
Seleme, Sabit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivâyetle dedi ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile birlikte iken
yanından bir adam geçti. Hazret-i Peygamber,
o adamı çağırdı. Yanına gelince şöyle buyurdu:
"Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevcemdir."
Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında
birşeyler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar."
Âdem
(aleyhisselâm)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır.
Ona bu ismi ilk veren yine Hazret-i Âdem'dir. Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in
kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı
çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir
diye sorulmuş, Hazret-i Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: İsmi
nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır
(imrâe) dedin diye sorulunca o: Çünkü
(kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu
sefer: Neden peki Havva ismini verdin, diye sorulunca Hayy
(diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.
Rivâyet edildiğine göre ona bu
sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır. Yine rivâyete
göre melekler ona: Ey Âdem, sen bunu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu
sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva
ise, Âdem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte:
Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi
olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ûd ve
İbn Abbâs der ki: Hazret-i Âdem, cennete
yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca
Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükûn bulsun
ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hazret-i Âdem uyanıp da onu görünce sen
kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükûn bulasın diye, senin
kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte
yüce Allah'ın şu âyetinin anlamı da budur:
"Sizi
tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini
yaratmıştır."
(el-A'raf, 7/189)
İlim adamları derler ki: İşte
bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in
Sahih'inde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
"Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivâyette şu
da vardır: Kaburga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan
kadın sana karşı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade
edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya
kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır."
Şair de buna işaretle şöyle demektedir:
"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin
Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması
demektir.
(Kadın) nasıl olur da
yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir?
Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey
değil midir?"
İşte ilim adamları buradan hareket
ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve
kadın alametlerini kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga
kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin
sayısı kadının kaburga kemiklerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu
aynı zamanda Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir.- Çünkü Hazret-i Havva,
Hazret-i Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda
bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- gelecektir.
5- Cennet:
"...
cennette yerleş..."
âyetinde geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de
geçmişti. Mu'tezile ve
Kaderiyye'nin, Hazret-i Âdem ebedîlik
cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette
(bahçede) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur.
Mu'tezile veya
Kaderiyye, bid'at kabilinden bu görüşlerine
şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı,
İblis'in Hazret-i Âdem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır.
"Orada
ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır."
(et-Tur, 52/23);
"Orada
ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan"
(en-Nebe', 78/35);
"Orada ne
boş bir söz, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak
"selam
selam" sözüdür."
(el-Vakıa, 56/25-26) Diğer taraftan
yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla da
cennetlikler cennetten çıkmazlar:
"Onlar
oradan çıkarılacak da değillerdir."
(el-Hicr, 15/48)
Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden
uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise
orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Havva da masiyetleri
sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.
Bu şekilde görüşlerini
delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve
Kaderiyye devamla derler ki: Hazret-i
Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen,
ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte,
ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?
Cevap şudur: Şanı
yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet"
kelimesini elif lâm'lı ile belirtili (marife)
yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin sözünden bütün
insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedîlik cennetini istediğidir. Başka
birşey anlaşılmaz. İblis'in Hazret-i Âdem'i aldatmak üzere cennete girmesi ise,
aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hazret-i Mûsa, Hz Âdem ile karşılaşmış
ve Hazret-i Mûsa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht olmasına sebep
oldun, onları (lâm-ı tarifli olarak) cennetten
çıkarttın." demiştir. Burada (cennet kelimesinin
başına) elif lâm'ın geliş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna
delil olsun diyedir. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın bu sözlerine itiraz
etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hazret-i Mûsa'ya cevap verirdi.
Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna göre
yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin,
cennetten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden
anlaşılmaktadır.
Bunların delil olarak gösterdikleri
âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yüce Allah
tarafından Kıyâmet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek
şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi
kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte,
ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve
bu imkansız birşey değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına
girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan
cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu
anahtarlar ondan alındı. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) da İsra gecesi
cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun gerçekten
ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.
Mu'tezile ve Kaderiyye'nin; cennet
kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı
günahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir.
Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı
Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır.
Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın
orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü
masiyetlere, küfür ve yalana şahit olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada
birtakım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan
cennetin durumu da böyledir.
Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı
hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan cennetin Âdem
(aleyhisselâm)'ın çıkartıldığı cennet olduğu
üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin
görüşlerinin bir anlamı yoktur.
Aksi görüş savunanların: Aklının
mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde ebedilik ağacına talib
olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru
tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk
yurdunda ebedilik ağacına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari
aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû
Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan
Hazret-i Âdem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?
6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:
"Ondan
bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz"
âyetinde yer alan
"Afiyetle"
kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile
(üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise
sükûnlu okumuştur.
"Reğed" elde edilmesinde zorluk
çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki:
"Kişiyi nimet içinde görürsün,
Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin
olarak."
Bir topluluğun eğer verimi bol,
geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler
kullanılır. "Afiyette" anlamındaki kelimenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş
bir mastara sıfat olmasıyladır.
7- Yasak Ağaç:
"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız."
Yani, yemek
suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı.
İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b.
Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim: Eğer
(radıyallahü anh harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun
anlamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona
yakın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre,
(radıyallahü anh harfinin ötreli okunuşu ile)
bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile
su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri
kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir
araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir,
diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir,
dedi.
İbn
Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı
yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini
yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten
bir işi yasaklamayı gerektiren bir lâfız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak"
lâfzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu
seddüzzerai'e dair apaçık bir misaldir.
Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir:
Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye
buyurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in
cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir
yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez,
yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce
Allah'ın:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
(el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten
çıkarılacağının delilidir.
8- Bu Ağaç:
"Bu
ağaca yaklaşmayınız."
tabiri Arapçada müphem
(belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lâm'lı kelimeler ile
nitelendirilir. İbn Muhaysın (...........)ı
(...........) şeklinde okumuştur. Asıl olan da
bu şekildir. Çünkü bu kelimenin sonundaki "h"
harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan
dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan
başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.
Şecere "ağaç": Yeryüzü
bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu kökten olarak "meşcere" ağaçlık yer
demektir.
9- Hazret-i Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?
Tefsir âlimleri, Hazret-i Âdem'e
yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler
belirtmişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs,
Saîd b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin
görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi de işte
budur.
Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve
Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan
tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Vehb b.
Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hazret-i Âdem'in tevbesini kabul edince sünbülü
(başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.
İbn
Cüreyc'in bazı sahabilerden rivâyet ettiğine göre o, incir ağacı idi.
Said de Katâde'den bu şekilde rivâyet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir
yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır.
Çünkü Hazret-i Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî
zikretmektedir.
İbn
Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivâyetler arasında
Hazret-i Peygamber'den gelen bir haber
ile desteklenen bir rivâyet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı
yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e bir
ağaçtan yemeyi yasakladığı ve Hazret-i Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği,
ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.
Ebû Nasr el-Kuşeyrî
de der ki: İmâm olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel
olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sınanması için yasak kılınmış bir
ağaçtı.
10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hazret-i Âdem Ağaçtan Nasıl
Yedi?
Yine tefsir âlimleri, yasak ile
birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine rağmen Hazret-i Âdem'in o
ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle
demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında başka bir ağaçtan yediler.
Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde
bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp
hareket etmek şeklinde Hazret-i Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu
görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a
karşı ilk isyandır.
(İbnü'l-
Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip
de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil
vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının
çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir.
İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar ise,
şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret
edilen ekmeğin tayini sözkonusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle
yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi
veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş
ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle
yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (aleyhisselâm)
kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hazret-i Âdem'e tayin edilen bir
ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise
sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine)
değil de lâfza göre yorumlamıştır.
Bizim
mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hakkında
farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek
üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır.
"el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o
buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu’l-Mevvâz ise der
ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir.
Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz)
hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu
buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği takdirde
yeminini bozmuş olur.
O buğdayın bedeli ile yiyecek
birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden
yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
Başkaları da şöyle demiştir: Âdem
ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde
yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki:
Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada
sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah
burada: "Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile
tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın
şu âyetinde de aynı şey sözkonusudur:
"Sakın
sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın."
(Taha, 20/117)
İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o
ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından
gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah
adına yemin ederek, Hazret-i Âdem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan
yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabî
der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de
naklî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair
sahih bir rivâyetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan
yüce Allah, cennetteki şarabın
niteliklerini belirtirken:
"Onda
herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat,
37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına gelince,
peygamberler
peygamber olduktan sonra farzları yerine
getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak
şeylerden korunmuşlardır.
Hazret-i Âdem'in Peygamberliği:
Derim
ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Âdem'in cennette yerleştirilmesinden
önce peygamber olduğu hükmünü
yüce Allah'ın:
"O da
onlara isimlerini haber verince.."
(el-Bakara 2/33)
âyetinden çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah,
ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın
ilminden birtakım bilgileri haber vermesini emretmeştir.
Hazret-i Âdem'in unutarak yasak
ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya
kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.
Derim
ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah,
Kitab-ı Kerîm'inde bunu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle
buyurmuştur:
"Yemin
olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onda bir sabır ve
sebat bulmadık. "
(Taha, 20/115)
Fakat peygamberlerin marifetlerinin
çokluğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat
kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O
bakımdan Hazret-i Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını
engelleyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o
emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer
şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı
günden Kıyâmet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir
kefeye, Âdem'in de kendisini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in
kendisini dizginlemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim
yüce Allah:
"Biz
onda bir sabır ve sebat bulmadık."
(Taha, 20/115)
diye buyurmaktadır.
Derim
ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir
ifadedir. Aralarından peygamberimiz
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi
ihtimali vardır. Çünkü Peygamber
Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri
derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde
peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendilerini dizginlemesi
şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Derim
ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna
göre, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar,
halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçları da kapsamakta idi.
Peygamber Efendimizin, bir parça altın
ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır" bir
başka rivâyete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helâk edecektir" demesi gibi.
Hazret-i Peygamber bu ifadeleriyle
muayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir.
11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?
Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen
-ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk
olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yasağın vesvesecisidir.
(Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır).
Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur.
İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi
bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı
sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi
öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Havva,
Hazret-i Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın
kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e
ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan
dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği halde
bir zararını görmedi. Hazret-i Âdem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı
olmadı, deyince Hazret-i Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye
başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü
yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu
ağaca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan
her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı,
günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi.
Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememişti.
İşte bundan dolayı kimi ilim adamı
şöyle demiştir: İki hanımına veya iki
cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut
hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o
eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize
mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım
der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad
olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lâfzın mutlak
ifadesinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu
görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan,
herhangi birisinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her
iki cariyesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması
demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini
yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini
bozmuş olur.
Eşheb de der ki: Tek başına giren
hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi,
boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır.
İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir
kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.
Derim
ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik
edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından
işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse:
İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte
o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce
Allah'ın:
"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız"
âyeti Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa
ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" âyeti ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde
karşı karşıya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de
bu yasağı işlemedikleri sürece zâlimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek
başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü
yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hazret-i Âdem ise bu
inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi.
Yüce Allah'ın:
"Yemin
olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik. O ise unuttu"
(Taha, 20/115) âyetinin anlamı budur.
Denildiğine göre, Hazret-i Âdem'in
unuttuğu ise şu âyetinde dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir:
"Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra sıkıntıya uğrarsınız"
(Tâhâ, 20/117)
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Peygamberler Küçük
Günah İşler mi?
Bu hususta ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin
-Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme
maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla
birlikte bütün ilim adamları Peygamberlerin
büyük günahları işlemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü
gerektiren her türlü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul
etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye
göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefainî'ye göre ise, bunun
böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zetile'ye göre ise, bu durum
-kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir
gereğidir.
Taberi
ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki:
Peygamberlerden küçük günahlar sadır
olur. Bu konuda: Peygamberler bütün
bunlardan korunmuşlardır (masumdurlar).
Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak
ise, Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları
çıkardıkları Hadîs-i şerîfleri
gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Mâlik,
Ebû Hanîfe ve
Şâfiî mezhebine mensup fukahânın Cumhûru
ise şöyle demektedirler: Peygamberler,
tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece
korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında
herhangi bir karineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla
emrolunmuşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini câiz kabul edersek
onlara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin
maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak
veya masiyettir. Fakat bir kişiye masiyet olma
ihtimali olan bir işi yerine getirmesini emretmek doğru değildir. Özellikle usul
âlimleri arasında, çatışma olması halinde uygulamayı sözden öncelikli kabul
edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.
Üstad Ebû İshak el-İsferainî der
ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin
küçük günah işlemeleri câiz değildir. Kimisi de câiz kabul etmiştir. Ancak bu
meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden
sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı
yüce Allah, onların bir kısmının birtakım
günahları işlediklerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş,
bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları
işlediklerini haber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe
etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile-
tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur.
Ancak bunların hepsi de peygamberlerin
makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri bu küçük hatalar,
nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya
unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi
işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana gelmiştir. Ve onların bu
hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır. Onların mevkilerine, kıymet ve
kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü
seyisin mükâfat görebileceği bir işi yaptığından dolayı vezir sorumlu
tutulabilir. O bakımdan peygamberler
güvenlik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte
Kıyâmet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû
İshak der ki: İşte doğrusu da budur.
Cüneyd'in
şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat
olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin
-Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine
delil teşkil etseler bile bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini
düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu
hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün
tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun.
13- Zulüm:
"Yoksa
ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."
Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması
gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat
sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâbiga der ki:
"Akşam vakitleri durup orada ona sorarak;
Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten;
Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,
Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi
etrafını çeviren eşikler."
Kazıdan çıkarılan toprağa da
"ez-zalîm" denilir. Şair der ki:
"Korkudan sonra bir çukurda
(kabirde) buldu kendini
O çukura (önceden alınmış)
toprakları (zalim) geri konarak."
Herhangi bir hastalığı olmaksızın
deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere
zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir.
Erken sağılan süte de "zalime"
denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce
başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri kullanılır. O süt için de
"mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:
"Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim
Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?"
Çok zulmeden kimseye "zalîm"
denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür."
(Lukman, 31/13)
"...
ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz."
Ordan hesapsız olarak yeyiniz
demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz.
Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -âyet-i
kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden de
(altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
36
Bunun üzerine şeytan, onları oradan kaydırıp içinde
bulundukları halden çıkardı. Biz de dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak
inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak
şeyler vardır."
Bu âyetin:
"
Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı"
bölümüne
dair açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:
1- Şeytanın Kaydırması:
"Bunun
üzerine şeytan onları oradan kaydırıp"
âyetinde yeralan ve "onları
kaydırdı" anlamına gelen (.........) kelimesini
çoğunlukla günah anlamına gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve
elif'siz okumuşlardır. Yani şeytan onları
yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşmelerini sağladı.
Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak
anlamını ifade eden kökten elifli olarak şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan
uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: Onları izale etti,
anlamındaki okuyuş zevalden gelir. Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu,
masiyete yöneltti demek olur.
Derim
ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğunluğun
okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifade ettiği
anlam da bunun delilidir:
"Onları, kazandıklarının bir kısmı yüzünden ancak şeytan kaydırmak istemiştir."
(Âl-i İmrân, 3/155);
"Şeytan onlara vesvese verdi."(el-A'raf,
7/20; Taha, 20/12). Burada sözü geçen vesvese ise masiyeti işlemelerini
sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yoksa şeytanın bizatihi herhangi bir
kimseyi bir yerden başka bir yere izale etme gücü yoktur. Onun gücü ancak o
kimseyi yanılmanın çerçevesine sokmaktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı
sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder. Bunun
anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Burada onların zelle'ye
düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde kulanılan kelimeden gelmektedir. O vakit
mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi
zevalden gelir. Nitekim İmruu’l-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı anlamda
kullanmıştır:
"(At) ağır olmayan genç(i),
sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır)
Atâ binmesini
beceremeyen ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider."
Yine İmruu’l-Kays
(bu kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle
demektedir:
"Ve kırmızı bir at ki sırtından eyeri kayar
Dümdüz kaya parçası üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi."
2- Cennetten Çıkış:
"İçinde bulundukları halden çıkardı"
âyetine gelince, eğer bundan önceki ifadeyi bir
yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çıkardı" ifadesi bu izale
edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cennette bulundukları yerden
(yine cennette) bir başka yere çıkarılmış
olmaları şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar
cennetten çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer
taraftan Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis
-Allah'ın laneti üzerine olsun- Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartmak kastında
değildi. Onun maksadı Hazret-i Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi
uzaklaştırıldığı gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadına
ulaşamadı, muradı gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve hesapları
boşa çıktı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sonra
Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi."
(Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda Hazret-i Âdem,
cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken
arzında Allah'ın halifesi oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir
fark vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.
Âdem'in cennetten çıkartılmasının
İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İblisin sebebi ve aldatması dolayısıyla
olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başkaları arasında, İblisin Hazret-i Âdem'i
aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun keyfiyeti ile
ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ûd, İbn
Abbâs ve âlimlerin çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuşma
ile olmuştur. Bunun delili ise, yüce Allah'ın
şu âyetidir:
"Bir
de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim diye yemin etti."
(el-A'raf, 7/21) Onlara yemin etmesi,
ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konuşarak olduğudur. Bazılan
da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b.
Münebbih'ten nakletmektedir- şöyle demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete
girdi. O sırada yılan dört ayaklı deveyi andıran ve
yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvanları
andıran bir şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yaptığı
halde yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yılan
İblis'i cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hazret-i Âdem ile
eşine yasak kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağaca
bir bak. Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İblis bu
aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Arkasından
Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi
bir zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de avret yerleri açığa çıktı
ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi,
Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rabbim, dedi. Niye
çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, dedi.
Yüce Allah, bunun üzerine şöyle buyurdu:
Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha sonra yılana lanet
okundu, ayakları karnına doğru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu arasında düşmanlık
halkedildi. Bundan dolayı -ileride de açıklanacağı üzere- onu öldürmemiz de
emredildi.
Havva'ya da şöyle denildi: Sen bu
ağacı kanattığın (meyvesini keserek yaraladığın gibi)
sen de her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkıntı ile gebe kalacak
ve doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına kadar geleceksin.
Taberi
ve en-Nekkaş şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı olduğun halde bu
sefer hafif olacaksın.
Bir grup da şöyle demiştir:
İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete girebilmiş
değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine verilen imkan ile
yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese
gücü ile bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber
efendimiz de şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz şeytan kanın akması gibi
insanın içinde akar."
İleride A'raf sûresinde de geleceği üzere, Hazret-i Âdem çıplak
kalınca ve kendisini örtecek birşeyler arayınca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve
günahı sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir
yaprağından alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hazret-i Âdem ağaçların önünde
çıplak kalmak ile mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hazret-i Âdem'in cennetten
çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek olduğu da söylenmiştir.
3- Yılanı Öldürmek:
Nakledildiğine göre yılan cennette
Âdem (aleyhisselâm)'in hizmetiçisi idi.
Allah'ın düşmanı İblise böyle bir imkân vererek cennette Hazret-i Âdem'e karşı
düşmanlığını açıkça ortaya koyarak Hazret-i Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten
yeryüzüne indirilmeleri üzerine aralarındaki düşmanlık pekişti ve rızık olarak
ona toprak verildi. Ona şöyle denildi: Sen Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da
senin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse başını ezer.
İbn
Ömer Resûlüllah
(aleyhisselâm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet
eder: "Beş (haşere) vardır ki onları ihramlı
olan da ihramsız olan da öldürür..." Bunlar arasında yılanı da zikreder.
Rivâyete göre İblis, yılana şöyle
demiş: Sen beni cennete sok, buna karşılık seni himayeme alacağım. O bakımdan
İbn Abbâs şöyle derdi: İblisin verdiği ahid
ve emanı bozunuz.
Sakine bint el-Ca'd, Serrâ bint
Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun büyük
olsun, siyah olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öldürürse bu
onun cehennemden kurtulma fidyesi olur. Ve her kim yılan tarafından öldürülürse,
o da şehid olur."
Mezhep âlimlerimiz derler ki:
Yılanı öldürenin cehennemden kurtulma fidyesi
oluşu, yılanın İblis ile birlikte hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına
zarar vermek üzere onunla yardımlaşmasındandır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren
bir kimse, bir kâfir öldürmüş gibidir. Nitekim
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
da şöyle buyurmuştur:
"Bir kâfir ve onun katili
cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler."
Bunu Müslim ve başkaları rivâyet
etmiştir.
4- Yılanı Öldürmenin Hükmü:
İbn Cüreyc,
Amr b. Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah
b. Mes'ûd'dan dedi ki: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte
Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz
onu öldüremeden bir delik bulup girdi.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu:
"Kuru hurma yaprakları ve
ateş getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız."
Mezhebimize mensup ilim adamları
der ki: Bu Hadîs-i şerîf,
Hazret-i Peygamberin müsleyi
(Savaşta azaların kesilmesi) ve herhangi bir
kimsenin yüce Allah'ın azâbı türünden
azap yapmasını yasaklayan Hadîs-i şerîfleri
tahsis etmektedir. Devamla derler ki: Bu Hadîs-i
şerîf bu düşmanın saygı duyulmaya değer bir tarafının kalmadığını
belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç yetirilen her bakımdan, onu helâk edip yok
etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki,
İbrahim en-Nehaî'nin akreplerin ateşte
yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir, dediği rivâyet edilmiştir. Şu
cevap verilir: Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bu
rivâyetin ona ulaşmamış olması ve bundan dolayı da "Allah'ın azâbı ile
azaplandırmayınız" şeklindeki rivâyet gereğince amel etmiş olması muhtemeldir.
Buna göre onun öngördüğü uygulama bu rivâyete uygun olur.
Denilse ki:
Müslim'de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği
rivâyet edilmektedir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir mağarada
bulunuyorduk. Üzerine:
"Yemin
olsun peyderpey gönderilenlere"
(el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu taptaze haliyle
Hazret-i Peygamber'den öğreniyorken
bulunduğumuz yerde bir yılan görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu
öldürmek için hareket ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Allah sizi onun şerrinden koruduğu
gibi, onu da sizin şerrinizden korumuştur."
Görüldüğü gibi bu rivâyette ateş yakıldığından da onu öldürmek için
herhangi bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde
cevap verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O bakımdan onu bırakmıştır.
Veya yılanın girdiği deliğin ateşin fayda
sağlayamayacağı, dumanın zarar veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde
olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hazret-i Peygamber'in:
"Allah onu sizin şerrinizden
korumuştur"
âyetinden kastettiği, sizin onu öldürmenize karşı o yılanı
korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koruduğu gibi" ifadesi, onun sizi
sokmasına karşı sizi korumuştur demektir.
5- Yılanları Öldürme Emrinin Mahiyeti:
Yılanları öldürme emri,
yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek türündendir.
Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik kazanırsa, o yılanın öldürülmesi için
elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa engerek ve
kısa kuyruklu olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe
kadınlara düşük yaptırır."
Bu iki türün yılanların
kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları sözkonusu edip buna dikkat
çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Evlerin dışında kalan yerlerde,
zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da konu ile ilgili genel emrin zahirinden
anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldürülürler. Çünkü tür olarak yılanlar,
çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde
(istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü
şekli ve görünüşü itibariyle bütün yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın
nefsinde onlara karşı bir tiksinti vardır. Bundan dolayı
Peygamber (s.
a) şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah, bir yılanı
öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı sever."
Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber,
yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Dâvûd'un,
Abdullah b. Mes'ûd'dan merfu olarak yaptığı rivâyette de
Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur.
"Bütün yılanları öldürünüz.
Onların intikam alacağından korkan kişi benden değildir."
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
6- Evlerde Bulunan Yılanların Öldürülmesi:
Evlerde bulunan yılanlar, üç
gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadıkça öldürülmezler. Çünkü
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey
görecek olursanız üç gün süreyle ona ilanda bulununuz."
Bazı ilim adamları, bu
Hadîs-i şerîfi cinlerin orada İslam'a
girmeleri sebebiyle yalnızca Medine-i Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve
şöyle demişlerdir: Bizler, Medine-i Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki
cinlerden İslam'a giren var mıdır yok mudur bilemiyoruz.
İmâm Mâlik de şöyle demektedir: Bu âyet,
bütün şehirlerde bulunup evlerde görülen küçük
(zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların öldürülmesini
yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani
cinlerden bir taifeyi Kur'ân işitsinler diye sana doğru yöneltmiş idik."
(el-Ahkaf, 46/29).
Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Mes'ûd'dan
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir:
"Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara Kur'ân-ı
Kerîm okudum." Bu Hadîs-i şerîfte şu
ifadeler de yer almaktadır: Hazret-i Peygamber'den
azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler. Bu
Hadîs-i şerîf,
yüce Allah'ın izniyle bütünüyle
kaydedilecektir.
Bu husus sabit olduğuna göre, konu
ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça, yılanın öldürülemeyeceği
sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın
izniyle buna dair ek açıklamalar gelecektir.
7- Öldürülmeyecek Yılan Var mıdır?:
(Hadis)
İmâmlarının, Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivâyet ettiklerine
göre, bir seferinde, evinde bulunan Ebû Said
el-Hudri'nin yanına girer. Ebû's-Saib der ki:
Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta
olduğunu gördüm. Namazını bitirinceye kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir
tarafında bulunan hurma salkımları arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp
baktığımda bir yılan ile karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur"
diye işaret edince oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret
edip şöyle dedi: Şu odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada bizden
henüz yeni evlenmiş bir genç delikanlı vardı.
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
ile birlikte Hendek gazasına çıktık. Bu genç,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)’tan günün ortalarında izin alır ve evine
gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi:
Beraberine silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korkuyorum.
Adam silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının
iki kapı arasında ayakta dikildiğini görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla
yürüdü. Bu esnada kıskançlığı harekete gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde
tut. İçeriye gir de benim dışarıya çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi.
Delikanlı içeriye girince yatak üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın
olduğunu gördü. Mızrağıyla üzerine atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca
mızrağını avlunun ortasına sapladı yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan
mı yoksa genç delikanlı mı daha çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardık, ona durumu anlattık ve
dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin.
Hazret-i Peygamber:
"Kardeşinize Allah'tan mağfiret isteyiniz"
dedikten sonra şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a
girmiş cinler vardır. Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona
mühlet verip ilan ediniz. Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olursanız
onu öldürünüz, çünkü o bir şeytandır."
Hadisin başka yoldan gelen
bir rivâyetinde Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmaktadır:
"Bu evlerde yaşayan birtakım
yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek olursanız, üç gün süreyle
onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer giderse mesele yok, değilse onu öldürünüz. Çünkü
o kâfir (bir cin)dir."
Devamla onlara: "Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye
buyurdu.
Mezhebimize mensup ilim adamları
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Bu
Hadîs-i şerîften, bu gencin öldürdüğü
(yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve
onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yoluyla öldürdükleri manası
çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısasın meşru olduğu kabul edilecek
olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öldürmelerde sözkonusu olur. Bu genç
ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o, bunun durumunu
bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan bir varlığı
öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öldürülen yılan
eğer müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Hata yoluyla
öldürmelerde ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle demektir: Cinlerin
kafirleri veya fasıkları, kendilerinden birisi
öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir.
Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi öldürdükleri de rivâyet edilmektedir. Çünkü
Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulundu.
Onun yakınları, herhangi bir kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan birisinin
sesini işitinceye kadar öldüğünü farketmemişlerdi:
"Öldürdük Hazreclilerin efendisi
Olan Sa'd b. Ubade'yi
Ona iki ok attık
Ve kalbine isabet ettirdik."
Diğer taraftan
Peygamber:
"Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler vardır"
buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimseyi öldürmekten
sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cinlerden kâfir olanları
öldürmenin yolunu da bize göstermektedir.
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
hanımı Hazret-i Âişe'den değişik yollardan
rivâyet edildiğine göre o, küçük bir yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin
ona: Sen müslüman birisini öldürdün, denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman
biri olsaydı, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının
yanına girmezdi. Ona şu cevap verilir: O, senin yanına sen ancak elbiseli iken
girmiştir. Sabah olunca Hazret-i Âişe, on
iki bin dirhemin Allah yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivâyete göre de ona
şöyle denilmiştir: O ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere
girmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Âişe
sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki:
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öldürülmelerini emrettiği küçük yılanlar
(canan) dosdoğru yürüyen ve yürürken sağa sola
bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna
benzer bir rivâyet gelmiştir.
8- Uyarma Şekli:
Şehirde görülen yılanların uyarılma
şekliyle ilgili olarak İmâm Mâlik şöyle
demiştir: Üç gün süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı zamanda Îsa
b. Dinar da bu görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç
defa uyarmakla yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın
yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) "onu üç defa
uyarsın" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz"
buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak
İmâm Mâlik'in görüşü daha uygundur. Çünkü
Peygamber efendimiz: "Üç gün" ifadesini
de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak rivâyetleri
kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün gecesinin kastedildiği şeklinde de
yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih verdikleri zaman "gece"
kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Mâlik der ki: Uyarmak için şöyle demek
yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için seni uyarıyorum, bize
gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz.
Sabit el-Bunanî'nin, Abdurrahman b.
Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın huzurunda evlerde
bulunan yılanlar sözkonusu olunca şöyle der: Evlerinizde bunlardan herhangi
birisini görecek olursanız şöyle deyiniz: Nûh
(aleyhisselâm)'ın sizden aldığı sözü, Süleyman
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine
onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz.
Derim
ki: Bu ifadenin zahiri bir defa
uyarmanın yeterli olduğunu göstermektedir.
Hadîs-i şerîf ise bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Habib,
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Süleyman (aleyhisselâm)'ın sizden aldığı ahdi
size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet vermeyiniz, bizlere
hiçbir şekilde gözükmeyiniz."
9- Cinlerin Grupları:
Cübeyr b. Nufeyr, Ebû Sa'lebe
el-Huşeni -ki ismi Cursum'dur- den rivâyet ettiğine göre
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Cinler üç bölüktür. Bunların üçte birinin kanatları vardır, havada uçarlar. .
Diğer üçte biri yılan ve köpektir. Diğer üçte biri ise konar ve göçerler."
Ebû'd-Derda'nın
(ismi Umeymir'dir) rivâyetine göre de
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yılan ve yer
haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemoğulları
gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalandırılmaları
sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halinde yaratmıştır.
Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla
birşey anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları
vardır onlarla birşey işitmezler. Onlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca
onlardan da sapıktırlar. Diğer üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları
vardır, fakat kalpleri şeytan kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka
hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır."
10- Doğrudan Öldürülebilen Hayvanlar:
Aslı itibariyle eziyet veren,
insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı sözkonusu olmaksızın doğrudan
öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşlarıdır. Yılan, akrep, fare, keler
ve benzeri hayvanlar böyledir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"Beş bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı
iken de ihramsız iken de öldürülürler..."
Yılan, İblisi çeneleri arasına alıp
cennete sokmak suretiyle Hazret-i Âdem'e ihanet ettiğinde asıl karakterini
ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açığa çıkarmış olsaydı, cennetin
bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan vermezdi. İblis bu sırada yılan: Ben
seni himayeme alıyorum demişti. O bakımdan
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
yılanın öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız dahi onu öldürünüz"
diye buyurmuştur. Bununla Hazret-i Peygamber,
yılanı ve akrebi kastetmektedir.
Keler ise diğer bütün canlı
hayvanlar arasında Hazret-i İbrahim'in içine atıldığı ateşi üflemiştir. O
bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki rivâyet de yapılan rivâyet
kabilindendir. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Her kim bir keler öldürürse,
sanki bir kâfir öldürmüş gibidir."
Müslim'in
Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre
Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her
kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene yazılır.
İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsünde
öldürürse daha az (hasene) yazılır." Bir
rivâyette de: "İlk darbede öldürürse yetmiş hasene yazılır" diye buyurmuştur.
Fare ise, Hazret-i Nûh'un
gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya koymuştur.
Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hudri'den
rivâyetine göre Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur:
"İhramlı kişi yılanı, akrebi,
çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fareyi) öldürür."
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem), farenin yanan
kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere olduğunu uyanıp görmüş, bunun
üzerine de farenin öldürülmesini emretmiştir.
Karga ise, Allah'ın
peygamberi Nûh'un, onu yeryüzünde
durumun ne şekilde olduğunu görüp haber vermek üzere gemiden salıverdiğinde
Hazret-i Nûh'un verdiği emri yerine getirmeyi bir kenara itmiş ve bir leşe
konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bütün bunlar bir
bakıma yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu
hususa dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide
sûresinde ve başka yerlerde gelecektir.
"Biz
de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin"
bölümüne dair açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz:
1- İnenler Kimlerdir, Nerelere İnmiştir?:
Yüce
Allah'ın:
"Biz
de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin"
âyetinde hitap,
İbn Abbâs'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya,
yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki: Burda
hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücâhid
ve yine el-Hasen der ki: Hitap
Âdemoğullarına ve İblisin oğullarınadır.
İnmek
(hubût), yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hazret-i Âdem Hint'te,
Serendib'deki Büz adındaki bir dağa indirildi. Hazret-i Âdem üzerinde cennetin
kokusunu taşıyordu. Bu koku oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada
bulunan ne varsa hoş koku ile doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel kokular Âdem
(aleyhisselâm)'ın kokusundandır. Bulutlar,
Hazret-i Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki
saçlar döküldü. Onun soyundan gelenlere de bu kalıtım yoluyla geçti..
Buhârî'de, Ebû
Hüreyre'den, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda
yaratmıştır." Bu hadisi Müslim de rivâyet
etmiştir. İleride gelecektir. Hazret-i Havva ise Cüdde'ye, İblis Ubulle'ye,
yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de söylenmiştir. Sicistan
Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yerdir. Eğer bu yılanları yiyen pek
çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte insanlara zarar
vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dolayı Sicistan
boşaltılırdı. Bunu Ebû'l-Hasen el-Mes'ûdî zikretmiştir.
2- "Birbirinize Düşman Olarak İniniz":
Yüce
Allah'ın:
"Kiminiz kiminize düşman olarak"
âyeti (mealde de gösterildiği gibi) hal
konumundadır. Yani, bu halde ininiz, demektir.
Düşman
(aduv), dostun zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir.
İnsanlara saldırıp hücum eden kurt hakkında da tabiri kullanılır. Udvan da
apaçık zulüm ve haksızlık demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak
anlamına geldiği de söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi
aştığından dolayı düşmana "aduv" ismi verilmiştir. Ayakla koşmak için de bu
kelimenin kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki
anlam birbirine yakındır. Çünkü haksızlık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış
demektir.
Kimi ilim adamı,
yüce Allah'ın:
"Kiminiz kiminize düşman olarak inin"
âyetini insanın kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, anlam
itibariyle doğru olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil
Peygamber Efendimizin şu âyetidir: "Kul
sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim hakkımızda Allah'tan kork.
Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de
eğriliriz."
Eğer: Neden "düşmanlar" denilmeyip
de "düşman" denilmiştir, diye sorulacak olursa buna iki şekilde cevap
verilebilir:
Birinci cevap: Arapçada "bazı" ve "kül
(bütün)" kelimeleri hakkında hem lâfız itibariyle hem mana itibariyle
tekil kelimeler ile haber verilebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu görülen birşeydir.
Mesela yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Onların hepsi Kıyâmet gününde O'na yalnız gelir."
(Meryem, 19/95) âyetinde lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil
gelmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Hepsi
de O'na hor ve hakir olarak geleceklerdir"
(en-Neml, 27/87) âyetinde de anlam göz önünde bulundurularak "gelirler"
kelimesi çoğul gelmiştir.
İkinci
cevap: "Düşman (aduv)" kelimesi
çoğul kullanılan yerde tekil gelebilir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Onlar
sizin için düşmandır. Zâlimler için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu."
(el-Kehf, 18/50) Burada "düşmanlar"
anlamındadır. Yüce Allah, bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır:
"Her
gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır."
(el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv"
kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki kişiyi hem üç. kişiyi, hem de dişi
olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul olarak da gelebilir.
3- Cennetten Çıkarılmak Hazret-i Âdem İçin Bir Ceza mıydı?:
Yüce
Allah'ın Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne
indirmesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne
indirmiştir. Hazret-i Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi
veya sıkıntısını
(mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hazret-i Âdem'in yeryüzüne
indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur:
Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça
ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şeriati ile mükellef kılmak,
onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu teklif ve sınamaya bağlı
olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile
karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler.
O bakımdan Hazret-i Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan
yemesi olmuştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan
yüce Allah:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım"
diye buyurmuştu. İşte bu
Hazret-i Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay),
büyük bir fazilet ve üstün bir ikramdır. Hazret-i Âdem'in yeryüzünden
yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hazret-i Âdem'in
yüce Allah tarafından tevbesinin kabul
edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de
geleceği üzere ikinci olarak
"hepiniz oradan inin"
(âyet, 38) diye
buyurulmuş olmasıdır.
4- Yeryüzünde Yerleşmek:
Yüce
Allah'ın:
"yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır."
Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız,
karar bulacaksınız. Bu açıklamayı Ebû'l-Âl-iyye
ve İbn Zeyd yapmıştır.
es-Süddî de der ki: "Duracak bir yer"den
kasıt kabirlerdir.
Derim
ki: Yüce Allah'ın:
"Yeri
sizin için bir karar (yerleşme mekanı)
kılmıştır."
(el-Mü’min,
40/64) âyetinde bu kelime her iki manaya da gelebilir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
5- "Faydalanacak Şeyler":
Meta'
(faydalanılan şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat,
söz, ünsiyet ve buna benzer hususlardır. Nikâhlandıktan sonra boşanan kadına
verilen şey ile yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" ismi verilir. Süleyman
b. Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında durarak şu
beyitleri söylemişti:
"Kurak bir yerde yabancı bir kabrin başında durdum
Ayrılan bir sevgiliden çok az bir fayda
(meta') gördüm."
6- "Bir Süreye Kadar":
Tefsir âlimleri âyet-i kerimede
geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden âyetini değişik şekillerde
açıklamışlardır. Bir kesime göre bundan kasıt ölüme kadar demektir. Bu: "Duracak
bir yer (müstakar)" kelimesini, dünyada ikamet
süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür.
"Bir
süreye kadar"dan,
kasıt Kıyâmetin kopacağı zamana kadardır da denilmiştir. Bu ise:
"Duracak bir yer"den
kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşüdür. er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar"
demek tayin edilen bir vakte kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına
gelir.. Nitekim O vakit," kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için
kullanılan şeklidir. Huveylid der ki:
(Çokça
ziyafet verenden kinaye olarak:)
"Külü bol tencere ve kazanları çok, büyük kimse gibi
Kış süresince tıpkı alt tarafları genişleyen havuzlar
gibi."
Bu kelimenin baş harfine "te"
getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze
(şu beyitinde), böyle kullanmıştır:
"Şefkat gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler
(dir onlar);
Nerde yemek yediren, (denildiği
bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)."
(.........) kelimesi, aynı şekilde süre anlamındadır.
Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:
"İnsan
üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..."
(el-İnsan,
76/1.)
Yine bu kelime, kısa süre
(saat) anlamına gelir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Veya azâbı göreceği
anda... diyecektir."
(ez-Zümer, 39/58)
İbn Arefe der ki: "Hîn: Süre" kısa
bir an ve daha fazlası türünden bir zaman dilimidir. Şanı
yüce Allah'ın:
"Şimdi
sen onları sapıklıklarında bir süreye kadar bırak"
(el-Mü’minun, 23/54) âyetinden kasıt ecelleri gelene kadar onları
bırak demektir.
"Her
süre (hîn)yemişini verir."
(İbrahim, 14/25) âyetinden kasıt ise her
senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği gibi, sabah akşam yemişini verir
de denilmiştir.
el-Ezherî der ki: "Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut
kısa olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir.
Bu (İbrahim, 14/25) âyet; onun yemişlerinden
her vakit faydalanılır ve onun faydası hiçbir şekilde kesintiye uğramaz,
demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu kelime,
Kıyâmet günü anlamına da gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakitlerde Allah'ı tesbih ediniz."
(er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet
edildiği takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Herhangi bir şeyin
vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki:
"Gerçek şu ki Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi
teselli bulduğum
Bir vakit geçmedi ve onun geçeceği zaman da yaklaşmadı."
7- Dilcilerin Ayrı Kanaatlerinin Fukahanın Farklı
Kanaatlerine Etkisi:
Dilciler "hîn:süre" kelimesinin
kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip olduklarından dolayı bizim mezhep
âlimlerimiz ile başkaları arasında bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
el-Ferrâ' der ki: Hîn iki türlüdür.
Birincisinin sınırı sözkonusu değildir.
Yüce Allah'ın:
"Rabbinin izniyle her süre yemişini verir."(İbrahim,
14/25) âyetinde sözkonusu ettiği hîn: süre, altı aydır.
İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn
(süre) lâfzına herhangi bir hüküm taalluk
etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyetlerin alakalı olduğu
hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır.
İmâm Mâlik, hükümlerde ve yeminlerde
isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın esas alınacağı görüşündedir.
Şâfiî ise asgarisinin alınacağı görüşünü
kabul eder. Ebû Hanîfe ise, orta yolu
tutarak altı aylık sürenin muteber olacağı görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı
yoktur. Çünkü ona göre miktarları tesbit edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz.
Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu
konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alınacak olan ise, kelimenin
sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Buna göre bir kimse bir süre
(hîn) namaz kılmayı adayacak olursa,
Şâfiî'ye göre bu bir rek'at kabul edilir.
Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir.
İmâm Mâlik ve mezhebine menbsup ilim
adamlarına göre ise, nafilenin en az miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair
süre böyle bir fiilin (yani iki rek'at namaz kılmanın)
süresi esas alınarak tesbit edilir. İbn Huveyzimendad "Ahkamu’-Kur'ân" adlı
eserinde şunu kaydeder: Filan kimse ile bir süre (hîn)
konuşmamaya veya bir süre şu işi yapmamaya
yemin eden kimsenin sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ,
ahkam ile ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere
veya filan ile bir süre konuşmamak üzere yemin
eden kimsenin bir seneden fazla bir sürenin yemininin kapsamına girmeyeceği
hususu üzerinde ittifak etmişlerdir.
Derim
ki: Sözünü ettiği bu ittifak mezhebimizdeki
(Maliki mezhebindeki) ittifaktır. Mâlik der ki: Herhangi bir kimse hîn:
zaman yahut dehr boyunca birşeyi yapmamak üzere yemin ederse bütün bu şekildeki
ifadeleri bir sene için geçerli kabul edilir. İbn
Vehb'in Mâlik'den rivâyetine göre: O, dehrin bir sene olup olmayacağı
hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in,
Yakub ile İbnu'l-Hasen'den nakline göre ise "dehr" altı aylık bir süredir.
İbn Abbâs ile rey sahiplerinden,
İkrime, Saîd b.
Cübeyr, Âmir en-Nehaî ve Abîde'den
ise yüce Allah'ın:
"Rabbinin izniyle her süre yemişini verir"
(İbrahim, 14/25) âyetinde geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu
söyledikleri rivâyet edilmiştir.
el-Evzaî ve Ebû Ubeyd ise, hîn altı
aylık bir süredir, demişlerdir. İmâm Şâfiî'ye
göre ise, bu kelime ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun
nihaî süresi de belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece
devam edebilir. İmâm Şâfiî der ki: Böyle bir
kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna
ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun
yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der:
Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal verdiği manalara göre açıklanır. Mesela:
Ben sana bir süreden (hîn)den beri geldim
derken, belki de yarım günlük bir süreden beri gelmemiş de olabilir.
Şâfiî mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî
der ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir.
Ancak
Şâfiî, bu yorum şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerektiği
görüşünde olmamıştır. Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir
manayı kastetmek üzere kullanılmamıştır. Bazı âlimler de der ki:
Yüce Allah'ın:
"Bir
süreye kadar"
âyetinde şöyle bir anlam vardır: Bununla Âdem'e,
onun yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve kendisine döneceği vadolunan
cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu
ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır.
37
Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da
tevbesini kabul etti. Çünkü O, tevvâb olandır, rahîm olandır.
Bu âyetteki:
"Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..."
bölümüne dair
açıklamalarımızı sekiz başlık altında yapacağız:
1- Belleyip Almanın Anlamı:
Yüce
Allah'ın:
"Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı"
âyetinde geçen "telakki
(belleyip alma)"; kavradı, farkına vardı,
belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve aldı anlamındadır da
denilmiştir. Çünkü Hazret-i Âdem, vahiy telakki eder,
yani onu karşılar, alır ve bellerdi. Mesela, "hacıları telakki etmek
üzere çıktık" demek, onları karşılamak üzere çıktık, demektir. Telakki etmenin,
yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam
itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle telakki'nin
telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı cinsten gelen iki harften birisi
değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O bakımdan telakki kelimesi ile telkin
kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonusu değildir. Mekkî'nin naklettiğine göre
Hazret-i Âdem'e bu kelimeler ilham yoluyla verilmiş, o da bu kelimelerin
faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O,
bu kelimeleri alıp kabul etti, yani onları
öğrendi ve gereğince amel etti, demektir.
2- Hazret-i Âdem'in Bellediği Kelimeler:
Tefsir âlimleri, bu "kelimeler'in
ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Abbâs, el-Hasen,
Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve
Mücâhid, yüce
Allah'ın
"Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet
etmezsen şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz"
(el-A'raf, 7/23) âyetindeki sözler olduğunu
söylemişlerdir.
Yine
Mücâhid'den gelen rivâyete göre sözkonusu kelimeler:
"Allah'ım Seni tenzih ederiz,
Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, günahımı
bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîmsin" sözleridir.
Bir kesime göre, Hazret-i Âdem
Arşın bacağı üzerinde "Muhammedün Rasûlüllah" ifadesini yazılı görmüş, o da
bunun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemiştir. İşte sözü geçen
kelimeler bunlardır.
Bir başka kesim şöyle demektedir:
"Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utanması ve dua edip yalvarmasıdır. Pişmanlık,
mağfiret dilemek ve keder olduğu da söylenmiştir.
İbn Atiyye der ki: Bu, Hazret-i Âdem'in bilinen mağfiret talebinden başka
birşey söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine günahkâr bir kimsenin
neyi söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle demiştir: Anne ve babasının
söylediği sözler olan:
"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik"
(el-A'raf, 7/23)
âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir.
Hazret-i Mûsa da şöyle dua etmişti:
"Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur"
(Kasas, 28/16). Hazret-i Yûnus da şöyle
demişti:
"Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben
zulmedenlerden oldum."
(el-Enbiya, 21/87)
İbn
Abbâs ile Vehb b. Münebbih'ten
rivâyet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır:
"Seni hamdinle tenzih ederim
Allah'ım, senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime
zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın.
Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben bir
kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen
tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın."
Muhammed b. Ka'b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu
söylemektedir: "Senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih
ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur.
Şüphesiz sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka
hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim,
nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafursun,
rahimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih
ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz
sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı
zaman söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söylenmiştir.
"Kelimât"
kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında
da kullanılır, az söz hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.
3- Tevbesinin Kabulü:
Yüce
Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme
başarısını ihsan etmesi yahut onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise
ileride yüce Allah'ın izniyle
açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gününde gerçekleşmiş idi. Kişi,
Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" denilir. Tevvâb bir kul: Çokça itaate
dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir.
4- Havva'nın Tevbesinin Kabulünden Niye Söz Edilmiyor:
Yüce
Allah, burada: "O da tevbesini kabul etti" diye buyurarak "ikisinin
tevbesini kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hazret-i Âdem
ile ortak olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan
yüce Allah:
"Bu
ağaca yaklaşmayınız"
(âyet, 35) diye
buyurmuştur. Başka yerde de:
"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik"
(el-A'raf, 7/23)
dedikleri bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur:
Kıssanın baş tarafında:
"Sen
zevcenle birlikte cennette yerleş"
(âyet, 35) diye
Hazret-i Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da
özellikle ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözkonusu
edilerek gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilmesi esas
olduğundan yüce Allah da burada onu
setretmek istemiştir. Bundan dolayı:
"Âdem
Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı"
(Taha, 20/121) buyruğundada Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan
çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı ondan ayrıca söz
edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın:
"Ben
sana.... demedim mi"
(el-Kehf, 18/75)
âyetinde Hazret-i Mûsa ile birlikte bulunan delikanlıdan söz edilmeyip sadece
Hazret-i Mûsa'dan söz edilmiştir.
Hazret-i Âdem'in tevbesinin
kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tevbesinin kabul edildiğini
göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama
el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Bir diğer
görüşe göre bu âyet yüce Allah'ın:
"Onlar
bir ticaret veya bir eğlence gördükleri
zaman... ona doğru yöneldiler."
(el-Cum'a, 62/11)
âyetini andırmaktadır. Burada kasıt ticarettir. Çünkü yönelenlerin maksadı odur.
O bakımdan burdaki tekil zamir ticarete aittir. "O ikisine" denilmemiştir.
Bununla birlikte mana arasında büyük bir fark yoktur. Şair de şöyle demiştir:
"Beri olduğum(uz) halde
bana ve babama iftirada bulundu
O bana (anlaşmazlığımıza sebep
olan) kör kuyudan dolayı iftira etti."
Kur'ân-ı Kerîm'de de
yüce Allah:
"Allah
ve Rasûlü'nü, onu razı etmeleri daha uygundur."
(et-Tevbe, 9/62) (şeklinde tekil zamir
kulanılması) daha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir.
5- Tevvâb Olan Allah:
Yüce
Allah, kendi zatını "çünkü O, tevvâb olandır, rahim olandır" diye
vasfetmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime, hem elif lâm'lı
(marife) olarak hem nekre
(belirtisiz) olarak, hem isim hem de fiil
olarak tekrarlanmıştır. Bazan "tevvâb" kelimesi kul hakkında da kullanılabilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri (tevvâbîn)
ve çokça temizlenenleri sever."
(el-Bakara, 2/222)
İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Rabbimizin "tevvâb" olmakla
nitelendirilmesi ile ilgili olarak bizim mezhep âlimlerimizin üç görüşü vardır:
1- Şanı yüce Rabbimiz
hakkında, bu sıfatın, kullanılması caizdir. O bakımdan Kitap ve Sünnette olduğu
gibi O'na dua ederken tevvâb diye çağırılır ve ayrıca tevilde bulunulmaz.
2- Başkalarına göre bu, şanı
yüce Allah hakkında hakiki bir sıfattır.
Allah'ın kula tevbesi ise, kulun masiyet halinden dönüp Allah'a itaat haline
dönmesi demektir.
3- Başka bir grubun görüşüne
göre ise, Allah'ın kuluna tevbesi, kulunun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu
sıfatın yüce Allah'ın:
"Ben
senin tevbeni kabul ettim"
şeklindeki sözü ile alakalı olması, onun yarattığı
günahkâr kullarının kalbinin ise Allah'a dönüşe yönelmesi ve zahir azalarının da
itaat etmelerini sağlaması şeklinde olması da muhtemeldir.
6- Allah Hakkında "Tâib"Lâfzı Kullanılabilir mi?:
Tevbe etmek fiilinden özne olarak
"tâib: tevbe eden" kelimesinin yüce Allah
hakkında kullanılması câiz değildir. Çünkü bizim,
yüce Allah hakkında bizzat kendisinin zatı hakkında kullandığı, yahut
Hazret-i Peygamber'in kullandığı
ya da müslümanların tümümün icmâ' ile
kullandığı isim ve sıfatlardan başkasını kullanmak hak ve yetkimiz yoktur.
İsterse dildeki kullanımı açısından câiz ve ihtimal dahilinde olsun, değişen
birşey olmaz. Bu konuda sağlıklı ve doğru tutum budur. Buna dair
açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde
açıklamış bulunuyoruz. Şanı yüce Allah:
"Yemin
olsun ki Allah Peygamberinin., muhacirlerle
ensarın tevbesini kabul etti."
(et-Tevbe, 9/117);
"O,
kullarının tevbesini kabul edendir."
(eş-Şura, 42/25)
diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a
"tevvâb" denilmesi fiilin mübalağalı olduğunu ifade etmek için ve O'na tevbe
edip dönenlerin çokluğu dolayısıyla kullarının tevbesini çokça kabul ettiğinden
dolayıdır.
7- Tevbenin Kabulü Allah'a Mahsustur:
Şunu bil ki, Allah'tan başka hiçbir
kimsenin tevbeyi yaratma kudreti yoktur. Çünkü -Mu'tezile
ile onların görüşlerini kabul edenlerin hilafına- amelleri yaratan yalnız O'dur.
Kendi aleyhine günah işleyerek aşırıya giden bir kimsenin tevbesini hiçbir kimse
kabul etmek veya onu affetmek yetkisine sahip
değildir. İlim adamlarınız der ki: İşte yahudiler ve hrıstiyanlar dinin, bu çok
önemli esasını, inkar ederek kâfir olmuşlardır. Onlar
"Allah'ı bırakıp âlimlerini ve rahiplerini rabler edinmişlerdir"
(et-Tevbe, 9/31.). Bunun yanında onlar, günah
işleyen kimsenin alime yahut rahibe giderek ona birşeyler vermesi karşılığında
günahını bağışlamak gibi dinde olmayan bir şeyi uydurmuşlardır.
Yüce Allah bunu:
"...Allah'a karşı iftira ederek Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram
kılanlar; şüphesiz onlar sapıtmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır"
(el-En'am, 6/140) diye dile getirmektedir.
8- Bu Âyetteki Kıraat Farklılığı:
İbn
Kesîr, bu âyetin: "derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı"
bölümünü "Âdem'in karşısına Rabbinden bazı kelimeler çıktı" anlamını verecek
şekilde diye okumuştur. Her iki kıraat şekli ise aynı manayı vermektedir. Çünkü
Âdem'in kelimelerle karşılaşması, kelimelerin de onun karşısına çıkması
demektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Âdem'i kurtaran -
yüce Allah'ın tevfiki ile - kullandığı
kelimeler olduğundan ve o, duasında bu kelimeleri zikrettiğinden burada
kelimeler fail (özne) olmuştur. Buna göre,
İbn Kesîr'in bu kıraati Rabbinden gelen
birtakım kelimeler Âdem'in karşısına çıktı" şeklinde gibidir. Ancak, dişi olan
"kelimler" ile onun fiili arasında başka kelimeler girip bir uzaklık meydana
geldiğinden dolayı, fiilin sonundaki müenneslik alametinin hazfedilmesi güzel
kaçmıştır. Bu ise, müennes fiil alametsiz geldiği takdirde, Kur'ân-ı Kerîm'de
olsun konuşma halinde olsun, kullanılan bir şekildir. Şöyle de açıklanmıştır:
"Kelimeler" lâfzının müennesliği hakiki müenneslik olmadığından dolayı müzekker
gibi kabul edilmiştir.
el-A'meş ise, şeklinde idğamlı okumuştur. Ebû Nevfel b. Ebi Akreb ise
Çünkü o, kelimesini şeklinde okumuştur. Diğerleri de isti'nâf
(cümle başı) olmak üzere birinci şekilde
okumuşlardır. Ebû Amr Îsa ve
Talha ise, Ebû
Hâtim'in kendilerinden rivâyet ettiğine göre, kelimesindeki ha ile ondan
sonra gelen kelimesindeki ha'ları birbirine idğam-h olarak okumuşlardır. Bunun
câiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bunların aralarında yazıda belirtilmese
bile lafzen söylenen bir "vav" vardır. en-Nehhâs
der ki: Sîbeveyh böyle bir vav'ın
hazfedilmesini câiz kabul eder ve buna delil olarak da şu beyiti gösterir:
"Onun, deveye şarkı söyleyenin sesini andıran bir sesi
vardır
(Yabani eşek) dişisini
çağırdığı zaman; yahut o sesi bir çalgı sesini andırır."
Buna göre bu iki harfin idğam
edilmesi câiz olur. Ve mübteda olarak merfu olur. "et-Tevvâb" lâfzı da onun
haberi olur.
Cümle ise bütünüyle nin haberidir.
O zamirinin önceki "he"nin tekidi olması da mümkündür. Fasıla da olabilir.
Saîd
b. Cübeyr der ki: Âdem (aleyhisselâm)
yeryüzüne indirilince orada sadece karada kartal, denizde de balık varmış.
Kartal ise geceleyin balığın yanına gider, geceyi orada geçirirdi. Kartal
Hazret-i Âdem'i görünce; ey balık dedi. Bugün yeryüzüne iki ayağı üzerinde
yürüyen, elleriyle yakalayan birşey indirildi. Bunun üzerine balık şöyle dedi:
Eğer doğru söylüyor isen, ben denizde ondan kurtulamayacağım, sen de karada
ondan kurtulamayaksın.
|