Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

4

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

1

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

25

Îman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe her defasında: "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi" derler. Ve o kendilerine biri birinin benzeri gibi getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır ve onlar orada temelli kalıcıdırlar.

"Îman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele.." âyetine dair açıklamalar üç başlıkta ele alınacaktır:

1- Mü’minlerin Mükâfatı:

Yüce Allah kâfirlerin cezasını sözkonusu ettikten sonra mü’minlerin de görecekleri mükâfatı sözkonusu etmektedir.

Müjdeleme (tebşir): -derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerinde etkisi ortaya çıkan şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst tarafı alınan ilk haber ile değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" çoğunlukla müjdesi verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı gibi, böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kötü şeylerin haber verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi) verilen kötülük de açıkça belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlara acıklı bir azâbın müjdesini ver." (Âl-i İmrân, 3/21; et-Tevbe, 9/38; el-İnşikak, 84/24)

Güzel ve güleç bir yüz için: "vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde getiren (mübeşşir)e verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da "tebâşiru'ş-şey" denilir.

2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi getirirse o kişi hürdür, diyecek olsa ve kullarından bir ve daha fazla sayıda kişi ona bu müjdeyi verecek olsa, aralarından ilk müjdeyi veren kişi hür olur, ikincisi ve diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber veren kişi hürdür, diyecek olsa, ikincisinin de birincisi gibi hür olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları, evet demişlerdir. Çünkü her birisi haber veren durumundadır. Bizim (Maliki) mezhebimize mensup ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü mükellef bundan sadece müjde olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir. Bu da birincisine has bir durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan sözün örfe göre açıklanması ve anlaşılması gerekir.

Muhammed b. el-Hasen ise, mükellefin: Bana haber veren (ahbaranî) yahut bana söyleyen (haddeseni) arasında fark gözetip şöyle demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu haber verse yahut bana bunu bunu söylese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir niyeti olmaksızın söylese ve ona ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup, bir söz veya bir elçinin geldiği haberini verse, o köle azad olur. Çünkü bu bir haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse bu da hür olur. Çünkü o: "Hangi köle bana haber verirse o hürdür" demiştir. Hepsi bu haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet yemin ettiği zaman eğer karşılıklı olarak söz söylemek yoluyla haber vermeyi kastetmiş ise, bu haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan hiçbir kimse azad olmaz. Eğer:

Hangi kölem bana söylerse (haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu ifadesi sözlü olarak söylemek hakkındadır ve (sözlü olarak söylemeyen) kölelerinden hiç birisi azat olmaz.

3- İyi Amelliler:

"Salih amel İşleyenler" âyeti: Îman, mücerred îman olması dolayısıyla itaatleri de gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle olsaydı, bunu ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cennete, îman ve salih amel ile kavuşulur. Cennet, îman ile elde edilir, fakat cennetteki derecelere salih amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onlar için" âyetinin anlamı şudur: Îman edenlere müjde ver ki, onlar için... vardır; veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları müjdele; anlamındadır.

"Cennetler" bahçeler demektir. (Cennet örten ve kapatan anlamına gelmektedir.) Cennetler adının veriliş sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçlarıyla örtüp sakladığından dolayıdır. (Kalkan anlamına gelen) el-micenne, anne karnındaki yavru anlamına gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cennet" aynı köktendir.

"Altından" yani ağaçlarının altından demektir. Ağaçların ayrıca sözkonusu edilmemesi, "cennetler" (bahçeler) kelimesinin zaten ağaçlara delalet etmesinden dolayıdır.

"Irmaklar (el-enhâr)": Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın nehirlere nisbet edilmesi, kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece sudur. İfadenin kısaltılması için

"su" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Haber verildi bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu

Ve yine senden sonra ey Küleyb! Meclis(tekiler) söğüştü."

Burda mecliste bulunanları kastetmektedir.

Nehir, "genişlettim" anlamına gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b. el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir:

"Elimle darbeyi güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim

Ön tarafında duran arkasını görürdü."

Şair burada indirdiği mızrak darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir. Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan) yeyiniz." âyetinin anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişleten şey ile kesilen...

Bu kelimenin çoğulu nuhr ve enhar şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebû Zueyb der ki:

"İkamet etti orda ve bir çadır kurdu

Sazlıklar yanında suyu bol ve tatlı bir su kıyısında."

Rivâyet edildiğine göre cennetin ırmakları kendilerine has yataklarda olmayacaktır. Irmaklar cennetin sathı üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde tutulan ve akıtılan şeklindedir.

(Irmaklar anlamına gelen): kelimesi üzerinde vakıf güzel olmakla birlikte, tam bir vakıf değildir. Çünkü bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe.." âyeti cennetlerin niteliklerini sıralamaya devam etmektedir.

"Rızk"a dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı.

"Daha önce rızıklandığımız şeydi." Dünyada iken rızıklandığımız şeydi, demektir. Bu iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken bize va'dolunan bu idi,

Dünyada iken bize verilen rızık bu idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rızıkların rengi dünyadaki meyvelerin rengini andırmaktadır. Ancak onu yiyecekler de tadının farklı olduğunu göreceklerdir.

Âyet-i kerimede yer alan:

"Daha önce" âyetinin cennetten rızıklandığımız şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü onlara peş peşe rızık verilecektir. Bunun başlangıcında kendilerine yiyecek ve meyveler getirildiği vakit, ondan yerler. Sonra günün bitimine doğru, yine o meyveler ve yiyecekler onlara getirilince şöyle diyecekler: Bu daha önce rızıklandığımız birşeydir. Yani günün başında bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmaktadır. Fakat ondan yedikleri vakit de ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bulunduğunu göreceklerdir.

"Getirilir" anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver tarafından: şeklinde okunmuştur. Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline gider. (Buna göre anlamı şöyle olur: "O cennet ehline bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci okuyuşa göre ise, zamir cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı: Hizmetçiler kendilerine bir rızık getirdikleri her seferinde...

"O kendilerine biribirinin benzeri gibi getirilir." Yani görünüş itibariyle birbirini andırır, fakat tadı farklı farklıdır. Bu açıklamayı İbn Abbâs, Mücâhid, el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime der ki: Dünya meyvelerini andırmakla birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan farklıdır. İbn Abbâs şunu da söylemektedir: Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyeceklerdir. Zaten cennette bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yoktur. Âdeta onlar, görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden dolayı hayrete kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi.

Katâde de der ki: Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün olmayacaktır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Müteşabih (biri birine benzer özelliklerde) bir kitap.." (ez-Zumer, 39/23) Cennetteki meyveler, dünyada biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır. Çünkü dünyadaki meyveler arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır.

"Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır." Zevceler (ezvâc): Zevcin çoğuludur. Kadın erkeğin zevci (eşi)dir. Erkek de kadının zevci (eşi)dir. el-Esmaî der ki: Araplar (kadın için) hemen hemen (zevce) kelimesini kullanmazlar. el-Ferrâ' ise, "zevce" denildiğini de nakletmektedir. el-Ferezdak der ki:

"Benim zevcemi baştan çıkarmaya çalışan kişi,

(Fırat kenarında bulunan arslanı bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da

onların avucuna işemesini isteyen gibidir."

Ammar b. Yasir de, mü’minlerin annesi Âişe (radıyallahü anha) hakkında şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, kesinlikle biliyorum ki, Âişe, Peygamber'in dünyada da âhirette de zevcesidir. Fakat Allah sizi böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunu Buhârî nakletmiştir.

Zevce tabirinin kullanılmasını Kisa'ide tercih etmiştir.

"Temiz kılınmış" ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte

"temiz kılınmış (mutahhara)" tabiri, temiz (tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha beliğdir. Böyle bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir.

Abdürrezzak der ki: Bana, es-Sevri, İbn Ebi Necih'ten, o Mücâhid'den naklederek,

"temiz kılınmış (mutahhara)" kelimesiyle ilgili olarak şöyle dedi: Küçük abdest, büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali olmazlar, menileri gelmez ve tükürmezler.

Biz bütün bu açıklamaları, "et-Tezkire" ismini verdiğimiz eserimizin cennetlikler, cennet ve nimetlerinin niteliklerine dair bölümde yapmış bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.

"Ve onlar orada temelli kalıcıdırlar." Hulûd (temellilik, ebedilik): Kalıcılık demektir. "Cennetü’l-huld" tabiri de buradan gelmektedir. Mecazi olarak bu kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da kullanılır. Arapların dua ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak istedikleri mülk süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki:

"Dikkat et, hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum

Ve ebedî birşey de; sadece kazık gibi çakılmış bağları böyle görüyorum."

Âyet-i kerimedeki hulûd ise, gerçek manasıyla ebedîliği ifade eder.

26

Gerçekten Allah bir sivrisineği ya da (küçüklükte) ondan daha üstün herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez. Îman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir?" derler. Allah bununla bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete eriştirir. O, bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.

Sivrisineğin Misal Verilmesi:

"Gerçekten Allah bir sivrisineği, misal vermekten çekinmez." Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Şanı yüce Allah münafıklara şu iki örneği verince, yani:

"Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir.." (el-Bakara, 2/17) âyeti ile:

"Yahut gökten boşalan yağmur gibi..." (el-Bakara, 2/19) âyetlerini indirince münafıklar: Allah misaller vermekten daha yüce ve azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Atâ yoluyla gelen rivâyete göre de İbn Abbâs şöyle demiştir: Yüce Allah müşriklerin tanrılarını sözkonusu edip onlar hakkında:

"Eğer sinek, onlardan birşey alsa, bunu ondan geri alamazlar." (el-Hacc, 22/73) diye buyurup, putların ilâh edinilmesini örümcek yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın kulu Muhammed'e Kur'ân'ı indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten sözettiğini görüyor musun? Acaba o (bunları sözkonusu etmekle) ne yapmış oluyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.

el-Hasen ve Katâde der ki: Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde sinek ve örümcekten söz edip bunları müşriklere misal olarak gösterince yahudiler güldüler ve şöyle dediler: Bu, Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

 

"utanır" kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme ağır geldiğinden (harf-i med şeklinde) sakin okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir.

"Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez" âyetinde İbn Muhaysın (mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen) âyet-i kerimede yer alan kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli İbn Kesîr'den de rivâyet edilmiştir. Temim ve Bekr b. Vailoğulları'nın da şivesi böyledir. Burada birinci yâ harfinin harekesi hâ harfine nakledilerek, yâ harfi sakin oldu. Arkasından ikinci yâ harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan sonra ve (iki sakinin) iltikâ (sı, arka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri hazf edilmiştir. Bunun ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar el-Cevherî'ye aittir.

Müfessirler bu âyet-i kerimede yer alan

"çekinmez" âyetinin anlamının ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında olduğu söylenmiştir. Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir. Âyet-i kerimede yer alan ve:

"Ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundur." (el-Ahzab, 33/37) Âyetinde "korkmak" utanmak, çekinmek anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde açıklamışlardır. Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Haya etmek (utanmak, çekinmek); aslında çirkin bir iş işlemek korkusuyla birşeyden uzak durmak ve geri kalmak demektir. Yüce Allah için ise böyle birşey imkansızdır. Müslim'in Sahihinde Umm Süleym (radıyallahü anhnhâ)'dan gelen Hadîs-i şerîfte şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)... Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini emretmez ve bu hususun sözkonusu edilmesinden imtina etmez.

"Herhangi bir şeyi misâl vermek." Bunun anlamı, beyan etmek demektir.

"Sivrisinek" anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş sebebiyle ilgili dört açıklama şekli yapılmıştır:

1- şey, zaide,

"sivrisinek" anlamındaki kelime,

"bir misal" anlamındaki kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam: Allah bir misali vermekten yani sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez... şeklinde olur).

2- Allah, az dahi olsa, herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal vermekten çekinmez... anlamına gelmesi. Bu açıklamayı el-Ferrâ', ez-Zeccâc ve Sa'leb yapmıştır.

3- Allah, sivrisinek olsun daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez anlamında olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferrâ''nın görüşüdür. Ebû'l-Abbas delil olarak şunu gösterir:

"Ey tepeden tırnağa kadar insanların iyisi,

Seven ve sevdiğini gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur."

4- Allah, herhangi bir şeyi, bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, anlamına gelmesi.

ed-Dahhâk, İbrahim b. Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivrisinek" kelimesini ötreli olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre, ifadenin takdiri anlamı şöyle olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir misal vermekten çekinmez. Yüce Allah'ın:

"Güzelce uygulayan üzerine (nimetlerimizi) tamamlamak üzere..." (el-En'am, 6/154) şeklindeki âyetini bazı kimselerin: şeklinde yani "o en güzel olan kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına gelecek şekildeki kıraatleri de bunu andırmaktadır.

Arapçada "misal darbetmek (vurmak)" tabiri misal vermek anlamında kullanılır. Yine Arap dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman tek bir örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır.

Sivrisinek anlamına gelen kelimesi et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda olmak üzere: şeklinde de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım, parçaladım," demektir. el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre (sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü dolayısıyladır.

"Daha üstün" el-Kisai, Ebû Ubeyde ve başkalarının açıklamalarına göre

"daha üstün" âyetinin anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı demektir. Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün denilmiş oluyor. el-Kisai der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı görüyorsun? dediğimiz vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üstün, demesine benzer ki yani gördüğünden de daha kısa demek istiyor.

Katâde ve İbn Cüreyc der ki: Büyüklük itibariyle daha üstün demektir.

"Bunun" kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o misalin hak olduğunu bilirler, demektir.

Hak ise batılın zıddıdır. Hakk, hukukun tekilidir. ondan da daha özel bir anlam ifade eder. Mesela "bu benim hakkımdır," anlamında denilir.

"Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler." “Ama" harfini Temimliler şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarlamamak için mim'lerden birisini yâ'ya değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın şu beyiti de buna göre şöylece nakledilmektedir:

"Güneş tepeye çıktığında bir adam gördü ki;

(Kuşluk vakti) çıkar ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan) üşür."

Nahivciler ne" edatı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir görüşe göre tek isim konumundadır ve anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak istemiştir? İbn Keysan, bu güzel olan açıklama şeklidir, demektedir.

Bir diğer görüşe göre, tam bir isimdir ve mübtedâ olarak ref mahallindedir. (........) ise, ism-i mevsûl anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Buna göre; Allah'ın misal olarak anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu sözleriyle de, soru sorarak inkar etmektedir yani, böyle birşeye olumsuz bir tepki göstermektir. misal" kelimesi ise mansub olup, sonraki cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri - Sa'leb'e göre - : Allah bununla nasıl bir misal vermeyi murad etmiştir? şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani: Allah böyle bir misal ile neyi murad etmiştir?)

"Allah bununla bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir." Denildiğine göre bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani, kendisi sebebiyle insanları sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu misal ile Allah, neyi anlatmak istemiştir?

Bir başka görüşe göre bu âyet, yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Daha uygun görülen açıklama şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah tarafından olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Allah bu misal ile pekçok kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir. Yani muvaffak kılar veya yardımsız bırakır. Buna göre, bu âyet daha önce kendilerinden söz edilen Mu'tezile ve benzerlerinin şu şekildeki görüşlerine de bir reddiye ihtiva etmektedir: Çünkü Mutezile ve onların kanaatlerini kabul edenlere göre Allah, sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz. Derler ki: "Bir çoğunu saptırır" âyetinin anlamı, burada ad vermektir. Yani birçoğuna sapık ismini verir. Nitekim "filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık ismini verdim, denmek istenir. Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi saptırmaz. Saptırma ile ilgili izledikleri yol budur. Ancak onların bu açıklamaları müfessirlerin görüşlerine aykırıdır ve dil açısından da böyle bir açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir kimseye sapık (dâl) ismi verildiği zaman onu sapıklıkla adlandırdı" denilir. Yoksa, bir kimseye sapık ismi verildiği takdirde bunu anlatmak üzere (âyet-i kerimedeki şekliyle): denilmez.

Bu âyetin anlamı Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin verdiği şekilde değil de hak ehline mensup müfessirlerin belirttiklerine göre şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi bu misal sebebiyle yardımsız bırakır (hidâyete eriştirmez).

Diğer taraftan yüce Allah'ın:

"O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz" âyetinin yüce Allah'ın söylediği âyet olduğunda (yani başkasının söylediği sözü nakleden bir ifade olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu âyetin takdirî anlamı şöyledir: Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendilerine hidâyet vermeyeceğini takdir etmiş olduğu fasıkları saptırır.

Burada "fasıklardan başkasını saptırmaz" âyetinde yer alan Ancak" edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini de istisna kabul etmek doğru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin tam bir anlama gelmesinden sonra sözkonusu olur.

Nevf el-Bikâlî der ki: Uzeyr, yüce Rabbine yaptığı münacaatından birisinde şöyle demiştir: İlahi, sen birtakım mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirirsin. Ona: Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmekten vazgeç denildi. Ya bu işten vazgeçersin ya da seni peygamberlik makamından silerim. Çünkü Ben yaptığımdan dolayı sorumlu tutulmayanım. Onlar ise yaptıklarından sorumlu tutulurlar.

Dalâlet (sapıklık)ın asıl anlamı helâk olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu anlamdan hareketle su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu zaman denilir. Yüce Allah'ın:

"Biz yerde kaybolduğumuz vakit..." (es-Secde, 32/10) âyetindeki ifade de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fâtiha sûresinde daha önceden yapılmıştır.

Fısk, Arap dilinde asıl anlamı itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma kabuğundan, fare deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek ve içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysika (fasıkçık)" denilir. Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Beş fasık vardır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Yılan, ala karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hazret-i Âişe Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.

Bir başka rivâyette de "yılan" yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunlar hakkında "fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmıştır. Nitekim inşaallah ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir.

Kişinin fasıklık etmesi, -el-Ahfeş'ten nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani günah işlemesi demektir. Yüce Allah'ın:

"Rabbinin emrine karşı fasıklık etti" (el-Kehf, 18/50) âyeti ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir.

İbnu'l-A'râbi'nin iddiasına göre bu kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında) cahiliyye Arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır. (İbnu'l-A'râbi) der ki: Bu ise hayret edilecek birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir. Bu sözleri İbnu'l Arâbi'den İbn Faris ve el-Cevherî nakletmişlerdir.

Derim ki: Ebû Bekr el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir:

"Necid'de giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu izlerler

Maksatlarından uzaklaşmış fasıklar olarak."

Fıssîk: Fasıklığı sürekli olan demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık, ey habis (murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak fısk: Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkında kullanıldığı gibi, isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kullanılır.

27

Onlar ki Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.

Bu âyeti yedi başlık halinde açıklayacağız:

1- Ahdi Bozanlar:

"Onlar ki" bu âyet bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasıklar"ın sıfatı olarak nasb mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . . ) Arzu edildiği takdirde mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı.

2- Allah'ın Ahdini Bozanlar:

"Allah'ın ahdini., bozarlar" âyetindeki bozmak, (nakzetmek): Sağlam bir şekilde yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün bir ipi veya verdiğimiz bir ahdi ifsad etmek, yani bozmaktır.

Kıldan yapılmış olan kendirler, çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" denilir. Söylenen sözlerde "munakaza (çelişki)" ise söylenen sözler arasında anlam bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söylenen şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş) şeye de "en-Nikd" ismi verilir.

İlim adamları, sözü geçen ve sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit etmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler:

a- Bu, yüce Allah'ın âdemoğullarından onları babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı sözdür.

b- Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla kitaplarında insanlara yaptığı tavsiyeler, onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş olduğu emirler ile kendisine isyanı yasaklamasıdır. Bu âyetler gereğince amel etmeyi terketmeleri bu ahdi bozmaları demektir.

c- Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla diğer mahlukatındaki vahdaniyetini gösteren delilleri koymuş olması, onlardan ahit almak konumundadır. Bu ahdi terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp düşünmeyi terketmektir.

d- Şanı yüce Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu ahiddir. O, bunlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğini açıklamalarını ve bunu gizlememelerini emretmiş idi. Bu açıklama şekline göre âyet-i kerîme kitap ehli hakkındadır.

e- Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın ahdi, peygamberlerden ve ona îman edenlerden son peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr etmeyeceklerine dair almış olduğu sözdür. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu âyetleridir:

"Hani Allah, peygamberlerden size verdiği Kitap ve hikmetten sonra beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka îman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman dedi ki: İkrar edip kabul ettiniz mi ve bu yükümü alıp yüklendiniz mi?" (Âl-i İmrân, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü" âyeti ile kastedilen

"benim ahdimi"dir.

Derim ki: Ancak bu âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan âyetlerin zahiri, âyetin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu husus ile ilgili görüşlerin toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş bunların hepsini kapsamına alacak özelliktedir.

3- "Allah'ın Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra."

el-Mîsâk: Yemin ile pekiştirilmiş ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin çoğulu "el-Mevâsîk" şeklinde gelir. Meyâsik ve meyâsîk şeklinde de gelir.

İbnu'l-A'râbî şu beyiti nakletmektedir;

"Öyle bir bölge ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz olmadıkça

Ve biz başka kavimlere sormayız söz ve ahitleri!"

Mevsik, müsâk anlamındadır. Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Allah'ın şu âyeti de buradan gelmektedir:

"Sizi kendisi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü) hatırlayın." (el-Maide, 5/7)

4- "... keserler.."

Kesmek, bilinen bir eylemin adıdır. Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kullanılır. İp ve benzeri şeyleri kesmek, nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geçmek (katetmek) anlamında kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp gittikleri vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalmasını, bitkin ve yorgun düşmüş bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır.

5- Allah'ın Emrine Aykırılık:

"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler." Burada Şeyi kelimesi, keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir. Âyetin bu bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani bitiştirilmesinden hoşlanmadıkları şeyi keserler anlamında olması da mümkündür.

Bitiştirilmesi emredilen şeyin ne olduğu hususunda da farklı görüşler vardır:

a- Burada bitiştirilmesi istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim).

b- Sözün amel ile bir arada olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel etmedikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden kopardılar.

c- Kesintisiz olarak bütün peygamberlerin tasdik edilmesini emretmektedir. Ancak onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş oldular.

d- Burada Allah'ın dinine, yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hükümlerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu, yüce Allah tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında genel bir ifadedir. Cumhûrun görüşü budur. Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır.

6- Fesâd Çıkaranlar:

"Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar." Yani Yüce Allah'tan başkasına taparlar, yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.

"İşte onlar zarara uğrayanlardır" anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir.

"onlar" zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edilebilir. İkinci mübtedâ ile onun haberi (bir arada), birincisinin haberidir. Önceden (benzeri el-Bakara, 2/5 te) geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin felâh ve kurtuluştan payını azaltan kimseye "hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İster terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın ismi da "hüsrân"dır. Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır. Çünkü Onlar atalarından beri köle olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada hüsrandan kastı, onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir. el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten gelen: "el-hasâr, el-hasâre ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma demektir. O bakımdan helâk olan kimseye "hâsir (hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böyle bir kişi Kıyâmet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecektir.

7- Ahdi Bozmanın Hükmü:

Bu âyet-i kerîme ahde vefa gösterip ona bağlı kalmaya, aynı şekilde kişinin bağlı kalmakla kendisini yükümlü tuttuğu câiz olan her türlü ahdi bozmanın helal olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin müslüman ile müslüman olmayan arasında olması farketmez. Çünkü yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada yermiştir. Ayrıca:

"Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir:

"Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri) kendilerine at." (el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde durmamayı yasaklamıştır. Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur. Nitekim ileride yeri gelince -inşaallah- açıklanacaktır.

28

Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz.

Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyâmetin Kesin Delilidir:

"Nasıl" anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani, bunlar öyle kimselerdirler ki, kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu halde, inkâra saptıkları için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir.

Kitap ehli, Allah'ı inkâr etmemekle birlikte onlara bu şekilde bir hitap nasıl yerinde olur? diye sorulacak olursa cevap şudur: Onlar Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu olduğu gibi kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmediklerinden dolayı Allah'a şirk koşmuş oluyorlar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse, Allah'a şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur.

Şöyle de denilmiştir:

"Nasıl" anlamına gelen kelimesi, aslında soru edatı olmakla birlikte burada böyle değildir. Burada bu kelime gerçeği söyletmek ve azarlamak için gelmiştir. Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da üzerinizdeki nimetlerini inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki: Yüce Allah, bu âyeti ile onları en ileri derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar hiçbir hususta kendilerini var eden ile tartışmazlar. Aksine, bu konuda tartışma canlı iskeletler tarafından yapılmaktadır.

"Halbuki siz daha önce ölüler idiniz" âyeti yaratılıştan önceki hallerini ifade etmektedir.

"... de sizi O diriltti, sonra sizi öldürecek." Burada vakıf tam bir vakıf olur. Ebû Hâtim böyle demiştir. Daha sonra yüce Allah:

"... sonra sizi diriltecek..." diye buyurmaktadır.

Tefsir âlimleri, bu iki ayrı ölüm ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç defa hayatın sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd der ki: Yani sizler yaratılmadan önce, yok ve var olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti. Yani yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kıyâmet gününde sizi tekrar diriltecektir.

İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen işte budur. Kâfirlerin kaçış yolu bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı kabul etmektedirler. Eğer kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölüler olduklarına, sonra dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dikkat edecek olsalar, ondan sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pekişir ve güç kazanır, buna bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etmeleri de herhangi bir delil getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır.

Bir başkası da şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre, kabirdeki hayat dünya hayatı hükmünde demektir. Dünya hayatında öldürüp sonra yine dünyada iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü sayılmadığı gibi, kabir hayatı da sayılmaz denilmiştir.

Bu âyetin açıklanmasıyla ilgili şöyle de denilmiştir: Sizler Âdem'in sulbünde ölüler idiniz. Sonra onun sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Sonra sizi, dünyada öldürür sonra sizi tekrar diriltecektir.

Bir başka açıklama şekli de şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadınların rahmlerinde ölüler -yani nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşıdı, orada sizi diriltti. Daha sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mahşere gitmek üzere kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu olmadığı hayat da budur.

Derim ki: Bu açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in sulblerinde ölüler olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hakkında tanıklıkta bulunmaları, erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler halinde bulunmalarından farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat sözkonusudur.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce toz zerrecikleri gibi varetti, sonra da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş diriltme sözkonusu olur. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinden günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu olacak altıncı bir ölüm vardır. Çünkü Ebû Said el-Hudrî tarafından rivâyet edilen hadiste şöyle denilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cehennemlik olan cehennem ehline gelince, onlar orada asla ölmeyecek ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım insanlar vardır ki onlara günahları sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir. Nihayet, kömür haline geleceklerinde haklarında şefaate izin verecektir. Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve cennet nehirleri üzerine saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet halkı, bunlara (su) akıtın. Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla tohumu gibi biteceklerdir." Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöyle dedi: Sanki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Derim ki: Hadîs-i şerîfte geçen: "Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir" âyetinde kastedilen hakiki mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada masdar ile te'kid edilmiştir. Bu ise onlar için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir: "onları... öldürür" ifadesinin uyumak suretiyle cehennemin acılarını duymayacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu hakiki manada bir ölüm değildir. Ancak birinci görüş daha sağlıklıdır. Nahivciler fiili masdar ile tekid ettiğimiz takdirde (mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir. Yüce Allah'ın:

"Allah Mûsa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) âyeti de bu türdendir. Yüce Allah'ın izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması yapılacaktır.

Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sizler etkisiz ve hareketsiz olduğunuz için ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber sayesinde şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek ve sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra diriliş için sizi tekrar diriltecektir.

"Ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz." Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve sorguya çekileceksiniz, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Daha önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz." (el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri, diriltilmeleri ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir.

Çoğunluk bunu: " döndürüleceksiniz" şeklinde okumuştur. Ancak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi İshak, Mücâhid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu kelimenin geldiği yerlerde muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli yani"...dönerler" şeklinde okurlar.

29

Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir.

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." âyeti ile ilgili açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:

1- Yaratma'nın Anlamı:

"Yaratmak", yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarattı" kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Söylediğini yaratan kimseye karşı

Benim yapabileceğim çok azdır."

Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı.

İbn Keysan der ki:

"Sizin için yaratan" âyeti sizden dolayı, size sebep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tevhide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır.

Derim ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli budur. Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkündür.

2- "Eşyada Asıl Mübahlıktır":

Haramlığına dair delil bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada aslolan mübahlıktır, diyenler bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu âyeti gibi:

"Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini de kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu kanaati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla birlikte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hakkında sözkonusu olması ise doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Yani böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet almak şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için onlardan kaçınmamız şeklinde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şeylerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah olması gerekmektedir.

Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkları takdirde boşu boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bunları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça meydana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakterler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tİsimleri ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu tadına bakılacak şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüşleri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimselerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır.

Başkaları bu konuda hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisinin, güzel veya çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür. Bunun ne olduğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir.

Bu üç görüş de Mu'tezileye aittir.

Şeyh Ebû'l Hasen (el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Mâlikî mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böyle bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldiği takdirde) onlarla ilgili dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir.

İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmektedir: Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali vardır. İşte bu konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şeyin mahzur (haram) veya mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz.

3- Mahlukat İbret İçindir:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyetinin anlamı hakkında doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil daha önce gelen âyetler ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların sözkonusu edilmiş olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönelmek ve orayı düzenlemek gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir.

Eğer "sizin için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlarla yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur: Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret almaktır. Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresidir? denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları hatırlayabilir. Bu, îman etmesine ve masiyetleri terketmesine sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu âyet ile bu kudretini bizlere haber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerîme sadece, Allah'ın vahdaniyetine delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zikredilmiştir.

Meani (el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." âyeti hakkında şu açıklamayı yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüketesiniz diye değil. Ebû Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana müsahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendini kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır.

4- İnfak Eden, Cimrilik Eden:

Zeyd b. Eslem, babasından, o da Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir: Adam'ın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey yok. Fakat git, benim adıma birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize gelince o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona şöyle dedi: Hadi yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeylerle mükellef tutmamış ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Resûlüllah şöyle yurdu: "Ben, böyle davranmakla emrolundum."

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah içindekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle buyurmuştur:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır.

"Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu gördüğümüz herşey Âdemoğluna müsahhar kılınmıştır. Böylelikle onun mazeretine son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konulmuştur. Ta ki Allah'a, kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından korkmaz. Çünkü verdiğinin yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Her ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol verendir)" (en-Neml, 27/40)

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki: "Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey onu eksiltmez."

-Bir başka hadisinde yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah ettiği her bir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan birisi: Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğeri de: Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der. Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis İmâmları tarafından rivâyet edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır.

Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşeyler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdirde) o şeyi yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Hazret-i Esma şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat verdiğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir."

Nesâî'nin rivâyetine göre Hazret-i Âişe de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanımda bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler verilmesini emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Âişe, sen sayma (sayarak verme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)."

5- "İstiva" ve Müteşabihler:

"Sonra göğe yönelip de..." Âyetinde

"sonra" kelimesi haber verilen şeyin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir.

İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmaktadır:

"Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28);

"Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (isteveytum)..." (ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir:

"Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm

Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"

Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların yükseldiğidir.

Bu âyet-i kerîme müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara îman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmâmların pekçoğu bu görüştedir. Bu, İmâm Mâlik'ten gelen şu rivâyete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın:

"Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti." (Taha, 20/5) âyeti hakkında soru sormuş, İmâm Mâlik de şöyle demiştir:

-İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna îman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız.

Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür.

Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz.

el-Ferrâ', yüce Allah'ın:

"Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın:

"Sonra göğe yönelip de..." âyetinin anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Abbâs şöyle demiştir:

"Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuşma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şekilleri Arap dilinde uygun ve yerindedir.

el-Beyhakî Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)" âyetine yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. Allah için de bu sıfatlar caizdir.

"Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbâs'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivâyette bulunan kişi aslında bu rivâyeti el-Kelbî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.

Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın:

"Sonra göğe yönelip de..." âyeti, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür.

Şöyle de denilmiştir: Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih etmiştir. Ebû'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerîme hakkında şöyle denilebileceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yükselmesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır.

İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Bişr Irak'ı istila etti (istiva)

Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."

İbn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın:

"Rahmân (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti" (Ta-Ha, 20/5) âyeti hakkında uygundur.

Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ''nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti.

Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir.

Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde açıklamalarda bulunmamaktır.)

6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür?

Bu âyet-i kerimeden yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çıkmaktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27) âyetinde önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu:

"Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâziât, 79/30) Bu âyetlere göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katâde'nin görüşünce sema yaratılmıştır. Bu görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücâhid ve onun dışındaki diğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu suyu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema halinde düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk yarattığında henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi.

Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Katâde'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da yeri halketti, sonra da göğe -henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı düzenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı.

Dumanın yerden önce yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mes’ûd'dan ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup ashabından, yüce Allah'ın:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" âyeti ile ilgili açıklamalarını aktararak dedi ki: Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sudan önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir duman çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" ismini verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarattı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerinde yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin olsun" (el-Kalem, 68/1) âyetinde sözü geçen

"nun"dur. Balık su içerisindedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir meleğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık harekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de sarsıldı. Allah yere dağlan bırakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu âyetinde kastedilen budur:

"O sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10)

Allah yerde dağları, orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçlarını ve orası için gerekli olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İşte yüce Allah şu âyetinde bunu anlatmaktadır:

"De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz? İşte O âlemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Orda bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için müsallallahü aleyhi ve sellemi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum işte böyledir.

"Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet, 41/11)

Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile (buharlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi sonucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Perşembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır.

"Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12) Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizleri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıldızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koruma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten sonra bu sefer Arşa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu âyeti işaret etmektedir:

"Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (el-A'raf', 7/54; Yûnus, 10/3) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Göklerle yer bitişik idi de Biz onları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (radıyallahü anhvi) Âdem (aleyhisselâm)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle açıklanacak şekilde zikretti.

Vekî, el-A'meş'ten, o Ebû Zabyan'dan, o da İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, diye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o günden Kıyâmet gününe kadar meydana gelecek herşeyi yazdı. Bundan sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı yayıp döşedi. Suyun Buhârî yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkandı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyâmet gününe kadar yere karşı övünürler.

Bu rivâyette ise, yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edilen su buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen ilk rivâyet daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler farklı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur.

Ebû Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtında taşıyan balığın içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar canlı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bunun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hayvan burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır. Eğer balık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider.

7- Yaratıkların Aslı:

Bütün eşyanın asıl yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mâce'nin Sünen'inde ve Ebû Hâtim el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin haberini ver. Hazret-i Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı." diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cennete girmeme sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Yemek yedir, selamı yaygınlaştır, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin."

Ebû Hâtim dedi ki: Ebû Hüreyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Sudan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğuna delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şeklinde cevap vermesidir.

Saîd b. Cübeyr'in rivâyetine göre İbn Abbâs, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu naklederdi: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir verdi, o da olacak herşeyi yazdı." Aynı âyet, Ubade b. es-Samit'den merfu olarak da rivâyet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadisten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra ise gökleri ve yeri yaratmıştır.

Abdürrezzak b. Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivâyetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zübeyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söylediklerinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da aynı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu:

"Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi (radıyallahü anhhmeti)nden size müsahhar kılmıştır." (el-Casiye, 45/13) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi.

el-Beyhakî der ki: (İbn Abbâs) bununla herşeyin O'nun tarafından yaratıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri yarattı. Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi önceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bilahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcısı O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her türlü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir.

8- Gökler:

"Onları yedi gök halinde düzenledi" âyetinde yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) Ancak bu âyet hakkında da farklı görüşler vardır. "Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü, keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sayıca onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" âyetinden kasıt, yani kabalık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi, demek olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklindedir. Müslim'in rivâyetine göre Said b. Zeyd şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır." Hazret-i Âişe'den de bunun benzeri bir hadis rivâyet edilmiştir, ancak o hadiste "(.......).... a kadar" yerine "(........)den" ifadesi yer almaktadır.

Ebû Hüreyre'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyâmet gününde- yedi (kat) arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır."

Nesâî'nin rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söyleyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Mûsa, la ilahe illellah" de. Hazret-i Mûsa dedi ki: Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen lâ ilâhe illâlah" de. Yine Hazret-i Mûsa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle buyurdu: "Ey Mûsa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve yedi (kat) arz bir kefeye konsa lâ ilâhe illâlah da öteki kefeye konsa lâ ilâhe illâlah onlardan daha ağır basacaktır."

Tirmizî'nin rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Allah'ın peygamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcılarıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun üstünde aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır." Hazret-i Peygamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hazret-i Peygamber daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki sema arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Peki altınızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Altında bulunan yerdir. Sonra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Hazret-i Peygamber bu şekilde yedi arz sayıncaya kadar sözlerine devam etti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" diye buyurduktan sonra Hazret-i Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu:

"O, hem ilktir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3)

Ebû Îsa (Tirmizî) der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bulunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı her yerdedir. O Kitab-ı Kerîm'inde kendi zatını nitelendirdiği şekilde Arşı üzerindedir. (Yine Tirmizî) dedi ki: Bu hadis garib bir hadistir. el-Hasen (hadisin ravilerinden birisi), Ebû Hüreyre'den hadis dinlememiştir.

Yerlerin sayısının yedi olduğuna dair rivâyetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu rivâyetler bu konuda yeterlidir.

Ebû'd-Duha (ki ismi Müslim'dir) İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedir:

"Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talâk, 65/12) âyeti hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem, Nûh gibi bir Nûh, İbrahim gibi bir İbrahim ve Îsa gibi bir Îsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivâyetin İbn Abbâs'tan gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivâyettir. Ebû'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- Semâ:

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini" Sîbeveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir. sonra yönelip" âyetini Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları düzenledi" âyetindeki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamındadır. "Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yüce Allah'ın:

"Mûsâ kavmini(n arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) âyetinde olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Nehhâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak nasb edilmiştir, der.

"O, herşeyi bilendir." Mübtedâ ve haberdir.

" O" zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif olduğundandır.

"Sema" kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime olarak gelmesi, istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu (cem'u’l-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzenledi" âyeti ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmakla birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" âyeti ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbirine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir.

10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen:

"O, herşeyi bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmıştır. O bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bilendir (âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konuda Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmekle birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini kabul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir.

el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yücedir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almaktadır. Diğer taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirirken şöyle buyurmaktadır:

"Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166);

"Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14);

"Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf, 7/7)

"O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur." (Fatır, 35/11);

"Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)...

Şanı yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan:

"Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) âyetini açıklarken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz.

el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lâm ya da sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur. Ebû Amr da (li ) dışındaki hallerde böyle okumuştur. Ebû Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) âyetindeki he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi "için o" zamirlerindeki) he'leri harekeli okumuşlardır.

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(T :  M : 1273  H : 671)

 

KURTUBÎ TEFSÎRİ - (TÜRKÇE)

 

MÂLİKÎ

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç