25
Îman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten
onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine orada o
meyvelerden bir rızık verildikçe her defasında: "Ha, bu bizim daha önce
rızıklandığımız şeydi" derler. Ve o kendilerine biri birinin benzeri gibi
getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır ve onlar orada
temelli kalıcıdırlar.
"Îman
edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele.."
âyetine dair açıklamalar üç
başlıkta ele alınacaktır:
1- Mü’minlerin Mükâfatı:
Yüce
Allah kâfirlerin cezasını sözkonusu ettikten sonra
mü’minlerin de görecekleri mükâfatı
sözkonusu etmektedir.
Müjdeleme
(tebşir): -derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerinde etkisi
ortaya çıkan şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst tarafı alınan ilk
haber ile değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" çoğunlukla müjdesi
verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı gibi,
böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kötü şeylerin haber
verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi)
verilen kötülük de açıkça belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara acıklı bir azâbın müjdesini ver."
(Âl-i İmrân,
3/21; et-Tevbe, 9/38; el-İnşikak, 84/24)
Güzel ve güleç bir yüz için:
"vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde getiren
(mübeşşir)e verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da
"tebâşiru'ş-şey" denilir.
2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler:
İlim adamları icma ile şunu kabul
etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi getirirse o
kişi hürdür, diyecek olsa ve kullarından bir ve daha fazla sayıda kişi ona bu
müjdeyi verecek olsa, aralarından ilk müjdeyi veren kişi hür olur, ikincisi ve
diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber veren kişi
hürdür, diyecek olsa, ikincisinin de birincisi gibi hür olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Şâfiî
mezhebine mensup ilim adamları, evet demişlerdir. Çünkü her birisi haber veren
durumundadır. Bizim (Maliki) mezhebimize mensup
ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü mükellef bundan sadece müjde
olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir. Bu da birincisine has bir
durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan sözün örfe göre açıklanması ve
anlaşılması gerekir.
Muhammed b.
el-Hasen ise, mükellefin: Bana haber veren
(ahbaranî) yahut bana söyleyen
(haddeseni) arasında fark gözetip şöyle
demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu haber verse yahut bana bunu
bunu söylese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir niyeti olmaksızın söylese ve ona
ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup, bir söz
veya bir elçinin geldiği haberini verse, o köle azad olur. Çünkü bu bir
haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse bu da
hür olur. Çünkü o: "Hangi köle bana haber verirse o hürdür" demiştir. Hepsi bu
haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet yemin ettiği zaman
eğer karşılıklı olarak söz söylemek yoluyla haber vermeyi kastetmiş ise, bu
haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan hiçbir kimse azad
olmaz. Eğer:
Hangi kölem bana söylerse
(haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu
ifadesi sözlü olarak söylemek hakkındadır ve (sözlü
olarak söylemeyen) kölelerinden hiç birisi azat olmaz.
3- İyi Amelliler:
"Salih
amel İşleyenler"
âyeti: Îman, mücerred îman olması dolayısıyla
itaatleri de gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle
olsaydı, bunu ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cennete, îman ve
salih amel ile kavuşulur. Cennet, îman ile elde edilir, fakat cennetteki
derecelere salih amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
"Onlar
için"
âyetinin anlamı şudur: Îman edenlere müjde ver ki, onlar için... vardır;
veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları
müjdele; anlamındadır.
"Cennetler"
bahçeler demektir.
(Cennet örten ve kapatan anlamına gelmektedir.) Cennetler adının veriliş
sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçlarıyla örtüp sakladığından dolayıdır.
(Kalkan anlamına gelen) el-micenne, anne
karnındaki yavru anlamına gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cennet" aynı
köktendir.
"Altından"
yani ağaçlarının altından
demektir. Ağaçların ayrıca sözkonusu edilmemesi,
"cennetler"
(bahçeler)
kelimesinin zaten ağaçlara delalet etmesinden dolayıdır.
"Irmaklar (el-enhâr)":
Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın nehirlere nisbet edilmesi,
kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece sudur. İfadenin
kısaltılması için
"su"
kelimesi
hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Ve
kasabaya sor."
(Yusuf, 12/82);
kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir:
"Haber verildi bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu
Ve yine senden sonra ey Küleyb! Meclis(tekiler)
söğüştü."
Burda mecliste bulunanları
kastetmektedir.
Nehir, "genişlettim" anlamına
gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b. el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir:
"Elimle darbeyi güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim
Ön tarafında duran arkasını görürdü."
Şair burada indirdiği mızrak
darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir.
Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde
Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan) yeyiniz."
âyetinin anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişleten şey ile
kesilen...
Bu kelimenin çoğulu nuhr ve enhar
şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebû Zueyb der ki:
"İkamet etti orda ve bir çadır kurdu
Sazlıklar yanında suyu bol ve tatlı bir su kıyısında."
Rivâyet edildiğine göre cennetin
ırmakları kendilerine has yataklarda olmayacaktır. Irmaklar cennetin sathı
üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde tutulan ve
akıtılan şeklindedir.
(Irmaklar
anlamına gelen): kelimesi üzerinde vakıf güzel olmakla birlikte, tam bir
vakıf değildir. Çünkü bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir
rızık verildikçe.." âyeti cennetlerin niteliklerini sıralamaya devam etmektedir.
"Rızk"a
dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı.
"Daha
önce rızıklandığımız şeydi."
Dünyada iken rızıklandığımız şeydi, demektir. Bu
iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken bize
va'dolunan bu idi,
Dünyada iken bize verilen rızık bu
idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rızıkların rengi dünyadaki meyvelerin rengini
andırmaktadır. Ancak onu yiyecekler de tadının farklı olduğunu göreceklerdir.
Âyet-i kerimede yer alan:
"Daha
önce"
âyetinin cennetten rızıklandığımız şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü
onlara peş peşe rızık verilecektir. Bunun başlangıcında kendilerine yiyecek ve
meyveler getirildiği vakit, ondan yerler. Sonra günün bitimine doğru, yine o
meyveler ve yiyecekler onlara getirilince şöyle diyecekler: Bu daha önce
rızıklandığımız birşeydir. Yani günün başında
bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmaktadır. Fakat ondan yedikleri vakit de
ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bulunduğunu göreceklerdir.
"Getirilir"
anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver
tarafından: şeklinde okunmuştur. Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline
gider. (Buna göre anlamı şöyle olur: "O cennet ehline
bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci okuyuşa göre ise, zamir
cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı: Hizmetçiler kendilerine bir
rızık getirdikleri her seferinde...
"O
kendilerine biribirinin benzeri gibi getirilir."
Yani görünüş itibariyle birbirini andırır, fakat tadı farklı farklıdır.
Bu açıklamayı İbn Abbâs,
Mücâhid,
el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime
der ki: Dünya meyvelerini andırmakla birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan
farklıdır. İbn Abbâs şunu da söylemektedir:
Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyeceklerdir. Zaten cennette
bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yoktur. Âdeta onlar,
görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden dolayı hayrete
kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi.
Katâde
de der ki: Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün
olmayacaktır. Yüce Allah'ın şu âyetinde
olduğu gibi:
"Müteşabih (biri birine benzer özelliklerde)
bir kitap.."
(ez-Zumer, 39/23)
Cennetteki meyveler, dünyada biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır.
Çünkü dünyadaki meyveler arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır.
"Orada
onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır."
Zevceler
(ezvâc): Zevcin çoğuludur. Kadın erkeğin zevci
(eşi)dir. Erkek de kadının zevci
(eşi)dir. el-Esmaî der ki: Araplar
(kadın için) hemen hemen
(zevce) kelimesini kullanmazlar.
el-Ferrâ' ise, "zevce" denildiğini de
nakletmektedir. el-Ferezdak der ki:
"Benim zevcemi baştan çıkarmaya çalışan kişi,
(Fırat kenarında bulunan arslanı
bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da
onların avucuna işemesini isteyen gibidir."
Ammar b. Yasir de,
mü’minlerin annesi
Âişe (radıyallahü
anha) hakkında şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, kesinlikle biliyorum
ki, Âişe,
Peygamber'in dünyada da âhirette de zevcesidir. Fakat Allah sizi
böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunu
Buhârî nakletmiştir.
Zevce tabirinin kullanılmasını
Kisa'ide tercih etmiştir.
"Temiz
kılınmış"
ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte
"temiz
kılınmış (mutahhara)"
tabiri, temiz
(tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha
beliğdir. Böyle bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve
buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir.
Abdürrezzak der ki: Bana, es-Sevri,
İbn Ebi Necih'ten, o Mücâhid'den naklederek,
"temiz
kılınmış (mutahhara)"
kelimesiyle ilgili olarak
şöyle dedi: Küçük abdest, büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali
olmazlar, menileri gelmez ve tükürmezler.
Biz bütün bu açıklamaları,
"et-Tezkire" ismini verdiğimiz eserimizin cennetlikler, cennet ve nimetlerinin
niteliklerine dair bölümde yapmış bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.
"Ve
onlar orada temelli kalıcıdırlar."
Hulûd (temellilik,
ebedilik): Kalıcılık demektir. "Cennetü’l-huld" tabiri de buradan
gelmektedir. Mecazi olarak bu kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da
kullanılır. Arapların dua ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak
istedikleri mülk süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki:
"Dikkat et, hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum
Ve ebedî birşey de; sadece kazık gibi çakılmış bağları
böyle görüyorum."
Âyet-i kerimedeki hulûd ise, gerçek
manasıyla ebedîliği ifade eder.
26
Gerçekten Allah bir sivrisineği
ya da (küçüklükte) ondan daha üstün
herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez. Îman edenler, bunun Rablerinden bir
gerçek olduğunu bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak
istemiştir?" derler. Allah bununla bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete
eriştirir. O, bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.
Sivrisineğin Misal Verilmesi:
"Gerçekten Allah bir sivrisineği, misal vermekten çekinmez."
Ebû Salih'ten gelen rivâyete göre İbn Abbâs
şöyle demiştir: Şanı yüce Allah
münafıklara şu iki örneği verince, yani:
"Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir.."
(el-Bakara, 2/17) âyeti ile:
"Yahut
gökten boşalan yağmur gibi..."
(el-Bakara, 2/19)
âyetlerini indirince münafıklar: Allah misaller vermekten daha yüce ve
azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.
Atâ yoluyla gelen rivâyete göre de
İbn Abbâs şöyle demiştir:
Yüce Allah müşriklerin tanrılarını
sözkonusu edip onlar hakkında:
"Eğer
sinek, onlardan birşey alsa, bunu ondan geri alamazlar."
(el-Hacc, 22/73) diye buyurup, putların ilâh edinilmesini örümcek
yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın kulu Muhammed'e Kur'ân'ı
indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten sözettiğini görüyor musun? Acaba o
(bunları sözkonusu etmekle) ne yapmış oluyor?
Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i
kerimeyi indirdi.
el-Hasen ve Katâde der ki:
Yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde sinek ve
örümcekten söz edip bunları müşriklere misal olarak gösterince yahudiler
güldüler ve şöyle dediler: Bu, Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine
yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
"utanır"
kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm
el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme
ağır geldiğinden (harf-i med şeklinde) sakin
okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir.
"Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez"
âyetinde İbn Muhaysın
(mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen)
âyet-i kerimede yer alan kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli
İbn Kesîr'den de rivâyet edilmiştir. Temim
ve Bekr b. Vailoğulları'nın da şivesi böyledir. Burada birinci yâ harfinin
harekesi hâ harfine nakledilerek, yâ harfi sakin oldu. Arkasından ikinci yâ
harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan sonra ve
(iki sakinin) iltikâ
(sı, arka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri hazf edilmiştir. Bunun
ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar
el-Cevherî'ye aittir.
Müfessirler bu âyet-i kerimede yer
alan
"çekinmez"
âyetinin anlamının ne olduğu hususunda farklı
görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında olduğu söylenmiştir.
Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir.
Âyet-i kerimede yer alan ve:
"Ve
insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundur."
(el-Ahzab, 33/37) Âyetinde "korkmak" utanmak,
çekinmek anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde
açıklamışlardır. Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Haya etmek
(utanmak, çekinmek); aslında çirkin bir iş
işlemek korkusuyla birşeyden uzak durmak ve geri kalmak demektir.
Yüce Allah için ise böyle birşey
imkansızdır. Müslim'in Sahihinde Umm Süleym
(radıyallahü anhnhâ)'dan gelen
Hadîs-i şerîfte şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelip
şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi,
muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)...
Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini
emretmez ve bu hususun sözkonusu edilmesinden imtina etmez.
"Herhangi bir şeyi misâl vermek."
Bunun anlamı, beyan etmek demektir.
"Sivrisinek"
anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş
sebebiyle ilgili dört açıklama şekli yapılmıştır:
1- şey, zaide,
"sivrisinek"
anlamındaki kelime,
"bir
misal"
anlamındaki kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam:
Allah bir misali vermekten yani sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez...
şeklinde olur).
2- Allah, az dahi olsa,
herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal
vermekten çekinmez... anlamına gelmesi. Bu açıklamayı
el-Ferrâ',
ez-Zeccâc ve Sa'leb yapmıştır.
3- Allah, sivrisinek olsun
daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez anlamında
olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferrâ''nın
görüşüdür. Ebû'l-Abbas delil olarak şunu gösterir:
"Ey tepeden tırnağa kadar insanların iyisi,
Seven ve sevdiğini gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur."
4- Allah, herhangi bir şeyi,
bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, anlamına gelmesi.
ed-Dahhâk, İbrahim b. Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivrisinek"
kelimesini ötreli olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre,
ifadenin takdiri anlamı şöyle olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir misal
vermekten çekinmez. Yüce Allah'ın:
"Güzelce uygulayan üzerine (nimetlerimizi)
tamamlamak üzere..."
(el-En'am, 6/154) şeklindeki âyetini bazı
kimselerin: şeklinde yani "o en güzel olan
kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına gelecek şekildeki
kıraatleri de bunu andırmaktadır.
Arapçada "misal darbetmek
(vurmak)" tabiri misal vermek anlamında
kullanılır. Yine Arap dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman
tek bir örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır.
Sivrisinek anlamına gelen kelimesi
et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda olmak üzere:
şeklinde de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım, parçaladım," demektir.
el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre
(sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü
dolayısıyladır.
"Daha
üstün"
el-Kisai, Ebû Ubeyde ve başkalarının
açıklamalarına göre
"daha
üstün"
âyetinin anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı demektir.
Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün
denilmiş oluyor. el-Kisai der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı
görüyorsun? dediğimiz vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üstün,
demesine benzer ki yani gördüğünden de daha
kısa demek istiyor.
Katâde
ve İbn Cüreyc der ki: Büyüklük itibariyle
daha üstün demektir.
"Bunun"
kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o
misalin hak olduğunu bilirler, demektir.
Hak ise batılın zıddıdır. Hakk,
hukukun tekilidir. ondan da daha özel bir anlam ifade eder. Mesela "bu benim
hakkımdır," anlamında denilir.
"Ama
kâfirler: Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler."
“Ama" harfini
Temimliler şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarlamamak için mim'lerden birisini
yâ'ya değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın
şu beyiti de buna göre şöylece nakledilmektedir:
"Güneş tepeye çıktığında bir adam gördü ki;
(Kuşluk vakti) çıkar
ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan)
üşür."
Nahivciler ne" edatı hakkında
farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir görüşe göre tek isim konumundadır ve
anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak istemiştir? İbn Keysan, bu
güzel olan açıklama şeklidir, demektedir.
Bir diğer görüşe göre, tam bir
isimdir ve mübtedâ olarak ref mahallindedir.
(........) ise, ism-i mevsûl anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Buna
göre; Allah'ın misal olarak anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu sözleriyle
de, soru sorarak inkar etmektedir yani, böyle
birşeye olumsuz bir tepki göstermektir. misal" kelimesi ise mansub olup, sonraki
cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri - Sa'leb'e göre - : Allah bununla
nasıl bir misal vermeyi murad etmiştir? şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal
konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani: Allah
böyle bir misal ile neyi murad etmiştir?)
"Allah
bununla bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir."
Denildiğine göre bu,
kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani,
kendisi sebebiyle insanları sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu
misal ile Allah, neyi anlatmak istemiştir?
Bir başka görüşe göre bu âyet,
yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Daha
uygun görülen açıklama şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah tarafından
olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Allah bu misal
ile pekçok kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir.
Yani muvaffak kılar
veya yardımsız bırakır. Buna göre, bu âyet daha önce kendilerinden söz
edilen Mu'tezile ve benzerlerinin şu
şekildeki görüşlerine de bir reddiye ihtiva etmektedir: Çünkü Mutezile ve
onların kanaatlerini kabul edenlere göre Allah, sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz.
Derler ki: "Bir çoğunu saptırır" âyetinin anlamı, burada ad vermektir.
Yani birçoğuna sapık ismini verir. Nitekim
"filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık ismini verdim, denmek istenir.
Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi
saptırmaz. Saptırma ile ilgili izledikleri yol budur. Ancak onların bu
açıklamaları müfessirlerin görüşlerine aykırıdır ve dil açısından da böyle bir
açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir kimseye sapık
(dâl) ismi verildiği zaman onu sapıklıkla adlandırdı" denilir. Yoksa, bir
kimseye sapık ismi verildiği takdirde bunu anlatmak üzere
(âyet-i kerimedeki şekliyle): denilmez.
Bu âyetin anlamı
Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin
verdiği şekilde değil de hak ehline mensup müfessirlerin belirttiklerine göre
şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi
bu misal sebebiyle yardımsız bırakır (hidâyete
eriştirmez).
Diğer taraftan
yüce Allah'ın:
"O
bununla fasıklardan başkasını saptırmaz"
âyetinin
yüce Allah'ın söylediği âyet olduğunda
(yani başkasının söylediği sözü nakleden bir ifade
olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu âyetin takdirî anlamı şöyledir:
Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendilerine hidâyet vermeyeceğini takdir
etmiş olduğu fasıkları saptırır.
Burada "fasıklardan başkasını
saptırmaz" âyetinde yer alan Ancak" edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini
de istisna kabul etmek doğru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin
tam bir anlama gelmesinden sonra sözkonusu olur.
Nevf el-Bikâlî der ki: Uzeyr, yüce
Rabbine yaptığı münacaatından birisinde şöyle demiştir: İlahi, sen birtakım
mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirirsin. Ona:
Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmekten vazgeç denildi. Ya bu işten vazgeçersin
ya da seni
peygamberlik makamından silerim. Çünkü Ben yaptığımdan dolayı sorumlu
tutulmayanım. Onlar ise yaptıklarından sorumlu tutulurlar.
Dalâlet
(sapıklık)ın asıl anlamı helâk olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu
anlamdan hareketle su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu zaman denilir.
Yüce Allah'ın:
"Biz
yerde kaybolduğumuz vakit..."
(es-Secde, 32/10) âyetindeki ifade de buradan
gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fâtiha sûresinde daha önceden yapılmıştır.
Fısk, Arap dilinde asıl anlamı
itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma kabuğundan, fare
deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek
ve içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysika
(fasıkçık)" denilir.
Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir:
"Beş fasık vardır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler:
Yılan, ala karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hazret-i
Âişe
Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan
rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına
almıştır.
Bir başka rivâyette de "yılan"
yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem) bunlar hakkında
"fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmıştır. Nitekim inşaallah
ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir.
Kişinin fasıklık etmesi, -el-Ahfeş'ten
nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani
günah işlemesi demektir. Yüce Allah'ın:
"Rabbinin emrine karşı fasıklık etti"
(el-Kehf, 18/50)
âyeti ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir.
İbnu'l-A'râbi'nin iddiasına göre bu
kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında)
cahiliyye Arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır.
(İbnu'l-A'râbi) der ki: Bu ise hayret edilecek
birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir. Bu sözleri İbnu'l Arâbi'den
İbn Faris ve el-Cevherî nakletmişlerdir.
Derim
ki: Ebû Bekr el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile
ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir:
"Necid'de giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu
izlerler
Maksatlarından uzaklaşmış fasıklar olarak."
Fıssîk: Fasıklığı sürekli olan
demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık, ey habis
(murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak
fısk: Yüce Allah'a itaatin dışına
çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkında kullanıldığı gibi,
isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kullanılır.
27
Onlar ki Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar,
Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad
çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.
Bu âyeti yedi başlık halinde
açıklayacağız:
1- Ahdi Bozanlar:
"Onlar
ki" bu
âyet bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasıklar"ın sıfatı olarak nasb
mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . . ) Arzu
edildiği takdirde mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir.
Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Buna dair
açıklamalar daha önceden de yapılmıştı.
2- Allah'ın Ahdini Bozanlar:
"Allah'ın ahdini., bozarlar"
âyetindeki bozmak,
(nakzetmek): Sağlam bir şekilde yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün
bir ipi veya verdiğimiz bir ahdi ifsad etmek,
yani bozmaktır.
Kıldan yapılmış olan kendirler,
çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" denilir. Söylenen sözlerde "munakaza
(çelişki)" ise söylenen sözler arasında anlam
bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söylenen
şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş)
şeye de "en-Nikd" ismi verilir.
İlim adamları, sözü geçen ve
sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit etmek
hususunda farklı görüşlere sahiptirler:
a- Bu,
yüce Allah'ın âdemoğullarından onları
babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı sözdür.
b-
Yüce Allah'ın
peygamberleri aracılığıyla kitaplarında
insanlara yaptığı tavsiyeler, onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş
olduğu emirler ile kendisine isyanı yasaklamasıdır. Bu âyetler gereğince amel
etmeyi terketmeleri bu ahdi bozmaları demektir.
c-
Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla
diğer mahlukatındaki vahdaniyetini gösteren delilleri koymuş olması, onlardan
ahit almak konumundadır. Bu ahdi terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp
düşünmeyi terketmektir.
d- Şanı
yüce Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu
ahiddir. O, bunlara Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
peygamberliğini açıklamalarını ve bunu
gizlememelerini emretmiş idi. Bu açıklama şekline göre âyet-i kerîme kitap ehli
hakkındadır.
e- Ebû İshak
ez-Zeccâc der ki:
Yüce Allah'ın ahdi,
peygamberlerden ve ona îman edenlerden
son peygamber
Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkâr etmeyeceklerine dair almış olduğu
sözdür. Bunun delili ise yüce Allah'ın
şu âyetleridir:
"Hani
Allah, peygamberlerden size verdiği Kitap ve
hikmetten sonra beraberinizdekini doğrulayıcı bir
peygamber gelince ona mutlaka îman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz
aldığı zaman dedi ki: İkrar edip kabul ettiniz mi ve bu yükümü alıp yüklendiniz
mi?"
(Âl-i İmrân, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü"
âyeti ile kastedilen
"benim
ahdimi"dir.
Derim
ki: Ancak bu âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan
âyetlerin zahiri, âyetin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu
husus ile ilgili görüşlerin toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş
bunların hepsini kapsamına alacak özelliktedir.
3- "Allah'ın Ahdini
Sağlamlaştırdıktan Sonra."
el-Mîsâk: Yemin ile pekiştirilmiş
ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade etmek
için kullanılır. Bu kelimenin çoğulu "el-Mevâsîk" şeklinde gelir. Meyâsik ve
meyâsîk şeklinde de gelir.
İbnu'l-A'râbî şu beyiti nakletmektedir;
"Öyle bir bölge ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz
olmadıkça
Ve biz başka kavimlere sormayız söz ve ahitleri!"
Mevsik, müsâk anlamındadır.
Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Allah'ın
şu âyeti de buradan gelmektedir:
"Sizi
kendisi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü)
hatırlayın."
(el-Maide, 5/7)
4- "... keserler.."
Kesmek, bilinen bir eylemin adıdır.
Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kullanılır. İp ve benzeri şeyleri kesmek,
nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geçmek (katetmek)
anlamında kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp
gittikleri vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalmasını, bitkin ve yorgun
düşmüş bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime
kullanılır.
5- Allah'ın Emrine Aykırılık:
"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler."
Burada Şeyi kelimesi,
keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir.
Âyetin bu bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani
bitiştirilmesinden hoşlanmadıkları şeyi keserler anlamında olması da mümkündür.
Bitiştirilmesi emredilen şeyin ne
olduğu hususunda da farklı görüşler vardır:
a- Burada bitiştirilmesi
istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim).
b- Sözün amel ile bir arada
olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel etmedikleri halde söyleyip
durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden kopardılar.
c- Kesintisiz olarak bütün
peygamberlerin tasdik edilmesini
emretmektedir. Ancak onlar peygamberlerin
bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi
emredilen şeyi kesmiş oldular.
d- Burada Allah'ın dinine,
yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hükümlerini uygulamaya ve koyduğu sınırları
korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu, yüce
Allah tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında genel bir
ifadedir. Cumhûrun görüşü budur.
Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır.
6- Fesâd Çıkaranlar:
"Ve
yeryüzünde fesad çıkarırlar."
Yani
Yüce Allah'tan başkasına taparlar,
yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve
arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.
"İşte
onlar zarara uğrayanlardır"
anlamındaki âyet mübtedâ ve haberdir.
"onlar"
zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edilebilir. İkinci mübtedâ ile
onun haberi (bir arada), birincisinin
haberidir. Önceden (benzeri el-Bakara, 2/5 te)
geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin felâh ve kurtuluştan payını azaltan kimseye
"hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İster
terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın ismi da "hüsrân"dır.
Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır. Çünkü Onlar atalarından beri köle
olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada hüsrandan kastı,
onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir.
el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten
gelen: "el-hasâr, el-hasâre ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma
demektir. O bakımdan helâk olan kimseye "hâsir
(hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böyle bir kişi Kıyâmet
gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette kendisi için
ayrılmış olan yere gidemeyecektir.
7- Ahdi Bozmanın Hükmü:
Bu âyet-i kerîme ahde vefa gösterip
ona bağlı kalmaya, aynı şekilde kişinin bağlı kalmakla kendisini yükümlü tuttuğu
câiz olan her türlü ahdi bozmanın helal olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin
müslüman ile müslüman olmayan arasında olması farketmez. Çünkü
yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada
yermiştir. Ayrıca:
"Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz"
(el-Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi,
Peygamberine de şu emri vermiştir:
"Eğer
bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere
(ahidlerini gerisin geri) kendilerine at."
(el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde
durmamayı yasaklamıştır. Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur.
Nitekim ileride yeri gelince -inşaallah- açıklanacaktır.
28
Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha
önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra sizi
diriltecek ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz.
Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyâmetin
Kesin Delilidir:
"Nasıl"
anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani,
bunlar öyle kimselerdirler ki, kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu
halde, inkâra saptıkları için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir.
Kitap ehli, Allah'ı inkâr etmemekle
birlikte onlara bu şekilde bir hitap nasıl yerinde olur? diye sorulacak olursa
cevap şudur: Onlar Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumunu
olduğu gibi kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmediklerinden dolayı Allah'a
şirk koşmuş oluyorlar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini
kabul etmiyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse,
Allah'a şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur.
Şöyle de denilmiştir:
"Nasıl"
anlamına gelen kelimesi, aslında soru edatı olmakla birlikte burada böyle
değildir. Burada bu kelime gerçeği söyletmek ve azarlamak için gelmiştir.
Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da
üzerinizdeki nimetlerini inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki:
Yüce Allah, bu âyeti ile onları en ileri
derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar hiçbir hususta
kendilerini var eden ile tartışmazlar. Aksine, bu konuda tartışma canlı
iskeletler tarafından yapılmaktadır.
"Halbuki siz daha önce ölüler idiniz"
âyeti yaratılıştan önceki hallerini ifade
etmektedir.
"...
de sizi O diriltti, sonra sizi öldürecek."
Burada vakıf tam bir vakıf
olur. Ebû Hâtim böyle demiştir. Daha sonra
yüce Allah:
"...
sonra sizi diriltecek..."
diye buyurmaktadır.
Tefsir âlimleri, bu iki ayrı ölüm
ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç defa hayatın
sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd der ki:
Yani sizler yaratılmadan önce, yok ve var
olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti.
Yani yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona
ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kıyâmet gününde sizi tekrar diriltecektir.
İbn
Atiyye der ki: Bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen işte budur.
Kâfirlerin kaçış yolu bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı kabul
etmektedirler. Eğer kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölüler
olduklarına, sonra dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dikkat edecek
olsalar, ondan sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pekişir ve güç
kazanır, buna bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etmeleri de herhangi
bir delil getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır.
Bir başkası da şöyle demiştir: Bu
açıklamaya göre, kabirdeki hayat dünya hayatı hükmünde demektir. Dünya hayatında
öldürüp sonra yine dünyada iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü sayılmadığı gibi,
kabir hayatı da sayılmaz denilmiştir.
Bu âyetin açıklanmasıyla ilgili
şöyle de denilmiştir: Sizler Âdem'in sulbünde ölüler idiniz. Sonra onun
sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Sonra sizi, dünyada öldürür sonra
sizi tekrar diriltecektir.
Bir başka açıklama şekli de
şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadınların rahmlerinde ölüler -yani
nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşıdı, orada sizi diriltti. Daha
sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi
diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mahşere gitmek üzere
kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu olmadığı hayat da budur.
Derim
ki: Bu açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in
sulblerinde ölüler olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hakkında
tanıklıkta bulunmaları, erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler
halinde bulunmalarından farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat
sözkonusudur.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce
toz zerrecikleri gibi varetti, sonra da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş
diriltme sözkonusu olur. Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinden
günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu olacak altıncı bir ölüm
vardır. Çünkü Ebû Said el-Hudrî tarafından
rivâyet edilen hadiste şöyle denilmektedir:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki:
"Cehennemlik olan cehennem ehline
gelince, onlar orada asla ölmeyecek ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım
insanlar vardır ki onlara günahları sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah
onları bir çeşit ölümle öldürecektir. Nihayet, kömür haline geleceklerinde
haklarında şefaate izin verecektir. Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve
cennet nehirleri üzerine saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet
halkı, bunlara (su) akıtın. Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla
tohumu gibi biteceklerdir."
Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöyle dedi: Sanki
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi
Müslim rivâyet etmiştir.
Derim
ki: Hadîs-i şerîfte geçen:
"Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir" âyetinde kastedilen hakiki
mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada masdar ile te'kid edilmiştir. Bu ise onlar
için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir: "onları... öldürür" ifadesinin uyumak
suretiyle cehennemin acılarını duymayacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu
hakiki manada bir ölüm değildir. Ancak birinci görüş daha sağlıklıdır.
Nahivciler fiili masdar ile tekid ettiğimiz takdirde
(mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat
anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir.
Yüce Allah'ın:
"Allah
Mûsa ile de konuştu."
(en-Nisa, 4/164)
âyeti de bu türdendir. Yüce Allah'ın
izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması yapılacaktır.
Bu âyetin anlamı ile ilgili olarak
şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sizler etkisiz ve hareketsiz olduğunuz için
ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber
sayesinde şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek
ve sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra diriliş için sizi
tekrar diriltecektir.
"Ve
sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz."
Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve
sorguya çekileceksiniz, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim
yüce Allah, bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır:
"Daha
önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz."
(el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri,
diriltilmeleri ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir.
Çoğunluk bunu: " döndürüleceksiniz"
şeklinde okumuştur. Ancak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi İshak,
Mücâhid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu
kelimenin geldiği yerlerde muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli
yani"...dönerler" şeklinde okurlar.
29
Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe
yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir.
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..."
âyeti ile ilgili açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:
1- Yaratma'nın Anlamı:
"Yaratmak",
yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi
bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarattı" kullanıldığı olur. Şairin şu
sözlerinde olduğu gibi:
"Söylediğini yaratan kimseye karşı
Benim yapabileceğim çok azdır."
Buna dair açıklamalar daha önceden
de yapılmıştı.
İbn Keysan der ki:
"Sizin
için yaratan"
âyeti sizden dolayı, size sebep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde
her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı
zamanda bunlar, tevhide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır.
Derim
ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli budur.
Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkündür.
2- "Eşyada Asıl Mübahlıktır":
Haramlığına dair delil
bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada aslolan mübahlıktır, diyenler bu
ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler.
Yüce Allah'ın şu âyeti gibi:
"Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini de kendi nezdinden size müsahhar
kılmıştır."
(el-Câsiye, 45/13)
Bu kanaati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın
hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla
birlikte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla
bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın
yüce Allah hakkında sözkonusu olması ise
doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Yani
böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda
bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet almak
şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için
onlardan kaçınmamız şeklinde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde
ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel
ve lezzetli şeylerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah
olması gerekmektedir.
Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü
bizler, bir menfaat için yaratılmadıkları takdirde boşu boşuna yaratılmış
olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bunları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl
olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan
O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır
olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin
yiyeceklerin tadına bakmadıkça meydana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz.
Aksine bazan, tabiat ve karakterler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği
gibi, tİsimleri ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak
mümkündür. Bu iddiaya karşı bu tadına bakılacak şeyin öldürücü zehirler
olmasından korkulması ile de görüşleri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram
olduklarını kabul eden kimselerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların
tezlerine karşıdır.
Başkaları bu konuda hüküm vermeyip
şöyle demişlerdir: Bizim kendisinin, güzel veya
çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak
edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür.
Bunun ne olduğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O
halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir.
Bu üç görüş de
Mu'tezileye aittir.
Şeyh Ebû'l Hasen
(el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle
Mâlikî mezhebine mensup ilim adamlarının
çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi
(tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir.
Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin)
anlamı şudur: Böyle bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat
(şer'î hüküm geldiği takdirde) onlarla ilgili
dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü
(değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki
payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir.
İbn
Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmektedir:
Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber
vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil
bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili
değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o
olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali vardır. İşte bu
konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şeyin mahzur
(haram) veya
mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu
konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz.
3- Mahlukat İbret İçindir:
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur."
âyetinin anlamı hakkında
doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil daha önce
gelen âyetler ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların sözkonusu edilmiş
olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönelmek ve orayı düzenlemek
gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya,
gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması,
aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir.
Eğer "sizin için" denilmesinin
anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlarla
yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret almaktır. Eğer:
Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresidir? denilecek
olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar
sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları
hatırlayabilir. Bu, îman etmesine ve masiyetleri terketmesine sebep teşkil
edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi
der ki: Yüce Allah'ın bu âyet ile bu
kudretini bizlere haber vermesinde haramlığı, mübahlığı
veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi
bir durum yoktur. Bu âyet-i kerîme sadece, Allah'ın vahdaniyetine delil olarak
görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zikredilmiştir.
Meani
(el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da
yüce Allah'ın:
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur."
âyeti hakkında şu açıklamayı
yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye
yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri
tüketesiniz diye değil. Ebû Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana
müsahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve
böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendini
kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok
görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak
nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır.
4- İnfak Eden, Cimrilik Eden:
Zeyd b. Eslem,
babasından, o da Ömer b. el-Hattâb
(radıyallahü anh)'dan şunu rivâyet etmektedir:
Adam'ın birisi Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi ve
kendisine birşeyler vermesini istedi. Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Yanımda herhangi birşey yok. Fakat git, benim adıma
birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize gelince o borcumuzu öderiz."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer ona
şöyle dedi: Hadi yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç
yetiremeyeceğin şeylerle mükellef tutmamış ki,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
Hazret-i Ömer'in bu sözünden
hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş
sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu
kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra
Resûlüllah şöyle yurdu: "Ben, böyle
davranmakla emrolundum."
İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti
üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan
beslemektendir. Çünkü yüce Allah
içindekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı
keriminde de şöyle buyurmuştur:
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur."
Bir başka âyet-i kerimede de
şöyle buyurmaktadır.
"Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar
kılmıştır."
(el-Câsiye, 45/13)
Bu gördüğümüz herşey Âdemoğluna müsahhar kılınmıştır. Böylelikle onun mazeretine
son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konulmuştur. Ta ki Allah'a,
kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı
hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından korkmaz. Çünkü verdiğinin yerine
başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"Her
ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
(Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır),
kerimdir (bol bol verendir)"
(en-Neml,
27/40)
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle
buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki:
"Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu,
infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve
dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey onu eksiltmez."
-Bir başka hadisinde yüce
Rasul şöyle buyurmaktadır:
"Kulların sabah ettiği her bir
günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan birisi: Allah'ım infak
edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğeri de: Allah'ım
cimrilik edenin de servetini telef et,"
der. Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece
seslenirler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis İmâmları tarafından rivâyet
edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır.
Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve
Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından
korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık
bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken
de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz.
Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan
kimselerdir. Bugün birşeyler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak
istiyor ise (verdiği takdirde) o şeyi yarın
yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü
infakında (harcamasında) elini sıkı tutar.
Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Ebû
Bekir'in kızı Hazret-i Esma şöyle demiştir:
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)
bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya
infak et. Fakat verdiğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar.
Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik
edilir."
Nesâî'nin
rivâyetine göre Hazret-i Âişe de şöyle
demiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanımda
bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler verilmesini
emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım.
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
"Sen,
senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun
yoksa?"
Ben: Evet, deyince Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu:
"Yavaş ol, ey Âişe,
sen sayma (sayarak verme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az
verir)."
5- "İstiva" ve Müteşabihler:
"Sonra
göğe yönelip de..."
Âyetinde
"sonra"
kelimesi haber verilen şeyin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin
yapılış sırasını anlatmak için değildir.
İstiva
(yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir.
Nitekim yüce Allah
(aynı kökten kelimeler ile) şöyle
buyurmaktadır:
"Sen
ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde
(isteveyte)..."
(el-Mu'minun, 23/28);
"Sonra
onların sırtları üzerine binip yerleşince (isteveytum)..."
(ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir:
"Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm
Güney (Yemen) yıldızı
alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"
Güneş başımın üzerinde istiva etti,
kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların yükseldiğidir.
Bu âyet-i kerîme müşkil
(anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları
bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları
okur, bunlara îman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmâmların pekçoğu bu
görüştedir. Bu, İmâm Mâlik'ten gelen şu
rivâyete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce
Allah'ın:
"Rahmân (olan Allah) Arşa istiva etti."
(Taha, 20/5) âyeti hakkında soru sormuş,
İmâm Mâlik de şöyle demiştir:
-İstiva bilinmeyen birşey değildir.
Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna îman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna
dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi
bunu buradan çıkartınız.
Bir kısım ilim adamı da şöyle
demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri
anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür.
Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi
âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz.
el-Ferrâ', yüce Allah'ın:
"Sonra
göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi"
âyeti ile ilgili olarak şöyle
demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama gelir:
Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına
ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu Arap
dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana
doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu
kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı
gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın:
"Sonra
göğe yönelip de..."
âyetinin anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
İbn
Abbâs şöyle demiştir:
"Sonra
semaya yöneldi:"
Yükseldi. Bu konuşma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu
(istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu
(istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış
şekilleri Arap dilinde uygun ve yerindedir.
el-Beyhakî Ebû Bekr Ahmed b. Ali b.
el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)"
âyetine yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü
yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. Allah için
de bu sıfatlar caizdir.
"Sonra"
kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir.
İbn Abbâs'tan
(iradeye taalluk ettiğine dair) rivâyette bulunan kişi aslında bu
rivâyeti el-Kelbî'nin Tefsir'inden almıştır.
el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.
Süfyan
b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın:
"Sonra
göğe yönelip de..."
âyeti, orayı kastetti,
yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir, demişlerdir.
Bu da bir görüştür.
Şöyle de denilmiştir: Allah oraya
yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya
sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi
tercih etmiştir. Ebû'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerîme hakkında şöyle
denilebileceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî
der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi,
yükselmesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır.
İstiva edenin
(yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir.
İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler
buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da
söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Bişr Irak'ı istila etti (istiva)
Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."
İbn
Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın:
"Rahmân (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti"
(Ta-Ha, 20/5) âyeti hakkında uygundur.
Ben
derim ki: Bundan önce el-Ferrâ''nın
görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti.
Bu konuya dair daha fazla bilgiler
yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde
gelecektir.
Bu ve benzeri âyetlerde kural,
hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu olmamasıdır.
(Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde
açıklamalarda bulunmamaktır.)
6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök
müdür?
Bu âyet-i kerimeden
yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı
anlamı çıkmaktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur.
(bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de
yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sizi
yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.."
(en-Naziat, 79/27) âyetinde önce semanın
yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu:
"Bundan sonra da yeri yayıp döşedi."
(en-Nâziât, 79/30)
Bu âyetlere göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir.
Yüce Allah bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır:
"Hamd
gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır."
(el-En'âm, 6/1) Katâde'nin görüşünce
sema yaratılmıştır. Bu görüşü Taberi ondan
nakletmektedir. Mücâhid ve onun dışındaki
diğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah
Arşının üzerinde bulunduğu suyu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir
duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök)
olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha
sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema halinde düzenledi. Bundan sonra
ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk yarattığında henüz yayılmış ve
genişletilmiş bir halde değildi.
Derim
ki: Yüce Allah'ın izniyle
Katâde'nin görüşünün doğruluğu açıkça
ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah,
önce semanın dumanını, sonra da yeri halketti, sonra da göğe -henüz duman
halinde iken- yöneldi ve orayı düzenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı.
Dumanın yerden önce yaratılmış
olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebû Mâlik ve Ebû Salih'ten,
onun İbn Abbâs'tan, ayrıca Murre
el-Hemdani'nin İbn Mes’ûd'dan ve
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup ashabından,
yüce Allah'ın:
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök
halinde düzenledi"
âyeti ile ilgili açıklamalarını aktararak dedi ki:
Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi.
Sudan önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan
bir duman çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi
(sema). O bakımdan ona "semâ" ismini verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu
tek bir arz halinde yarattı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar
ve pazartesi günlerinde yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık
ise, şanı yüce Allah'ın Kur'ân-ı
Kerîm'de:
"Nûn.
Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin olsun"
(el-Kalem, 68/1) âyetinde sözü geçen
"nun"dur.
Balık su içerisindedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da
bir meleğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise,
rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz
edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk.
Lukman, 31/16) Balık harekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de
sarsıldı. Allah yere dağlan bırakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere
karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu
âyetinde kastedilen budur:
"O
sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl,
16/15; Lukman, 31/10)
Allah yerde dağları, orada
yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçlarını ve orası için gerekli olanları
da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerinde
yarattı. İşte yüce Allah şu âyetinde
bunu anlatmaktadır:
"De
ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor
musunuz? İşte O âlemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Orda
bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için
müsallallahü aleyhi ve sellemi olarak dört günde yaptı."
(Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler
bilsin ki durum işte böyledir.
"Sonra
semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet,
41/11)
Sözü geçen bu duman ise, suyun
teneffüs etmesi ile (buharlaşması) ile meydana
gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi
sonucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde,
Perşembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin
veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır.
"Ve
her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti."
(Fussilet, 41/12) Yani her bir semada
oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizleri, dolu ve
bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıldızlarla
süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koruma aracı
kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı
bitirdikten sonra bu sefer Arşa istiva etti. İşte buna da
yüce Allah'ın şu âyeti işaret etmektedir:
"Gökleri ve yeri altı günde yarattı."
(el-A'raf', 7/54; Yûnus,
10/3) Yine yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerle yer bitişik idi de Biz onları ayırdık."
(el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (radıyallahü
anhvi) Âdem (aleyhisselâm)'ın
yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın
izniyle açıklanacak şekilde zikretti.
Vekî,
el-A'meş'ten, o Ebû Zabyan'dan, o da İbn
Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir.
Ona: Yaz, diye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu.
Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem
o günden Kıyâmet gününe kadar meydana gelecek herşeyi yazdı. Bundan sonra
yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde
arzı yayıp döşedi. Suyun Buhârî yükseldi ve
ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkandı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla
sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyâmet gününe kadar
yere karşı övünürler.
Bu rivâyette ise, yerin yaratılışı
(âyet-i kerimede) duman diye ifade edilen su
buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine
İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen ilk
rivâyet daha uygundur. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Bundan sonra da yeri yayıp döşedi"
(en-Naziat, 79/30.)
Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler farklı
farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur.
Ebû
Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan
naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtında taşıyan balığın içine doğru nüfuz
etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar
ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar canlı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ
bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların
hepsini sırtından bırakırsın. Bunun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir
hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti
yalvardı ve bu hayvan burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana
yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır.
Eğer balık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider.
7- Yaratıkların Aslı:
Bütün eşyanın asıl
yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mâce'nin
Sünen'inde ve Ebû Hâtim el-Büsti'nin Sahih
Müsned'inde kaydettiğine göre,
Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın
Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin
haberini ver. Hazret-i Peygamber:
"Herşey sudan yaratıldı."
diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cennete girmeme sebep
olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu:
"Yemek yedir, selamı yaygınlaştır, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken
sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin."
Ebû
Hâtim dedi ki: Ebû Hüreyre: "Bana
herşeyden haber ver" sözü ile: Sudan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek
istemiştir. Bunun doğruluğuna delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-:
"herşeyi sudan yaratmıştır" şeklinde cevap vermesidir.
Saîd b.
Cübeyr'in rivâyetine göre
İbn Abbâs,
Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın
şöyle buyurduğunu naklederdi:
"Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey
kalemdir. Ona emir verdi, o da olacak herşeyi yazdı."
Aynı âyet, Ubade b. es-Samit'den merfu olarak da rivâyet edilmektedir.
el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır.
Bu ise İmrân b. Husayn'ın rivâyet ettiği hadisten açıkça anlaşılan bir husustur.
Kalemin yaratılmasından sonra ise gökleri ve yeri yaratmıştır.
Abdürrezzak b.
Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays
el-A'rec'den, o Tavus'tan rivâyetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b.
el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi:
Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden
yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam
Abdullah b. ez-Zübeyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b.
Amr'ın söylediklerinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a
gitti. Ona da aynı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu.
Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve
topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah
b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu:
"Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi
(radıyallahü anhhmeti)nden size müsahhar kılmıştır."
(el-Casiye, 45/13) Bunun üzerine adam şöyle
dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ehl-i
Beytinden olan bir adam verebilirdi.
el-Beyhakî der ki:
(İbn Abbâs) bununla herşeyin O'nun tarafından
yaratıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi
O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı.
Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri yarattı.
Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden
yaratmadığı gibi önceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha
sonra da suyu bilahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur.
Herşeyin yaratıcısı O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka yaratıcı
yoktur. O her türlü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir.
8- Gökler:
"Onları yedi gök halinde düzenledi"
âyetinde yüce Allah,
göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de yerin sayısı
ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten
sadece yüce Allah'ın şu âyetidir:
"Allah
yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır."
(et-Talâk, 65/12) Ancak bu âyet hakkında da farklı görüşler vardır.
"Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü,
keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu
ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sayıca onlar gibi
demektir. "Yerden de onlar gibi" âyetinden kasıt, yani
kabalık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi,
demek olduğu da söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre
yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden
ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci
görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklindedir.
Müslim'in rivâyetine göre Said b. Zeyd şöyle
demiştir: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle
buyururken dinledim:
"Her kim haksızca yerden bir karış
alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır."
Hazret-i Âişe'den de bunun
benzeri bir hadis rivâyet edilmiştir, ancak o hadiste "(.......)....
a kadar" yerine "(........)den" ifadesi yer
almaktadır.
Ebû
Hüreyre'den gelen rivâyette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse
hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka
yüce Allah -Kıyâmet gününde- yedi
(kat) arza kadar olan kısmını boynuna
dolayacaktır."
Nesâî'nin
rivâyetine göre, Ebû Said el-Hudri,
Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim, bana
kendisini söyleyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret.
Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Mûsa, la ilahe illellah" de. Hazret-i Mûsa dedi ki:
Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu:
"Sen lâ ilâhe illâlah" de. Yine Hazret-i Mûsa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir
ilâh yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle
buyurdu: "Ey Mûsa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve yedi
(kat) arz bir kefeye konsa lâ ilâhe illâlah da öteki kefeye konsa lâ ilâhe
illâlah onlardan daha ağır basacaktır."
Tirmizî'nin
rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle
demiştir: Allah'ın peygamberi ve
ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah'ın
peygamberi
(salat ve selam ona) şöyle buyurdu:
"Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı
kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir deyince
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcılarıdırlar. Allah, bu
bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu
yere sürükler. -Devamla Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?"
Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu: "Üstünüzdeki
er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir
dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar
olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram:
Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır."
Sonra şöyle sordu: "Bunun da
üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı
kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Bunun üstünde aralarında beşyüzer
yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır."
Hazret-i Peygamber bu şekildeki
açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık
gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır.
Hazret-i Peygamber daha sonra şöyle sordu:
"Bunun da üstünde neyin olduğunu
biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha
iyi bilir, dediler. Hazret-i Peygamber
şöyle buyurdu: "Bunun da
üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki sema arasındaki uzaklık
kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu:
"Peki altınızda ne olduğunu
biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve
Rasulü daha iyi bilir dediler. Hazret-i
Peygamber şöyle buyurdu:
"Altında bulunan yerdir. Sonra şöyle dedi: Bunun da altında
neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı
kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler.
Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu:
"Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz
yıllık bir mesafe vardır."
Hazret-i Peygamber bu şekilde yedi arz
sayıncaya kadar sözlerine devam etti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz
yıllık olduğunu beyân buyurdu.
"Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim.
Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine
düşer"
diye buyurduktan sonra Hazret-i Peygamber
şu âyet-i kerimeyi okudu:
"O,
hem ilktir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi
bilindir."
(el-Hadid, 57/3)
Ebû Îsa
(Tirmizî) der ki: Resûlüllah
(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyet-i
kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın
ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında
bulunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir.
Yani, Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı her
yerdedir. O Kitab-ı Kerîm'inde kendi zatını nitelendirdiği şekilde Arşı
üzerindedir. (Yine Tirmizî) dedi ki: Bu hadis
garib bir hadistir. el-Hasen
(hadisin ravilerinden birisi),
Ebû Hüreyre'den hadis dinlememiştir.
Yerlerin sayısının yedi olduğuna
dair rivâyetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu rivâyetler bu konuda
yeterlidir.
Ebû'd-Duha
(ki ismi Müslim'dir)
İbn Abbâs'tan rivâyet etmektedir:
"Allah
yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır."
(et-Talâk, 65/12) âyeti hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her
birisinde sizin peygamberiniz gibi
bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem,
Nûh gibi bir Nûh, İbrahim gibi bir İbrahim ve Îsa gibi bir Îsa vardır.
el-Beyhakî der ki: Bu rivâyetin İbn Abbâs'tan
gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivâyettir.
Ebû'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
9- Semâ:
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur"
anlamındaki âyet, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini"
Sîbeveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir.
sonra yönelip" âyetini Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye
imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları
düzenledi" âyetindeki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamındadır.
"Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir.
Yüce Allah'ın:
"Mûsâ
kavmini(n arasından) yetmiş adam seçti"
(el-A'râf, 7/155) âyetinde olduğu gibi. Bu
açıklamalan en-Nehhâs yapmıştır.
el-Ahfeş ise hal olarak nasb edilmiştir,
der.
"O,
herşeyi bilendir."
Mübtedâ ve haberdir.
" O"
zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif
olduğundandır.
"Sema"
kelimesi
tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime olarak gelmesi, istisnaîdir.
el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave"
kelimesinin, ez-Zeccâc'ın görüşüne göre ise
"semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu
(cem'u’l-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları.,
düzenledi" âyeti ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir
veya tekil olmakla birlikte cins isim
olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" âyeti ise,
satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbirine eşit ve eş kıldı,
anlamında olduğu da söylenmiştir.
10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen:
"O,
herşeyi bilendir."
Yani neyi
yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmıştır. O bakımdan O'nun herşeyi
bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Yaratan (Allah) bilmez mi?"
(el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile
kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bilendir
(âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle
bilendir (alimdir). Bu konuda
Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip
bize uygun görüş belirtmekle birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve
teferruatıyla bildiğini kabul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir.
el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi
bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak
yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin
görüşlerinden yücedir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar
"ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların
görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almaktadır. Diğer taraftan
yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi
olmakla nitelendirirken şöyle buyurmaktadır:
"Fakat
Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de
(buna) şehadet ederler."
(en-Nisa, 4/166);
"Bilin
ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud,
11/14);
"Ve
Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız."
(el-A'raf, 7/7)
"O'nun
ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur."
(Fatır, 35/11);
"Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am,
6/59)...
Şanı
yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer
alan:
"Allah
size kolaylık diler, güçlük dilemez"
(el-Bakara, 2/185)
âyetini açıklarken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz.
el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav
veya lâm ya da
sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi)
kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur.
Ebû Amr da (li )
dışındaki hallerde böyle okumuştur. Ebû Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara
ayrıca (el-Bakara, 2/282) âyetindeki he'yi de
sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek
ve dişi "için o" zamirlerindeki) he'leri harekeli okumuşlardır.
|