Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

5

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

1

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

30

Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.

Yüce Allah'ın:

"Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti..." âyetine dair açıklamalarımız onyedi başlık halinde yapılacaktır:

1- Allah'ın Meleklere Hitabı:

Yüce Allah'ın:

"Hani Rabbin meleklere... demişti" âyetinde hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte zaman belirlemek için kullanılan harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi, gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30);

"Hani Allah'ın kendisine nimet verdiği... kimseye... diyordun" (el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muzari) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu âyetindeki gibi:

"Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât, 79/34);

"O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese, 80/33);

"Allah'ın yardımı geleceğinde" (en-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifade etmektedir.

Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyitini delil göstermektedir:

"O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur.

Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir."

Ancak ez-Zeccâc, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü reddetmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "(.......): Hani" bir isimdir ve zaman zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccâc da der ki: Bu Ebû Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, burada insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Âyetin takdirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışınızı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir takdirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı

Her nerede olursa onunla karşılaşır."

Şair burada nereye giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir.

Burada yer alan edatının "hatırla" anlamındaki mukadder bir fiile taalluk etmesi de muhtemeldir. Bu âyet yüce Allah'ın:

"Ey insanlar...sizi yaratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21) âyeti ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti"

Yüce Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olmaları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış kadim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı durum sözkonusudur. Ebû'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebû'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz.

Rabb: Mâlik, sahip, efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır.

2- Melekler:

".... Meleklere..." Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek" şelindedir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den türediğini söylemişlerdir. Ebû Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid der ki:

"Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir

Biz de ona istediğini vermişizdir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Numan'a benden şu mesajı bildir ki:

Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı."

Beni gönder, anlamında de denilmektedir. Buna göre bu kelimenin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze ile lâm harflerinin yerleri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söylenmiştir. Buna göre aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan rivâyet edilmiştir. Şiirde bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demektedir:

"Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin

Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun."

en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir iştikakı (türeyişi) yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir.

Meanî bilginleri der ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla danışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, tesbih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib oldukları değerlerine irca ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emrini vermiştir.

3- Yeryüzündeki Halife:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyetinde yer alan kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebû Ravk'tan nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mef'ûle geçişli olması da bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha önce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirlerin anası anlamına gelen) "Ummu’l-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sabit) der ki: "Nûh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zemzem, rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. "

"Halife" kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bulunan meleklerin yerine geçen veya yine -rivâyet edilenlere göre- kendisinden önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir.

"Halife" kelimesinin mef'ûl anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakılan demek olur. Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da denilmektedir.

Sonradan gelen kimse eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kimselerden değilse "half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169. tefsirinde) gelecektir.

"Halife" kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklindedir). Ancak Zeyd b. Ali'den rivâyet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf harfiyle "Halika: yaratık" şeklinde okumuştur.

Burada sözü geçen

"Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve bütün tefsir ve te'vil âlimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselamdır. O hüküm ve emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebû Zerr'in hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur. Ebû Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye sordum. O da: "Evet" diye buyurdu...

Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gönderildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hazret-i Âdem'in çocukları her bir batında biri erkek biri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşıncaya kadar nesilleri artıp durdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1)

Yüce Allah onlara meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram olduğu hükmünü indirmiştir. Hazret-i Âdem, Tevrat ehlinin (yahudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır. Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığına dair rivâyet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Halife Tayini:

Bu âyet-i kerîme ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi vasıtasıyla halifenin hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir İmâmın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususunda asıl delillerden birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususunda ümmet ve İmâmlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisnası, şeriate karşı sağır olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'tezileye mensup ilim adamlarından olan Ebû Bekr el-Asam'dan gelen rivâyettir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini dinde vacip değildir. Ancak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda eder, cihİsimlerinı yerine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerlerindeki hakları ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine paylaştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterlidir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir İmâm (devlet başkanı) tayin etmeleri gerekmez. Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yaptığımız) yüce Allah'ın:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" âyeti ile başka yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir:

"Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..." (Sa'd, 38/26);

"Sizden îman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nûr, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerîme.

Ashab-ı kiram, kimin halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Beni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından sonra Ebû Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esnasında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. Ancak Ebû Bekir, Ömer ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip onlara şöyle demişlerdi: Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğerler. Diğer taraftan bu hususa dair haberi rivâyet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler.

Eğer İmâmet Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi gerekirdi: Bu İmâmet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun yerine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığınızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tartışmanın faydası yoktur.

Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh), vefatı esnasında yerine İmâm olarak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hazret-i Ebû Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar İmâmetin (veya halife tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların işlerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak İmâmın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile (nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tutarsızdır. Çünkü akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabilir, ne birşeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle olduğuna göre İmâmetin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir.

5- Halife'nin Belirlenme Yolu:

İmâm tayin etmenin vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edilmekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından nas yoluyla İmâmın tayin edilmesi şeklinde İmâm tespiti nakil ile mi vacip olur yoksa ehl-i hal ve'l akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa İmâmet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber kendisinin İmâmlığının kabul edilmesi istemesiyle mi olur?

Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İmâmiye ve başka mezheplerin görüşüne göre İmâmın tanınmasını sağlayan şey, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdahalesi sözkonusu değildir.

Bize göre ise, durum şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, İmâmı tanımanın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm olarak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ayrılmışlardır: Bir grup Hazret-i Ebû Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Bir diğer grup Hazret-i Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise Ali b. Ebî Tâlib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı olsun). Muayyen bir İmâmın Hazret-i Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın bulunmadığını gösteren delil şudur: Şayet Hazret-i Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanımayacak, câiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çünkü muayyen olmayan bir kimse hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emrine itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan yoktur. Böyle olmadıkça onların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün değildir. Böyle birşey olsaydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu bilginin ya aklî deliller veya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muayyen bir kimsenin İmâmlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerekçe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hazret-i Peygamber'den gelen haberler arasında da muayyen bir İmâmın sübûtuna dair bir bilgiyi gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da istidlâlen bilgi sahibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir haber olması sözkonusudur.

Zarurî (kesin) veya delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu haberin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul etmektedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen kişinin İmâm oluşunu) kendiliğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia batıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin İmâmlığının ahad haberlerle bilindiği iddiası da batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan yoktur.

Yine eğer hangi şekilde olursa olsun bir İmâmın hakkında nassın nakline başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebû Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) İmâmetinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her birisinin İmâmetine dair açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı anda -ileride açıklanacağı üzere- üç ayrı kişinin nass ile İmâmlığını sabit kabul etmek sözkonusu olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması sözkonusu olmadığına göre, İmâmlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir.

Delilleri alabildiğine zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili tevatürün bulunduğunu ve nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı Hazret-i Ebû Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edilerek iddialarının zıttı olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer taraftan, İmâmiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul edenlerin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bunlardır. Zorunlu bir bilgi zaruri ve kesin bilgiyi reddetmek hususunda ise, İmâmiyye'ye muhalefet edenlerin toplam sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bilgiyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de câiz olurdu.

6- Hazret-i Ali'nin İmâmeti'ne Dair Nass:

Ali (radıyallahü anh)'ın İmâmetine dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine muhalefet ettiğini söyleyen İmâmiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım Hadîs-i şerîfler vardır. Bunlardan birisi Hazret-i Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol." İmâmiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır. Hazret-i Peygamber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hazret-i Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hazret-i Peygamberin bu ifadesiyle İmâmeti kastetmiş olması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun, Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber yoktur." Hadîs-i şerîfi de vardır. Derler ki: Hazret-i Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da peygamberlikte Hazret-i Mûsa'ya ortak olmaktır. Ancak Hazret-i Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi idi. Ancak Hazret-i Ali hakkında böyle birşey sözkonusu değildir. Hazret-i Ali bir halife idi. Buna göre bu Hadîs-i şerîften kastın halifelik olduğu anlaşılmaktadır...

İmâmiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yüce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir.

Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hususunda da farklı görüşler vardır. Ebû Dâvûd es-Sicistanî, Ebû Hakim er-Razi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur." İmâmiye'nin bu hadisine cevap verenler derler ki: Eğer Hazret-i Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" demiş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi.

İkinci cevap: Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivâyet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hazret-i Ali'nin İmâmetine delalet eden bir ifade taşımamaktadır. Bu sadece Hazret-i Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelimesi, "veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde Hadîs-i şerîfin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur.

"Muhakkak ki Allah onun mevlasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun velisidir, demektir.

Diğer taraftan bu haber ile anlatılmak istenen insanların Hazret-i Ali'nin dışının da içi gibi olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hazret-i Ali için büyük faziletin bir ifadesidir.

Üçüncü cevap: Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hazret-i Ali Hazret-i Usame'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nakledince Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."

Dördüncü cevap: Ali (radıyallahü anh)nin ifk olayında Âişe (radıyallahü anhnhâ) hakkında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Ondan başka kadın pek çoktur, demesi Hazret-i Âişe'ye ağır gelmişti. Bu bakımdan Hazret-i Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hazret-i Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların bu konudaki sözlerini reddetmek üzere sözü geçen ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hazret-i Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddialarını yalanlamış oldu. Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemindeki münafıkları ancak onların Hazret-i Ali'ye duydukları kinlerinden tanıyabilirdik, dedikleri rivâyet edilmektedir.

İkinci hadise gelince; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'ya karşı durumu ile Hazret-i Mûsa'dan sonra Hazret-i Harun'un halifeliğini kastetmediği hususunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hazret-i Harun'un Hazret-i Mûsa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile ilgili açıklamalar Maide sûresinde gelecektir. Ayrıca Hazret-i Harun, Hazret-i Mûsa'dan sonra halife olmamıştır. Hazret-i Mûsa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hazret-i Peygamber: "Senin bana karşı durumun Harun'un Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı durumun Yûşa'ın Mûsa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi. Hazret-i Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermektedir. Aksine Hazret-i Peygamber: "Ben hayatta olduğum sürece seni - aile halkımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife tayin ettim," demek istemiştir. Nitekim Hazret-i Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hazret-i Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki halifesi olmuştu.

Şöyle de denilmiştir: Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebuk gazvesine çıkınca Hazret-i Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine kendisinin yerine halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp ifsad edici şayialar yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye bıraktı. Bunun üzerine Hazret-i Ali Medine'den çıkar ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye başladılar. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben aksine seni Mûsa'nın Harun'u yerine halife bıraktığı gibi yerime halife bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Harun'un Mûsa'ya karşı konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olmaya razı değil misin?"

Hazret-i Peygamber'in, onların iddialarına göre bu sözleriyle Hazret-i Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hazret-i Ali ile ortak demektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çıktığı gazaların her birisinde ashabından birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Muhammed b. Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravisi, (ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer lehine ondan daha öncelikle kabul edilmesi gereken rivâyetler de gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Niye Ebû Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun? Hazret-i Peygamber şu cevabı verir: "Benim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir." Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir." Yine Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Ebû Bekir ve Ömer'in konumu Mûsa'ya karşı Harun'un konumu gibidir." Bu haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid olduğu halde Hazret-i Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak varid olmuştur. Dolayısıyla Hazret-i Ebû Bekir'in İmâmette Hazret-i Ali'ye öncelikli olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

7- Halife'nin Başa Geçme Yolu:

İmâmın hangi yolla İmâm olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır:

Birincisi nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmişti. Bu görüşü aynı şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Hasan-ı Basrî, Abdulvahid'in kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri sürmüştür.

İkinci görüş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) işaret yoluyla Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hazret-i Ebû Bekir de Hazret-i Ömer'in halifeliğine dair nassta bulunmuştur. Eğer Hazret-i Ebû Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki halifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hazret-i Ömer'in yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yoldur- o takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (radıyallahü anh)'ın tayini hususunda- ashab-ı kiramın yaptığı budur.

Üçüncü yol ise, ehl-i hal ve’l-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman beldelerden herhangi birisinde bulunan müslüman cemaatin İmâmı vefat eder ve onların İmâmları yoksa, vefat eden bu İmâm başkasını da halife tayin etmemiş ise, İmâmın bulunduğu o şehir ve belde halkı kendilerine bir İmâm tayin edip onun İmâm olması üzerinde icma edip onun İmâmlığını kabul etseler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların da sözü geçen bu İmâmın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu İmâmın açıktan açığa fasıklık işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edilmesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çünkü iki ayrı İmâmın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların arasındaki ilişkiler bozulur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır ki hiçbir mü’minin kalbinde bu konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve bağlılık). Çünkü bunların arkasında müslümanların daveti kuşatıcıdır."

8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmâm Olunur mu?

Hal ve akıl ehlinden bir tek kişi eğer İmâmet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak- sabit olur ve başkasının da bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmâmet akdi ancak hal ve akıl ehlinden bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur: Hazret-i Ömer, Ebû Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan İmâmet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştirecek bir topluluğa ihtiyaç yoktur. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile İmâmlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Gerektirici herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülmedikçe hal' edilmesi (görevden alınması) câiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ekler: Bu konuda icma vardır.

9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmâmet:

İmâmet ehliyetine sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zorla ve galip gelerek İmâmeti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağlayarak İmâm olan kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu cevabı verir: Onun isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine getirirsin. Onun yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili herhangi bir sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın.

İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden İmâmete elverişli bir kimse İmâmeti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse (İmâm olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- İmâmet Akdine Tanıklık:

İmâmet akdine tanıklık hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep âlimlerimizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hususta ise, tanıklığın gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir delil yoktur.

Kimisi de şöyle demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü kabul eden kimseler şunu delil gösterirler: Eğer İmâmet akdinde şahit tutulmayacak olursa bu sefer herkes gizlice kendisine İmâmet akdinde bulunulduğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahitliğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi yapan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer kimsenin bulunması gerektiğini söylemektedir. Çünkü Hazret-i Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi tayin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi bunun delilidir.

Bizim delilimiz ise şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitliğinin muteber olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı vardır. Ve bundan fazlası hakkında delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla fazlasına itibar etmemek gerekmektedir.

11- İmâmın Şartları:

İmâmda aranan şartlar onbir tanedir:

1- Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İmâmlar Kureyş'tendir" diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır.

2- Olaylar ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul edilmiştir.

3- Savaş, orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman cemaatin himaye edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin cezalandırılması, mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü görüş ve bilgi sahibi olmak.

4- Hadlerin uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) boyunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılmayacak kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususunda aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri atayacaktır. Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm verme işini üzerine alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir.

5, 6- Hür ve müslüman olmak. İmâmın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur.

7, 8- Erkek olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının İmâm olmasının câiz olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte kadının şahitlik yapmasının câiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

9, 10- Baliğ ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur.

11- Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin İmâmlık akdiyle başa getirilmesinin câiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet, İmâmın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Sizin İmâmlarınız, sizin şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakınız."

Kur'ân-ı Kerîm'de de Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır:

"Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariyle" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organlarının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın:

"Onu seçmiştir" âyetinin anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korunmuş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en ferasetlisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşimoğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhum)ın İmâmlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından değildirler.

12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmâm Yapılması:

Daha üstün faziletli bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fitne ve ümmetin işlerinin düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi caizdir. Çünkü İmâmın başa getiriliş amacı düşmanı Savası, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygulaması, beytü’l-mal adına gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtmasıdır. Eğer daha faziletli olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fesattan ve kendisi sebebiyle İmâmın tayin edildiği amaçların gerçekleşmemesinden korkulacak olursa, bu daha üstün faziletliyi bırakıp daha az faziletliyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir mazeret olur. Buna Hazret-i Ömer'in ve ümmetin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha faziletli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebilir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmaksızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde Hazret-i Ömer onlardan herhangi birisine İmâmet akdinin yapılmasını câiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

13- İmâm Fasıklık Yaparsa Azledilir:

İmâm başa getirilip akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, Cumhûrun görüşüne göre İmâmeti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle İmâmlıktan uzaklaştırılır. Çünkü İmâmın ancak hadleri uygulamak, hakları sahiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların görülmesi gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine getirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bütün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler İmâmın fasık olmasını câiz görecek olursak bu, İmâmın tayin ediliş gayesini iptal eder. Nitekim İmâmın tayin ediliş sebebini iptal edeceğinden dolayı fasık olan herhangi kimseye İmâmet akdinin yapılması baştan beri câiz değildir. Sonradan fasıklık eden de onun gibidir.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir: İmâm ancak küfür ile yahut namazı kıldırmayı terketmekle veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriatten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ubade b. Samit tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Ve yönetime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hazret-i Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna."

Avf b. Mâlik tarafından rivâyet edilen hadiste ise Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.." Bu iki Hadîs-i şerîfi de Müslim rivâyet etmiştir.

Umm Seleme'nin rivâyetine göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yaptıkları birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri münker göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olanlar ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle Savaşmayalım mı? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i) Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kurtulur, demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivâyet etmiştir.

14- İmâmın Kendisini Azli:

İmâmlığına etki edecek şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına İmâmet akdini yapması hakkına sahip midir? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi İmâmlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmâmın kendisini azletmesi halinde azlolacağının delili Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, beni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) seni dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? diye cevap vermeleridir.

Şayet Hazret-i Ebû Bekir'in kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, ashab-ı kiram onun böyle bir teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Senin böyle bir söz söylemeye hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı çıkmadığına göre İmâmın kendi kendisini azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış olur. Diğer taraftan İmâm hazır bulunmayanların da haklarına nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü İmâm, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve naibidir. Vekilin de hakimin de herhangi bir hususta başkasına naiblik eden herkesin de kendisini azletmek hakkı ittifakla kabul edildiğine göre, İmâmın da böyle olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

15- Bir İmâma Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa:

Hal ve akıl ehlinin ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kimsenin akidde bulunması ile bir kimsenin İmâmet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sünnetini uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir mazeret dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir mazereti olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edilir ve bu konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliğinin bozulması önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birincisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş daha güçlüdür. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebû Said el-Hudri rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.

Abdullah b. Amr'ın rivâyetine göre; Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim bir İmâma bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belirtir, kalbinden ona bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başkası gelip bu hususta onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynunu vurunuz." Bu hadisi de yine Müslim rivâyet etmiştir.

Arfece'den gelen rivâyette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır.

İki İmâm tayininin yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki İmâm tayin etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fitnelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- câiz olur.

16- Adaletli Bir İmâma Karşı Çıkmak:

Haricî (isyankâr) bir kimse, adaleti ile bilinen bir İmâma karşı çıkacak olursa, insanların böyle bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet İmâm fasık, haricî kimse olup adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil olduğu açıkça ortaya çıkmadıkça veya birincisinin görevden alınması üzerinde cemaatin sözbirliği gerçekleşmedikçe isyan eden bu hariciye yardımcı olmak, taraftar olmakta insanların acele etmemeleri gerekir. Çünkü böyle bir işe talib olan herkes, kendisinin salih bir kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği takdirde daha önce izhar ettiğinin hilafına eski adetlerine geri döner.

17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmâm:

Aynı çağda ve aynı bölgede, iki veya üç İmâmın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile câiz değildir. İmâm Ebû'l-Meâli der ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı kişiye İmâmet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demişlerdir: Eğer iki ayrı kişiye İmâmet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebû'l Meali devamla) der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye İmâmet akdine bulunmak câiz değildir. Bu hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki İmâm arasında geniş topraklar bulunursa, bunun câiz olma ihtimali vardır. Bununla beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dışında kalmaktadır. İmâm Ebû İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı bölgede bu işin câiz olduğunu kabul ediyordu.

Kerramiye ise, konu ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki İmâmın tayin edilmesinin câiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu câiz kabul etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Hazret-i Muâviye'nin aynı dönemde birer İmâm olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İki ayrı beldede veya iki ayrı bölgede iki kişi İmâm olursa onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygamberin gönderilmesi câiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal etme sonucunu vermediğine göre, İmâmette bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur ve birinin ötekinin İmâmetini çürütmemesi gerekir. Buna verilecek cevap şudur: Aslında şeriat bu işi yasaklamamış olsaydı, böyle birşey câiz olurdu. Ancak Hazret-i Peygamber: "İki İmâmın ikincisini öldürünüz" âyetiyle bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Hazret-i Muâviye ise, kendi adına İmâmlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen İmâmların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam (Suriye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna delil olan hususlardan birisi ise, onların dönemlerinde bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin İmâm olduğu üzerinde icma etmesidir. O ikisinden birisi de: Ben de İmâmım, bana muhalefet eden de İmâmdır, dememiştir. Eğer onlar (Kerramiye): Akıl iki İmâmın bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır.

Melekler ve Tesbihleri:

"Onlar da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın demişlerdir" âyetine gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle (Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yüce Allah'ın:

"Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) âyeti melekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz seni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü halifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da çıkartmayanın da bulunacağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek için: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini meleklere açık bir şekilde göstermiştir.

Bir görüşe göre de melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökmelerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışından önce cinler vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Allah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp denizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üzere sormuşlardı. Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından yapılmıştır.

İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyundan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle demişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kimseleri halifelik makamına geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek istediklerinden veya şanı yüce Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böylelikle kendisine ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hayretle karşıladıklarından dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına getirmeyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş gördüklerinden dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katâde der ki: Şanı yüce Allah, onlara yeryüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca melekler, acaba bu kişi Allah'ın kendilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üzere bu soruyu sormuşlardır.

Bu güzel bir açıklamadır. Bunu Abdürrezzak rivâyet ederek demiştir ki: Bize Ma'mer, Katâde'den yüce Allah'ın:

"Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyeti hakkında dedi ki: Allah, daha önce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fesat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları yapacak bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lâfızların ihtiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan görüş de güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiştir. Şanı yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" diye sorması, aslında: "Orada fesat çıkartacak.." diyen kimselere (yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü yüce Allah, bu şekilde soran meleklere: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir.

Kan Dökmek, Fesat Çıkartmak:

"Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" âyetindeki kimse,

"yaratacaksın" anlamındaki fiilin birinci mef'ûlü olarak nasb mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lâfzı gözönünde bulundurulması dolayısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de:

"içlerinden seni dinleyen vardır" (el-En'âm, 6/25) âyetinde fiil, en" lâfzına göre tekil gelmiştir."

"Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yûnus, 10/42) âyetinde ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir.

Dökecek" fiili de bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fiilin her iki şekilde (tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile sonunun cevabı kabul etmiştir. (Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi yaratacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle demektedir:

"Ben komşunuz değil miydim? Aramızda

Sevgi ve kardeşlik vardı, hem."

Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamına gelen "es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dökmek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıldığı da olur.

ed-dimâ, kanlar anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak- "dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mutlaka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki:

"Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak

Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar."

Yüce Allah'ın:

"Biz seni hamdinle tesbih ve takdis edip dururken" âyetinde yer alan "tesbih etmek", O'nu sıfatlarına lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek demektir. Arap dilinde "tesbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:

"Onun övüncü bana gelince derim ki:

O övünen Alkame'den (bunlar) uzaktır."

Talha b. Ubeydullah’ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmek demektir."

Bu kelime, yürümek ve gitmek anlamına gelen dan türetilmiştir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak), şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil, 73/7)

Teşbih eden kimseye ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonundaki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribirleriyle bitişmemesi için- câiz değildir.

Meleklerin Tesbihi:

Tefsir âlimleri, meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs'ın açıklamalarına göre, meleklerin teşbihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de "teşbih edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır:

"Eğer o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, demektir.

Meleklerin tesbih etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir:

"İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin

Hacılar tesbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde."

Katâde der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" demektir. Doğru olanı da budur. Çünkü Ebû Zerr'in rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kulları için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim) demektir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Abdurrahman b. Kurt'tan da rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra'ya götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir "Yüceler yücesini teşbih ederim. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî zikretmiştir.

Şanı yüce Allah'ın: "Hamdinle" âyetinin anlamı da şudur: Yani bizler teşbih ile birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arkasına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha sonra Allahü teâlâ'ya teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize gösterdiğin için hamde lâyık olan, övülen Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve takdis edip dururken" âyetinin anlamı seni ta'zim eder, şanını yüceltir, senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeylerden arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücâhid, Ebû Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Aralarında Katâde'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni takdis ederiz" âyeti namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır, demektedir.

Derim ki: Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi kapsamaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da rükû ve sücudunda şöyle derdi: "O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hazret-i Âişe'den Müslim rivâyet etmiştir.

"(........)Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası temizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış arza giriniz.

".. meliktir, kuddûstür" (el-Haşr, 59/23); yani temiz olandır.

"Muhakkak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Taha, 20/12) "Beytü’l-Makdis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades" ismi verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu) gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)". Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın temizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir:

"(Kurtlar) ona (öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar

Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi"

Burada "mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en faziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan

"Ben en iyi bilenim" âyeti iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifade eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim olduğu da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi:

"Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım

Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana."

Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin bilmediğiniz şeyleri bilenim" anlamına gelir. (.........) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir.

"Sizin bilmedikleriniz" âyetinden yüce Allah'ın neyi kastettiği hakkında tefsir âlimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbâs der ki: İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şereflendirince böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (aleyhisselâm)e rağmen küfre girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar gitti. Melekler ise:

"Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." demeyi tercih ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bundan farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onlara:

"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu.

Katâde de der ki: Melekler:

"Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın?" deyince şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kimseler arasında birtakım peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunacağını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.

Derim ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, olacak ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bilenim. O takdirde bu âyet genel bir anlam ifade ediyor demektir.

31

Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterdi ve dedi ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bunların isimlerini Bana bildirin."

Bu âyet ile ilgili açıklamalarımız yedi başlık halinde verilecektir:

1- Hazret-i Âdem ve Yaratılışı:

"Âdem'e bütün isimleri öğretti." âyetinde "öğretti" kelimesi tarif etti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bilgiyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihtimali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır.

Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamında şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de görüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hazret-i Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğrenmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hazret-i Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Taha, 20/115)

İbn Atâ der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eşyanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.

Hazret-i Âdem'in künyesi Ebû'l-Beşer (yani insanların atası)dır. Künyesinin "Ebû Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın İsmi ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hazret-i Âdem'in cennetteki künyesinin Ebû Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebû'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.

"Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yumuşatarak uzatmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiyacı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yapmıştır.

Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü anlamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hazret-i Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına göre ise beyazlıktır. Âdem (aleyhisselâm) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâdim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edilirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.

Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen Edîmu'l-ard'den türediğidir. Saîd b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş sebebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin sebebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir. es-Suddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onların İbn Abbâs'tan ve Murre el-Hemdani'den, onun İbn Mes'ûd'dan Hazret-i Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptıkları nakile göre Abdullah b. Mes'ûd şöyle demiştir: Yüce Allah Cebrâîl (aleyhisselâm)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum. Bunun üzerine Hazret-i Cebrâîl birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim. Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığındı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hazret-i Cebrâîl'in söyledikleri gibi söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ayrı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (mayası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" ismi verildi. (Ölüm meleği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı. Şanı yüce Allah, ona: "Sana yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı verdi: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gördüm. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının canlarını almana sen'uygun bir kimsesin." Daha sonra (yüce Allah) toprağı yapışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise birbirine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33) Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu:

"Muhakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72) İblis ona karşı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde ellerimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hazret-i Âdem'i bir insan şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl süre kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hazret-i Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce Allah'ın şu âyeti buna işaret etmektedir:

"O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarattı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis meleklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helâk ederim.

Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin yanından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediğiniz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yaparsınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis kendi içinde gizlice şu karan verdi: Yemin olsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helâk edeceğim. Hazret-i Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah meleklere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanınız. Âdem'e ruh üflenince ruh Hazret-i Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler. O da elhamdülillah deyince yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hazret-i Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğru kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir:

"İnsan aceleden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37);

"Bunun üzerine meleklerin hepsi ona topluca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak istemedi." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ûd Hazret-i Âdem'in yaratılış kıssasını zikretti.

Tirmizî'nin rivâyetine göre Ebû Mûsa el-Eş'arî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tümünden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğulları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hasen -sahih bir hadistir.

Edîm kelimesi edem'in çoğuludur. Şair der ki:

"İnsanlar şekil ve huy itibariyle farklı farklıdır.

Karakterleri de değişiktir.

Onların hepsini yeryüzü bir araya getirecektir."

Buna göre "Âdem"' kelimesi "edme"den değil de "edîm" ve "edem"den türemiş olur. Hepsinden türemiş olma ihtimali de vardır. Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce Allah'ın izniyle- En'am süresiyle başka buyruklarda Hazret-i Âdem'in yaratılışına dair âyetler açıklanınca gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf değildir. Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Âdem, nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz (yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu hem "ef'alu" vezninde hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere göre bir ismin gayr-i munsarif olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nekre gelir ve sıfat da değilse el-Halil ve Sîbeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur; el-Ahfeş Said'e göre ise munsarıf olur. Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde olur. Eğer sıfat olmazsa yine munsarıf kabul eder. Ebû İshah ez-Zeccâc: Doğru görüş Sîbeveyh'in görüşüdür, der ve sıfat ile başka şey olması arasında fark gözetmez. Çünkü her durumda, kelime aynı kelimedir.

2- İsimler:

"Bütün isimleri öğretti" âyetin

"isimler" ifade ve ibareler anlamındadır. Çünkü mutlak olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma kastedilebilir. Mesela, Zeyd ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi zaman da onunla bizatihi adlandırmanın kendisi kastedilebilir. "Aslan" kelimesi şu kadar harftir, demek gibi. Birincisiyle ilgili olarak şöyle denilir: İsim, musemmanın kendisidir. Yani onunla müsemma kastedilir. İkincisi ile ilgili olarak da isim ile müsemma anlatılmak istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in bizzat ibareler gibi değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekildedir. İşte yüce Allah'ın:

"Âdem'e bütün isimleri öğretti" âyeti konu ile ilgili açıklama şekillerinin en meşhuruna göre böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: "Muhakkak Allah'ın 99 tane ismi vardır" hadisi de böyledir. İsim "kişinin kendisi" (zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı anlamda olmak üzere: Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim adamlarının büyük çoğunluğu yüce Allah'ın:

"O, en yüce Rabbinin ismini tesbih et" (el-A'la, 87/1);

"Rabbinin ismi ne mübarektir!" (er-Rahmân, 55/78);

"Bunlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığınız isimlerdir." (en-Necm, 53/23) âyetlerini bu şekilde açıklamışlardır.

3- Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e Öğrettiği İsimler:

Tefsir âlimleri, yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e isimleri öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, İkrime, Katâde, Mücâhid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e önemli önemsiz bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. Âsım b. Küleyb, el-Hasen b. Ali'nin azadlı kölesi Sa'd'ın şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İbn Abbâs'ın yanında oturuyordum. Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının isimlerini sözkonusu ettiler, bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: "Âdem'e bütün isimleri öğretti."

Derim ki: Bu anlamda bazı ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu' (hadis olarak) da rivâyet edilmiştir. İşte "bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur. Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve genellik ifade etmek için kullanılır. Buhârî’de Enes (radıyallahü anh)'den gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde mü’minler bir araya gelip şöyle derler: Rabbımızın huzurunda bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve ona şöyle derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..."

İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerimede dilin tevkifî olarak öğrenildiğinin delili vardır. Yani Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği gösterilmektedir. Ve aynı şekilde yüce Allah'ın bu dili Âdem aleyhisselam'a geneliyle özeliyle bütün teferruatıyla öğrettiğini göstermektedir. İbn Abbâs da böyle söylemiştir. O der ki: Yüce Allah, ona tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin ismini öğretmiştir. Seyhan'ın Katâde'den rivâyetine göre o şöyle demiştir: Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birtakım isimlerini öğretmiştir. Her bir şeyi kendi İsmi ile söylemiş ve her bir şeyin menfaatini kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu açıklama bu hususta gelen rivâyetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı yüce Allah türlerin isimlerini ona öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde - bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir: Yüce Allah, Hazret-i Âdem'e meleklerin ve soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. Taberi bunu benimseyip tercih etmiştir. Bunu yaparken de yüce Allah'ın:

"Sonra onları meleklere gösterdi ( arzetti).." âyetine dayanmaktadır.

İbn Zeyd de der ki: Allah, Hazret-i Âdem'e bütün soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin isimlerini ona öğretmiştir. el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarattığı eşyanın isimlerini ona öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğretmiştir, de denilmiştir.

Derim ki: Az önce açıkladığımız ve yüce Allah'ın izniyle ileride de açıklayacağımız gerekçeler dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir.

4- Meleklere Neleri Gösterdi?

Yine tefsir âlimleri, meleklere kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ayrı olarak sadece isimleri mi gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. İbn Mes'ûd ve başkaları der ki: Hazret-i Âdem, onlara kişileri gösterdi, çünkü yüce Allah: Onları gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah şöyle buyurmaktadır Bunların isimlerini Bana bildiriniz". Araplar birşeyi ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da göründü) Birşeyi satışa arzetmek (göstermek) de buradan gelmektedir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti (gösterdi)."

İbn Abbâs ve başkaları ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir.

İbn Mes'ûd'un okuyuşuna göre şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup ancak buradaki zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara değil de sadece isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür zamir daha özellikli olarak dişiler hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ise şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak cansız çoğul için kullanılır.)

Mücâhid der ki: Burada gösterilen (arzedilen)ler, isimlerin sahipleridir.

İsimler ile ilgili olarak: Onlar adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine uygundur. Bu kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak şöyle denilir: İsimler kelimesi, şahıslara delalet etmektedir. Bundan dolayı isimler hakkında onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan : bunlar" denilerek işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan şahıslardır. Fakat bunlar her ne kadar gaib iseler de herhangi bir sebep dolayısıyla onların bir kısmı hazır olmuştur. İşte onlar bu hazır olanların isimleridir. (Yani bu hazır olanların isimleri Âdem'e öğretilmiştir.)

İbn Atiyye der ki: Açıkça görülen şu ki: Şanı yüce Allah, Hazret-i Âdem'e isimleri öğretmiş ve bu cinslerle birlikte şahısları ile beraber bunları ona göstermiştir. Daha sonra bunları meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi mümkün olan isimlerini onlara sormuş, sonra da Hazret-i Âdem onlara şu cevabı vermiştir: Bunun ismi şudur, bunun ismi da budur, diye.

el-Maverdi de der ki: En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yönelik olmasıdır. Diğer taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki görüş vardır. Bunlardan birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe göre ise, Allahü teâlâ bu eşyayı meleklerin tasallallahü aleyhi ve sellemvurlarında canlandırmış, sonra da bunları arzetmiş (göstermiş)tir.

5- İlk Olarak Arapça Konuşan:

İlk olarak kimin Arapça konuştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan rivâyet edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün yazıları ilk ortaya atan ve bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem (aleyhisselâm)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan başkaları da böyle demiştir.

Denilse ki: Yine Ka'b el-Ahbar'dan hasen bir rivâyet ile şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk konuşan kişi Cebrâîl (aleyhisselâm)'dır. Hazret-i Nûh'a Arapçayı o öğretmiştir. Hazret-i Nûh da bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da Ka'b yoluyla rivâyet etmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ise şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk konuşma imkanı verilen kişi İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi." Yine Arapça ilk konuşan kişinin Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivâyet edilmiştir. Başka rivâyetler de vardır.

Buna karşılık biz de deriz ki: Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem (aleyhisselâm) olduğudur. Kur'ân-ı Kerîm de buna tanıklık etmektedir. Nitekim yüce Allah:

"Âdem'e bütün isimleri öğretti" diye buyurmaktadır. Bütün diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu diller, "isimler" tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivâyetler de bunu ifade etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tencere ve küçük kaba varıncaya kadar (Allah) Hazret-i Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir." Başkalarının kaydettikleri diğer rivâyetlerden İbrahim (aleyhisselâm) soyundan ilk Arapça konuşanın Hazret-i İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer bunun dışındaki diğer rivâyetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin kabilesi arasında ilk Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna delil ise belirttiğimiz bu gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Melekler arasında da aynı şekilde Hazret-i Cebrâîl Arapça konuşan ilk melektir. O Arapçayı yüce Allah, Hazret-i Âdem'e veya Hazret-i Cebrâîl'e -az önceki açıklamalara göre- öğrettikten sonra Hazret-i Nûh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yüce Allah'ın: "Bunlar" âyeti esreli olarak mebnidir. Temimliler, Kays'lıların bir kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki:

"Bunlara da diğerlerine de: Hepsine verdin;

Kesilip biçilmiş aynı evsafta ayakkabılar."

Araplardan elif ile hemzeyi hazfederek şeklinde telaffuz edenler de vardır.

6- Doğru Söyleme Şartı:

"Eğer doğru söyleyenler iseniz" âyeti bir şart cümlesidir. Cevabı ise zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir: Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzünde fesat çıkartacağı iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu isimleri) bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Doğru söyleyenler iseniz" âyeti bilenler iseniz, demektir. Bundan dolayı melekler için ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni tenzih ederiz" diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle demiştir: Eğer yüce Allah bu konuda verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsaydı şanı yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı kimse için sözkonusu olduğu gibi onlar için de ictihad câiz olurdu. Yüce Allah bu kişiye:

"Ne kadar kaldın?" (el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu isabet ettirmesi şartını koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti. Buna karşılık da herhangi bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir husustur.

Taberi ve Ebû Ubeyd'in anlattıklarına göre müfessirlerden birisi yüce Allah'ın:

"Eğer., iseniz" âyetinin anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır. Ancak Taberi ve Ebû Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir. âyeti haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber demektir. Hemzeli olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklama ileride gelecektir.

7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak):

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu şekilde haber vermek; güç yetirilemeyen birşeyin teklif edilebileceği sonucu çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah onların bunları bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir âlimlerinin muhakkikleri şöyle demişlerdir: Burada bu âyet teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt sadece onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a havale etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mıdır hususuna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda gelecektir.

32

Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz. Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin."

Yüce Allah'ın:

"Dediler ki:

"Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz..." âyetine dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1-Tesbih:

Seni tenzih ederiz": Yani gaybı senden başka bir kimsenin bilmesinden yana seni tenzih ederiz. Bu meleklerin yüce Allah'ın:

"Bunların isimlerini bana bildirin.." âyetine verdikleri cevabdır. Onlar yüce Allah'a kendilerine öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insanlar arasında bilgisizlerin yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde görüş beyan etmediklerini belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..." anlamındaki âyette yer alan burada anlamında olup "bize öğrettiğin şey..." demek olur. Masdar anlamını veren türden olup: "Senin bize öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de mümkündür.

2- Soruya Cevap Verme Adabı:

Herhangi bir husus hakkında bilgi edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı bilmiyor ise, meleklere, peygamberlere ve faziletli ilim adamlarına uyarak: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmiyorum, diye cevap vermektir. Şu kadar var ki doğru sözlü yüce Peygamberimiz ilim adamlarının ölümü ile ilmin de kaldırılacağını, geriye kendilerinden fetva sorulacak ve görüşlerine göre fetva verecek cahil birtakım insanların kalacağını bunun sonucunda bunların da sapacağını, başkalarını da saptıracaklarını beyan buyurmuştur.

Bu âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ashab-ı kiramdan, tabiin'den ve onlardan sonra gelenlerden rivâyet edilen haberlere gelince; el-Büstî, Sahih Müsned'inde İbn Ömer'den şunu rivâyet etmektedir: Adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: En kötü bölge hangisidir? diye sormuş, Hazret-i Peygamber: "Bilemiyorum, Cebrâîl'e soruncaya kadar (bana mühlet ver)" diye cevap verdi, Cebrâîl'e sordu. Hazret-i Cebrâîl de: Bilemiyorum, Mikâil'e soruncaya kadar bana mühlet ver. Daha sonra Hazret-i Cebrâîl gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır.

Hazret-i Ebû Bekir de ölen torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı verdi: Geri dön, ben istişare edip insanlara sorayım, durumu öğreneyim.

Hazret-i Ali de: Ne kadar da yürek soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç defa tekrarlardı. Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey mü’minlerin emiri? diye sorunca Hazret-i Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hakkında soru sorulur da o da doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap vermesi.

Adamın birisi, İbn Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar, o da şu cevabı verir: Ben bunu bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince İbn Ömer ona şöyle der: İbn Ömer'in söylediği söz çok güzeldir. Ona bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da: Ben bunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunu Dârimî Müsned'inde zikretmektedir.

Müslim'in Sahih'inde, Buhayye'nin sahibi Ebû Akil, Yahya b. el-Mütevekkil'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Said'in yanında oturuyor idim. Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in babası, senin gibi büyük bir kimseye bu dine dair bir husus hakkında soru sorulur da senin bu hususta herhangi bir bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremezsen -veya: Bu konuda bir bilgin bulunmaz, bir çıkış yolu da gösteremezsen- bu çok çirkin bir iş olur. Bunun üzerine el-Kasım ona, neden böyle diyorsun diye sorunca şu cevabı verir: Çünkü sen bir taraftan Ebû Bekir, diğer taraftan Ömer gibi iki hidâyet İmâmının oğlusun. el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış bir kimse açısından bundan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem veya güvenilir (sika) olmayan birisinden rivâyet derlememdir. Bunun üzerine Yahya susar ve ona cevap vermez.

Mâlik b. Enes de der ki: İbn Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim adamı olan bir kimsenin kendisi ile birlikte oturup kalkanlara kendisinden sonra "bilmiyorum" demeyi miras bırakması gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın. Onlardan herhangi birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da; bilmiyorum, desin.

el-Heysem b. Cemil der ki: Ben Mâlik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkında soru sorulduğuna ve bunların otuz iki tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine şahit oldum.

Derim ki: Ashab-ı kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden buna benzer rivâyetler pek çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası ve ilimde insaf sahibi olmamaktır. İbn Abdi’l-Berr der ki: İlmin bereketinden ve adabından birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır. İnsaf sahibi olmayan bir kimse, ne kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey anlatabilir.

Yûnus b. Abdi’l-A'la rivâyetle dedi ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben Mâlik b. Enes'in şöyle dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan daha az hiçbir şey yoktur.

Derim ki: Bu İmâm Mâlik'in zamanında böyle idiyse, fesadın yaygınlaştığı ve bayağılıkların çoğaldığı, ilmin, anlayıp kavramak için değil de başkanlık için talep edildiği zamanımızda durum nasıldır? Günümüzde ilim, dünyada üstünlük sağlamak, kalbe katılık veren, kinleri yerleştiren, tartışma ve münazaralar ile akranlara galip gelmek için tahsil edilir birşey oldu. Bu tür maksatlar ve davranışlar ise takvasızlığa ve yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter. Günümüzün bu durumları nerede, Ömer (radıyallahü anh)'dan gelen şu rivâyetin ifade ettiği gerçek nerede? Hazret-i Ömer dedi ki: Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla olmasın . İsterse Zu el-Asaba -yani Yezid b. el-Husayn el-Harisi'nın kızı olsun. Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu fazlalık beytü'l-mal'e konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boylu burnu bir parça basık bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yoktur, dedi. Hazret-i Ömer, o da nedenmiş? deyince kadın şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah:

"Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan geri hiçbir şey almayın." (en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzerine Hazret-i Ömer dedi ki: Bir kadın isabet etti, bir adam da yanıldı.

Veki', Ebû Ma'şer'den, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi, Ali (radıyallahü anh)'a bir mes'eleye dair soru sorar.

Hazret-i Ali de o hususta cevabını verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü’minlerin emiri, aksine durum şöyle şöyle olmalıdır. Hazret-i Ali şu cevabı verir: Evet sen isabet ettin ve ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır.

Ebû Muhammed Kasım b. Esbağ der ki: Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım. Bekr b. Hammâd 'dan Müsedded yoluyla gelen hadisleri aldım. Daha sonra oradan Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlarla (âlimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde tekrar Bekr b. Hammâd 'ın yanına gidip Müsedded yoluyla gelen hadisleri tamamlamak istedim. Günün birinde ona Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisini okudum: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna Mudarlılardan çizgili elbiseleri yakalarından delerek giyinmiş kimseler geldi. O bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben ona: Hayır buşeklindedir, dedim. Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi okudumsa böylece okudum. Bana şu cevabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı çıkıyor ve öğünüyor musun? Veya buna benzer bir ifade kullandı. Daha sonra bana şöyle dedi: Kalk seninle birlikte -mescidde bulunan bir hocayı göstererek- şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun yanına vardık ve bu hususta sorumuzu sorduk. O da benim dediğim gibi buradaki ifade şeklindedir dedi. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön taraflarına gelir idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur. (Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal demektir). Bekr b. Hammâd burnunu yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür, dedi ve gitti.

Yezid b. el-Velid b. Abdülmelik'in şu beyitleri ne kadar güzeldir:

"Bir mecliste konuşacak olur isem

Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır

Ben bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem

Bilgim sona erdiği yerde de susarım."

3- Subhaneke, Alim ve Hakîm:

"Subhane" kelimesi Halil ve Sîbeveyh'e göre masdar olarak mansuptur. Seni şanına lâyık bir şekilde teşbih ederiz, demektir. el-Kisaî'nin açıklamasına göre ise bu izafet yapılmış bir nida olduğu için mansuptur.

"Alîm": Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı yüce Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz bilgisini anlatmaktadır.

"Hakîm"in anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifade etmek içindir. Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir.

Buna göre

"Hakîm" yüce Allah'ın fiilî sıfatlarındandır. Nasılki (işittirici anlamına gelen:) müsmi' kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan anlamına gelen:) mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da (sağlam yapan anlamına gelen) muhkim kelimesi hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar İbnu'l-Enbârî'ye aittir.

Kimisine göre de

"hakîm" bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan dolayı maksada aykırı yürüyüp gitmekten atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam" ismi verilmiştir. Cerir der ki:

"Ey Hanife oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz

Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan korkuyorum."

Cerir ayak takımlarınızı kötülük yapmaktan engelleyiniz, demek istemektedir. Züheyr de der ki:

"Atları süren kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp götürür,

Deriden ve kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. "

Araplar belli bir işi yapmaktan engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et (alıkoy) derler.

"Muhkem sûre" ise, her türlü değişikliklerden ve değiştirmelerden korunmuş, ona ait olmayan bir şeyin kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şeyin de ona ilave edilmesi önlenmiş sûre demektir.

Hikmet de buradan gelmektedir. Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıkoyar. Birşeyi sağlam yapıp da isteğinin dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şeyi muhkem yaptı" denilir. "Hakîm" ise, mübalağa ifade eder.

33

"Ey Âdem, onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber verdi. (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim?"

Yüce Allah'ın bu âyetine dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi:

"Onlara isimlerini haber ver" âyeti ile yüce Allah, isimleri meleklere arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretmiştir. Böylelikle meleklerin, yüce Allah'ın kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in) daha bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şanının yüceliğine, dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah, Âdem'i meleklerin önüne geçirmek, Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan daha faziletli olmuştur. Böylelikle Hazret-i Âdem kendisine secde edilmek ve bilginin tahsis edilmesi suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş oldu.

2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti:

Bu âyet-i kerimede bilginin ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları dolayısıyla kanatlarını (onun önüne) serer." Yani ona boyun eğip alçakgönüllülük gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları arasından özellikle ilim ehline bunları yapmalarının sebebi, şanı yüce Allah'ın, Âdem (aleyhisselâm) hakkında melekleri böyle bir tavır takınmak zorunda bırakmasıdır. Ondan bu yana melekler bu şekildeki bir davranışı kendilerine bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı, melekler ilme ve âlimlere tazimleri dolayısıyla ilmin talebine ve ilimle uğraşmaya razı olduklarından dolayı bir insanın bilgi sahibi olduğunu gördükleri vakit, o kimseye karşı alçakgönüllülük gösterir, boyun eğer ve tezellül gösterirler. İnsanlar arasından ilim taliplerine karşı durumları bu olduğuna göre ya gerçekten büyük ilim sahiplerine ve aralarından rabbani olanlara karşı tavırlan ne olur? Allah, bizleri bunlardan kılsın, bunlar arasında bulundursun. Şüphesiz ki O, büyük bir lütuf sahibidir.

3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?:

Burdan hareketle ilim adamları: Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âdemoğulları mı daha faziletlidir, hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır.

Bir kesime göre, insanların arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların velileri, meleklerin velilerinden üstündür.

Diğer bir kesime göre Mele-i A'lâ daha üstündür. Melekleri daha üstün kabul edenler, yüce Allah'ın şu âyetlerini delil gösterirler:

"Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27);

"Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6);

"Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de." (en-Nisa, 172);

"De ki: Ben size, benim yanımda Allah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum." (el-En'am, 6/50)

Buhârî’de de şu ifade yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni bir topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun topluluğundan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım." Bu ise bu konuda açık bir nastır.

Âdemoğullarının üstün olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu âyetini delil gösterirler:

"îman edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar yaratılanların en hayırlılarıdır." (el-Beyyine, 98/7) Peygamber efendimizin şu âyetini da delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoşnutlukları kanatlarını (önüne) sererler." Bu hadisi Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere karşı Arafat'ta vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil gösterirler. Ancak daha faziletli olanla öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Peygamberlerin meleklerden daha faziletli olduğunu kesin olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de onlardan daha hayırlı olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çünkü bu konuda kanaat belirtmenin yolu; yüce Allah'ın ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda Kaderiyye'ye ve kadı Ebû Bekr (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'a muhalefet sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha faziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebû Bekir der ki: Bizim mezhep âlimlerimizden ve Şia'dan: Peygamberler daha faziletlidir, çünkü yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap verilir: Kendisine secde edilen, secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çünkü Ka'be'nin önünde peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz gibi, bütün yaratıklar da onun etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz peygamberler -ümmetin ittifakı ile- Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiçbir kimseye yapılmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü secde etmek bir ibadettir. İbadet ise ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle olduğuna göre, herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet edenden daha hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur.

Bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair ek açıklamalar gelecektir.

4- Gayb Bilgisi:

Yüce Allah'ın:

"Gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini de Ben bilirim" âyetinde yüce Allah'ın -Peygamber gibi- bildirdiği kimseler veya yüce Allah'ın bildirdiği kimselerin bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğinin delili vardır. Buna göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan) müneccimler, kâhinler ve benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar yüce Allah'ın:

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. Kendisinden başkası bunları bilmez." (el-En'am, 6/59) âyetini tefsir ederken gelecektir.

5- Açıklanan ve Gizlenen Şeyleri Allah Bilir:

Yüce Allah'ın:

"Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim"; yani melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" şeklindeki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi açıklarsanız" âyeti ile buna işaret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî nakletmiştir. ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hazret-i Âdem'e vakit kaybetmeksizin secde etmeleridir.

"Neyi gizlerseniz" âyetinden kastedilen ise İbn Abbâs, İbn Mes'ûd ve Saîd b. Cübeyr'in açıklamalarına göre İblis'in kendi içinde gizlediği büyüklük ve masiyet kararıdır. İbn Atiyye de der ki:

"Gizlerseniz" âyetinin bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelmesi, Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Nitekim bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o topluluğa: Bu işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin aranızdan bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın şu âyeti de bu türdendir:

"Muhakkak odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez." (el-Hucurat, 49/4) Halbuki onlar arasından Hazret-i Peygamber'e bu şekilde seslenen sadece Uyeyne (b. Hısn el-Fezarî)'dir. Bir görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir.

Bir grup müfessir de şöyle demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da gizlemek de onların tümünün bütün gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiğini genel olarak ifade etmektedir.

Mehdi b. Meymun der ki: el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona el-Hasen b. Dinar, meleklerin gizlediği neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yüce Allah, Âdem'i yarattığında melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş oldular. Sanki bundan dolayı içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra biribirlerine döndüler ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışarak: Bu yaratık ne diye sizi endişelendirsin ki? Şüphesiz yüce Allah, neyi yaratırsa yaratsın, mutlaka biz o yarattığından Allah katında daha üstün ve değerli olacağızdır, dediler.

"Neyi açıklarsanız" âyetindeki

"Ne", "Bilirim" anlamındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun: "Bilen" anlamına ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki edatın onunla mansup kabul edilmesi de mümkündür. O taktirde âyet (bu yönüyle) "Allah'ın Evi'ni ziyaret edenler" tabirine benzer. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyetin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır.

34

Hani Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında derhal secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfirlerden oldu.

Buna dair açıklamalarımız on başlık halinde verilecektir:

1- Biz Demiştik..:

Yüce Allah'ın

“Ve iz kulna” âyeti:

"Hatırla ki Biz" anlamındadır. Ebû Ubeyde'nin burada yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması uygun değildir. Çünkü bu kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyet birinci başlıkta) yapılmıştır. "Demiştik" diye buyurulup da "demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar olan Allah'ın kendi zatı hakkında; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için çoğul zamiri kullanmasıdır.

"Melâike" kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Âdem kelimesine dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki bilgiler de önceden verilmiştir. tekrarlanmasının anlamı yoktur.

Ebû Cafer b. el-Ka'ka'ın "li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen "uscudû" kelimesinde yer alan cim harfinin ötreli (cu) şeklinde okunduğu için ona rivâyetle "li’l-melaiketu" şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. "Elhamdülillahi" ibaresini "elhamdülüllahi" şeklinde okumak da buna benzemektedir.

2- Secde:

"Secde edin" emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki:

"Ve öyle bir toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar etraflarında kayboluyor

Küçük tepelerin toynakları altında secde ettiğini görürsün."

Şair, burada tepelerin atların toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır.

"Secde eden göz" tabiri, bakmaktan çekinen göz demektir. Secde etmenin en ileri derecesi yüzü yere koymaktır. İbn Faris der ki: Eğilme sözkonusu olduğu zaman "secde etti" denilir. Secde eden herkes alçalmış olur. "İscad" bakışı sürdürmek demektir. Ebû Amr der ki: Başını önüne eğdiği zaman "escede" denilir. Şair der ki:

"Secde ettirildi develerinin yularlarına

Hıristiyanların, hahamlarının önünde secde edişi gibi."

Ebû Ubeyde der ki: Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu:

"Ve ona: Leyla'ya secde et, dediler, o da secde etti."

Şair, burada başını önüne eğen deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde onlara karşı secde ettikleri birtakım resimler bulunan dirhemler demektir. Şair der ki:

"İscad dirhemleri gibi onunla karşılaştı."

3- Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e Secde Emrinin Hikmeti:

Âdem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" âyetini delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hazret-i Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" âyetinin anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu âyetini andırmaktadır:

"Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kayması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir:

"Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.

Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap verilir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olunca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip kendilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Bazı âlimler de şöyle demektedirler: Melekler Âdem (aleyhisselâm)'ı kusurlu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyorlardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmekle emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" demelerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihtimal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği vakit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Allah onlara:

"Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona secdeye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediğinize ceza olmak üzere böyle olacaktır, demektir.

Denilse ki: İbn Abbâs, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gösterir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu âyetiyle kasem etmiştir:

"Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu âyetiyle da Hazret-i Peygamber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir:

"Ta ki Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır:

"Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.

Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına kasem ederek: "Hayatıma yemin olsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da kasem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise onların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili değildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.

Şanı yüce Allah'ın:

"Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." âyeti ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu âyetini andırmaktadır:

"Yemin olsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz ziyan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbâs'ın bu açıklamalarında, (Hazret-i Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet edecek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Meleklerin Âdem'e Secde Şekli:

İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı görüşlere sahiptirler. Cumhûr der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gibi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanılarak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açıkça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hazret-i Âdem de bu durumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıbleye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.

Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan alnın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" âyeti; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" âyeti de onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.

Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde secde etmek, Âdem (aleyhisselâm)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde câiz olmaz mı demektir, yoksa Hazret-i Âdem'den sonra da Hazret-i Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek câiz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mudur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Resûlüllah'a secde ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde etmeye biz daha lâyıkız. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir."

İbn Mâce Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getirmiş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanına gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır." Hadisin bu lâfzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerlere (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivâyetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hazret-i Peygamber insanlara secde etmeyi yasakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.

Derim ki: Sûfilerin cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve istiğfarda bulunmaları esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde etmeyi adet haline getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cezbe haline geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş. Ancak bu onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıbleye doğru mu başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. Onların bu şekildeki amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır.

5- İblis:

"İblis dışında derhal secde ettiler" âyetinde yer alan İblis kelimesinin mansub olması (yani sin harfinin üstün olması) istisnanın muttasıl olması dolayısıyladır. Çünkü İblis, Cumhûrun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb, Katâde ve başkaları da vardır. Şeyh Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. İbn Abbâs der ki: İblis'in ismi Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı.

Simak b. Harb'ın İkrime'den rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: İblis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu.

el-Maverdî'nin Katâde'den naklettiğine göre ise İblis meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu türe "el-cinne" denilir.

Saîd b. Cübeyr der ki: Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten yaratılmıştır. İblis de bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan yaratılmışlardır.

İbn Zeyd, el-Hasen ve yine Katâde der ki: Âdem nasıl insanların babası ise İblis de cinlerin babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. O der ki: Onun asıl ismi "el-Hâris"dir.

Şehr b. Havşeb ve bazı usulcüler der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve meleklerin kendileri ile Savaştığı cinlerden idi. Melekler onu küçükken esir almış, o da meleklerle birlikte ibadet edip durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir. Ayrıca bunu Taberi, İbn Mes'ûd'dan da rivâyet etmiştir. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Onların bir zanna uymaktan başka buna dair hiçbir bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157) Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre şu âyet-i kerimedeki istisna da böyledir:

"... kestikleriniz hariç olmak üzere" (el-Maide, 5/3) Şairin şu sözleri de bu tür bir istisnadır:

"Senin için susuzluk da açlık da yoktur

Uyumaktan başka ve uyumak da yasaktır."

Bu görüşü savunanlardan kimisi şunu da delil göstermektedir: Yüce Allah, melekleri nitelendirirken şöyle buyurmuştur:

"Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6) Diğer taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine delil göstermektedirler:

"İblis müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinlerdendi." (el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır.

Birinci görüşün sallallahü aleyhi ve sellemunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı yüce Allah, bedbaht olacağını ezelden beri bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dışına çıkması -yüce Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yaptığından sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleştirilmesi de onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir.

İblis, yeryüzünde bulunan cinlerden idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu rivâyete karşılık olarak İblisin meleklerle birlikte yeryüzünde bulunan cinlere karşı Savaştığına dair rivâyetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî ve başkası nakletmiştir. es-Sa'lebî de İbn Abbâs'tan şunu nakletmektedir: İblis, Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlandırılan taifeden olup bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak melekler nurdan yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice ismi "Azâzîl" Arapça ismi "el-Hâris" idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Oranın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok ibadet eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare ederdi. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu görüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği günah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hazret-i Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri için- meleklere cin ismi da verildiği olur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar kendisiyle cinler arasında bir nesep uydurdular" (es-Saffat, 37/158). Şair de Hazret-i Süleyman'ı sözkonusu ederken şöyle demektedir:

"Meleklerin cinlerinden (görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı,

Onun huzurunda ayakta dururlar, ücretsiz çalışırlardı."

Diğer taraftan İblis cennetin bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi (cin), cennetin adından türetilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İblis kelimesi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden türemiştir. Bu görüş Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir görüşe göre bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de türemiş değildir. Bu görüş de ez-Zeccâc ve başkalarına aittir.

6- Secde Etmemenin Pişmanlığı:

"O ise dayattı" âyeti kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi, demektir. Ebû Hüreyre'den gelen sahih hadiste de bu durum ifade edilmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İbn Âdem secde (âyetini) okur da secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der. Âdemoğluna secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

7- Müstekbirlik Şeytanın Huyudur:

"Ve kibirlenerek kafirlerden oldu." îstikbâr; kişinin kendisini büyük görmesi demektir. İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e secde yapılmasını da büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e secde etmeyi terketmesi, yüce Allah'ın emir ve bu emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu şekildeki bir büyüklenmeyi Hazret-i Peygamber şöylece ifade etmektedir: "Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan bir kimse cennete girmeyecektir." Bir diğer rivâyete göre de adamın birisi şöyle demiş: Kişi elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle der: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak ve insanları hakir görmektir." Bu hadis Müslim tarafından rivâyet edilmiştir. Hakka karşı çıkmanın anlamı ise onu anlamsız görmek, onu batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük görmek" de onları hakir görmek, onları küçümseyerek alay etmektir. Yani bir kimseyi küçük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür edilmediği zaman da nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu hususu, açık bir şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize aktarmaktadır:

"Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12);

"Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61);

"Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun kâfir olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yüce Allah'ın emirlerinden yahut onun Rasulünün emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır.

İbnü'l-Kasım'ın İmâm Mâlik'ten rivâyetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti.

Katâde de der ki: İblis Âdem'i Allahü teâlâ'nın ona verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise çamurdan.

Günahların başlangıcı kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır.

8- Müstekbir Şeytan, Kâfirlerdendir:

Yüce Allah'ın:

"Kafirlerden idi" âyetinin; Kâfirlerden oldu, anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"O da suda boğulanlardan oldu" (Hud, 11/43) âyeti de bu türdendir. Şair de şöyle demektedir:

"Uçsuz bucaksız kupkuru bir çöldeki binektir sanki

Ele avuca gelmez ve yumurtalarından çıkıp yavru olmuş kekliğe benzer."

İbn Fûrek der ki: Burada yer alan "Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu" anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki asıl kaidelere aykırıdır. Tefsircilerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı şudur: Yani yüce Allah'ın ezelî ilminde onun kâfir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü gerçek manada kâfir ve gerçek manada mü’min şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne şekilde öleceğini bildiği kimsedir.

Derim ki: Bu açıklama şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de yer aldığına göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak sonuçları ile değerlendirilir."

Denildiğine göre İblis, yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş, ona başkanlık ve cennet bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı münafıklara dillerinin ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı verildiği gibi, tıpkı Bel'am (b. Baura)'ya yine dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söylemek imkanı verildiği gibi. Bu başkanlığı sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice yer etmişti. İbn Abbâs der ki: İblis kendisinin sahip olduğu bu imkanlar sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı "ben ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce Allah'ın şu âyeti de bu sebep dolayısıyladır:

"Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir? Sen büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?" (Sad, 38/75) Yani sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın (istikbâr) . Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle yarattığımda herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı yüce Allah "kafirlerden oldu" diye buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet ateşiydi. Bundan dolayı yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle demişti:

"Senin izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım." (Sad, 38/82) İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet kendisinin Âdem'den üstün olduğu görüşüne kapıldı.

Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Melekler izzetin nurundan İblis de izzetin narından (ateşinden) yaratılmıştır.

9- Kerametler Veya Olağanüstü Haller:

İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Peygamber olmayanların elleri vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü haller, o kişinin veli oluşunun delili değildir. İlim adamlarımız, bu görüşleriyle kimi mutasallallahü aleyhi ve sellemvıflara ve rafızîlere muhalefet ederler. Çünkü bunlar şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun delilidir. Çünkü o kişi, veli olmasaydı şanı yüce Allah, bu gibi şeyleri onun elleri vasıtasıyla izhar etmezdi.

Bizim delilimiz, bizden bir kimsenin (yani bir insanın) şanı yüce Allah'ın velisi olduğunu bilmek, ancak onun mü’min olacağını bilmekten sonra sahih bir delil olabilir. O kişinin mü’min olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin yüce Allah'ın bir velisi olduğunu kesinlikle söylemek imkanımız olmaz. Çünkü yüce Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah tarafından mutlaka îman ile öleceği bilinen kimsedir. Böyle bir kimsenin îman üzere öleceğini kesinlikle söylemek imkanına sahip olmadığımızı ittifakla kabul ettiğimize göre, hatta o kişinin kendisi dahi îman üzere öleceğini kesinlikle söyleyemediğine göre, onun bu harikulade halinin yüce Allah'ın velisi olduğunun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim adamlarımız devamla derler ki: Bununla birlikte şanı yüce Allah'ın bazı velilerini (gerçek dostlarını) güzel akıbetine ve amelinin nihaî haline kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması imkansız birşey değildir. Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları ortaya koymuştur.

Taberi'nin görüşüne göre ise şanı yüce Allah, bu İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise, peygamberliğini bilmelerine ve çok eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişlerine olan ni'metlerini bilmelerine rağmen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkar eden yahudilerdir.

10- İblis'ten Önce Kâfir Var mıydı?:

İblisten önce kafirin olup olmadığı hususu ile ilgili farklı görüşler belirtilmiştir. Kimisine göre, yoktur, İblis, inkar edip kâfir olan ilk kişidir. Kimisine göre ise, ondan önce cinlerden kâfirler vardı ve bunlar yeryüzünde yaşıyorlardı.

Yine İblisin küfrü cehlî (bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi konusunda da Ehl-i Sünnet âlimleri arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte kâfir olmadan önce onun yüce Allah'ı bilen bir kimse olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî olarak kâfir olduğunu kabul edenler şöyle der: O kâfir olduğu vakit, ilimden mahrum bırakıldı. İblisin küfrünün inadî olduğunu söyleyenler de şöyle der: O, bilgiye sahip olmakla birlikte kâfir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi kalmakla birlikte inadî olarak kâfir olmak uzak bir ihtimaldir. Ancak bana göre bu caizdir (mümkündür). Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden mahrum kılmasıyla birlikte imkansız değildir.

35

Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."

Bu âyete dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:

1- Cennette Yerleşmek:

"Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kâfir olması ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş ayrılığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hazret-i Âdem'e: "yerleş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sükûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:

"O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."

Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarrufunun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır.

2- Hazret-i Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler:

Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.

Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölmesi halinde o ev asıl sahibine döner.

"Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki görüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Umrâ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde gelecektir.

el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmâm Mâlik’in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (radıyallahü anhkabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.

"Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) murakabe"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun câiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yûsuf ve Şâfiî bunu câiz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmâm Mâlik ve diğer Küfe âlimleri ise bunu câiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü âdeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem câiz gören hem de men'eden iki Hadîs-i şerîf vardır ki bu ikisini de İbn Mâce Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivâyet etmiştir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Umrâ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir."

Bu Hadîs-i şerîfte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.

İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukbâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin olsun" demesidir.

Hadîs-i şerîfte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" âyeti ise bunun câiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesâî de rivâyet etmiştir. İbn Abbâs'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.

İbn Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umrâ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Münzir bu Hadîs-i şerîfi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hazret-i Ali'den de bu kanaat rivâyet edilmiştir. es-Sevrî ve İmâm Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.

Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına binmek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sırtından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kullanılır.

İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde Savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir kullanılır. Züheyr der ki:

"İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler

Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."

Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meniha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivâyet edilmiştir, Tirmizî, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir.

Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu’l-fahl" ise dişi deve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu’l-fahl" denilir.

3- "Sen" Zamiri:

"Sen zevcenle birlikte..." âyetindeki

"sen" zamirinin ayrıca kullanılması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir.

"Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) âyeti de bunun gibidir.

"Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen

Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."

Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde bulunmak Kur'ân dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi.

4- Hazret-i Âdem'in Eşi Hazret-i Havva:

"Sen zevcenle birlikte" âyetindeki

"zevce" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammâd b. Seleme, Sabit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hazret-i Peygamber, o adamı çağırdı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevcemdir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşeyler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar."

Âdem (aleyhisselâm)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yine Hazret-i Âdem'dir. Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hazret-i Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: İsmi nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çünkü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva ismini verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.

Rivâyet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır. Yine rivâyete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bunu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs der ki: Hazret-i Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hazret-i Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu âyetinin anlamı da budur:

"Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini yaratmıştır." (el-A'raf, 7/189)

İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivâyette şu da vardır: Kaburga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana karşı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Şair de buna işaretle şöyle demektedir:

"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin

Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir.

(Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir?

Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?"

İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemiklerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hazret-i Ali'den rivâyet edilmiştir.- Çünkü Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- gelecektir.

5- Cennet:

"... cennette yerleş..." âyetinde geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. Mu'tezile ve Kaderiyye'nin, Hazret-i Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçede) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile veya Kaderiyye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hazret-i Âdem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır.

"Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23);

"Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" (en-Nebe', 78/35);

"Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak

"selam selam" sözüdür." (el-Vakıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu âyeti dolayısıyla da cennetlikler cennetten çıkmazlar:

"Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Havva da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.

Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiyye devamla derler ki: Hazret-i Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?

Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesini elif lâm'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedîlik cennetini istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hazret-i Âdem'i aldatmak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hazret-i Mûsa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hazret-i Mûsa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lâm-ı tarifli olarak) cennetten çıkarttın." demiştir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lâm'ın geliş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hazret-i Mûsa'ya cevap verirdi. Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cennetten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.

Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yüce Allah tarafından Kıyâmet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değildir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.

Mu'tezile ve Kaderiyye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı günahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü masiyetlere, küfür ve yalana şahit olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada birtakım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cennetin durumu da böyledir.

Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (aleyhisselâm)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüşlerinin bir anlamı yoktur.

Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağacına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hazret-i Âdem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?

6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:

"Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" âyetinde yer alan

"Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.

"Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki:

"Kişiyi nimet içinde görürsün,

Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak."

Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki kelimenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır.

7- Yasak Ağaç:

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim: Eğer (radıyallahü anh harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun anlamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona yakın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (radıyallahü anh harfinin ötreli okunuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.

İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasaklamayı gerektiren bir lâfız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lâfzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e dair apaçık bir misaldir.

Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye buyurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Allah'ın:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir.

8- Bu Ağaç:

"Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lâm'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (...........)ı (...........) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu kelimenin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.

Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu kökten olarak "meşcere" ağaçlık yer demektir.

9- Hazret-i Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?

Tefsir âlimleri, Hazret-i Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs, Saîd b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi de işte budur.

Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Vehb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hazret-i Âdem'in tevbesini kabul edince sünbülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.

İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivâyet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Said de Katâde'den bu şekilde rivâyet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır. Çünkü Hazret-i Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.

İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivâyetler arasında Hazret-i Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivâyet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'e bir ağaçtan yemeyi yasakladığı ve Hazret-i Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.

Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmâm olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sınanması için yasak kılınmış bir ağaçtı.

10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hazret-i Âdem Ağaçtan Nasıl Yedi?

Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine rağmen Hazret-i Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hazret-i Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır.

(İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini sözkonusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (aleyhisselâm) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hazret-i Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lâfza göre yorumlamıştır.

Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hakkında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu’l-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği takdirde yeminini bozmuş olur.

O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.

Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde de aynı şey sözkonusudur:

"Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Taha, 20/117)

İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hazret-i Âdem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de naklî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivâyetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cennetteki şarabın niteliklerini belirtirken:

"Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına gelince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden korunmuşlardır.

Hazret-i Âdem'in Peygamberliği:

Derim ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Âdem'in cennette yerleştirilmesinden önce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın:

"O da onlara isimlerini haber verince.." (el-Bakara 2/33) âyetinden çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri haber vermesini emretmeştir.

Hazret-i Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.

Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde bunu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur:

"Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onda bir sabır ve sebat bulmadık. " (Taha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çokluğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hazret-i Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engelleyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyâmet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de kendisini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizginlemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah:

"Biz onda bir sabır ve sebat bulmadık." (Taha, 20/115) diye buyurmaktadır.

Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendilerini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna göre, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçları da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır" bir başka rivâyete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helâk edecektir" demesi gibi. Hazret-i Peygamber bu ifadeleriyle muayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir.

11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?

Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yasağın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Havva, Hazret-i Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hazret-i Âdem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hazret-i Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememişti.

İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lâfzın mutlak ifadesinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi birisinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cariyesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini bozmuş olur.

Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.

Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın:

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız" âyeti Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" âyeti ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşıya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu yasağı işlemedikleri sürece zâlimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hazret-i Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik. O ise unuttu" (Taha, 20/115) âyetinin anlamı budur.

Denildiğine göre, Hazret-i Âdem'in unuttuğu ise şu âyetinde dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir:

"Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâhâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

12- Peygamberler Küçük Günah İşler mi?

Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin -Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla birlikte bütün ilim adamları Peygamberlerin büyük günahları işlemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her türlü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefainî'ye göre ise, bunun böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zetile'ye göre ise, bu durum -kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir.

Taberi ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamberlerden küçük günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlardan korunmuşlardır (masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çıkardıkları Hadîs-i şerîfleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfiî mezhebine mensup fukahânın Cumhûru ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir karineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolunmuşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini câiz kabul edersek onlara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masiyettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini emretmek doğru değildir. Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halinde uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.

Üstad Ebû İshak el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin küçük günah işlemeleri câiz değildir. Kimisi de câiz kabul etmiştir. Ancak bu meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı yüce Allah, onların bir kısmının birtakım günahları işlediklerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini haber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bunların hepsi de peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır. Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükâfat görebileceği bir işi yaptığından dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güvenlik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyâmet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İshak der ki: İşte doğrusu da budur.

Cüneyd'in şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bile bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun.

13- Zulüm:

"Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâbiga der ki:

"Akşam vakitleri durup orada ona sorarak;

Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten;

Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,

Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler."

Kazıdan çıkarılan toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki:

"Korkudan sonra bir çukurda (kabirde) buldu kendini

O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak."

Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir.

Erken sağılan süte de "zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

"Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim

Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?"

Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lukman, 31/13)

"... ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz. Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -âyet-i kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

36

Bunun üzerine şeytan, onları oradan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı. Biz de dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak şeyler vardır."

Bu âyetin: " Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı" bölümüne dair açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:

1- Şeytanın Kaydırması:

"Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp" âyetinde yeralan ve "onları kaydırdı" anlamına gelen (.........) kelimesini çoğunlukla günah anlamına gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve elif'siz okumuşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşmelerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kökten elifli olarak şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: Onları izale etti, anlamındaki okuyuş zevalden gelir. Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yöneltti demek olur.

Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğunluğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifade ettiği anlam da bunun delilidir:

"Onları, kazandıklarının bir kısmı yüzünden ancak şeytan kaydırmak istemiştir." (Âl-i İmrân, 3/155);

"Şeytan onlara vesvese verdi."(el-A'raf, 7/20; Taha, 20/12). Burada sözü geçen vesvese ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yoksa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale etme gücü yoktur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sokmaktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Burada onların zelle'ye düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde kulanılan kelimeden gelmektedir. O vakit mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi zevalden gelir. Nitekim İmruu’l-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır:

"(At) ağır olmayan genç(i), sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır)

Atâ binmesini beceremeyen ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider."

Yine İmruu’l-Kays (bu kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle demektedir:

"Ve kırmızı bir at ki sırtından eyeri kayar

Dümdüz kaya parçası üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi."

2- Cennetten Çıkış:

"İçinde bulundukları halden çıkardı" âyetine gelince, eğer bundan önceki ifadeyi bir yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çıkardı" ifadesi bu izale edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cennette bulundukları yerden (yine cennette) bir başka yere çıkarılmış olmaları şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar cennetten çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer taraftan Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartmak kastında değildi. Onun maksadı Hazret-i Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi uzaklaştırıldığı gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadına ulaşamadı, muradı gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve hesapları boşa çıktı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi." (Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda Hazret-i Âdem, cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken arzında Allah'ın halifesi oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir fark vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.

Âdem'in cennetten çıkartılmasının İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İblisin sebebi ve aldatması dolayısıyla olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başkaları arasında, İblisin Hazret-i Âdem'i aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun keyfiyeti ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ûd, İbn Abbâs ve âlimlerin çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuşma ile olmuştur. Bunun delili ise, yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Bir de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim diye yemin etti." (el-A'raf, 7/21) Onlara yemin etmesi, ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konuşarak olduğudur. Bazılan da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'ten nakletmektedir- şöyle demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete girdi. O sırada yılan dört ayaklı deveyi andıran ve yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvanları andıran bir şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yaptığı halde yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yılan İblis'i cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hazret-i Âdem ile eşine yasak kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağaca bir bak. Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İblis bu aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Arkasından Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi bir zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de avret yerleri açığa çıktı ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi, Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rabbim, dedi. Niye çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, dedi. Yüce Allah, bunun üzerine şöyle buyurdu: Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha sonra yılana lanet okundu, ayakları karnına doğru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu arasında düşmanlık halkedildi. Bundan dolayı -ileride de açıklanacağı üzere- onu öldürmemiz de emredildi.

Havva'ya da şöyle denildi: Sen bu ağacı kanattığın (meyvesini keserek yaraladığın gibi) sen de her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkıntı ile gebe kalacak ve doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına kadar geleceksin.

Taberi ve en-Nekkaş şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı olduğun halde bu sefer hafif olacaksın.

Bir grup da şöyle demiştir: İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete girebilmiş değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine verilen imkan ile yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese gücü ile bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan kanın akması gibi insanın içinde akar." İleride A'raf sûresinde de geleceği üzere, Hazret-i Âdem çıplak kalınca ve kendisini örtecek birşeyler arayınca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve günahı sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir yaprağından alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hazret-i Âdem ağaçların önünde çıplak kalmak ile mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hazret-i Âdem'in cennetten çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek olduğu da söylenmiştir.

3- Yılanı Öldürmek:

Nakledildiğine göre yılan cennette Âdem (aleyhisselâm)'in hizmetiçisi idi. Allah'ın düşmanı İblise böyle bir imkân vererek cennette Hazret-i Âdem'e karşı düşmanlığını açıkça ortaya koyarak Hazret-i Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten yeryüzüne indirilmeleri üzerine aralarındaki düşmanlık pekişti ve rızık olarak ona toprak verildi. Ona şöyle denildi: Sen Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da senin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse başını ezer.

İbn Ömer Resûlüllah (aleyhisselâm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Beş (haşere) vardır ki onları ihramlı olan da ihramsız olan da öldürür..." Bunlar arasında yılanı da zikreder.

Rivâyete göre İblis, yılana şöyle demiş: Sen beni cennete sok, buna karşılık seni himayeme alacağım. O bakımdan İbn Abbâs şöyle derdi: İblisin verdiği ahid ve emanı bozunuz.

Sakine bint el-Ca'd, Serrâ bint Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun büyük olsun, siyah olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öldürürse bu onun cehennemden kurtulma fidyesi olur. Ve her kim yılan tarafından öldürülürse, o da şehid olur."

Mezhep âlimlerimiz derler ki: Yılanı öldürenin cehennemden kurtulma fidyesi oluşu, yılanın İblis ile birlikte hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına zarar vermek üzere onunla yardımlaşmasındandır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren bir kimse, bir kâfir öldürmüş gibidir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bir kâfir ve onun katili cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler." Bunu Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir.

4- Yılanı Öldürmenin Hükmü:

İbn Cüreyc, Amr b. Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ûd'dan dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz onu öldüremeden bir delik bulup girdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Kuru hurma yaprakları ve ateş getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız."

Mezhebimize mensup ilim adamları der ki: Bu Hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamberin müsleyi (Savaşta azaların kesilmesi) ve herhangi bir kimsenin yüce Allah'ın azâbı türünden azap yapmasını yasaklayan Hadîs-i şerîfleri tahsis etmektedir. Devamla derler ki: Bu Hadîs-i şerîf bu düşmanın saygı duyulmaya değer bir tarafının kalmadığını belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç yetirilen her bakımdan, onu helâk edip yok etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki, İbrahim en-Nehaî'nin akreplerin ateşte yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir, dediği rivâyet edilmiştir. Şu cevap verilir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bu rivâyetin ona ulaşmamış olması ve bundan dolayı da "Allah'ın azâbı ile azaplandırmayınız" şeklindeki rivâyet gereğince amel etmiş olması muhtemeldir. Buna göre onun öngördüğü uygulama bu rivâyete uygun olur.

Denilse ki: Müslim'de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile bir mağarada bulunuyorduk. Üzerine:

"Yemin olsun peyderpey gönderilenlere" (el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu taptaze haliyle Hazret-i Peygamber'den öğreniyorken bulunduğumuz yerde bir yılan görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu öldürmek için hareket ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şerrinizden korumuştur." Görüldüğü gibi bu rivâyette ateş yakıldığından da onu öldürmek için herhangi bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O bakımdan onu bırakmıştır. Veya yılanın girdiği deliğin ateşin fayda sağlayamayacağı, dumanın zarar veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hazret-i Peygamber'in: "Allah onu sizin şerrinizden korumuştur" âyetinden kastettiği, sizin onu öldürmenize karşı o yılanı korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koruduğu gibi" ifadesi, onun sizi sokmasına karşı sizi korumuştur demektir.

5- Yılanları Öldürme Emrinin Mahiyeti:

Yılanları öldürme emri, yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek türündendir. Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik kazanırsa, o yılanın öldürülmesi için elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa engerek ve kısa kuyruklu olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe kadınlara düşük yaptırır."

Bu iki türün yılanların kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları sözkonusu edip buna dikkat çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Evlerin dışında kalan yerlerde, zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da konu ile ilgili genel emrin zahirinden anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldürülürler. Çünkü tür olarak yılanlar, çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde (istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü şekli ve görünüşü itibariyle bütün yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın nefsinde onlara karşı bir tiksinti vardır. Bundan dolayı Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah, bir yılanı öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı sever." Görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber, yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Dâvûd'un, Abdullah b. Mes'ûd'dan merfu olarak yaptığı rivâyette de Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur. "Bütün yılanları öldürünüz. Onların intikam alacağından korkan kişi benden değildir." Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Evlerde Bulunan Yılanların Öldürülmesi:

Evlerde bulunan yılanlar, üç gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadıkça öldürülmezler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey görecek olursanız üç gün süreyle ona ilanda bulununuz."

Bazı ilim adamları, bu Hadîs-i şerîfi cinlerin orada İslam'a girmeleri sebebiyle yalnızca Medine-i Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Bizler, Medine-i Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki cinlerden İslam'a giren var mıdır yok mudur bilemiyoruz. İmâm Mâlik de şöyle demektedir: Bu âyet, bütün şehirlerde bulunup evlerde görülen küçük (zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların öldürülmesini yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani cinlerden bir taifeyi Kur'ân işitsinler diye sana doğru yöneltmiş idik." (el-Ahkaf, 46/29). Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Mes'ûd'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara Kur'ân-ı Kerîm okudum." Bu Hadîs-i şerîfte şu ifadeler de yer almaktadır: Hazret-i Peygamber'den azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler. Bu Hadîs-i şerîf, yüce Allah'ın izniyle bütünüyle kaydedilecektir.

Bu husus sabit olduğuna göre, konu ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça, yılanın öldürülemeyeceği sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın izniyle buna dair ek açıklamalar gelecektir.

7- Öldürülmeyecek Yılan Var mıdır?:

(Hadis) İmâmlarının, Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivâyet ettiklerine göre, bir seferinde, evinde bulunan Ebû Said el-Hudri'nin yanına girer. Ebû's-Saib der ki: Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta olduğunu gördüm. Namazını bitirinceye kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir tarafında bulunan hurma salkımları arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp baktığımda bir yılan ile karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur" diye işaret edince oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret edip şöyle dedi: Şu odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada bizden henüz yeni evlenmiş bir genç delikanlı vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte Hendek gazasına çıktık. Bu genç, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’tan günün ortalarında izin alır ve evine gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: Beraberine silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korkuyorum. Adam silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının iki kapı arasında ayakta dikildiğini görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla yürüdü. Bu esnada kıskançlığı harekete gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde tut. İçeriye gir de benim dışarıya çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi. Delikanlı içeriye girince yatak üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın olduğunu gördü. Mızrağıyla üzerine atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca mızrağını avlunun ortasına sapladı yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan mı yoksa genç delikanlı mı daha çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına vardık, ona durumu anlattık ve dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin. Hazret-i Peygamber: "Kardeşinize Allah'tan mağfiret isteyiniz" dedikten sonra şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona mühlet verip ilan ediniz. Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olursanız onu öldürünüz, çünkü o bir şeytandır."

Hadisin başka yoldan gelen bir rivâyetinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: "Bu evlerde yaşayan birtakım yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek olursanız, üç gün süreyle onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer giderse mesele yok, değilse onu öldürünüz. Çünkü o kâfir (bir cin)dir." Devamla onlara: "Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye buyurdu.

Mezhebimize mensup ilim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Bu Hadîs-i şerîften, bu gencin öldürdüğü (yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yoluyla öldürdükleri manası çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısasın meşru olduğu kabul edilecek olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öldürmelerde sözkonusu olur. Bu genç ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o, bunun durumunu bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan bir varlığı öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öldürülen yılan eğer müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Hata yoluyla öldürmelerde ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle demektir: Cinlerin kafirleri veya fasıkları, kendilerinden birisi öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir. Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi öldürdükleri de rivâyet edilmektedir. Çünkü Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulundu. Onun yakınları, herhangi bir kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan birisinin sesini işitinceye kadar öldüğünü farketmemişlerdi:

"Öldürdük Hazreclilerin efendisi

Olan Sa'd b. Ubade'yi

Ona iki ok attık

Ve kalbine isabet ettirdik."

Diğer taraftan Peygamber: "Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler vardır" buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimseyi öldürmekten sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cinlerden kâfir olanları öldürmenin yolunu da bize göstermektedir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Âişe'den değişik yollardan rivâyet edildiğine göre o, küçük bir yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin ona: Sen müslüman birisini öldürdün, denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman biri olsaydı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımlarının yanına girmezdi. Ona şu cevap verilir: O, senin yanına sen ancak elbiseli iken girmiştir. Sabah olunca Hazret-i Âişe, on iki bin dirhemin Allah yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivâyete göre de ona şöyle denilmiştir: O ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere girmiştir. Bunun üzerine Hazret-i Âişe sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öldürülmelerini emrettiği küçük yılanlar (canan) dosdoğru yürüyen ve yürürken sağa sola bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna benzer bir rivâyet gelmiştir.

8- Uyarma Şekli:

Şehirde görülen yılanların uyarılma şekliyle ilgili olarak İmâm Mâlik şöyle demiştir: Üç gün süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı zamanda Îsa b. Dinar da bu görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç defa uyarmakla yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "onu üç defa uyarsın" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz" buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak İmâm Mâlik'in görüşü daha uygundur. Çünkü Peygamber efendimiz: "Üç gün" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak rivâyetleri kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün gecesinin kastedildiği şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih verdikleri zaman "gece" kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Mâlik der ki: Uyarmak için şöyle demek yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için seni uyarıyorum, bize gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz.

Sabit el-Bunanî'nin, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın huzurunda evlerde bulunan yılanlar sözkonusu olunca şöyle der: Evlerinizde bunlardan herhangi birisini görecek olursanız şöyle deyiniz: Nûh (aleyhisselâm)'ın sizden aldığı sözü, Süleyman (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz.

Derim ki: Bu ifadenin zahiri bir defa uyarmanın yeterli olduğunu göstermektedir. Hadîs-i şerîf ise bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Habib, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Süleyman (aleyhisselâm)'ın sizden aldığı ahdi size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet vermeyiniz, bizlere hiçbir şekilde gözükmeyiniz."

9- Cinlerin Grupları:

Cübeyr b. Nufeyr, Ebû Sa'lebe el-Huşeni -ki ismi Cursum'dur- den rivâyet ettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cinler üç bölüktür. Bunların üçte birinin kanatları vardır, havada uçarlar. . Diğer üçte biri yılan ve köpektir. Diğer üçte biri ise konar ve göçerler."

Ebû'd-Derda'nın (ismi Umeymir'dir) rivâyetine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yılan ve yer haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemoğulları gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalandırılmaları sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halinde yaratmıştır. Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla birşey anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları vardır onlarla birşey işitmezler. Onlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca onlardan da sapıktırlar. Diğer üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları vardır, fakat kalpleri şeytan kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır."

10- Doğrudan Öldürülebilen Hayvanlar:

Aslı itibariyle eziyet veren, insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı sözkonusu olmaksızın doğrudan öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşlarıdır. Yılan, akrep, fare, keler ve benzeri hayvanlar böyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Beş bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı iken de ihramsız iken de öldürülürler..."

Yılan, İblisi çeneleri arasına alıp cennete sokmak suretiyle Hazret-i Âdem'e ihanet ettiğinde asıl karakterini ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açığa çıkarmış olsaydı, cennetin bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan vermezdi. İblis bu sırada yılan: Ben seni himayeme alıyorum demişti. O bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yılanın öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız dahi onu öldürünüz" diye buyurmuştur. Bununla Hazret-i Peygamber, yılanı ve akrebi kastetmektedir.

Keler ise diğer bütün canlı hayvanlar arasında Hazret-i İbrahim'in içine atıldığı ateşi üflemiştir. O bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki rivâyet de yapılan rivâyet kabilindendir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Her kim bir keler öldürürse, sanki bir kâfir öldürmüş gibidir."

Müslim'in Sahih'inde yer alan rivâyete göre Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene yazılır. İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsünde öldürürse daha az (hasene) yazılır." Bir rivâyette de: "İlk darbede öldürürse yetmiş hasene yazılır" diye buyurmuştur.

Fare ise, Hazret-i Nûh'un gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hudri'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İhramlı kişi yılanı, akrebi, çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fareyi) öldürür." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), farenin yanan kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere olduğunu uyanıp görmüş, bunun üzerine de farenin öldürülmesini emretmiştir.

Karga ise, Allah'ın peygamberi Nûh'un, onu yeryüzünde durumun ne şekilde olduğunu görüp haber vermek üzere gemiden salıverdiğinde Hazret-i Nûh'un verdiği emri yerine getirmeyi bir kenara itmiş ve bir leşe konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bütün bunlar bir bakıma yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu hususa dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide sûresinde ve başka yerlerde gelecektir.

"Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" bölümüne dair açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz:

1- İnenler Kimlerdir, Nerelere İnmiştir?:

Yüce Allah'ın:

"Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" âyetinde hitap, İbn Abbâs'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya, yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki: Burda hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücâhid ve yine el-Hasen der ki: Hitap Âdemoğullarına ve İblisin oğullarınadır.

İnmek (hubût), yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hazret-i Âdem Hint'te, Serendib'deki Büz adındaki bir dağa indirildi. Hazret-i Âdem üzerinde cennetin kokusunu taşıyordu. Bu koku oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada bulunan ne varsa hoş koku ile doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel kokular Âdem (aleyhisselâm)'ın kokusundandır. Bulutlar, Hazret-i Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki saçlar döküldü. Onun soyundan gelenlere de bu kalıtım yoluyla geçti.. Buhârî'de, Ebû Hüreyre'den, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda yaratmıştır." Bu hadisi Müslim de rivâyet etmiştir. İleride gelecektir. Hazret-i Havva ise Cüdde'ye, İblis Ubulle'ye, yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de söylenmiştir. Sicistan Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yerdir. Eğer bu yılanları yiyen pek çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte insanlara zarar vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dolayı Sicistan boşaltılırdı. Bunu Ebû'l-Hasen el-Mes'ûdî zikretmiştir.

2- "Birbirinize Düşman Olarak İniniz":

Yüce Allah'ın:

"Kiminiz kiminize düşman olarak" âyeti (mealde de gösterildiği gibi) hal konumundadır. Yani, bu halde ininiz, demektir.

Düşman (aduv), dostun zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir. İnsanlara saldırıp hücum eden kurt hakkında da tabiri kullanılır. Udvan da apaçık zulüm ve haksızlık demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana "aduv" ismi verilmiştir. Ayakla koşmak için de bu kelimenin kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki anlam birbirine yakındır. Çünkü haksızlık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış demektir.

Kimi ilim adamı, yüce Allah'ın:

"Kiminiz kiminize düşman olarak inin" âyetini insanın kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, anlam itibariyle doğru olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil Peygamber Efendimizin şu âyetidir: "Kul sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz."

Eğer: Neden "düşmanlar" denilmeyip de "düşman" denilmiştir, diye sorulacak olursa buna iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci cevap: Arapçada "bazı" ve "kül (bütün)" kelimeleri hakkında hem lâfız itibariyle hem mana itibariyle tekil kelimeler ile haber verilebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu görülen birşeydir. Mesela yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"Onların hepsi Kıyâmet gününde O'na yalnız gelir." (Meryem, 19/95) âyetinde lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil gelmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Hepsi de O'na hor ve hakir olarak geleceklerdir" (en-Neml, 27/87) âyetinde de anlam göz önünde bulundurularak "gelirler" kelimesi çoğul gelmiştir.

İkinci cevap: "Düşman (aduv)" kelimesi çoğul kullanılan yerde tekil gelebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar sizin için düşmandır. Zâlimler için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu." (el-Kehf, 18/50) Burada "düşmanlar" anlamındadır. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır." (el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv" kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki kişiyi hem üç. kişiyi, hem de dişi olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul olarak da gelebilir.

3- Cennetten Çıkarılmak Hazret-i Âdem İçin Bir Ceza mıydı?:

Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indirmesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne indirmiştir. Hazret-i Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntısını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hazret-i Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şeriati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu teklif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakımdan Hazret-i Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi olmuştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Allah:

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hazret-i Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazilet ve üstün bir ikramdır. Hazret-i Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hazret-i Âdem'in yüce Allah tarafından tevbesinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak

"hepiniz oradan inin" (âyet, 38) diye buyurulmuş olmasıdır.

4- Yeryüzünde Yerleşmek:

Yüce Allah'ın:

"yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır." Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız, karar bulacaksınız. Bu açıklamayı Ebû'l-Âl-iyye ve İbn Zeyd yapmıştır. es-Süddî de der ki: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir.

Derim ki: Yüce Allah'ın:

"Yeri sizin için bir karar (yerleşme mekanı) kılmıştır." (el-Mü’min, 40/64) âyetinde bu kelime her iki manaya da gelebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

5- "Faydalanacak Şeyler":

Meta' (faydalanılan şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat, söz, ünsiyet ve buna benzer hususlardır. Nikâhlandıktan sonra boşanan kadına verilen şey ile yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" ismi verilir. Süleyman b. Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında durarak şu beyitleri söylemişti:

"Kurak bir yerde yabancı bir kabrin başında durdum

Ayrılan bir sevgiliden çok az bir fayda (meta') gördüm."

6- "Bir Süreye Kadar":

Tefsir âlimleri âyet-i kerimede geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden âyetini değişik şekillerde açıklamışlardır. Bir kesime göre bundan kasıt ölüme kadar demektir. Bu: "Duracak bir yer (müstakar)" kelimesini, dünyada ikamet süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür.

"Bir süreye kadar"dan, kasıt Kıyâmetin kopacağı zamana kadardır da denilmiştir. Bu ise:

"Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşüdür. er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar" demek tayin edilen bir vakte kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına gelir.. Nitekim O vakit," kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için kullanılan şeklidir. Huveylid der ki:

(Çokça ziyafet verenden kinaye olarak:)

"Külü bol tencere ve kazanları çok, büyük kimse gibi

Kış süresince tıpkı alt tarafları genişleyen havuzlar gibi."

Bu kelimenin baş harfine "te" getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze (şu beyitinde), böyle kullanmıştır:

"Şefkat gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler (dir onlar);

Nerde yemek yediren, (denildiği bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)."

(.........) kelimesi, aynı şekilde süre anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"İnsan üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1.)

Yine bu kelime, kısa süre (saat) anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Veya azâbı göreceği anda... diyecektir." (ez-Zümer, 39/58)

İbn Arefe der ki: "Hîn: Süre" kısa bir an ve daha fazlası türünden bir zaman dilimidir. Şanı yüce Allah'ın:

"Şimdi sen onları sapıklıklarında bir süreye kadar bırak" (el-Mü’minun, 23/54) âyetinden kasıt ecelleri gelene kadar onları bırak demektir.

"Her süre (hîn)yemişini verir." (İbrahim, 14/25) âyetinden kasıt ise her senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği gibi, sabah akşam yemişini verir de denilmiştir.

el-Ezherî der ki: "Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut kısa olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir. Bu (İbrahim, 14/25) âyet; onun yemişlerinden her vakit faydalanılır ve onun faydası hiçbir şekilde kesintiye uğramaz, demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu kelime, Kıyâmet günü anlamına da gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakitlerde Allah'ı tesbih ediniz." (er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet edildiği takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Herhangi bir şeyin vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki:

"Gerçek şu ki Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi teselli bulduğum

Bir vakit geçmedi ve onun geçeceği zaman da yaklaşmadı."

7- Dilcilerin Ayrı Kanaatlerinin Fukahanın Farklı Kanaatlerine Etkisi:

Dilciler "hîn:süre" kelimesinin kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip olduklarından dolayı bizim mezhep âlimlerimiz ile başkaları arasında bu konuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. el-Ferrâ' der ki: Hîn iki türlüdür. Birincisinin sınırı sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın:

"Rabbinin izniyle her süre yemişini verir."(İbrahim, 14/25) âyetinde sözkonusu ettiği hîn: süre, altı aydır. İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn (süre) lâfzına herhangi bir hüküm taalluk etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyetlerin alakalı olduğu hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır. İmâm Mâlik, hükümlerde ve yeminlerde isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın esas alınacağı görüşündedir. Şâfiî ise asgarisinin alınacağı görüşünü kabul eder. Ebû Hanîfe ise, orta yolu tutarak altı aylık sürenin muteber olacağı görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı yoktur. Çünkü ona göre miktarları tesbit edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz. Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alınacak olan ise, kelimenin sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Buna göre bir kimse bir süre (hîn) namaz kılmayı adayacak olursa, Şâfiî'ye göre bu bir rek'at kabul edilir. Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir. İmâm Mâlik ve mezhebine menbsup ilim adamlarına göre ise, nafilenin en az miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair süre böyle bir fiilin (yani iki rek'at namaz kılmanın) süresi esas alınarak tesbit edilir. İbn Huveyzimendad "Ahkamu’-Kur'ân" adlı eserinde şunu kaydeder: Filan kimse ile bir süre (hîn) konuşmamaya veya bir süre şu işi yapmamaya yemin eden kimsenin sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ, ahkam ile ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere veya filan ile bir süre konuşmamak üzere yemin eden kimsenin bir seneden fazla bir sürenin yemininin kapsamına girmeyeceği hususu üzerinde ittifak etmişlerdir.

Derim ki: Sözünü ettiği bu ittifak mezhebimizdeki (Maliki mezhebindeki) ittifaktır. Mâlik der ki: Herhangi bir kimse hîn: zaman yahut dehr boyunca birşeyi yapmamak üzere yemin ederse bütün bu şekildeki ifadeleri bir sene için geçerli kabul edilir. İbn Vehb'in Mâlik'den rivâyetine göre: O, dehrin bir sene olup olmayacağı hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in, Yakub ile İbnu'l-Hasen'den nakline göre ise "dehr" altı aylık bir süredir. İbn Abbâs ile rey sahiplerinden, İkrime, Saîd b. Cübeyr, Âmir en-Nehaî ve Abîde'den ise yüce Allah'ın:

"Rabbinin izniyle her süre yemişini verir" (İbrahim, 14/25) âyetinde geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu söyledikleri rivâyet edilmiştir.

el-Evzaî ve Ebû Ubeyd ise, hîn altı aylık bir süredir, demişlerdir. İmâm Şâfiî'ye göre ise, bu kelime ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun nihaî süresi de belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece devam edebilir. İmâm Şâfiî der ki: Böyle bir kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der: Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal verdiği manalara göre açıklanır. Mesela: Ben sana bir süreden (hîn)den beri geldim derken, belki de yarım günlük bir süreden beri gelmemiş de olabilir. Şâfiî mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî der ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir.

Ancak Şâfiî, bu yorum şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerektiği görüşünde olmamıştır. Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir manayı kastetmek üzere kullanılmamıştır. Bazı âlimler de der ki: Yüce Allah'ın:

"Bir süreye kadar" âyetinde şöyle bir anlam vardır: Bununla Âdem'e, onun yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve kendisine döneceği vadolunan cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır.

37

Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da tevbesini kabul etti. Çünkü O, tevvâb olandır, rahîm olandır.

Bu âyetteki:

"Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..." bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık altında yapacağız:

1- Belleyip Almanın Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" âyetinde geçen "telakki (belleyip alma)"; kavradı, farkına vardı, belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve aldı anlamındadır da denilmiştir. Çünkü Hazret-i Âdem, vahiy telakki eder, yani onu karşılar, alır ve bellerdi. Mesela, "hacıları telakki etmek üzere çıktık" demek, onları karşılamak üzere çıktık, demektir. Telakki etmenin, yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle telakki'nin telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı cinsten gelen iki harften birisi değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O bakımdan telakki kelimesi ile telkin kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonusu değildir. Mekkî'nin naklettiğine göre Hazret-i Âdem'e bu kelimeler ilham yoluyla verilmiş, o da bu kelimelerin faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O, bu kelimeleri alıp kabul etti, yani onları öğrendi ve gereğince amel etti, demektir.

2- Hazret-i Âdem'in Bellediği Kelimeler:

Tefsir âlimleri, bu "kelimeler'in ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs, el-Hasen, Saîd b. Cübeyr, Dahhâk ve Mücâhid, yüce Allah'ın

"Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz" (el-A'raf, 7/23) âyetindeki sözler olduğunu söylemişlerdir.

Yine Mücâhid'den gelen rivâyete göre sözkonusu kelimeler:

"Allah'ım Seni tenzih ederiz, Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, günahımı bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîmsin" sözleridir.

Bir kesime göre, Hazret-i Âdem Arşın bacağı üzerinde "Muhammedün Rasûlüllah" ifadesini yazılı görmüş, o da bunun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemiştir. İşte sözü geçen kelimeler bunlardır.

Bir başka kesim şöyle demektedir: "Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utanması ve dua edip yalvarmasıdır. Pişmanlık, mağfiret dilemek ve keder olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Hazret-i Âdem'in bilinen mağfiret talebinden başka birşey söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine günahkâr bir kimsenin neyi söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle demiştir: Anne ve babasının söylediği sözler olan:

"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir.

Hazret-i Mûsa da şöyle dua etmişti:

"Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur" (Kasas, 28/16). Hazret-i Yûnus da şöyle demişti:

"Senden başka hiçbir ilâh yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." (el-Enbiya, 21/87)

İbn Abbâs ile Vehb b. Münebbih'ten rivâyet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır:

"Seni hamdinle tenzih ederim Allah'ım, senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırlısısın. Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın."

Muhammed b. Ka'b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söylemektedir: "Senden başka ilâh yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafursun, rahimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı zaman söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söylenmiştir.

"Kelimât" kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında da kullanılır, az söz hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

3- Tevbesinin Kabulü:

Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme başarısını ihsan etmesi yahut onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise ileride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gününde gerçekleşmiş idi. Kişi, Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" denilir. Tevvâb bir kul: Çokça itaate dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir.

4- Havva'nın Tevbesinin Kabulünden Niye Söz Edilmiyor:

Yüce Allah, burada: "O da tevbesini kabul etti" diye buyurarak "ikisinin tevbesini kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hazret-i Âdem ile ortak olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah:

"Bu ağaca yaklaşmayınız" (âyet, 35) diye buyurmuştur. Başka yerde de:

"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) dedikleri bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur:

Kıssanın baş tarafında:

"Sen zevcenle birlikte cennette yerleş" (âyet, 35) diye Hazret-i Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da özellikle ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözkonusu edilerek gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilmesi esas olduğundan yüce Allah da burada onu setretmek istemiştir. Bundan dolayı:

"Âdem Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı" (Taha, 20/121) buyruğundada Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı ondan ayrıca söz edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın:

"Ben sana.... demedim mi" (el-Kehf, 18/75) âyetinde Hazret-i Mûsa ile birlikte bulunan delikanlıdan söz edilmeyip sadece Hazret-i Mûsa'dan söz edilmiştir.

Hazret-i Âdem'in tevbesinin kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tevbesinin kabul edildiğini göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivâyet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu âyet yüce Allah'ın:

"Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) âyetini andırmaktadır. Burada kasıt ticarettir. Çünkü yönelenlerin maksadı odur. O bakımdan burdaki tekil zamir ticarete aittir. "O ikisine" denilmemiştir. Bununla birlikte mana arasında büyük bir fark yoktur. Şair de şöyle demiştir:

"Beri olduğum(uz) halde bana ve babama iftirada bulundu

O bana (anlaşmazlığımıza sebep olan) kör kuyudan dolayı iftira etti."

Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah:

"Allah ve Rasûlü'nü, onu razı etmeleri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) (şeklinde tekil zamir kulanılması) daha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir.

5- Tevvâb Olan Allah:

Yüce Allah, kendi zatını "çünkü O, tevvâb olandır, rahim olandır" diye vasfetmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime, hem elif lâm'lı (marife) olarak hem nekre (belirtisiz) olarak, hem isim hem de fiil olarak tekrarlanmıştır. Bazan "tevvâb" kelimesi kul hakkında da kullanılabilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri (tevvâbîn) ve çokça temizlenenleri sever." (el-Bakara, 2/222)

İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Rabbimizin "tevvâb" olmakla nitelendirilmesi ile ilgili olarak bizim mezhep âlimlerimizin üç görüşü vardır:

1- Şanı yüce Rabbimiz hakkında, bu sıfatın, kullanılması caizdir. O bakımdan Kitap ve Sünnette olduğu gibi O'na dua ederken tevvâb diye çağırılır ve ayrıca tevilde bulunulmaz.

2- Başkalarına göre bu, şanı yüce Allah hakkında hakiki bir sıfattır. Allah'ın kula tevbesi ise, kulun masiyet halinden dönüp Allah'a itaat haline dönmesi demektir.

3- Başka bir grubun görüşüne göre ise, Allah'ın kuluna tevbesi, kulunun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu sıfatın yüce Allah'ın:

"Ben senin tevbeni kabul ettim" şeklindeki sözü ile alakalı olması, onun yarattığı günahkâr kullarının kalbinin ise Allah'a dönüşe yönelmesi ve zahir azalarının da itaat etmelerini sağlaması şeklinde olması da muhtemeldir.

6- Allah Hakkında "Tâib"Lâfzı Kullanılabilir mi?:

Tevbe etmek fiilinden özne olarak "tâib: tevbe eden" kelimesinin yüce Allah hakkında kullanılması câiz değildir. Çünkü bizim, yüce Allah hakkında bizzat kendisinin zatı hakkında kullandığı, yahut Hazret-i Peygamber'in kullandığı ya da müslümanların tümümün icmâ' ile kullandığı isim ve sıfatlardan başkasını kullanmak hak ve yetkimiz yoktur. İsterse dildeki kullanımı açısından câiz ve ihtimal dahilinde olsun, değişen birşey olmaz. Bu konuda sağlıklı ve doğru tutum budur. Buna dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şanı yüce Allah:

"Yemin olsun ki Allah Peygamberinin., muhacirlerle ensarın tevbesini kabul etti." (et-Tevbe, 9/117);

"O, kullarının tevbesini kabul edendir." (eş-Şura, 42/25) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a "tevvâb" denilmesi fiilin mübalağalı olduğunu ifade etmek için ve O'na tevbe edip dönenlerin çokluğu dolayısıyla kullarının tevbesini çokça kabul ettiğinden dolayıdır.

7- Tevbenin Kabulü Allah'a Mahsustur:

Şunu bil ki, Allah'tan başka hiçbir kimsenin tevbeyi yaratma kudreti yoktur. Çünkü -Mu'tezile ile onların görüşlerini kabul edenlerin hilafına- amelleri yaratan yalnız O'dur. Kendi aleyhine günah işleyerek aşırıya giden bir kimsenin tevbesini hiçbir kimse kabul etmek veya onu affetmek yetkisine sahip değildir. İlim adamlarınız der ki: İşte yahudiler ve hrıstiyanlar dinin, bu çok önemli esasını, inkar ederek kâfir olmuşlardır. Onlar

"Allah'ı bırakıp âlimlerini ve rahiplerini rabler edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31.). Bunun yanında onlar, günah işleyen kimsenin alime yahut rahibe giderek ona birşeyler vermesi karşılığında günahını bağışlamak gibi dinde olmayan bir şeyi uydurmuşlardır. Yüce Allah bunu:

"...Allah'a karşı iftira ederek Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar; şüphesiz onlar sapıtmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır" (el-En'am, 6/140) diye dile getirmektedir.

8- Bu Âyetteki Kıraat Farklılığı:

İbn Kesîr, bu âyetin: "derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" bölümünü "Âdem'in karşısına Rabbinden bazı kelimeler çıktı" anlamını verecek şekilde diye okumuştur. Her iki kıraat şekli ise aynı manayı vermektedir. Çünkü Âdem'in kelimelerle karşılaşması, kelimelerin de onun karşısına çıkması demektir. Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Âdem'i kurtaran - yüce Allah'ın tevfiki ile - kullandığı kelimeler olduğundan ve o, duasında bu kelimeleri zikrettiğinden burada kelimeler fail (özne) olmuştur. Buna göre, İbn Kesîr'in bu kıraati Rabbinden gelen birtakım kelimeler Âdem'in karşısına çıktı" şeklinde gibidir. Ancak, dişi olan "kelimler" ile onun fiili arasında başka kelimeler girip bir uzaklık meydana geldiğinden dolayı, fiilin sonundaki müenneslik alametinin hazfedilmesi güzel kaçmıştır. Bu ise, müennes fiil alametsiz geldiği takdirde, Kur'ân-ı Kerîm'de olsun konuşma halinde olsun, kullanılan bir şekildir. Şöyle de açıklanmıştır: "Kelimeler" lâfzının müennesliği hakiki müenneslik olmadığından dolayı müzekker gibi kabul edilmiştir.

el-A'meş ise, şeklinde idğamlı okumuştur. Ebû Nevfel b. Ebi Akreb ise Çünkü o, kelimesini şeklinde okumuştur. Diğerleri de isti'nâf (cümle başı) olmak üzere birinci şekilde okumuşlardır. Ebû Amr Îsa ve Talha ise, Ebû Hâtim'in kendilerinden rivâyet ettiğine göre, kelimesindeki ha ile ondan sonra gelen kelimesindeki ha'ları birbirine idğam-h olarak okumuşlardır. Bunun câiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bunların aralarında yazıda belirtilmese bile lafzen söylenen bir "vav" vardır. en-Nehhâs der ki: Sîbeveyh böyle bir vav'ın hazfedilmesini câiz kabul eder ve buna delil olarak da şu beyiti gösterir:

"Onun, deveye şarkı söyleyenin sesini andıran bir sesi vardır

(Yabani eşek) dişisini çağırdığı zaman; yahut o sesi bir çalgı sesini andırır."

Buna göre bu iki harfin idğam edilmesi câiz olur. Ve mübteda olarak merfu olur. "et-Tevvâb" lâfzı da onun haberi olur.

Cümle ise bütünüyle nin haberidir. O zamirinin önceki "he"nin tekidi olması da mümkündür. Fasıla da olabilir.

Saîd b. Cübeyr der ki: Âdem (aleyhisselâm) yeryüzüne indirilince orada sadece karada kartal, denizde de balık varmış. Kartal ise geceleyin balığın yanına gider, geceyi orada geçirirdi. Kartal Hazret-i Âdem'i görünce; ey balık dedi. Bugün yeryüzüne iki ayağı üzerinde yürüyen, elleriyle yakalayan birşey indirildi. Bunun üzerine balık şöyle dedi: Eğer doğru söylüyor isen, ben denizde ondan kurtulamayacağım, sen de karada ondan kurtulamayaksın.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç