Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Yeni Pencere

Geri

 

SAYFA :

1

 

002 - BAKARA SÛRESİ

 

CÜZ :

1

 

İleri

Sayfayı Yeni Pencerede Aç

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BAKARA SURESI

ELBAKARE SURESİ (........)

Medenîdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem Efendimizin Medineye hicretlerinden sonra ilk nazil olan suredir. Bununla beraber bütün kur'anın en son nazil olan (........) ayeti de bundadır. Demek ki, Medinede ilk nüzule başlıyan ve en sonra tamam olan bir surei celiledir. Fatiha mazamini kur'anı icmalen müştemil olduğu gibi bu da ekseri ahkâmını tafsıl cihetinden öyledir. Bu iki haysiyetledir ki, (........) Hadîs-i şerifleri varit olmuştur. Kezalik Resulullah Efendimize bir gün bir melek geldiği sırada «müjde, sana iki nur verildi ki, senden evvel hiç bir Peygambere verilmemişti: Fatihatülkitab ve havatimi suret-il-bakara» diye tebşir ettiği rivayati sabitedendir. Bu surei celilenin lisanımızda umumiyetle en meşhur ilmi «baş elif lâm mim» yahut «büyük elif lâm mim»dir. Asıl ismi hassı ikidir. Sûretül-bakare, süretül-kürsî. Elif lâm ile elbakare, Beniisrailin bakaresi demek olduğundan sade «bakare» kelimesinde bu manaya işaret kalmıyor. Beniisrailin işbu bakare kıssası yalnız bu surede zikredilmiş olduğundan bu tesmiyeye sebep olmuştur ki, bu tesmiyede bakare kıssasının ehemmiyetine hususî bir tenbih vardır. «Elkürsî» kürsiyyi ilâhî demektir. Bu isim de âzamı ayat olan ayetülkürsînin bu surede bulunmasındandır. Bunlardan başka bu surenin biri has biri müşterek iki de lâkabı vardır. Evvelkisi Senamül kur'an, ikincisi Ezzehradır. (........) = her şeyin bir senamı -bir hörkücü bir zirvesi- vardır. Kur’ân’ın senamı da elbakare suresidir» hadîsi ve

(........) = iki Zehrayı, elbakare ile âli İmran surelerini okumağa devam ediniz» hadîsi ile ifade buyrulmuştur. Demek Kur’ân bir cismi zi hayata teşbih edilecek olursa Fatiha başı, elbakare gövdesinin en mühimmi diğer sureler sair azası, echizesi, etrafı mesabesindedir. Filvaki Fatihada dahi söylediğimiz veçhile maanii kur'anın inkişafatındaki münasebatı en ziyade ilmi beşerin henüz künhüne eremediği ilmi hayat tenasüplerine ve ekmel bir cismi zi hayatın ahengine benzer. Bunu maddiyet ve maneviyeti tam bir insanı ekmele benzetir, onu da vücudi Muhammedî olarak tasavvur ederseniz tertibi kur'andaki lâhutî san'atın bir misalini mülâhaza etmiş olursunuz ve malûmdur ki, bir zi hayatın ilk teşekkülündeki nizamı tertip, teşekküli kâmilindeki nizamı tertibin ayni değildir. Bunun gibi kur'anın nüzulündeki tertibi ile cem-ü kitabetindeki tertip dahi biribirinin ayni değildir. O tam bir nizamı nümüv ile yirmi üç senede peyderpey inkişaf etmiş ve bittabi hasılındaki nizamı kül, nizamı nüzulden başka olmuştur. Filhakika surei Fatihadan sonra hangi sureyi alacak olsanız bu tertipteki tenasübi ekmeli bulamazsınız. Çünkü Fatihadaki «ihdina» duasından sonra (........) alınız işte hidayet diye tam bir cevabıdır. Ve bu cevap bütün kur'ana şamildir. Binaenaleyh Fransa hükûmetinin bu senelerde yaptırdığı yarım bir kur'an tercemesinde gûya Avrupalıların fikrine, mizacına takrip için surelerin bu tertibi ekmeli alt üst edilerek Fatihanın başa, Elbakarenin nihayete alınması, bir nevi tahrif maksadına mübteni değil ise her halde tenasübi hakkı anlamamaktan mütevellit bir tahakküme mağruranedir. Bu tıpkı bir endama bakıp şu başın altına bu sine bu gövde konulmamalı idide bunun yerine parmaklar, eller, kollar, ayaklar, bacaklar vazedilmeli idi gibi tertibi fıtrîde (fizyolojide) tahsihata kalkışmağa benzer.

MÜNASEBAT VE İCMAL

Elbakare suresinin zatında sevkı küllîsi, Fatihada taleb edilen hidayetin cevabı küllîsi olmakla mecmuı kur'anın da sevki küllîsidir ki, bu ilk ayetinde zahirdir. Kur’ân’ın hikmet ve gayei nüzulünü de tazammun eden bu irtibat ve münasebetten sonra (.......) umumî bir faslı hıtabın esasını mutazammındır. (........) den (........) ayetine kadar ilk hıtabı ilâhî evvelen ve bizzat Resulullah Efendimizedir. Bu hıtabta insanların kabiliyeti hıtap ve hidayet noktai nazarından haleti ruhiyeleri itibariyle bir tasnifi vardır ki, bu tasnifi evveli Fatihadaki mün'amü aleyhim, mağdubi aleyhim, dallîn tasnifi nihaîsine sureten şebih ve manen alâkadardır. Çünkü nimet, hidayetin, hidayet te kabiliyeti hıtabın fer'idir. Kabiliyeti hıtap velev mütefavit olsun her insana fıtrati ulâ itibariyle bahşedilmiş bir rahmeti ilâhiye ise de suiistimal ile itiyat neticesi olarak ademi kabiliyet te bir tabiat halini iktisap edeceğinden makamına göre kabiliyeti hıtabın ve muhatabın tayini, her hangi bir irşadın ve müfit olması matlup olan her kelâmın şartı aslîsidir. Bunun için İlmi ruh, Belâgatin, İlmi edebin erkânı olan tasarrufatı lisaniyle ve mantıkıyeden mukaddem bir şart evveldir. İşte Cenâb-ı Allah Sûretülbakarenin başında evvelâ Resulüne hıtab ile bu şartı irşadı talim buyurmuş, ve ilk önce mebhasi ilim noktai nazarından bizzat Resulüne teminat bahş ettikten sonra umumun fıtrati aslîsindeki kabiliyeti hıtabı tehyiç eden ve şeraiti imanı muhtevi bulunan bir tenvir ile söze başlamıştır. Kur’ân’ın dibacesi makamında bulunan bu tasniften sonra iptida (........) ayetinden itibaren (........) misakı ubudiyetinin teklif ve icabını tasrih ederek rabbülâlemîn icmalindeki isbatı ulûhiyyet ve rububiyyet delillerini en geniş hikmetleri icmal eden bir üslûp ile fezleke eder ve onun akibinde nübüvvet münkirlerini ilzam eden i'caz dellini serd eyler ve burada sirri ubudiyet olan inzar ve tebşiri icmal ederek yevmi dinin mükâfât ve mücazatını îcaz ile bir tasvir eder. Müteakıben beyanatı ilâhiyenin üslûbuna ait bir ıhtardan sonra fıtrati beşerin kıymetini tesbit ve hılkati beşere doğru ircaı nazar ettirir ve hılkati Ademdeki bedaati, hikmet ve gayeyi, ta'limin, ilmin, lisanın, iman ve tâatın ehemmiyetini ve netaicini, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki zenbi aslî nazariyesinin mebdeini telkinden sonra Yahudiyet ve Nasraniyet gibi iki milletin menşei olan Beni İsraile tevcihi hıtap ile mazideki mevkilerini faziletlerini esbabı nimetlerini ve iman ettikleri kitabın hükmüne göre en şayanı dikkat kıssalariyle mağdubü aleyh olmalarına sebep olan cereyanı ahlâkîlerini tasvir ve bu miyanda Dini islâmın itikadî, ahlâkî, hukukî, içtimaî bazı esasatını tesbit eder. Badehu müminlere tevcihi hıtap ile bazı usul takrir ederek ehli kitaptan Yehud-ü Nasaranın müşterek olan vücuhi dalâline ve aralarındaki husumet ve münaferete tenbihten sonra bu gadab-ü dalâlden halâsları için bir Hazret-i Adem evlâdına yakışacak hissi uhuvvetle esası tevhit dairesinde bir ruhı içtimaî iktisap etmek üzere tarikı hakkı irae ve hasleti İbrahimi, binaı Kâbeyi, vasıyeti Yakubu ıhtar ile lâakal milleti İbrahimiye esası üzerinde bir cismi içtimaî teşkil etmelerini teklif etmiş ve birinci cüzde bu esasları takrirden sonra ikinci cüzden itibaren haldeki sıratı müstakime ve âlemine nümunei imtisal olacak olan milleti islâmın teşkilâtına, ahkâm ve kavanini asliye ve fer'iyesinin bilhassa beyanına geçmiş ve cismi içtimaîyi teşkil eden salât ve hac hakkında tahvili kıbleden başlıyarak hayatı tayyibe için sabr-ü tahammül ve sebat ve saire gibi mehasini ahlâka ve envaı birr-ü hayra, esbabı refaha helâl ve haram, habis ve tayyib vesaili maişet ahkâmına, salât, hac, sıyamı ramazan, zekât ve alelûmum sadakat ve nafakata, cihad gibi usulî ibadata, fitne, katli nefs, hamir, kumar, zina vesair bu gibi kebair ve fücurun zem ve men'ine, kısâs ve mukabele bilmislin meşruiyetine,

eytam ve emvali eytama, münakehat, hayz gibi ahvali nisa, talâk, ıddet, nafaka gibi aile ahkâmına, gerek ilim ve gerek silâh ile müdafaat ve mücahedatı ammeye, enbiayı kiramın meratibi faziletlerine, kudret ve azameti ilâhiyenin hakikatine, mucizatı enbiyaya dair makasıdı asliye beyan etmiş, esasatı hukukiyeye, hikmet ve teavüni ıktisadî hakkında teşvikata ve zemmi ribaye, müdayenat, kâtibi adil, şehadet, rehin vesaire gibi muamelât esaslarına ve nihayet Hazret-i Peygamberin leylei miracdaki sureti iman ve akd-ü misakiyle din islâmın hakikati imaniye ve teklifiyesini telhıs eden bir hatime ile hitam verilmiştir. Ve bunların her birini makamına ve esbabı nüzulüne göre öyle mütenevvi ve müessir üslûbi beyan ile ifade etmiştir ki, bir taraftan her ayeti ve belki her kelimesi bir kitaba mevzu teşkil edecek cemiyeti maaniyi ihtiva eyler.

AYETLERİ

Küfiyyun tadadında iki yüz seksen altı, basriyyun tadadında iki yüz seksen yedi, hicaziyyun tadadında iki yüz seksen beş, şamiyyun tadadında iki yüz seksen dörttür. Bu tadat ihtilâfı, kıraette olduğu gibi bazı ayet başlarında rivayetin taaddüdündendir.

Çünkü mukaddimede beyan olunduğu üzere ayetlerin fasılaları ve adetleri de tevkifî ve naklî olduğu müttefekun aleyhtir. Bizim kıraetimiz olan Âsım kıraeti kûfî olduğundan tadadı kûfî ahzedilmek evlâdır. Kelimatı altı bin yüz yirmi, harfleri yirmi beş bin beş yüzdür.

FASILALARI - (........) yedi harftir. (........) fasılası yalnız (........) ayetinde (........) fasılası da yalnız iki yüzüncü ayetin nihayeti olan (........) dadır. Bu fasılaları müfessirini kiram kalk düşünelim demek olan (........) remzile hulasa etmişlerdir.

1

Bulunduğu altı surenin hepsinde birer ayettir. (........) dahi bir ayettir. Lâkin (........) bir ayet sayılmıyor (........) dahi bulunduğu beş surenin hiç birinde ayet değildir, (........) ikisindede birer ayettir. (........) ayet değildir. lâkin (........) birer ayet (........) dahi hepsinde birer ayet (........) iki ayet (........) bir ayettir. (........) birer ayet değildirler. Ve bu tadat kûfiyyun rivayetidir. Basriyyun yirmi dokuz surede bulunan işbu mukattaattan hiç birini bir ayet olarak saymamışlardır. Ayet mes'elesi kıyasî değil tevkifî bir ilim olduğundan bu ihtilâf vücuhi kıraet gibidir. Ve bu suretle Elbakare suresinin muhtelefün fih olan ayetlerinden birincisi (........) dir.

Kitabette bir kelime gibi yazıldığı halde kıraette tadat suretiyle elif lam mim diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç kelime manalı birer isimdirler. Delâlet ettikleri manaları da müsemmaları olan hurufi basitedir. Bu harfler kelimelerin maddesi olan ve hurufı mucem, hurufi mebani, hurufi heca tesmiye olunan tek seslerdir ki, (........) gibi nukuş bunların hat denilen alâmetleridir. O isimler esasen bu seslerin olduğu halde bu nakışlara da ıtlâk olunur. Her isim, başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir nevi resmidir. Arapçada mahreci muhakkaka müstenit aslî olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekizde ismi ve nakşı basiti vardır. Bunlardan başka bir de mahreci mukaddere müstenit olup bizzat okunamıyan tebaî bir harf daha vardır ki, buna da lam elif denilir. Ve alelekser elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lam elif bitteba okunan bir harfi meddir. Makablindeki harfin harekâtı selâsesine tabiiyeti itibariyle üç hali bulunduğundan hurufi med «vav, ya, elif» nami müstearlariyle üç olarak gösterilir. Binaenaleyh aslî ve tebaî müsemmayı huruf, hakikaten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir addolunur. Yirmi dokuzuncusu ancak terkipte okunabildiğinden (........) ile gösterilir ki, otuz bir adedini de ifade eder.

Harflerin işbu infirat ve besatet halleri elif ba ta diye bir bir sayılarak anlatılır ve (........) diye mukatta olarak yazılır. Bunun ismi elifbadır. Bil'akis kelimelerde olduğu gibi terkip hallerini anlatılacağı zaman da (........) suretinde yazılır ve kendi basit seslerile okunur.

Halbuki (........) ebced gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur. Demek ki, ikisininde haysiyetini cami olarak hurufı hecanın daha mükemmel bir unvanı gibidir. Okunuşuna nazaran manası sarihtir. Fakat yazılışına nazaran ebced gibi mühmel ve mübhem bir kelime görünür. Gerçi yazılış elifba gibi okunmayıp ebced gibi okunsa idi (........) ilah... vücuhi muhtemelesile manalı bir kelime teşkil edecekti. Lâkin böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması bundan bir mana çıkarmayı işkâl etmektedir. Bu iki haysiyetin böyle içtimaından yeknazarda anlaşılır ki, burada biri zahir, biri batın iki mana melhuzdur. Acaba matlubi aslı hangisidir? İşte müfessirini kiram bu iki noktai nazardan hareket ederek bir kısmı mukattaati süverin manayı muradı malûm olabileceğine, bir kısmı da olamıyacağına kail olmuşlardır.

Malûmiyet veya imkânı malûmiyete zahip olanlar başlıca iki zümre teşkil ediyorlar:

1- Bu isimlerin manaları malûmdur. Bunları iptidayi hitapda tadattan maksat, bütün hurufi hecayı elifba ve ebced haysiyetleriyle ihtar ve bunlardan teşekkül eden kelimat ve kelâme nazarı dikkati celbetmektir ki, bu ıhtar ve tenbihi müteakıp işte kitap demek lisanın maddei asliyesini göstererek bir tahaddi ilân etmek ve i'cazı kur'ana telmih eylemek olduğunu beyan etmişlerdir. Ve bu zümredeki ekseri ulema, bu üç harfin mecmuu bu sureye veya kur'ana bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.

2- Manayı muradın kelimatı selâsede değil müsemmeyatında yani terkip haysiyetinde ve tabiri âharle kitabet haysiyetinde aranmak lâzım geleceğini ve bunların bir manayı remzîsi bulunduğunu ve lisanı Arapta bunun misalleri bulunabildiğini söyliyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta hulasa edilir:

Birincisi, kasr-u terhım tarikidir ki, şairin

(........)

«mısraında olduğu gibi» vekaftü «kelimesinden kaf harfiyle iktifa etmesi, kitabette misali de meselâ Ahmet yerinde bir (........) elif yazılması bu kabildendir. Ve bu suretle hurufi hecanın her biri, evvelinden, ahirinden, ortasından bir veya müteaddit isimlere remzolabilir. Filvaki (........) cem'edildiği zaman (........) isminin hasıl olduğu görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Esmaullaha veya saireye tahlilî veya terkibî remizler mümkin bulunuyor.

İkincisi, ebcedin hisap tariki ve şifre usulüdür.

Zahir ve batın iki haysiyetin ikisini de mülâhaza etmek lâzımdır. Ve manayı muradı aramak için bu tariklerin, bu manaların, hepsini cemetmek ve ihtimalâtı akliye ve tabiiye ile daha ileri gitmek ıktiza eyler. Bunda ise maani müteşabih olur. Tayini murada imkân bulunamaz.

(........)

Sanki elmalûmülmechul terkibi gibi bir mana ifade eder. Ve bu mana hakikat ve esmaı ilâhiyeye kadar gider. Ve bu tefsirin hasılı (........) mazmununa müntehi olur ki, bu da bize ilmi beşerînin başında daima künhüne erilmez bir mebdein vücudünü talim eder.

Filhakika hem dirayeten ve hem rivayeten bu noktai nazarların hiç birini feda etmiye imkân yoktur. Zira mukattaâtı süverin kıraeti ve hey'eti umumiyesindeki münasebat ilk noktai nazar hakkında pek büyük bir karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan mukattaâtı süver, evvelâ elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına müsavi olarak yirmi dokuz surede mevcuttur.

Saniyen yirmi sekiz ismin tam nısfı bulunan on dört harf ismi

(........) intihap olunmuş ve o suretle intihap olunmuş ki, bu nısıf bütün hurufun sıfat itibariyle müteaddit taksimatındaki aksam ve envaından her birinin nısfını ve bazı ehemmini muhtevi olduğundan zikrolunmıyan diğer nısfı tamamen mağlûp ederek mecmuı hurufu lehcei asliyesiyle, tecyidiyle göstermiş bulunuyor ki, tefsiri Kazıde dahi musarrah olan bu tasarrufatın tafsılinden sarfı nazar ediyoruz.

Salisen, me'huz olan bu harfler, müfret ve mürekkep olarak surelere o suretle tevzi edilmiştir ki, bunda lisanın Sarf ve Nahiv itibarile taksimatı esasiyesine büyük bir alâkası vardır. Kelimenin aksamı selâsesi, birliden beşliye kadar kelimatın ebniyei asliyesi, mücerret ve mezit taksimatı, mezit binasının yedi harfı tecavüz edemiyeceği, rubaî ve humasîde asıl ve mülhak taksimi ve daha bazı envaı taliyesi bunlardan okunabilir. Arabın şir-ü belâgati pek yüksek bir mertebede bulunmasına rağmen lisanın tecvid, iştikak, Sarf, Nahiv ve saire gibi ilimleri henüz teşekkül etmemiş ve okuyup yazanlarda bile kavaidi lisaniye nazariyyatına dair malûmat teessüs eylememiş bulunduğu bir zamanda bir nebiyyi ümmî tebliğile deakikı ilmiyeye ait ibraz edilen ve bil'ahare kavaidi lisaniyenin vaz'ı esasında büyük bir rehber olduğu da şayani kayit bulunan ve bilvücuh sirri i'cazı mutazammın olan bu kadar tasarrufatı bedianın delâlet ve iradeden âri farzedilmesi nasıl kabul edilebilir? Ayni zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delâlet-ü iradenin zahirden başka hedefi yoktur demek dahi ayni karain ile kabili te'lif olmadığı gibi bunlardaki vücuhı delâletten bir çoğunu ihmal eylemek demektir. Binaenaleyh asıl manayı murat zahir ve batın, Elifba ve Ebced noktai nazarlarının cem'indedir. Delâleti lâfziyeden delâleti akliyeye ve oradan delâleti tabiiye ve zevkiyeye intikal ederek ânatı vücudün hepsini nazardan geçirmek ve hiç birinde tevakkuf etmeyip aslı vücudün sirri tekvinine, mebdei evvele kadar gitmek ve bu suretle mabadettabiîyi, âlemi gaybı bir lâhzada mütalea edip ilm içinde itirafı cehl-ü acizden sonra kemali iman ile irşadı ilâhîye müterakkip olmak işte müteşabihat denilen mukattaâti süverin faidei hitabı iptilâi rasihîn denilen bu namütenahi manada müncelidir.

Hakikati beşeriye, idrak ve tebliğı idrakdadır ki, biz buna mantık ve lisan tabir ederiz. İdrak bizzat maani ile tebliği idrak da kelimat ile, kelimat ise asvat ile cereyan eder. Demek ki, asvat, kelimat, maani, erkânı lisandır. Kitabet ise lisanüllisan demektir. Ve bu sebeple lisan ve kitabet beşeriyette terakkiyatı ilmiye ve ameliyenin mebnayi aslîsidir ve herkesin malûmudur ki, Elifba harfleri denilen asvatı müfrede ve basita bütün lisanların maddesi, bunların eşkâli hattiyeleri de kitabetin üssül'esasıdır. Bunun için bir lisanın Elifbası ne kadar mazbut ve muntazam, telâffuzu, lehcesi ne kadar fasıh ve dakik, kavaidi tasrif ve terkibi ne kadar metin ve ilmî, vücuhi delâlet ve ifadesi ne kadar vasi ve amik ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve muttarit ise. o lisan o nisbette yüksek ve o nisbette mütekâmildir. Binaenaleyh ta bidayetinde kıraet ve kitabete tergib emrile nazil olmağa başlaması ve başlarken dini islâma gelinceye kadar ahiri edyan olan Hıristiyanlığın teslis dalâletine parçalarcasına Ahadı hakikîden ve vahdı itibarî olan ikiyi, tabiri aharle vücudi Haktan ruh ve cisim isneyniyetini yeknazarda farkettiren (........) şekli kitabeti ile Allah ve âlem nisbetini açıktan ilham etmesi ve bundan başka Yehudîliğin ismi söylenmez diye tanıdığı mabudı ekberin ismi a'zamına da telmih etmiş olması ve daha söylerken aksayi siyneden dudağın ucuna kadar bütün hurufun maharici külliyesine muntabık üç mahreçten tertibi mahsus ile çıkarak insana kendini tarttırıp tanıtacak olan elif lâm mim harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu arada Ruvakiye felâsifesinin Elifba delili tabir edilen isbatı ilâh deliline de işaret etmiş bulunması ve bu delâlât ve telmihattan sonra da akıl ve fikri beşeri sirri lisan içinde asvattan kelimattan maaniye, maaniden eşyaya, eşyadan sirri tekvine ve mebdei vücude ve ilmi ilâhîye kadar götürmesi bu kitabı celilin mebdeden müntahaya kadar hidayeti beşeriyeyi tekeffül ettiğini büyük bir belâğatle ifade etmektedir.

Ey mütefekkir! (........) remzine bak ve meharici hurufa riayet ederek elif lam mim diye oku, okurken kendini bir tart, ruhundan cismine, batınından zahirine, sinenden dudaklarına doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba, ebced okurcasına bütün hurufi hecayi müsemmalariyle hayalinden geçir ve düşün. Esasında hiçbir manâsı olmiyan bu münferit ve basit seslerden, layuhsa manâyi hamil olan kelimelerin ve bu kelimelerden kelâmların ve bu kelâmlardan kâinatı ifade eden kütübi celilenin sureti husulünde nasıl bir kudret ve nasıl bir sirri tekvin gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki, âlemde her manâ, her feyz, her terakki, her kemal, her ümit bir nizamı içtimaîye hem de vaz'ı lâyikiyle bir nizamı içtimaîye medyundur. Kendi kendine hiçbir manası, hiçbir kuvveti, hiçbir tezahürü olmiyan mevaddı basite eczai münferidesi lâyık oldukları bir nizamı içtimaîyi buldukları zaman onlardan kimyalar, hikmetler, hey'etler, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki kâinatı şuhut teşekkül ediveriyor.

Kezalik kendi kendine hiçbir manâsı, hiçbir kuvveti tezahür edemiyen insan ferdleri de yerli yerinde mükemmel bir nizamı içtimaîye mazhar oldukları zaman da onlardan dünyaları teshir eden hey'eti içtimaiyeler milletler, devletler meydana gelir, taş, ağaç kovuğundan çıkamiyan o fertler kürei arzın bir ucundan diğer ucuna gidip gelmekle kalmayup göklerde bile fütuhat yaparak ve âleme envarı hakk-u ma'delet saçarak saadete garkolurlar. İşte elifbanın o basit ve manâsız harflerine o namütenahi maaniyi ifaza eden nizam ve vaz'ı içtimaî sana kainatın sirri tekvinini baştan başa mutalea ettirecek bir miftahi hidayettir. Düşün ve düşün bu besait nereden geldi ve bunlara o nizamı içtimaîyi kim ve nasıl verdi? Sen seslerden kelimeyi, kelimeden maaniyi, maaiden eşyayi okuyup görebiliyorsan böyle ma'dumun mevcut, manasızın manâlı olabilmesi, ayrı ve müteferrık şeylerin birleşip bir kül teşkil edebilmeleri, bütün bunlar üzerinde minelezel ilel'ebed hâkim ve muhıt bir kudreti vahdaniyenin delil ve bürhani olduğunda tereddüd edebilir misin? hayır edemezsin ve etmek için kendinde hiçbir hak göremezsin, o halde sen başka şeye bakmamalısın, o menbaı cuddan kendin için de metin ve müstakim bir nizamı içtimaî aramalısın, batın ve zahirinle ona arzı teslimiyet etmelisin ki,, istediğin hidayet ve saadeti bulasın. Düşün sade o nizamı ve o nizamın seyri şu'ununu düşün ve bütün bunları o ehadı muhıt olan menbaı cude ermek için düşün. Fakat sakın onun hakikatine ereceğim, onu ve onun ilm-ü kudretini ihata edeceğim diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acz-ü cehlini itiraf et. Et de (........) oku, Allahü âlem de. (........) diye arzı iptihal eyle. O zaman sende ne şek kalır ne ıztırap ne buhran kalır ne kuşku.

Bu izahattan sonra anlaşılır ki, bu bapta İbn-i Abbas Hazretlerinden mervi olan vücüh içinde (........) demektir» Te'vil veya tefsiri yalnız mânayi remzî olarak değil, ayni zamanda faidei hıtabın hasılı olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki, bu mana mebdeinde değil müntehai tefekkürde verilmelidir. «Her kitapta Allah’ın bir sirri vardır. Kur’ân’daki sırrı da sure evvelleridir» mealinde Hazret-i ebi Bekirden mervi olan ve «her kitabın bir safvesi vardır ve bu kitabın safvesi -zübdesi- de hurufı teheccidir» diye Hazret-i Aliden mervi olan beyanatı âliye dahi bihasebilmeal obirinden başka değildir. Hattâ yine Hazret-i Aliden mervi olan (........) esmai ilâhiyedendirler» kelâmı da bu cümlelerden hariç bir mana değildir. Ve hepsine şamil olduğu için mukattaatı süver müteşabihattandır.

Müteşabihat denildiği zaman manasız bir ibhami küllî iddia edildiğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder müteşabihat manasız ve mühmel değil, kesreti maaniden dolayı muayyen bir murat tayini mümkin görünmiyen ve daha doğrusu ifade ettiği hakaikı muhita zihni beşerle kabili istiap olmadığından dolayı mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi vücuhi beyanın mecmuunu havidir. Bunun için balâda buna «elmalûmül mechul» ifadesini arzetmiş idik. Zaten kelâmda ibham mevkiine göre en büyük vücuhi belâgatten birini teşkil eder. Her şahıs her manaya muhatap olamıyacağı gibi bütün ilmi ilâhînin ifham.. ve tebliğine alelûmum beşeriyetin kudreti dahi mütehammil değildir. Ulûmi Enbiya bile ilmullaha müsavi olamaz (........)

Bu hakikat tefaslı hıtap olarak ancak (........) gibi bir ifade ile tefhim edilebilir. En âlim insanların bilmedikleri ve bilemiyecekleri neler vardır. Hükema derler ki, ilmin başı hayretdir. Bu itibar ile de Kur’ân’ın başında irşat ve hidayetin bidayetinde böyle hayretengiz bir tebliğin beliğ bir kuvvei teshıriyesi vardır.

Ayâtı Kur’âniye bidayeten nazil oldukça aleyhisalâtü vesselâm Efendimiz bunları nase okur, tebliğ buyururdu. Fakat buna muarazadan aciz kalan küffar (........) derler, «sakın şu kur'anı dinlemeyiniz, okundukça gürültü ediniz. Belki bastırır galebe edersiniz» derlerdi ki, hâlâ müessir ve ciddî sözler karşısında böyle yapmak küffarın mizacıdır. Razî vesaire tefsirlerinde İbn-i Revme ve Kutrubtan rivayet olunduğuna göre mukattaatı süver nazil olduktan sonra okunduğu zaman nazarı dikkat ve hayretlerini celbettiğinden o küffar dahi dinlemek temayülünden kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek kur'andan muntefi olmuşlardır ki, bu fıkra bunların bilhassa bir sebeb-i nüzulü olarak kaydedilmek iktiza eder.

Başta celbi hayret faidesi mühimmesi Fatihanın evvelinde bulunmak lâzım gelmez mi idi diye bir sual varidi hatır olur. Fakat şunu bilmek lâzımgelir ki, ilk şuur, hayretten mukaddemdir ve Kur’ân’ın gayesi de evvelen ve bizzat ilim ve hidayete müteveccihtir. Fatiha (........) ile beşlasa idi bu iki mühimme fevt olurdu. Ve hatta Fatihadaki vuzuhiyle mebdei tevhid üzerinde ahd-ü misak yapılmadan evvel bu suret müfit olmaktan ziyade muzır olurdu.

Bu vücuh ile beraber bu mukattaatın bulundukları sureye dahi bir isim gibi delâlet etmelerine hiç bir mani tasavvur olunmamak lâzım gelir. Nitekim (........) ın manayı muhkemi surenin de ismi olmasına mani olmamıştır.

I'RAP - Elif lâm mim isimleri evvelâ zahirleri veçhile tadat mevkiinde bulunduklarından i'rapları yoktur. Çünkü müfredatı madude, cümle-i iptidaiye gibi i'rapsızdır. Maamafih aralarında mübteda, haber olmaları melhuz bulunduğu gibi mecmuu bir isim veya isim mevkiinde mülâhaza edilerek bu elif lâm mimdir mealinde mahzuf bir müptedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut kasem ederim gibi bir fili mahfuzun sarih veya gayri sarih mef'ulü bihi olmak ve nihayet mecmuu mübteda ve (........) cümlesi haber yapılmak dahi melhuzdur bu miyanda nasb ı'rabı işbu hurufa nazarı dikkati celbetmek noktai nazarından eblâğdır ve bunda manayı kasem daha kuvvetlidir. Şu kadar ki, bunu hepsine tamim taraftarı değiliz.

Bu izahattan sonra bilhassa şunu nazarı dikkate arz etmek isteriz:

Elif lam mim isimlerinin müsemmaları olan hurufi heca seslerine delâlet ettirdiğinde hasbelluğa iştibah edecek bir cihhet yoktur. Fakat bu sesler alel'ıtlâk sesler midir? yoksa bir ahdi ve bir hususiyeti haiz muayyen sesler midir? bunu düşünmek ıktiza eder. Bu nazmın bedaati iptida bir garabetle tecelli ederken bu seslerde bir ahid, bir hususiyet hissetmemek de mümkin olmiyor. Evvela elif lam harfı tarif manâsını ifhamdan hali kalamaz.

Saniyen mim dahi lûgâtı Arebin bazısında lam yerine harfı tariftir. (........) hadîsi (........) demek olduğu malumdur. Binaenaleyh bu seslerin alel'ıtlâk hurufi heca sesleri değil, bir garabeti bedia içinde hassiyeti mahsusa ile malum ve mahut bir takım sesler olması pek mütebadırdır. Ve tayine karine de vardır. (........) den ta (........) nidasına kadar bu surenin başındaki hıtabın evvelen ve bizzat Resulullaha müteveccih olması ve bir de vahyin keyfiyeti nüzulu hadîsleri mülâhaza edilince diyebileceğiz ki, bu sesler Kur’ân nazil olurken sem'i Muhammedîde bir hususıyet ile çınlıyan ve suver-ü maanisini kalbi risaletpenâhîlerine takrir-ü tesbit eden vahiy sesleridir. Huruf ve kelimatın mutat olan tarzı zuhurlarından büsbütün başka bir hususiyeti harikul'ade ile tecelli eden o lâhutî sesler yalnız Resulullahın mesmuu ve mahsûsü olduğundan keyfiyatı mahsusa ve mümeyyezeleri de ancak ona malûmdur. (........) nazmı Kur’ân’ı kalbi Muhammedîye tenzil eden o harikul'ade seslerin yalnız Peygamberce belli olan vasfı mümeyyizlerini müş'ir alemi cinsleri demek olur. Ve Binaenaleyh Kur’ân’ın veya surenin bir ismi olması rivayeti bu noktai nazarla pek müfit ve muvafıktır. O halde manayı dinliyelim:

(........) Allahu a'lem yâ Muhammed «Elif lam mim» denilince senin derhal anlıyacağın o harikul'ade sesler, vakit vakit salsalei ceres gibi o lam mim gunneleriyle kulaklarında çınlıyan vahiy sesleri, teayyünatı şuhudiyeleri insanlar beyninde ancak sende zuhura başlıyan ve fakat diğer insanlarca da Elifba ve Ebcet gibi cinsleriyle tasavvur edilebilen o huruf-ü kelimat ve onların medlûlları, hasılı o isim veya esma yok mu?

2

işte -o kitap, bunda şüphe yok, ayni hidayet, korunacaklar için

İşte o sesler ve o seslere verilen nizamı bedi ile sana ve senin kalbine mintarafillah inzal edilmekte bulunan o (........) o i'cazkâr nazım ve mana yani o Kur’ân’ıdır ancak (........) tam kitap, yegâne kitap ıtlâkına seza olan o bürhani hakk-u ahkâm, yahut (........) ayetiyle mev'ud olan o ağır ve muazzam kelâmullah ki, badema «elkitab» denilince Allah’ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi reva olmiyacaktır. -Bunun içindir ki, Müslümanlar beyninde kitap denilince ancak Kur’ân anlaşılır. Hattâ ehadîsi Nebeviyeye bile kitap denilmez de sünnet tabir olunur.- şu halde burada kitabın tarifi şu olur: Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimize inzal edilmiş olup her bir suresi i'caz ifade eden ve ondan bize tevatüren menkul ve o suretle Mushaflarda mektup bulunan nazmı beliğ. Ki, hem mecmuuna, hem bazına ıtlâk olunur. Yani kül ve küllî beyninde müşterektir. Şer'an bu suretle muarref olan kitap asıl lûgatte ketb ve kitabet gibi bir zamm-u cemi manasını mutazammın olarak, hurufu birbirine zammetmek yani yazmak manasına masdar iken urfte mektup manasına ismolmuştur. Kitabet ve kitap esasen nazmı hattîdedir. Maamafih ibare dediğimiz nazmı lâfzîye dahi ıtlâk olunur. Evvelkinde kitap bir yere yazılmış olan yazı mecmuu, ikincide ise yazılan yazı ile ifade olunan ibare demektir. «Fülan kitap benim kütüphanede var» dediğimiz zaman evvelkini, «fülan kitap ezberimdedir» dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki, bunların hepsinin altında manaya delâlet muteberdir. Ve her kitaptan maksut o mananın fehmidir. Fakat sadece manaya -kelâm denilebilirse de- kitap ıtlâkı mütearef değildir. Hakikati kitap, o manaya dallolan nazım ve nihayet nazım ve mana mecmuudur. Binaenaleyh işbu kelâmı münzele kıraet itibariyle kur'an, bilkuvve veya bilfiil kitabet itirabiyle kitap denildiği zaman nazım ve mana beraber kasdedilmek ve daha doğrusu manaya delâlet eden nazmı lâfzî veya hattî tasavvur olunmak zarurî bulunduğundan yalnız manaya kur'an veya kitap denilemiyeceği sühuletle anlaşılır. Çünkü mana ne okunur, ne yazılır, okunan nazmı lâfzî, yazılan da nazmı hattîdir. Medlûli mahz olan mana ile zihinde maksut olan suveri elfazı, kelâmı nefsîyi fark edemiyenler kitabı, sadece manadan ibaret imiş gibi tevehhüm edebilirler. Lâkin mes'ele ilm-ü fen ve bilhassa İlmünnefis nazarile mütalea edildiği zaman mükemmel, güzel, metin denilebilen efkâr ve maaninin suveri elfaz ile öyle derin bir iştibak ve irtibatı görülür ki, lisan dediğimiz o suveri lâfziyeyi alıverecek olursanız fikirde, manada hiç bir metanet ve itkan bulamazsınız. O yüksek maani ve efkârdan nişane göremezsiniz. Yani nazım, yalnız, ahare değil mütefekkirin kendi kendisine bile tefhim ve temyizi manada mühim bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi lisan ve kitabetin terakkiyatı fikriye ve maneviyede büyük bir ehemmiyeti kalmazdı. Bunun için nazmı lâfzi ve hattî ikisi birden tayyedilmek suretiyle sırf manadan ibaret bir kitap, bir kur'an tasavvuru mümkin değildir. Ve yine bunun içindir ki, Cenabı hak meleklere karşı Âdem’e verdiği imtiyazı sade talimi maani ile değil belki talimi esma ile vermiştir. Peygamberimize münzel olan da kur'anın yalnız manası değil, hem nazmı ve hem manasıdır.

Bunda şüphe etmemeli ve asla sui zanne düşmemelidir. Çünkü bu (........) dir. Haddi zatinde her türlü şekten âri ve her töhmetten müberradır. Kidaplar içinde hak kitabullah olduğu bunun kadar kat'iyet ve yakin ile malûm olan ve sıratı müstakimi bunun kadar gösteren hiç bir kitap yoktur. Bunun ne keyfiyeti vahiy ve inzalinde bir şüphe, nede tebliğinde bir töhmet vardır. Ey Resuli kibriya, Gari hıradan beri Ruhi eminin getirmekte olduğu o vehiy seslerini sen kemali şühud ile dinleyip biliyorsun, senin sıdk-u emanetin de mücerrep ve malûmdur. Sonra bu kitabın i'cazina da söz yoktur. Zaten ilmi yakinin menşe'i de evvelâ şühudi tam ve tecribei kâfiye,

Saniyen bizzat bu şühut ve tercibeye imkân bulunmıyan mevakide haberi sadık ve şehadeti tarihiye, salisen aklın hüsni istidlâli değil midir? Binaenaleyh münzili hak, şiarı hak, muhbiri sadık, gayesi mahzı hayır ve saadeti beşer olan bu kitapta reybe mesağ verecek ne bir cehl-ü gaflet, ne de bir sui niyyet ve garazı fasit tasavvuruna hak yoktur. Şühut ve tecribeye eremiyenler için de ilel'ebed delâlet i'caz ile hüsni istidlâl tariki açıktır. Allahü teâlâ bu kitap ile bunu da taahhüt etmiştir. Bunun kemalinde, hakkıyetinde, ahlâkıyetinde, nisbetinde irtiyabe düşecek olanlar iki sınıftan hali olmazlar, bunlar ya cehli mürekkebe boyanmış, ağrazı mahsusalarından başka hiç bir şeye hissi iltifatı kalmamış olan mahtumül kulûb muanidini keferedir. Veya cehli külliye inanmış, her hususta şekkü şüphe ruhlarını kaplamış, idraki hakka, ilm-ü ikana, hüsni ahlâka erdirecek nuri basıretleri sönmüş, nifakı, sui zannı şiar edinmiş reybiyyundurlar. Artık bunların şekleri, kuşkuları da tamamen manasız, hükümsüz, haksızdır. Bu kâfirlerin, münafıkların hallerini de yakında görürsünüz.

Reyb, esasında nefse bir iztırap, bir kuşku vermek manasına masdar iken, örfi lûgatte bu ıztıraba başlıca bir sebep olan şekk-ü şüphe manasında istimali galebe etmiştir. Yani reyb, şekke yakın ve fazla olarak sui zan gibi bir töhmet manasını da mutazammındır. Fakat asıl manası şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphelidir. Yalnız şüphe kelimesini de bu manada kullanırız. Burada reyb bütün cinsi ile nefyedilmiş olduğundan reybi ilmî ve reybi ahlâkî diye tefrik olunabilecek olan şek ve töhmet haysiyetlerinin ikisi de selbedilmiş ve iki cihetten isbati yakin ile kitabın kemali beyan olunmuştur. (........)

«zalike» nin ikinci haberi olabilirse de bir cümle-i mustakille olması daha muhtar ve bir suali mukadder mülâhazasiyle bir cümle-i istinafiye olması ise daha beliğdir. Bir ferdi feridin bütün cihanı beşeriyetle ve alelhusus eğrazı faside ile memlû zalum-ü cehul bir cihanı beşeriyetle mübarezesi demek olan vazifei risalet noktai nazarından Resuli Kibriya: «yarab, reyb-ü şirk içinde yüzen şu kütlei beşer benim karşıma çıkıp da bu kitabın hak kelâmullah olduğu ve sana tarafı ilâhîden vahyen inzal kılındığı ne malûm? bu senin sözün; şairler, muharrirler, müellifler gibi sen de bunu kendin tasavvurlayorsun ve fazla olarak bir de Allah’a isnat ve iftira ediyorsun diye bühtane kıyam edecek olurlarsa ben ne yaparım?» diyebilirlerdi İşte Cenâb-ı Allah böyle bir suale meydan bırakmamak için «bu bapta hiçbir veçhile irtiyabe mahal yoktur.» Diye sarahaten teminatı mutlâka bahşetmiştir ki, bunda ruhi Resulullahın vahyi gerek talâkki ve gerek tebliğde sadıkulva'dilemin olduğunu tescil ve ilân vardır. Ve bu suretle kitabın lâraybefih olduğunu tescil, mübelliği olan Muhammedü leminin laraybefih, olduğunu da tescildir. Yakında (........) ayeti ve daha ileride (........) gibi ayetler ile kur'an bu noktaları ber tefsıl müdafaa ve isbat edecektir. Bu mebde-e İlmi kelâm ve hikmet noktai nazarından baktığımız zaman herşeyden evvel reyp ve ikan mes'elesine yani ilm-ü marifet nazariyesinin künhüne işaret edilmiş ve bu baptaki bütün cidali felsefî bir vahyi sarih ile bertaraf edilivermiş bulundunu görürüz ki, akait kitaplarımızın en başında; «hakaiki eşya sabit ve bunlara ilim mütehakkiktir» akidei evveliyesinin vaz'ı ve sofestaiye denilen ehli reyp ve inadın reddi ve esbabı ilmin tahkiki ile söze başlanması da bundan neş'et etmiştir. Ve yeni felsefelerde en evvel bu noktaya ehemmiyet verdikleri ehlinin malûmudur. Böyle olmakla beraber ulûm-ü fünunun terekkiyatına rağmen âlemde gerek nazarî ve gerek ahlâkî reybiliğin vakıt vakıt tevessü etmekte olduğu dahi inkâr olunamaz. Binaenaleyh beşeriyetin en büyük marazı kalbî ve ahlâkîsi şüphe ve irtiyap mes'elesinde olduğunu ve saadeti beşer gayesinde bunun herşeyden evvel lâzım ü l'izale bulunduğunu Kuranıazımüşşan bu suretle iş'ar ettikden sonra insanları, iman, ilm-ü ikan ile yaşatacak olan tarikı hakkı ve sıratı müstekimi peyderpey izah ü beyan edecek ve ederken gayb-ü şehadet, yani makul olan mabadettabia ile mahsûs olan tabiat arasında yakinî olan hakayıka ve hepsinden evvel tevhidi hakka nazarı dikkati celbeyliyecek ve bütün bunlarda haysiyeti ahlâkiye ve hassıyeti ameliyeyi umde olarak takip ettirecektir. Bu nikâtı ilmiye ile surei Bakarenin başı Fatihadan sonra bütün Kur’ân’ın bir dibacei umumiyesi demek olduğundan tertibi süverin ne kadar tabiî ve ne kadar ilmî ve derin esbabı ihtiva ettiği tezahür edeceği gibi Hazret-i Peygamberin muhitı beşerîsi ile bu hakaikı ilmiye teemmül ve mukayese edildiği zaman da kur'anın mücerret vahyi ilâhî olduğunda zerre kadar iştibahe mahal olmadığı bizzarure teslim edilir.

Lareybefih olan bu kitap (........) müttekilere ayni hidayettir. Dalâletten çıkıp vikayei hakka girmek istidadını haiz olanlara ahkâmı hakkı bildirecek bir delil,

sıratı müstekimi irae edecek bir beyyinedir. Tabiri aharle Bu kitapta pek büyük bir hidayeti rabbaniye vardır. Fakat müttekiler için, zira bundan istifade ederek matlûbe erecek olanlar reyb-ü şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini korumak, akibetlerini kazanmak kabiliyetine malik bulunan müttekilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle (........) dır. Alelumun insanları irşat ve tarikı hakkı irae için nazil olmuştur. Lûtf-ü letafetle yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu davet-ü delâletin mahiyeti itibariyle şuna buna ıhtisası yoktur. Fakat hidayetten matlûp olan ihtida yani maksada vusul gayesi halen veya mealen ittika sıfatını haiz olanlara nasip olacak, kabiliyeti fıtriyelerini zayi etmiş olanlar bundan müstefit olamıyacak ve belki düçarı husran olacaklardır. (........)

Hüda, hem lâzım ve hem müteaddi olur. Fatihada beyan olunduğu üzere hidayet, iraei tarik ve îsali matlûp, iki manada müşterek veya müstameldir ki, birine hidayeti gayri musıle, diğerine hidayeti musıle tabir olunur. Canabı hakka nazaran biri tarikı musıle delâlet-ü irşat, diğeri halkı ihtida ve tevfik demektir. Kur’ân’da ikisi de varit olmuştur. Binaenaleyh binnetice (........) de hidayeti musıle yani tevfik (........) de sade delâlet-ü irşat manaları zahir görünür ise de ledettahkik kur'ana muzaf olan hidayetin hidayeti irşadiye olacağı tebeyyün eder. Çünkü tevfik ve halkı ihtida sıfatı kelâme değil sıfatı file racidir. Ve burada (........) denilmesinin mühim bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile vaki olan irşadı ilâhînin müessir olması ve tevfika iktıran etmesi, muhatap olan insanların bir fi'li ihtiyarîsi ile adeten meşruttur. Kur’ân herkese tarikı hakkı sureti umumiyede göstermek için nazil olmuş olmakla beraber herkes bunu kabul ve ihtiyarda müsavi olmıyacak, bir takımları buna iradesini sarf etmiyecektir. Çünkü insanlığın esası fıtratinde umumî olan kabiliyeti hıtap bir takımlarında sui itiyat ile külliyen zail olmuş bulunacağından irşadatı kur'aniye belâgati kâmile ve hakikati şamilesiyle beraber o gibilerin kalplerinde bittabi daiyei mahabbeti uyandırmıyacak ve belki aksi tesir yapacaktır. Bunun için asıl faidei hıtap, hüsni ihtiyara malik bulunan erbabı istidada ait olacaktır ki, bunlar da ittikası ve lâakal kabiliyeti ittikasi bulunan müttakilerdir. Binaenaleyh kur'anın hikmeti nüzulü iptida iradei beşerin inzımamı şartiyle hidayeti ammedir. Fakat şartın tahakkukuna nazaran bu hikmet, bu gaye hidayeti müttekîn olarak tahakkuk edecektir. Bununla beraber müttekî vasfı bir vasfi iktisabî olduğu cihetle istikbale nazaran bütün insanları istîap etmesi mümkin olan bir vasıftır. Bu itibar ile hidayetin maziden kat'ı nazarla yine hidayeti amme olmasına mani olacak bir tahsıs değildir. Arebe hidayettir veya Aceme hidayettir denilmiyor. Şu halde (........)

(bu kitap bütün nev'i beşere hidayet için nazil olmuştur. Fakat bu hidayetten istifadenin ilk şartı ittikayı ihtiyar etmek, yani korunmayı istemektir. Binaenaleyh evvelemirde korunmaya talip olunuz ki, felâh bulasınız) mealinde bir takva tavsıyesini mutazammındır.

İttika, vikayeyi kabul etmek, tabiri aharle vikayeye girmek. Vikaye ise fertı sıyanet, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lûgaten ittika veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, hasılı kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun lâzımı olarak korkmak, ictinap ve ihtiraz etmek, tevakki eylemek manalarında da kullanılır. Tevakkide tekellüf, ittikada sadelik vardır. En şamil ve en kuvvetli vikaye ise ancak Allah’ın vikayesidir. Zira vikayei beşer istikbale ve akıbete tamamen hâkim olamadığı gibi halde meşhut olan elem ve zararların bile hepsine hâkim olamaz. Binaenaleyh iyi korunmak demek olan hakikati ittika ancak vikayetullaha girmekle tahakkuk edebilir. Gerçi rahmaniyete ve aslı hilkate nazaran herkesin vikayetullahtan ıztırarî ve tabiî bir hıssei mevhubesi vardır. Ve o nisbette herkes ittikasız bir vikayei cebriyeye mazhar olur. Lâkin rahimiyete ve ihtiyarî fiillere nazaran insanın bu vikayeye şuur-u ihtiyariyle girmesi, yani ittikası dahi şart olmuştur. Demek ki, vikayei ilâhîyenin her cihetle tamamı tecellisi insanın halden ziyade akıbeti istihdaf eden hissi ittikasına vabestedir. İşte bunun için şeri'de alelıtlâk ittika veya takva: İnsanın kendisini Allah’ın vikayesine koyarak ahirette zarar ve elem verecek şeylerden iyice koruması, tabiriâharle seyyiattan tevekki ve hasenatı iltizam etmesi diye tarif olunur ki, hakikî haşyet ve mahabbet ile alâkadar olarak biri vücudî diğeri ademî iki haysiyeti haizdir: (........) Euzü besmeleden, kelimei tevhidden itibaren bu iki haysiyeti görürüz. Binaenaleyh takvayi şer'îyi sırf menfi ve mücerret perhizkârlıktan ibaret zannetmek hatadır. Maamafih ittika bunların yalnız birinde istimal olunduğu çoktur. Meselâ kur'anda haşyet, iman, tövbe, tâat, terki ma'siyet, ıhlâs manâlarından herbirinde kullanıldığı mevaki vardır. Veledettahkik kur'anda ittika ve takva üç mertebe üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi azabi muhalledden tevekki için şirkten teberri ile iman (........) gibi.

İkincisi, kebairi irtikâptan ve sagairde ısrardan içtinap ile feraizı eda etmektir ki, şer'an mütearef olan takva budur (........) gibi.

Üçüncüsü, sirri kalbini hakdan işgâl edecek her şeyden tenezzüh ve bütün mevcudiyeti ile Hak teâlâye teveccüh ve incizaptır ki, bu da (........) emrindeki takvayi hakikidir. Bu mertebe o kadar geniş ve o kadar amîkdır ki, esbabının derecelerine göre tabakatı mütefaviteye inkisam eder. Ve himemi celilei enbiyanın müntehi olduğu derecelere kadar çıkar. Bu suretle enbiyayi ızam aleyhimüsselâtü vesselâm hazaratı hem nübüvvet ve hem vilâyet riyasetlerini cemetmişler, onların âlemi eşbaha taallûkları, mealimi ervaha uruclarına mani olmamış ve masalihi halk ile uğramaşları da şüuni hakkda istigraklarına zerre kadar sed çekmemiştir. Bu da esasen semerei iktisapları değil Hak teâlânın rahmeti mahsusası eseri olmuştur.

(........) ayeti kerimesi takvanın bu üç mertebesini cem'etmiştir. (........) ayetinin de camiüttakva olduğu bir Hadîs-i şerifte varit olmuştur. Binaenaleyh kur'anın hidayeti bu meratibi takvadan herbirine şamildir vehüdenlilmüttekin hepsinden eam olan mutlâk ittika mefhumiyle tefsir olunmak ıktiza eder. Lâkin burada şu sual varit olur. Burada hidayeti kur'anın ittika ile meşrut olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittika da hidayeti kur'andan müstefat olan bir netice olacağına göre mes'elede bir devir lâzım gelmiyor mu? cevap: Hayır, evvelâ bu karine ile kat'iyyen anlarız ki, burada iptidaen tekvadan murat mebdei takva, yani kabiliyeti tavkadır. Ve müttekin demek inat ve nifaktan, reybi küllîden ictinap edebilecek ve yakini hakka namzet olabilecek fıtrati selime ve ukuli sahiha erbabı demektir ki, müfessirin bunu (........) diye tefsir ederler.

Saniyen hidayet ziyadei mertebeye de şamil olduğundan takva, kabiliyeti takva ile meratibi mütekaddime erbabından eamdır ki, buna umumi mecaz tesmiye edilir.

Salisen takva, gayei kusva değil vesilei felâh-ü saadettir. Hidayeti kur'andan müstefat olacak neticei Matlûbe gadabü dalâlden salim olarak niami ilâhiyeye vusul olduğu cihetle takvadan dahi e'amdır. Binaenaleyh hidayeti kur'an kabili ittika olan ve henüz dalâlette bulunanlardan başlıyarak meratibi takvanın hepsinden geçerek saadeti ebediyeye kadar varacağından mutaleai meratip ile iştiratı takvada emarei devir asla melhuz değildir.

Hasılı kur'an, hem mebde ve hem münteha itibariyle hidayettir. Bunun için insan ne kadar yükselirse yükselsin hidayeti kur'andan asla müstağni olamıyacaktir. Onun hidayeti havassu avammın bütün meratibine şamildir. Filvaki Dini islâm bir taraftan hayatı Dünyeviyenin şeraitı zaruriyesini talim buyuracak, diğer taraftan bu hayatı faniyenın gayei mutlâka olmadığını ve bunun da istihdaf etmesi lâzımgelen ebedî gayeler bulunduğunu gösterecek ve onun da şeraitı iktisabını tefhim edecektir. O yalnız iptidaî insanların gıdaı ruhanîsi değil, terakki etmiş medeniyetlerin de namütenahi yükselmesi için zâmanı tekâmül olmak üzere nazil olmuştur. Filvaki cemiyeti beşeriyede tam manasiyle tevhidi Hakka müstenit bir nizamı hayat sureti umumiyede henüz teesüs etmiş değildir. Henüz beşeriyeti amme vikayetullaha girmemiş ve akibet ve Ahıretine ikan hasıl edecek mertebei ittikaye yükselememiş olduğundan âlemde buhranı içtimaî berdevam bulunmuştur.

Kur’ân’ın haysiyeti ezeliyesini (........) hakikati şühudiyesini (........) hassai ilmiye ve ahlâkiyesini (........) hikmeti nüzulünü ve gayei ameliyesini natık ve her lâhık sabıkını mukarrir ve mübeyyin ve binaenaleyh kemali ittisal hasebiyle hurufı atıf gibi revabıtı lâfzıyeden bile müstağni dört cümle-i mütenasikadan mürekkep bir nazmı veciz olarak Fatihadaki (........) duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle bir hüsni inkişaf vardır ki, evvelâ, hattan üç harfı basitten, lâfzan üç ismi müfrede inkişaf ediyor.

Saniyen, bunların her birine mütenazır gibi üç cümle-i vecize inbisat eyliyor,

Salisen bu nazmı celil manayı aslîsi kemakân sabit olmak üzere mütenevvi vücuhı i'rabı muhtevi olarak her birinde bir iltimaı mahsus ile tecelli eyliyor. Sonra bunları ayni veçhile üç ayet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da (........) hıtabı ammiyle makasıd süver peyderpey inkişafında devam eyliyecektir. Bu beyanın tarzı inkişafı tenasübi kur'ana bir misal verme için ne kadar şayanı dikkattir.

3

onlar ki, gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine merzuk kıldığımız şeylerden infak ederler

(........) o müttekiler ki, gaybi Hakka iman ederler -yahut- gıyaben dahi iman ederler, tabiri aharle onlar gözle değil kalp ile iman ederler, onlar reybi küllîden âzade oldukları gibi iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bu günkü ve şu andaki meşhudat-ü mahsûsata saplanıp kalmazlar, maverayi hissi, kalbi ve müteallâkatı kalbi tanırlar. İşlerin başı görülende değil, ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende tutulmadan tutanda, zaman ve mekâna musahhar olmıyarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların kalbi selimleri, basiret ve firaseti safiyeleri, aklı melekîleri, fehmi sarîhleri, nazarı sahihleri velhasıl kabiliyeti iz'anları, seyyiattan silkinebilecek hissi irfanları maaliye koşabilecek azmi vicdanları, hüsni ihtiyarları vardır. Meşhudat-ü mahsûsatı yarar kabuklarını soyarlar, içindeki özüne, önünde ve arkasındaki sirrine nüfuz ederler, şahit ile meşhudu temyiz ederler, mahsûsattan makulâta intikal edebilirler, hudus-ü fena içinde gaypten şühuda, şuhuttan gaybe gelip geçip giden şuunatı mahsûsenin satırları altındaki maanii gaybiyeyi sezerler.

Filhakika mevcudat görülen ve görülmiyen, tabiri aharle meşhut ve gayri meşhut olmak üzere ikiye ayrılır. Ve bir çok hükema, hakikati, görülmiyen ve hatta görülemiyen (........) kısmında telakkı ederler ve buna âlemi manâ, âlemi emir, âlemi akıl veya âlemi ruh veya âlemi melekût derler ve Felsefenin mevzuu olarak da bunu tanırlar. Filvaki şimdiki Garp felsefelerinde de şunu görüyoruz: Mer'î veya meşhudi haricî bize havassi hamsimizle geliyor ve bunların her birinin bir amili var: zıya, savt,

rayiha, tat, hararet ve burudet, biz bizzat bunları hiss-ü müşahede ederiz ve bunlar vasıtasiyle de diğer eşyayı. Fünun ve bilhassa fünunı tabiiye gösteriyor ki,. Bunların her biri bir tecelliden, bir nümayişten, bize bir görünüşten bir şainden ibarettir. Meselâ ziya dediğimiz parıltı bizim haricimizde mevcut değildir. Çünkü hariçte ziya fennin tahkikine göre bir ihtizazdan ibarettir. Mer'i olmıyan madde cüz'i ferdlerinin veya esirin ihtizazlarıdır. Parıltı, ziya o ihtizazın bizim basıramıza taallûku, temassı anında vaki olan anî bir tecellidir. Bu mes'eleyi imamı Gazalî İhyâsında şöyle tesbit etmiştir: Nurı şemis avammın zannettiği gibi güneşten çıkıp bize kadar gelen bir şeyi haricî değildir. Belki gözümüzün güneşe tekabülü anında bizzat kudreti ilâhiye ile ıhtira olunan bir hâdisedir. Bu hakikat ehli keşfe münkeşif olmuştur kezalik savt de böyle. Biz biliyoruz ki, ses hariçte havanın bir tetevvüci mahsusundan ibarettir. Kulağımızdaki gürültü manasına ses, o temevvücün samiamıza dokunduğu anda hasıl olan bir tecellidir. Hararet ve berudet dediğimiz dahi esasında ziya gibi bir ihtizazi esirî veya cüz'i ferdîdir. Bunun içindir ki, hararet ziyaya, ziya hararete tahavvül eder. Aralarında bir mertebe farkı vardır. Bunu elektirikten anlıyoruz hasılı rayiha ve tatda esasında birer ihtizaz olup bizim şammemiz veya zaikamıza temassında koku ve tat olarak tecelli ederler. Demek rü'yet ve şuhudi haricîde vasıta olan bu beş amilin hepsi hakikatte harekete racidirler ve hepsi hareketin bize bir tecellii mahsusu olan şuundurlar. Biz bu hareketleri görmiyoruz. Aceba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir?. O da nameri hakikatın bir tecellisi değil midir? Ve o halde bu vasıtalarla gördüğümüz âlemi meşhut hep birer hayalden birer tecellided başka birşey değildir. Bunların illeti olan hakikat ise gayri meşhuttur, mühaceratı umumiye, binayi memalik, muharebat ve saire gibi vukuatı tarihiyenin iletleri de insanların tasavvurları, ihtisâsları, iradeleri gibi gayri mer'i olan esbabdan başka nedir? Binaenaleyh hakikat gayri mer'idir. Ve nakabili rü'yettir. Mer'i olabilen onun tecelliyatı, hayali, zılali, in'ikâsatırdır ilah...

Bu ifade bize âlemi pek güzel izah ediyor. Bu izaha göre bütün hakikat gayptir. Tabiat, âlemi şehadet bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin hayalidir. Hakikat nihayet akıl ile, basıret ile, kalp gözüyle görülebilir. Şühudi haricî ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah tealânın ve melâikesinin rü'yeti basarla görülmesi mümkin olmadığına kail olan ulema ve hükemai islâmiye de vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnetin sahih telâkki ve imanımıza göre hakikati ilâhiye gaybi mahız değildir o gayb-ü şehadetin merciidir muhitı külli şeydir. Bunun için ona ıtlâkı hassiyle gayp denmez, esmai hüsnada bu isim varit olmamıştır. O, Ahırette cihattan, mekândan münezzeh olarak görülebilir. Fakat ihata olunamaz, olunamıyacağı için temamen meşhut da olamaz, ona doyulmaz. Biz veçhi ilâhîde bir hıssai şehadete kailiz. Fakat hıssei gayb daha ziyade olduğuna da inanırız. Bunun için ona ıtlâkı gayri hassiyle gayıp da denilir. Allah’ın melâikesi de bize gayptır, Ahıreti de, fakat onlar da kabili şehadettir. Meselâ umumiyetle kuvvet görünemez deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. İstikbal bugün görünmez, yarın görünür. Hasılı bizce gayp görülemiyen demek değil görülmiyen demektir. Bugünün makulü yarının mahsûsü olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan gaybi makule iman ediyoruz. Her delil ise medlûlünün birveçhini haiz olduğu için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve kitabullah. Binaenaleyh gaybı hakka iman ederken hakkı şühudu inkâr etmeyiz, kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen şüunatı mahsûse bir lemhai halin tecellii zahiridir. Bunun arkasında zulmetlere karışmış bir silsilei mazi, önünde de henüz doğmamış bir silsilei ati ve hepsinin maverasında bir kalp ve cümlesinin üstünde bir hâkimi vahid vardır. Ve Dünya namını alan halihazır, şühuddan gaybe intikal etmiş bulunan o mazi ile gaypdan şühuda doğacak olan o ati zencirleri arasında yekâne göze batan bir halkai zahire, vücudi beşer sanki na mütenahi iki derya arasında ince bir berzah, kalbi beşer de onun merkezi sikletine tutunmuş bir rasıd, bir ucu bir deryaya, bir ucu da diğer deryaya atılmış olan tabiat zenciri mütevali bir hareketle o berzahın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor diğerine batıyor. Bütün sıkleti sevadiberzaha basarken o rasıt her lâhzasında geçen bir halkai şüun görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Nazarı his ne deryalara erişiyor ve ne diplerindeki zencire, o ancak berzahtan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zencirin bütün sıkletini çeken berzahın gıcırtısını da içinden mütemadiyen dinleyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvet ve zaruretle biliyor ki, halihazırda meşhut ve mahsûs olan tabiatı zahirenin iki tarafında mazi ve ati, evvel ve ahır denilen birer âlemi gayp var, âlemi şehadet, tabiati mahsûse bilimkân varsa âlemi gayp, tabiati gayri mahsuse evleviyyetle ve bizzarure var. Bundan başka o mahsûsi zahirin tarafeyininden maada, onun bir batını, bir iç yüzü, tabiri aharle o rasdın tutunduğu ve iliştiği bir mabadettabia veya mafevkattabia da vardır. İş o zencirde değil, onu salıp tahrik edenle o berzahı kuran, o rasıdı tutan o deryaları birbirine karıştırmıyan rasıtla mersudu birleştirerek marifet husule getiren, gayb-ü şühudun muhit küllü, kefili mutlâkı olan kudreti baligadadır. Binaenaleyh vikayei nefis isteyenler meşhudat ve mahsûsatı seyr ederken daha evvel onların maverasındaki gaybe ve gayb-ü şehadetin mercii küllüne, kefili mutlâkına, rabbülâlemîne, rahmanı rahime, maliki yevmidine (........) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç rüknü ihtiva eder: Meb'de-e iman, meada iman, mebde-ü mead beynindeki vesaitı batınaya iman, ki, bunların dördüncüsü de vasıtai zahire olan âlemi şehadete ilimdir. Ve bu suretle gayb-ü şehadet birleşince iman ve marifet (........) tevhidini bulur.

Gayp, gaybet ve gıyap manasına masdar veya gaip manasına isim ve sıfat olur -ki, bu da ya adıl gibi tesmiye bilmasdardır, veya meyyit ve meyt gibi gayyip muhaffetidir- binaenaleyh lisanımızdaki gaybettim, gayboldu tabirleri doğrudan doğruya sahihdirler. Bazılarının zannettiği gibi bunu gayib ettim suretinde yazmağa lüzum yoktur. Gayp ve gaip ise iptida idraki histe veya bedaheti akılda hazır olmıyan tabiri aharle şüuri evvelîde meş'ur olmıyan demektir ki, bunun bir kısmı şüuri evvelîde meş'ur olmıyan demektir ki, bunun bir kısmı şüuri intikalî ile idrak olunabilir. Meselâ evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için meş'ur, hazır ve şahittir. Bundan intikal edersiniz ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için kaiptir. Bakıp görünceye kadar onu bişşahıs tayin edemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zarurî bir surette intikalî olarak tasdik edersiniz. Bu bir iman veya bir ilmi intikalî olur. Sonra henüz kapınızı çalmıyan ve eseri size yetişmiyen daha nice gaipler bulunduğunu da alelıtlâk tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı nefselemirde madum olabilirler. Gayp ile gaip fark da edilir. Gaip sana görülmez, seni de görmez olandır. Gayp ise görülmez fakat görür olandır. Şu halde iki gayp vardır. Bir kısmı hiç bir delili bulunmıyan gaiplerdir ki, bunları ancak Allâmülguyub bilir. (........) ayetindeki gaypten murat bunlardır deniliyor ki, sırasında izah olunur. Diğer kısmı da delili bulunan gaiplerdir ki, (........) da gaypten murat da bu kısımdır. (........) ın elif lâmı ahd içindir. Yani müttekilerin inandıkları, tanıdıkları gayp, delili bulunan gaybi haktır ki, bu da Hak teâlâ ve sıfatı, Ahıret ve ahvali,

melâike, nübüvveti enbiya, inzali kütüp gibi mebadii imaniyedir. Ve bu iman bazılarında intikali hadsî ve keşfî ile, bazılarında da intikali fikrî ve istidlâlî ile hasıl olur. Sonra gaybe iman ile gıyaben iman arasında cüz'î bir mefhum farkı vardır. Zira evvelkinde gaybın mü'menün bih olduğu musarrah, ikincide ise mü'menün bih mahzuftur. Bunun için bazı müfessirin arada büyük bir fark gözetmiş ve «sizin gerek gıyabınızda ve gerek şühudunuzda iman ederler» diye tefsir etmiş. Yani mü'menün bihin gayp olduğuna taarruz etmeyip münafıkînden ihtiraz olduğunu göstermiştir. Fakat zahir olan gıyabın da mü'menün bihe ait olmasıdır. Ve binaenaleyh gaybe iman ile gıyaben iman arasında mealen fark yoktur. Ve her iki itibar ile imanın kıymet ve faidesi gaybe taallûk etmesi veya gıyabî olması haysiyetiyle olduğuna tenbih vardır. Çünkü korunmak ona mütevakkıftır. Peygamberi görüp iman eden eshabın da en büyük meziyyetleri onu gaibe müteallik ihbarlarındaki tasdikleriyledir. Ve burada peygamberi görmeden tasdik edenlerin de medhine işaret vardır. Nitekim İbn-i Mes'ud Hazretleri (........) buyurmuş ve bu ayeti okumuştur.

Diğer bir tefsir ile de burada gayıp, ayin mukabili olan kalb ve sirri kalbdir ki, kalbin, sirri kalbin merci şühud olduğunu bilmek ve hakkı ve delâili nübüvveti gözden ziyade kalb ile görüp şirkden levsi maddiyattan kurtaran bir imana ermek manasını ifade eder ki, bunda derin bir tarikı imana işaret vardır. Yani kalbi bilen Allah’ı bilir.

İman, aslı lûgatte emn-ü emandan if'aldir. Hemzesi ta'diye ve bazan sayruret manalarında kullanılır. Ta'diye olduğuna göre eman vermek, emin kılmak demektir ki, esmaullahdan olan «mü'min» bu manadandır. Sayruret olduğuna göre de emin olmak demek olur. Ve vüsuk-u itimat manasını ifade eder ki, lisanımızda inanmak denilir.

Urfı lûgatte ise mutlaka tasdik etmek manasınadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini tekzipten emin kılmış veya kendisi kizipten emin olmuş olur. İman bu manalarda (........) gibi bizzat ta'diye eder. Bununla beraber (........) veya (........) gibi «ba» veya «lâm» ile de ta'diye eyler. «Ba» ile ta'diye ettiği zaman itiraf manasını, «lam» ile tadiyesinde de iz'an ve kabul manasını tazammun eder. Bunun için (........) gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut tasdik ettiklerini huzurda da gıyapta da tasdik ve itiraf ederler demek olur.

Bir şeyi tasdik, onu sadık olarak ahzetmek demektir. Sıdk ise ya kelime veya kelâme taallûk ettiğinden imanın da müteallakına taallûku bu nisbette suveri muhtelife üzre ceryan eder. Meselâ Allah’a iman ile kitab-ullaha ve Ahirete iman suretlerinde bazı mana farkları vardır. Maamafih tasdikın asıl menşei, sıdkı kelâmda ve sıdkı kelâmın menşai de sıdkı hükümde, yani vakıa mutabakatındadır. Zihin ve hariç, tabiri aharle kalb ve ayn, işte sıdk-u hakkiyet, bu iki tarafı mütenazır arasındaki istikamet ve isabet nisbetindedir, vakı-a mutabık ve musıp olabilen zihin ve kalb sadık, hilafı gayri sadıktır, binaenaleyh iman ve tasdikın mebdei bu sıdku isabet nisbetini kabul ve itiraf etmektir. Ayni vaki nefsi natıkada veya huzurunda bizzat mevcut ise tasdikı şuhudîdir, bedahtı hissiye veya akliyeyi tasdik gibi. Bizzat değil de hazır olan delil veya dalli vasıtasiyle hazır ise tasdikı giyabîdir. Bu surette o vakii gaip emsal ve ezdah ile azçok kabili kıyas ve tahdit ise delilin ittırat ve in'ikâsındaki derecei zâman nisbetinde tasdikı icmalî veya tefsılî, resmî veya haddî bir ilim bir tasavvuri muayyen ifade eder. Vaki gaip misilsiz ve zıdsız, şebihsiz ve nazırsiz ise o tasdikı giyabî mahdut bir ilim değil na mahdut bir itikadı mutlâk olur ki, umumiyetle iman denince bu anlaşılır. Ve bu iman ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki ikan, ikanı ilmîden yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tahdidi tasavvurî delil olarak alınmayıp da matlûp bizzat olarak alındığı zaman birer mani'i yakin olabilir ve bildiğinin mavarasını inkâr eden cahil kalır. Fakat böyle bir imanı mutlaka lâyik olan ancak Allah tealâdır. İman billah bu suretle şühuddan gaybe namütenahi uzanır gider.

Luğaten alelıtlâk tasdik ya kavlî veya filî olur. Tasdikı kavlî biri kalbî diğeri lisanî olmak üzere iki türlüdür. Binaenaleyh urfi lugat noktai nazarından tasdikın üç mertebesi vardır.

Birincisi, tasdikı kalbîdir, bir kimse her hangi bir hükmün veya bir kelâmın veya mütekellimin sıdkını yalnız gönlünde itiraf ve teslim ve bunu kendi kendine ifade ettiği ve onun sıdkına kalben emin olduğu zaman o hükmü veya kelâmı veya mütekellimi tasdik etmiş olur.

İkincisi tasdikı lisanîdir. Bu da kendisinden başka ahare dahi tebliğ ve isma edebilecek bir veçhile bu böyledir diye bir kelâmı lafzî söylemektir ki, ya hakikî veya zahirî olur. Birisinde bu tasdikı lisanî tasdikı kalbî ile birleşir, söyliyen nefsinde de sadık olur. Diğerinde lisan başka, kalb başka olur. Yani lisanen diğerini tasdik ederken kalben kendini dahi tekzip eyler, üçüncüsü tasdikı filîdir ki, bir kelâmın icabını filen icra etmekle olur. bu da tasdikı kalbî veya lisanîden birine veya her ikisine mukarin olup olmadığına göre bir kaç mertebeye ayrılır. Tasdıkı filî, tasdikı kalbîye, iktiran etmezse riya veya ikrah ile yapılmış olur.

Acaba lisanı şeride iman bunların hangisidir. Yani dini islâmda bunların hangisini yapan mü'min sayılır? İmanı lûgavî ile imanı şer'înin farkı var mıdır? Bunu kur'andan peyderpey öğreneceğiz ve bu ayetten itibaren başlıyoruz, İmanı şer'înin imanı lûgavîden iki cihetle hususıyeti mevzûi bahistir:

Evvelâ, iman edilecek olan müteallak yani mü'menün bih itibarıle imanı şer'î ahastır. Bittevhid Allah’a ve Muhammed aleyhisselâmın Allah tarafından getirdiği kat'iyyen malûm olan şeylere icmalen ve lüzumunda tafsılen imandır. Bunun en mücmeli Allah’a ve ondan gelene iman, tabiri aharle (........) imanıdır. Bir mertebe tafsıl ile, Allah’a, risaleti Muhammediyeye, Ahırete imandır. İkinci bir tafsıl ile, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, yevmi Ahirete, kaza ve kadere, bas ba'delmevte, sevap ve ıkabe imandır. Üçüncü tafsılde de kitap ve sünnet ile Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiği kat'iyyen sabit olan ahbar ve ahkâmın mecmuuna ve her birine muradullah ve muradı Resulüllah veçhile imandır ki, burada (........) bütün bunları iki mertebe üzere beyan etmiştir. Diğer tafsılât da ileride gelecektir. Ve bu meratipten her biri derecei istitaat ile müterafıktır. Bütün bir ilmi din demek olan tafsıl havassın şiarı olabileceğinden avam ve umum için farizai evveliye icmal ve nihayet tafsilin mertebei saniyesidir. Ve işte Sûrei bakarenin başı bu iki haysiyeti irae etmiştir. Halbuki imanı lûgavînin müteallekatı bundan daha vasidir. O, hakka ve nahakka, müstakim ve gayri müstakime şamil olduğu gibi malâya-ni olabilecek füruata da şamildir. Lûgaten iman denebilecek bir çok tasdikler vardır ki, onlar şer'an ayni küfürdürler, meselâ şirke inanmak, şeytanın sözüne sadakatine inanmak, küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak, zinanın fuhşun, sirkatin bigayri hakkin katli nefsin, ibadullahe tecavüzün iyi olduğuna inanmak lûgaten birer iman ve fakat şer'i islâmda birer küfürdürler. İmanı lügavînin diğer bazı kısmı da vardır ki, şer'an küfür olmamakla beraber birer vecibei imaniye teşkil etmezler, bir kısmı mubah, bir kısmı mendub, bir kısmı da seyyie ve ma'sıyet olabilir ve bunların tafsıli fıkıh mes'eleleridir. Hasılı imanı lûgavînin bir kısmı hak ve hayır, bir kısmı şerr-ü batıl, bir kısmı da heva-vü abes ve malâ ya'ni olabilir. Hak ve hayır onlanlar imanı şer'înin ayni veya dairesi şümulünde feridirler. Çünkü asıl imanı şer'î halin maverasında veya batınında gaybolan hak ve hayrın miftah ve mikyasını bahşeden ve bir nesakı tevhit takip eyleyen mebadii külliyedir. Filhakika bütün iş hak ve hayırdan evvel bunların mebde ve miyarındadır. Ve din islâmın mütearefei asliyesi olan mebadii imaniyesi de bu miftah ve miyarı verir. Hidayet de onu takip edenleredir, Gaybi atiynin miftahı, şühudi halîde, şühudi halînin miftahı, onun gaybi batını ile gaybi mazisinde ve hepsinin miftahı ise indi ilâhîde (........) binaenaleyh insan miftahı hakk-u hayrı kendi heva-ü hevesinde aramamalı, bizzat veya bilvasıta Allahü teâlâdan almalıdır. vesaitı inkâr etmemeli, fakat ubudiyeti ancak Allah’a yapmalıdır, Çünkü (........) dir.

Saniyen, müetallakdan sarfennazar nefsi mahiyet itibariyle imanı şer'înin hususiyeti mezvui bahsolmuştur. İmanın manai şer'îsi yalnız bir fi'li kalbî midir? yalnız bir fi'li lisanî midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber fi'li cevarih midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına tesadüf ediyoruz. Şöyle ki,

1- Havaric ve Mu'tezile mezhebidir ki, imanı şer'î, hem fi'li kalp ve hem fili lisan ve hem fi'li cevarihtir. Yani Resulullahın tebligatını kalben tasdik, lisanen ikrar, amelen tatbik eylemektir. Bunların üçü birden rükni imandır. Bunlardan velev birisi bulunmıyan kimseye mü'min denmez. Havariç nazarında kâfir, Mu'tezile nazarında mü'min ile kâfir arası fasık denilir, bunlar imanı şer'îde, imanı lûgavînin meratibi selâsesini cemetmiş oluyorlar. Selefden ve muhaddisinden bazıları dahi imanı ikrar billisan, tasdik bilcenan, amel bil'erkân diye tarîf etmişlerdir ki, imamı Şafiî dahi bu cümlede dahidir, Fakat bunlar ameli terk eden fasıkın imandan çıkmış veya küfre dahil olmuş olduğuna kail değildirler. Binaenaleyh bunların kavilleri Havariç ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün başkadır. Bunlar hakikatte aslı imanî değil, kemali imanı tarif etmiş oluyorlar.

2- Kerramiye mezhebidir ki, imanı şer'î yalnız lisan ile ıkrardır. Bunlara göre tasdikı kalbî bulunsun, bulunmasın lisanen ikrar eden, lisanına sahip olan mü'mindir. Tasdikı kalbî dahi var ise içi dışı mü'mindir. Yok, münafık ise dışı mü'min içi kâfirdir. Bunlar imanı lûgavîn ednası zahirîsi olan yalnız tasdikı kavlî manasiyle iktifa etmişler ve imanı şer'înin mi'yarını da müslümanlar arasında cereyan edecek muamelât ve ahkâmın mebdeinde sebebi zahirisini gözetmişlerdir. Bunlara göre iman bir kelime mes'elesi demek oluyor. Ikrar rükün, tasdikı kalbî şarttır diyenler olmuştur.

3- İmanın rüknü tasdikı kalbîdir. Dilsizlik, ikrah vesaire gibi bir mani-i zarurî bulunmadıkça ıkrarı lisanî de şarttır. Lâkin tahkukunun şart mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da sözler cereyan etmiştir. Eş'arîler bu kavl üzerindedirler.

4- İman, fi'li kalb ile fi'li lisan mecmuudur. Bunların ikiside imanın rüknüdür. Maamafih ikisi de ayni seviyede rükni aslî değildirler. Fili kalbînin mükellefiyeti hiç bir mazaretle sukut kabul etmez. Bu rükni aslîdir. El'ıyaze billâh bu zail olduğu anda küfür tahakkuk eder. Fi'li lisan olan ırkara gelince: Bu da rükündür. Lâkin ikrahı mülci zaruret ve mazireti karşısında bunun vücubu sakıt olur. Ve o zaman yalnız imanı kalbî kâfidir. Fakat mazereti ikrah bulunmıyan hali vüs'atte ıkrarı terk eden indallah dahi kâfir olur. Şu kadar ki, cemaatle namaz kılmak gibi şeairden olan bazı âmal dahi ıkrar makamına kaimdir. Filvaki imanı şer'î daima ba veya lâm ile sılalandığından ıkrar-ü inkıyat ile tasdik manalarını mutazammındır. Ve dini islâmın hedefi insanlığın yalnız batını değil, batın ve zahiri mecmuudur. Hiç bir mani yok iken imanını yalnız kalbinde saklıyan ve izhar-ü ilân etmiyen kimsenin indallah kıymeti imaniyesi olamıyacağı kitap ve sünnetin bir çok delâiliyle sabittir. Tatbikatı ameliye imanın semeratı matlûbesi olduğundan dahi şüphe yok ise de, nefsi amel, nefsi imanın ayni veya cüz'ü değildir. Fer'i ve netayici matlûbesidir. Din bir meyva ağacina benzer, tasdikı kalbî onun tahtelarz kökü, ikrarı lisan sakı, a'mali saire dalları, yaprakları, çiçekleri, meyvaları gibidir. Ağaçtan maksut meyvası olduğu gibi imandan maksut da hüsni ameldir ve takarrüb ilâllah onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprak, çiçek açmamak, meyva vermemekle ağaç kurumuş olmıyacağı gibi şecerei iman da böyledir. Fakat sakından yerle beraber kesilmiş olan ağaçların alelekser kurudukları ve zamanını bulduğu halde sak sürmiyen ağacın tutmamış olduğu gibî bilâ ma'zeretin ıkrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için, henüz topraktan filiz vermiyen tohumun veya kökün kuruduğuna hükmolunamıyacağı gibi ma'zeret zamanında tasdikı kalbî de böyledir. İşte imanın böyle bir rükni aslîsi, bir rükni tâlisi, sonra da derecatı müterettibe üzerine furu ve zevaid-ü semeratı vardır. Ve kemali iman bunlarladır. «İman yetmiş kûsur şubedir. Bunların ednası yoldan eziyyeti refetmektir (........)» Hadîs-i şerifi gibi bir takım asar da bu füru ve şuabata dahi iman ıtlâk edilmiş gibi görünürse de bu kemali iman noktai nazarındandır. Ve hatta şubei iman denilmesi aslı iman olmadığını gösterir, Binaenaleyh bu şuabat ve füru, hılâfı küfrolan aslı iman değil, hılâfı fıskolan kemali imandır ve bunun için bu ayette de «yü'minun», «ikamei salât» ve «infak» imandan ayrıca zikrolunmuştur. Balâda zikrolunan bazı selef ve muhaddisin kavilerini de böyle anlamak lâzım gelir. Aslı imanın böyle fili kalb ve fili lisan iki rükünden ibaret ve ma'zereti meşrua zamanında ıkrarın kabili sukut bir rükn olması manayı lûgavînin evsatı olduğu gibi İmamı Âzam Ebû Hanife Hazretlerinin ve ammei fukahanın da tefsir ve telâkkisidir. Müşarünileyh eshabına Ehl-i Sünnet velcemaa mezhebinin esasını takrir ve beyan ettiği en son vasayasında der ki, İman ikrar billisan ve tasdik bilcenan -yani bilkalp- dir. Yalnız ikrar iman olmaz. Zira olsa idi münafıklar hep mü'min olmak lâzım gelirdi. Kezalik yalnız marifet de iman olmaz, çünkü olsa idi ehli kitabın da hepsi mümin olmak lâzım gelirdi. Allahü teâlâ münafıklar hakkında: (........) buyurmuş, Ehli kitap hakkında da (........) buyurmuştur. Sonra amel imandan ayrıca bir iştir. Meselâ fakirin zekâtı yoktur denilir de imanı yoktur denilmez -kezalik fakirin zekâta imanı yoktur da denilmez- kezalik müşarünileyh «el'alimü velmüteallim» namındaki kitabında der ki, İman, tasdik ve marifet ve ıkrar ve islâmdır. Ve tasdik hususunda insanlar üç mertebedir. Bir kısmı Allah’ı ve Allahtan geleni hem kalbiyle ve hem lisaniyle tasdik eder. Bazısı da lisaniyle tasdik ve kalbiyle tekzib eyler, diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik, lisaniyle tekzip eyler, evvelkisi indallah ve indennas mü'mindir.

İkincisi indallah kâfir ve indennas mü'mindir. Çünkü nas onun kalbini bilmezler ve zahiren gördükleri ikrar ve şahadete binaen ona mü'min demeleri lâzım gelir ve kalbini bileceğiz diye tekellüfe düşmeleri de caiz değildir.

Üçüncüsü imanını gizlemek mecburiyetinde bulunduğu tekıyye halinde ise onu tanımıyanlar nazarında kâfir tesmiye olunur. İndallah ise mü'mindir. Yine buyurur ki, İman hakkında böyle tasdikı yakin, marifet, ıkrar, islâm dedim, izah etmeliyim, bunlar muhtelif isimlerdir. Ve hepsinin manası yalnız imandır. Şu suretle ki, Allahü teâlâ rabbımdır diye ıkrar eden Allahü teâlâ rabbımdır diye tasdik eder. Allahü teâlâ rabbimdir diye tekayyun eder. Allahü teâlâ rabbımdır diye bilir tanır ve Allahü teâlâ rabbımdır diye kalbiyle ve lisaniyle arzı teslimiyet eder ve hepsinin manası birdir. Daha sonra İmamı Âzam imanda bir fartı mahabbet haysıyeti bulunduğunu da şu suretle anlatıyor: Mü'min Allahü teâlâyı bütün masıvadan ziyade sever, o derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah’a kalbinden iftira etmek beyninde muhayyer kılınsa yanmayı iftiraya tercih eder. Fıkhı ekberde dahi buyurmuştur ki, İman ıkrar ve tasdiktır ve mü'minler iman ve tevhit de müsavi ve âmalde mütefadıldırlar: İslâm da o evamiri ilâhiyeye teslim ve inkıyaddır. Tarikı lûğatte iman ile islâm beyninde fark vardır. Lâkin şeri'de islâmsız iman, imansız da islâm olmaz. Bunlar bir şeyin zahr-ü batnı gibidir. Din ise iman ve islam ile beraber bütün şeriatın ismidir [İntehâ]. İman esasen masdar ve binaenaleyh bir fi'il olmakla beraber urfen ve şer'an isim olarak dahi kullanılır ve o zaman iman nefsinde bu fiil ile başlıyan bir keyfiyeti sabite ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki, evvelâ: dini islâm yalnız bir iman mes'elesi değildir. İman ve âmal mecmuudur. Tatbikatı ameliyeyi atıp da dinin feyzi küllîsini beklemek tehlikelidir.

Saniyen böyle olmakla beraber iman amel demek değildir. Amelin vücubına iman ile o ameli yapmak bile birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel edecektir. Binaenaleyh amelini sırf mübalâtsızlıktan ve istıhfaftan dolayı terketmiş değil ise kâfir olmaz.

Salisen dini islâmın imanın da esasen kalp ve vicdan işi olan bir rükün bulunduğu şüphesiz olmakla beraber matlûbi Hak olan iman mes'elesi mücerret bir emri vicdanîden ibaret değildir. O tam bir insan gibi batnı kalpten başlayıp bütün zahire intişar edecek ve sonra kâinata mahasini ameliye saçacaktır. Müslümanın imanı, âlemi ızrara masruf olan tasavvuratı müfside veya ihtisâsatı şeytaniye değildir ki, kalp ve vicdanda haps-ü tevkife mahkûm olsun. Müslüman ancak bir zarureti mücbire karşısında imanını sadece bir emri vicdanî olarak saklayıp hapsetmeğe mezun olabilir o da düşmanın ikrahı kat'îsine maruz kaldığı zamandır. O zaman da fedayi nefs ederek imanını hapisten kurtarması imanını haps ederek nefsini kurtarmasından müreccahtır. Ve maamafih ikisi beyninde muhtardır.

İşte bu ayette Cenâb-ı Allah müttekileri beyanda (........) ile dinin iman kısmını telhıs ettikten sonra amel kısmını da telhıs ederek buyuruyor ki,

(........)

Veselâtı ikame ederler, yani malûm olan namazı dos doğru kılarlar ve idame ederler. - Kur’ân’da namaz hakkında yüsallune veya sallu fiillerinden ziyade (........)

» buyurulması şayanı dikkattir. Elbette, salâtı ikame ederler demekte namazı kılarlar demekten fazla bir mana vardırki bu lâakal doğru dürüst yani tadili erkân ve huşu-u hudu ile güzelce kılmak ve hatta kıldırmak manalarını ifade eder. Ve bunun için namazda tadili erkân vacip olduğu gibi bilhassa namaz için emribilmaruf ve nehyi anilmünker ve levazimi sâlâtın istikmali için sarfı mesai dahi icabatı islâmiyedendir. Ebeveynin evladına namaz terbiyesi, ıhvanı dinin yekdiğerine tasvıye ve tezkiri, ülül'emrin izalei mevani ve istikmali esbap ile tergib ve teşvikı, Cum'a ve cemaâte ihtimam ve ıkdamı da bu cümledendir.

İkame, kıyam veya kivamdan if'al olarak lûgatte kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya terviç ve idame etmek veya ihtimam ile icra etmek manalarına geldiğinden salâte nisbetinde bu manaların birinden veya kadri müterekinden beliğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir kelimelik (.......) yerine iki kelimelik (........) intihap edilmiştir. Evvel emirde dikmek veya doğrultmak manalarını düşünelim: Bu bize (........) namaz dinin direğidir» Hadîs-i şerifini hatırlatır. Bu hadîsde din yüksek bir binaye teşbih ediliyor ve namaz ayni o binanın direği gösteriliyor ki, iman da bu binanın temelidir. Buna istiarei mekniye veya istiare bilkinaye denilir. Bu ayette de namaz cemaatle kaldırılabilecek büyük bir direğe teşbih ediliyor ve onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayi dinin inşa ve muhafaza ve idamesi lüzumu iş'ar olunuyor. Bir de bu binanın ileride beyan olunacak erkân ve şuabatı sairesi ve tezyinat ve tecemmülâtı bulunduğuna işaret buyuruluyor. Binaenaleyh namaz kılarlar demekle ikamei salat ederler demek arasında ne büyük fark vardır. Filvaki din gayet büyük ve kudsî bir binadır. Ve bu binanın kerestesi, levazimi, sureti ve pilânı yani şeriat bizzat şun'u vaz'ı ilâhîdir. Ona tevfikan inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da insanlara aittir. Temsilen diyebiliriz ki, bu binanın mimarı Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli kalblerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği ferdî namazlarla izhar ve tesviye olunacak ve cemaat ile meydanı şühuda dikilecek, sonra üzerine aksamı sairesi inşa edilecektir. Ve fakat şurası unutulmıyacaktır ki, bu bina camit değil zihayattır. Bu selef tarafından bir kerre yapılmış olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak değillerdir. O bir bünyei zi hayat gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün nümuvvü inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk teşbihi bize islâmın vaz'iyeti içtimaiyesini ve bu vaz'iyette namazın kıymet-ü ehemmiyeti mevkiiyesini anlatıyor. Filvaki cemaatle namaz içtimaiyeti islâmiyenin direğidir ve bütün teşkilâtı islâmiyetin mebnasır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak o direği dikmektir. Münferiden namazlar da bu direğin ıhzar ve tesviyesidir. Dosdoğru, zahir-ü batını temiz ve muntazama olarak namaz kılmak, imanın nemalanıp bütün vücuttan fışkırması ve güzergâhı hayata bir cereyanı muntazam ve müstakim vermesidir. Bununla zahir-ü batın mümkin olduğu kadar tasfiye ve kalb-ü beden mümarese ile takviye edilir. Her hangi bir kimsenin binamaz bulunduğu halile namazına devam ettiği halini mukayese ederseniz musalli bulunduğu zamandaki ahlâkını her halde yükselmiş bulursunuz (........) bu mukayesedeki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten neş'et eder. Bazı hususta ahlâklı farzedilen binamaz namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk-ü maneviyatça daha yükselir. Namazı kılan kimsenin hayatta lâakal dört kazancı vardır:

Birincisi taharet, ikincisi kuvveti kalb, üçüncüsü intizamı evkat dördüncüsü salâhı içtimaî. Ki, bu faideler devam şartiyle en resmî bir namazda bile vardır. Namazın azamî fevaidi kabili hisap değildir. Lâkin en asgarî faidei ahlâkiyesi bilfiil kibri kırmak, uhuvvete hazırlanmak, Allah rızası için iş yapmağa alışmaktır. Bunun için namazda geyinebileceği en güzel ve en temiz elbisesini geymek ve kendine gurur vermesi melhuz olan bu hal içinde örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp yüzünü yani alnını ve burnunu yerlere koyarak kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibr-ü gururu kırarak mükerreren secdeye kapanmak en mühim bir esastır (........) namazda bilhassa secdenin kibre olan bu tesiri mühimminden dolayıdır ki, mütekebbirler en ziyade namazın secdesine itiraz ederler, o süslü elbiseler içinde alınlarını Allah rızası için yere koymak mecburiyeti onların kibir damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur (........) düşünemezler ki, o süsler, o alınlar hep atayayı ilâhiyedir. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar tahkire, mütemadiyen çiğnenmiye lâyık değildir. Zaman olur ki, onlar için kanlar dökülür. Hayatı beşer oradan fışkırır ve onu fışkırtan Allahü teâlâdır. O süslere o bedenlere mesaisi sebketmiş bir takım ibadullahın da hakları taallûk etmiştir. Binaenaleyh o topraklara, o yerlere toprak ve yer oldukları için değil halikı olan Allahü teâlânın azamet-ü kibriyası namına bihakkın secdeye kapanıp kibirden ve hodgâmlıktan sıyrılmak ve ibadullah ile ihvanca geçinmek için onların cemaatlerine karışmak pek kudsî bir vazife olduğunu unutmamak icap eder. Namaz o kibr-ü gururu kırarken ayni zamanda insanın ruhi hürriyetine öyle bir i'tilâ verir ki, bu i'tilâ en haşmetli hükümdarların huzurundaki şerefi müsulden çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu hadîdi beşeriyetten Arşi ahadiyeti ilâhiyeye çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir hayatı beşerin suret ve meratibi münderiçtir. Huzuri ilâhîde vücude gelmek, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defeat ile kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak, nihayet selâm ve selâmetle işini bitirmek. İnsani bütün hayatın kademelerinden geçirterek, esrarı vücudu, Dünya ve Uhrayı düşündürerek Cenabıallaha mülâkat ettirir ve büyük bir iman ve sevab ile yine âleme avdet ettirir. Yine bir hadîsde beyan olunduğu üzere namaz, islâm ile küfrün farikıdır.

Biz burada namazın Dünyevî ve Uhrevî, maddî ve manevî bütün fedail ve fevaidini sayacak değiliz. Çünkü o namütenahidir. Nakabili ihsadır. Bunun hey'eti mecmuası lisanı dinde büyük sevab namiyle yadolunur. Fakat burada namazın imandan sonra nasıl bir mebdei ahlâkî ve içtimaî olduğunu ve onun üzerine ne kadar büyük bir bünyani içtimaî kurulacağını muhtasaran ifade etmek istedik. O büyük bünyanın direği işte evvelâ ferdî namazlarla ihzar ve tesviye edilir ve cemaatle dikilir ve ondan sonra da mabadi yapılır. Ve ikamei salât tabiri bu mühim manayi baligan mabelâğ ifade ediyor ve hidayete namzet müttekileri (........) diye tarif, tavsif, medheyliyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun mealinde «namaz kılarlar» tabiriyle iktifa etmek doğru değildir. Burada (........) ın elif lamı ahd içindir ki, keyfiyeti malûm ve mahut olan islâm namazı demektir. Ve bu keyfiyet yani namazın nasıl kılınacağı, şerait-ü erkânı, sünnet-ü âdabı, mekruhat-ü müfsidatı ile sıfat-ü erkânı, sünnet-ü âdabı, mekruhat-ü müfsidatı ile sıfat-ü (........) namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız» Hadîs-i şerifi mucebince Peygamberden görüldüğü ve filen ve kavlen ve takriren ahzedildiği sıfat ve keyfiyettir ki, bu keyfiyet-ü mahiyet ta bidayetten beri beynelislâm bil'amel mütevatiren malûm ve kütübi dinde mazbuttur ve «yüsallune» buyurulmayıp da lami ahd ile «yükimunessalâte» buyurulmasında bu mana dahi sarihdir yani «yükimunessalâte» dosdoğru namaz kılarlar demek değil. Namazı dosdoğru kılarlar demek olduğundan gaflet edilmemelidir.

Salât kelimesinin lûğati Arabde iki mehazi vardır. Birisi alelıtlâk dua manasıdır ki, Peygambere salât-ü selâm dediğimiz zaman sureti mahsusada bunu anlarız. Diğeri (........)

= salv » maddesinden gelen «sallâ» filinin masdarıdır ki, tahriki salveyn demek olur. Araplar bu manaca «salla» dedikleri zaman (........)

= salveynini tahrik etti» manasını anlarlar. Kezalik (........)

= yani at ve kısrak kuyruğiyle iki salvini sağa sola çarptı» denilir. Salveyn oylukların başındaki iki tümsek kemiktir. «Sallâ» nın bu tahrik manası (........) tabirine şebihtir. Yahudîler birbirine selâm ve ta'zım sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu tarzı selâma Arapçada kâfireteyni tahrik manasına tekfir ıtlâk edilirmiş. Binaenaleyh kefferelyehudiyü = Yahudî kâfirlerini oynatıp bükerek reverans yaptı demek olur. Kâfire kıçdaki kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve kâfireteyn tesniyesidir. Bu suretle «keffere» tahriki kâfireteyn manasına «sallâ» de rüku ve sücud da yapıldığı gibi bizim belini eğmek dediğimiz tahriki salveyn manasına kullanılırmış. Demek ki, Araplar hem Yahudilerin yapdığı reveranslı baş kıç selâmlarını tanırlarmış hem de yerlere eğilerek kandilli temenna usullerini. İşte lûğaten -biri kalb ve lisan işi olan dua, diğeri de bir hareketi bedeniye işi olan fili mahsus- iki manaya gelen salât kelimesi şer'an Peygamberimizden görüle geldiği üzre kalbî, lisanî, bedenî ef'al ve erkânı, mahsusadan mürekkep gayet muntazam bir ibadeti kâmilenin ismi olmuştur ki, necasetten taharet, hadesten taharat, setri avret, vakıt, niyyet, istikbali kıble namiyle altısı dışından başlıyan şart; iftitah tekbiri, kiyam, kıraet, rükû, sücud, teşehhüd mikdarı fa'dei ahire namiyle içinde yapılan altı da rükn olmak üzere lâakal on iki farzı; Fatiha, zammı sure, tadili erkân, ka'dei ulâ ve saire gibi bir takım vacipleri, bunlardan başka bir çok sünnetleri, müstahapleri, edebleri, mekruhatı ve müfsidatı sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve Bayram gibi vacip ve diğer sünneti müekkede ve gayri müekkede, nevafil olmak üzere enva-u aksamı vardır ki, beyanı kütübi fıkhiyeye aittir. Cemaat dahi Cumada farz, diğerlerinde vacip veya sünneti müekkededir. Ve burada salâttan aslı mürad farz olanlardır. Salât kelimesinin lamı ince de okunur, kalın da ve kalın okunmak itibariyle «vav» la yazılır, verş kıraetinde te tefhım olunur.

O müttekiler sade iman ile ve yalnız ikamei salât gibi ibadatı bedeniye ile de kalmaz, ibadatı maliyede de bulunurlar. (........) kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıkdan, maddî ve hatta manevî şeylerden azçok harç ve infak eder, fisebilillâh sarfiyatta da bulunurlar.

(........) dır. Ma kelimesinin Türkçemizde en güzel mükabili nesnedir. Fakat biz bu kelimeyi zayi etmek üzere bulunduğumuzdan şey diyoruz. Gerçi ma, alelıtlâk veya alelumum şey manasına dahi kullanılabilir ise de asıl manası akılsız olan şey veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya men denilir. Ve bunun için mukaddema ma nesne, men kimesne diye tefrik idilirdi.

Rızk, esasen kelâmı arapda hazz-ü nasip manasına isim olup, nasip etmek, merzuk etmek manasına masdar dahi olur ki, (........) onun fi'lidir. Ve bu karine ile «ma» ismolan rızıktan ibaret olur. Ehl-i Sünnete göre manayi şer'îsi de lûgavîsinin aynidir ki, Cenâb-ı Allah’ın zi hayata sevk ve intifa nasip ettiği şey dıye tarif olunur. Binaenaleyh milk olsun olmasın, yenilen, içilen, ve sair suretle istimalinden bilfiil intifa edilen emvale sadık olduğu gibi evlâda, zevceye, say-ü amele, ilm-ü maarife dahi şamil olur. Fakat hepsinde intifa edilmiş olmak şarttır. Ve bu intifa, intifaı Dünyevî ve Uhrevîden eamdır. Binaenaleyh dinî veya Dünyevî bilfiil intifa edilmiyen mal, milk evlât ve iyal, ilm-ü marifet rızk değildir. Bu suretle bir şey muhtelif vücuhi intifaa göre muhtelif kimselerin rızkı olabilir. Fakat malından, kudretinden, ilminden intifa etmiyenler merzuk değildirler.

İnfak, malın elden çıkarılması, harç ve sarfı demektir. Şer'an farz, vacip, mendup aksamı vardır. Bu infak karinesile ya rızık mala tahsıs edilmek veya infak mecazen maldan maadasına da tamim olunmak ıktiza edecektir. Zahir olan evvelkisidir. Fakat ikinci de muhtemildir binaenaleyh ayetin bu fıkrası evvel emirde zekât, ve sair sadakat ve sılalar ve ianeler ve vakıf gibi fukaraya vesair vücuhi birre ve meuneti iyale sarfı emval gibi bütün ibadatı maliyeye şamildir ki, ileride (........) gibi ayetlerle tafsıl olunacaktır.

Saniyen talimi ilim ve saire gibi maneviyata dahi şamil olabilecektir. Maamafih bunların hepsinin başında, binai islâmdan biri bulunan zekât vardır. Ve bunun için bir çok müfessirin burada evvelen ve bizzat murat zekât olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat felâhın mevkufün aleyhi olmak itibarile salâtta olduğu gibi burada da farz olan infak kasdedilmek ıktiza ederse de farizai infak yalnız zekâta münhasır olmadığından muhakkıkıni müfessirîn tamim taraftarıdırlar. Ancak bu miyanda zekâtın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü binaı islâmın ikincisi de zekâttır. Bir Hadîs-i şerifte de varit olduğu üzere zekât kantarai islâmdır. İslâmın bir köprüsü bir geçididir. Dinin iman ile temeli atılıp namaz ile direği dikildikten sonra geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere bina edilecektir. Çünkü Dünya ve Ahırette korunmak için yapılacak olan muhteşem binaı islâmın, Dünyadaki darülislâm, Ahıretteki darüsselâmın inşası için bir takım masarifi maliye vardır ki, bunlar ibadatı maliye ile yapılacaktır ve bunun en zarurîsini de zekât teşkil eder. Zira (........) diye bir nesakı tevhit içinde münhasıran Allah’a ibadet etmek ve cemaati ihvan ile namaz kılabilmek için safları tesviye etmek ve o saflarda bir hissi müsavat ile muntazaman arzı vücut etmek lâzımdır. Bu ise o cemaat içinde kuti yevmî olacak kifafı nefisten mahrum kimse kalmamakla mümkin olur. Bir aç ile bir tokun bir safta bünyanı mersus gibi bir hissi mahabbet-ü uhuvvetle yekdiğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Binaenaleyh cemaatin hakikî bir ibadeti tevhit olması cidden fakir ve miskin olanlarının gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için evvelâ zekât ve sadakâtı fıtır ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir rabıtai mahabbet tesisi, hem de hepsinin mevlâsı Allahü teâlâ olduğunu bildiren bir his ve iman ile tesisi büyük bir farîzadır. Bu farîzanın bu niyyetle edasında müslüman artık ferdiyetinde hasaseti beşeriyesinden silkinecek, Allahü teâlânın bir halifesi yani bir naibi olmak rütbesini ihraz edecek ve elindeki malın malullah olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan ibadullaha isal etmiye memur bulunduğunu idrak ederek «al birader, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allahü teâlânın gönderdiği şu çıkını şu koli postalı teslim etmiye memur bir müvezziim» diyerek keza tevazüile fakirin, fakiri sabirin hakkını vererek kalbini tatyip edecek ve bununla o cemaatin mümkin olduğu kadar açıklarını kapatacaktır. İşte kitap ve sünnetin istikrasına nazaran kütübi usuliye ve furuiyemizin zekât nazariyesi icmalen budur. Bu suretle zekât müslümanı derekei beşeriyetten niyabeti ilâhiyeye geçiren bir köprüdür. Namaz kadematı hayattan huzuri ilâhiye çıkaran bir miraç olduğu gibi zekât da o miraçta alınan bir memuriyeti lâhutiyenin kantaresidir. Ve her islâm bu kantareyi yapıp geçmeğe, yani zekât vermek için halâl mal kazanıp maliki nısap olmağa çalışacak ve henüz verecek halde değil ise lâakal onun ulviyetine iman ile meşbu olacaktır. Yani Müslümanın gözü, zekât almağa değil, vermeğe matuf bulunacak ve ancak muztar kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek ve aksi halde aldığının haram olduğunu unutmıyacaktır. Bu suretle teessüs eden cemaati İslâmiyenin namazında ne büyük bir kuvveti tevhit bulunacağını ve bunların o muhteşem binayi islâmı ikmal ve istikmal için nasıl bir aşk-u şevk ile mücahedeye atılacakları teemmül edilirse dini islâmın esasındaki ulviyet ve bu ayetlerle o müttekilere verilen payei medhin ehemmiyeti derhal anlaşılır ki, ileride beyan olunacak olan sıyamın dahi bu noktayi her kalbe hissettirmek için mühim bir hasısai terbiyeviyesi bulunduğu zahirdir. Görülüyor ki, bu ayette binai islâmdan imandan sonra iki âmel zikrolunmuştur ve şeriatte bunlar diğerlerinden evvel farz kılınmıştır: Salât, zekât. Çünkü bunlar bütün ibadatın aslıdırlar ve burada bilhassa zikredilmeleri hususiyetlerinden naşı değil, diğerlerinin envaına işareti de mutazammın olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadat iki nev'a münkasimdir. Biri ibadatı bedeniye, diğeri ibadatı maliyedir. Hac gibi hem bedenî ve hem malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki haysiyetin terkibidir. Binaenaleyh namaz bütün ibadatı bedeniyenin mümessili aslîsi, zekât da bütün ibadatı maliyenin mümessili aslîsidir ve bunlar imanın ilk müeyyidesi ve bil'amel ilk inkişafıdırlar binaenaleyh bu ayeti kerimede bütün mebadii iman gayipde, bütün usuli âmal dahi salât ve infakta icmal edilerek dini islâmın ilmî, amelî, usul-ü füruu telhıs olunmuştur ki, bunlar Fatihada (........) misakiyle sıratı müstakim ve nihayet hamd unvanında toplanmış idi, bundan sonra gayibda telhıs edilen mebadiyi imaniye vahiy ve nübüvvet mes'elesi itibariyle bir mertebe daha tavzıh olunarak buyuruluyor ki,

4

ve onlar ki, hem sana indirilene iman ederler hem senden evvel indirilene, ahırete yakinide bunlar edinirler

(........) ve o müttekiler ki, hem sana vahy-ü inzal edilen ve edilmekte bulunan kitap ve şeriate, hem de senden evvel vehy-ü inzal edilmiş bulunan yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi kitaplara iman ederler, ki, bu iman da risaleti Muhammediyeye ve bütün enbiyayi salifenin nübüvvetlerine iman ile mümkindir. Zira habere iman muhbire imana mütevakkıf bulunduğu gibi onların cümle-i nümzelâtından birisi de nübüvvetleri davasıdır. Evvelki ayet alelûmun müslüman olan mü'minler, bu ayette mukaddema Ehli kitaptan olup ta müslüman olan mü'minler hakkında nazil olduğu beyan buyruluyor. Maamafih böyle olması iki ayetin yekdiğerini mütemmim ve muzıh olmasına mani değildir. Ve matekaddeme iman maziyi hikâyeden ibaret zannedilmemelidir. Binaenaleyh bütün kütübi münzeleye ve enbiyai salifeye esas itibarile iman dahi islâm iman ve akidesinden bir cüzdür ki, (........) gibi ayetlerde bu cihet tafsıl olunacaktır. Ve bunun için müslümanlık bütün edyanı semaviyenin şahidir. Zira mesaili imaniyede nesih yoktur ikmal vardır. Nesih şerayii ameliye itibarile caridir. Bu ve emsali ayatı Kuraniye ve süneni Nebeviye bize bilhassa şunu gösterir ki, müslümanlık dini umumîdir. Bütün insanlara şamil ve edyanı münzelenin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise livai tâbiiyetleri altında diyanet itibarile kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, hududı vicdanîleri dar ve kısadır. Bunlar kendilerinden başkasına bir hakkı hayat tanımamayı diyanetin muktezası bilirler. Tanırlarsa yalnız siyaseten bir ıztırar ile tanırlar, yakın zamanlara kadar Hıristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan akvama hâkim olamamıştı, son zamanlarda bu vicdan darlığındaki mazarrâtı siyasiyeyi gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık mubarezelerinden doğan bir hürriyeti vicdaniye davasiyle Fransa inkılâbı kebirinden sonra liberallık, lâyıklık, ve insaniyet kelimeleri altında kelimei Nasraniyyetten inhirafa doğru yürümüş ve o zamandanberi diğer akvam üzerinde hükûmet tesisine yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler müsbet ve merhametli umumî bir vicdanı hak tesisine değil, dinsizliğe ve hodkâmlığa doğru menfi bir gidiş istihdaf ettiğinden terakkiyati ilmiye ve sinaiyesini hakka raptedecek yerde beşeriyeti haktan tebaüde, vicdansızlığa ve ihtirasata sürüklenmiş ve neticesi islâmiyetin gösterdiği hakikî ve müsbet hukukı hürriyet ile insanlığa temin ve tamim eylediği cihanşümul hayatı haktan uzaklaşmak ve ıztırabatı hayatı arttırmaktan ibaret olmuştur.

Bu noktai nazarla denilebilir ki, beşeriyeti hazıra bi'seti Muhammediye zamanında olduğu gibi nuri islâmın umumî bir inkişafını ve müsalemeti amme için hakkın alelûmum insanlık üzerinde kuvvetli bir hâkimiyetini görmek derdile kıvranıp çabalamaktadır. Beşeriyyetin şimdiki dalâli, insaniyetin hak üzerinde hâkim olması fikrinde toplanıyor. Bu ise insanlar miyanında en kuvvetli görünenlerin bir halikı mabut gibi telâkkisine müncer oluyor. Bu ihtirasatın teşdidile hukukun çiğnenmesini ve emniyyet-ü müsalemeti umumîyenin haleldar olmasını intaç ediyor. Halbuki saadeti beşer hakikatte insaniyyetin hakka hâkimiyyeti davasında değil, hakkın insaniyyete hâkimiyeti esasındadır. Ve islâmın muadelei hayat için (........) misakiyle talim buyurduğu kanunı fıtrat de budur. Binaenaleyh beşeriyyet ya hakka galebe etmek davasiyle ihtiras ve ıztırap içinde birbirini yeyip gidecek veya Hak teâlâya iman ile onun hâkimiyeti mutlakasına tabi olmak için dini islâma ve tebliğatı Muhammediyeye sarılacaktır. Hakkı insanın madununda gören dar vicdanların felâh bulacaklarını ve dairei beşeriyet için bir kutbi müsbet olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır. Büyük vicdanlar hakkı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birisinin kendi mikdarına göre kıymet verir. Ve işte kalbi islâm bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O herkese bu imaniyle sinesine açar. Bütün vicdani beşeri bu vüs'at ve semahatle hakka takrip etmeğe çalışır. Bunu kavrıyamıyan bu yüksekliğe eremiyenleri de hakkın vahdet ve şümulüne taarruz etmemek ve hakka cüz'î küllî intisabı kabul etmek şartiyle kendi sâhai diyanetlerinde hür tutarak sinesinde yaşatır ve onların hakkı hayatına hürmeti de sade zaharî bir siyasetin değil, hakikî dininin müktazası bilir.

Filvaki (........) ahırete yakın sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu şümullü imana malik olanlardır. Mesela «Hazret-i Mûsa Peygamber idi amma İsa değil idi. Tevrat kitabullahdır. İncil değildir. Yahut Mûsa ve İsa aleyhimesselâm Peygamber idiler amma haşâ Muhammed aleyhisselâm değildir. Olsa bile o bizim değil Arapların Peygamberidir. Tevrat ve İncil kitabullahdır amma Kur’ân değildir» gibi sözlerle Allah’ın Peygamberlerini tefrik eden, kimine inanıp kimine inanmıyarak Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetini ve ona nazil olan kitap ve şeriati tanımıyanların Ahiret hakkında bir takım zanları, bazı kanaatleri bulunsa bile yakînları yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir fikreti ahiret vardır. Fakat bunların çoğu bürhansız bir takım emaniden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü mesail ve tariki Ahıretin imkânı vücudü akıl ve kâlp ile her zaman sabit olursa da tahakkukunda bürhanı aklî, farzıyat, temenniyatı kalbiye kâfi değildir. O ancak min tarafillah gelen enbiyai zi şanın haberi sadıkları ile bilinebilecek umuri gaybiyedendir. Bunu hatm-ü ikmal eden ise Hatemül'enbiya olan Muhammed Mustafa sâllallahü aleyhi vesellemdir. Binaenaleyh enbiyaya iman etmiyenlerin Ahırete, doğru imanları olamıyacağı gibi enbiyayi salifeye iman edenler dahi Hatemül'enbiyaya ve ona inzal olunan kitap ve şeriate iman etmedikçe Ahıret hakkındaki iman ve kanaatleri yakin mertebesini bulamaz, vakii hakka mutabık olamaz. Meselâ Musevîler «Cennete ancak Yehudî olanlar girecektir ve bize nari Cehennem olsa olsa sayılı birkaç gün temas edecektir» derler, İsevîler de ayni sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına Dünya ve Ahırette hakkı hayat ve saadet tanımazlar ve sonra naîmi cennet dünya nimetleri cinsinden midir? daimî midir, değil midir. O bir bekayi ruh mes'elesi midir değil midir? diye ihtilâf ederler, halbuki Allah’ı bir bilip bütün enbiyayi tasdik ve resulü ahirrüzzamanın risaletine ve ona inzal olunan kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman indî ve nefsî olan o gibi zununi fasideleri hakikate muvafık olmıyan itikatları tebligatı Muhammediyeye imanla gider de ahiret hakkında vakıa mutabık iken hasıl ederler. Dünya hak, Ahıret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir hak, sual hak, hisap hak, mizan hak, sırat hak, sevap hak, ıkap hak, cennet hak, cehennem hak, ve hepsinin fevkinde rıdvanı ekber ve müşahedei cemalullah da hak, Allah’ın izniyle mü'minlere şefaat da hak, cennet ebedî, cehennem de ebedi, maamafih o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, naimi ahiret ebedî ve elemsiz dünyanın kavanini ilmiyesi ahıretin tahlilâtı külliyesiyle tafsılâtını idrake müsaid de değil, onu künhiyle bilmek, künhi hakkı bilmeğe mütevakıftır. Kavanini ilmiye bize onun akla muhalif bir muhal olmadığını ve nihayet alelıtlak bir âlemi gaybin mevcut olduğunu ve bugünün herhalde bir yarını bulunduğunu ve ona hazırlanmamız lüzumunu isbat ve ifham eder. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir. Ve gayptan haberdar olan enbiyai kiram haber verebilir.

Ahıret, esasen ahır sıfatının müennesidir ki, son ve sonraki manasına sıfat iken lisanı şeri'de dari ahıre ve hayatı ahıre ve neş'eti ahıre terkiplerinin muhaffeti olarak ism olmuştur. Mukabili olan Dünya da böyledir. Ahıret kâh Dünya ve kâh ulâ mukabili kullanılır. Dâri ahıret,

hayatı mahza, hayatı ebediyedir. Hayatı mahzayı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî telâkki eder, kimisi de hissî ve cismanî. Fakat hakikatini henüz bilmediğimiz hayatın bizce kemali hem akliyet ve hem hissiyetindedir. Kur’ân’ın bize bildirdiği hayatı ahıre ise Ekmeli hayat olduğundan biz ona inanırız, ta'mikatı felsefiyesiyle uğraşmayı zait addederiz. Ben, «ben» dediğim zaman ruhaniyet ve cismaniyetimin noktai vahdetine basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Âlemi gaybın bu günkü âlemi şehadetten namütenahi derecede evsâ ve ekmel olduğunu biliyoruz ve her halde yarın için daha ekmel bir hayatın muhakkak olduğu şüphesizdir. Buna «acaba!» diyenler kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, maddei külle karışır, kuvvetimiz dağılır kuvveti külle karışır, hepsi erir Hak teâlâya raci olur. Mukaddema Allahtan kendime geldim, yine Allah’a gideceğim, gidersem, rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim. Niçin rahmetlerine iremiyeyim, hemen Cenabı hak hüsni hatime nasıp etsin felsefenin: olan yine olacaktır, diyen ıttırat kanunu, bekayı illiyet kanunu bile bu ikanlarımı zarurî kılmaz mı? aleyhissalâtü vesselam Efendimizden rivayet olunuyor ki, şöyle buyurmuşlar: «Taaccüp bütün taaccüp ona ki, Allah’ın halkını görüp dururken Allahda şek eder. Şuna taaccüp olunur ki, neş'eti ulâyı tanır da neş'eti uhrayı inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, her gün her gece ölüp dirilip dururken ba'sü nüşuru inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, Cennete ve naimi Cennete iman eder de yine darülgurur için çalışır, şuna da taaccüp olunur ki, evvelinin bulaşık bir nutfe, ahırinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefahur eder». Bu hadîs Ahıret hakkında ilim ve fen noktai nazarından başlıca iki hakikati gösterir.

Birincisi neş'eti ulâ ve uhra tabirile hem hakikati ahırete ve hem ıttırad ve tekerrür kanununa işarettir.

İkincisi zahiren nevm-ü yakazayı gösteren her gün her gece ölüp dirilmek meselesidir ki, hakikati hayat ve hakikati Ahiret noktai nazarından pek mühimdir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmıya neye muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, eczayı bedenimiz her gün ve hattâ her saat, her lâhza mütemadiyen ölüyor, ve yerine yenisi halk olunuyor ve bu halk olunurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece zahirî değil, hakikaten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün ifrazatımız, eczaı bedenimizin cenazeleridir. Demek ki, hayat ancak teceddüdi emsal ile halkı cedit sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? benim birliğim nedir? Bu da bir kanunu ıttırat ve temasül ve tekâmül tecellîsidir. Binaenaleyh hayatı Dünyeviyemin zâmanı zatinde benim ruhaniyet ve cismaniyeti sabitem değil halkulllah, bakaullahtur. Ve işte hayatı Ahıret de böyledir.

İkan, yakin sahibi olmaktır. İkan istikan teyakkun yakin hepsi bir manaya gelir yakin, vakıa mutabık ve her hangi bir teşkik ile zail olmıyacak surette şekk-ü şüpheden âri olan sabit ve cazım bir itikat demektir. Tabiri aharle yakin, şekk-ü şüphe bulunmıyan ilmi mütkan, rayb karışmıyan ilim, nakzına ihtimal bulunmıyan ilimdir. Maamafih yalnız cezmi kalbî manasına da yakin ıtlâk edildiği vardır. Şu anda şüphem yok ki, bu böyledir. Şimdi ve ileride şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümteni bu böyledir. Bunun üçüne de yakin denilir, Fakat asıl yakin ikinci ile üçüncüdür, yani birinci tariftir. İlmi ilâhîye yakin ıtlâk edilmez. Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi esma ve sıfatı ilâhiye tevkifîdir. Kitap ve sünnette ise ilmullaha yakın ıtlâkı görülmemiştir.

İkincisi yakin ve ikan şekk-ü şüphe şanından olanlar hakkında kullanılır. Bunun için ulûmı zaruriyeye yani huzurî olan bedihiyata, bedihiyatı evveliyeye yakin denilemiyeceğine sahip olanlar bile vardır. Yakinda matlûp olan vakıa mutabakat ve ademi raybdir. Fakat bu vakiin zarurî olması değil ancak vaki olması şarttır. Binaenaleyh müşahedat, mücerrabat, mütevatirat ve istidlâlâtı sahiha dahi yakin ifade ederler. Bazı Garp feylesoflarının iddia ettikleri gibi yakin yalnız ilmi zarurî ve huzurî demek değildir. Yakinin meratibi vardır. Meselâ riyaziyat, istintacatı mantıkıye yakinî ve zarurî olduğu gibi ulûmi adiye ve mücerrebe, ulûmi tabiiye miyanında kimya ve fizik ilimleri zarurî olmıyarak yakinîdirler. Ancak bunların vakıatı mücerrebesinden istidlâlatı faside ile intaç edilen nazariyat ve farziyatın hepsi yakinî değildir. Bu esbaba mebni tayyareleri yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkin değil midir. Mümkin olmasa idi vücude gelmezdi. Allahü teâlâ onları evvelen ve bizzat ve sonra maddeleri tohumları vasıtasile yarattığı gibi bizim elimizle de yaradabilir. Nitekim Peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair nümuneler de gösterdiğini Kur’ân haber de veriyor. (........)

Bunun için ulûm ve fünuni tabiiye bizim kudretullah hakkındaki yakinimizi ve imkânı zatî hususundaki vüs'ati imanımızı yıkacak değil, takviye edip tevsi edecek delâil telâkki edilmek lâzım gelir. Fenleri kendi hudutları dahilinde takip ve terakki ettirmeliyiz. Fakat onlara inanırken hiç bir zaman kudretullâhı tükettik Dünya ve Ahıreti bitirdik zannetmemeliyiz yakiniyatı adiyeye, yakiniyatı zaruriyeyi feda eylememeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz var ise, Allahü teâlâ ve onun ilm-ü kudreti daha evvel var. Bu günkü âlemi şehadet var ise yarınki âlemli gayip de bittabi var. Bu gün olmıyanlar yarın olur. Bu gün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, ye'si küllîye düşmemek istiyorsak hiç bir hâdisenin yıkamıyacağı hiç bir teşkikin izale edemiyeceği en hak ve en küllî esaslara iman etmeliyiz ki, dairei yakinimiz daralmasın ilm-ü fenni boğmıyalım, sahai imkânı kısaltmıyalım, mümkine muhal demiyelim, hayır yerine şerre koşmıyalım muhal zannettiklerimizin imkânını, hattâ vukuunu gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı biiznillâh çıkar, hayat yapılır mı biiznillâh yapılır. Göklere çıkılır mı biiznillâh çıkılır. Kabirde sual sorulur mu biiznillâh sorulur. Ölen dirilir mi biizinillâh dirilir. Lâkin iki kerre iki tek olur mu olmaz. Cüz küllünden büyük olur mu olmaz. Malûl illetini geçer mi geçmez, insan bizzat halik ve bizzat ma'but olabilir mi olamaz. O Allah’ın izniyle kuş da yapsa, ölüleri diriltse yine kuldur yine kuldur. Bütün imkânlar kudretullahdadır. Ve istikbal dediğimiz zaman namütenahidir. Ve o namütenahide bizim nice serencamımız ve mes'uliyetlerimiz olacaktır. Ve işte Hazret-i Muhammed bize mutlâk olan bu imanı küllîyi bu akidei tevhidi ve buna göre ameli salihi talim için bas'a buyrulmuştur. Ona iman edenler hiç bir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn sahibi olurlar.

5

bunlar işte rablarından bir hidayet üzerindedir ve bunlar işte bunlar o murada eren müflihin

(........) ismi işaret cemi, «za» nin cem'i, (........) harfi hıtaptır ki, (........) gibi evvelâ Peygambere hıtabı has, saniyen hıtabı âm olabilir. Meali: «Sana söylerim bunlar, o gördüklerin o evsafını işiddiklerin» demektir. Yani ya, Muhammed böyle kalbî olan ve sade görünene bağlanmayıp aklın idrak edebileceklerine dahi cümleten iman ve tasdik ettiği ibadatı bedeniye ve maliyeyi ifa ile tarikı semi'den başka yolu olmıyan hususata dahi şümuliyle iman etmek ve edebilmek kabiliyyet ve meziyetlerini cami olan o müttekileri işittin ya, işte bunlar, (........) tarafı rabbanîden rabbi ahadleri olan Allahü teâlâ tarafından hidayet üzeredirler. Yani onun hidayetine namzet ve o hidayet üzere yürüyecek olan ve yürümekte bulunanlar alâ meratibihim onlardır. Hidayeti irşadiyeyi bunlar dinler, mertebe mertebe hidayeti filiyeye bunlar erer. (........) diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun cevabı kavlî ve fi'lîsini alacak ve sıratı müstakimde yürümiye muvaffak olacak olanlar yine bunlardır. (........)

Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde müflihun müflihun diye duyup yadettikleri ve fakat ta'yin edemedikleri bahtiyarlar, cidden ve ebediyyen felâh bulanlar, bulacak olanlar, gadab-ü dalâlden salim olarak niamı Ebediyei ilâhiyeye erecekleri muhakkak olanlar ancak bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah, Peygamber tanımiyanlar değil, yalnız evvelki Peygamberlere iman etmiş olanlar da değildir. İman edip bedenen ve malen ibadet ve âmali saliha yapmıyanların halleri de tehlükeden salim değildir. Bunların felâhları dahi mümkin olsa da tam ve kâmil değildir. Mademki imanları vardır. Rahmeti ilâhiye ile felâhları kabil ise de harikulâde kabilindendir. Sünnetullah değildir. Maamafih onlar hakkında imansızlar gibi ye'si küllî de caiz olmaz. Zira indallah zerrei iman da zayi olmaz.

Müflih, «iflah» dan felâh bulan demektir. Felâh aslında felâhat gibi yarmak manasile alâkadardır ki, o gündeki maniayı yarıp kendini kurtarmak ve matlûbuna ermek yani zafer bulmaktır. Mü'minler de Dünya ve tabiat ve şehvet manialarını yarıp gaybde gizlenen matlûplarına eren ve Ahırette ebedî felâh bulanlar olacaktır. Lisanı Arabda böyle haber elif lâm ile muarref olursa kasır ifade eder. Burada (hüm) zamiri fasıl denilen bir harftir ki, haber ile mübteda beynini sıfatten fark ettirir. Mühim bir rabıtai hükümdür. Bundan da bir kasır anlaşılır. İzah ettiğimiz mana bu kasırlarla tarifin manasıdır,

emsalinde tatbik edilsin. Bu gibi ta'riflerde iki nevi mana melhuzdur: Birisi öteden beri müflihun vasfile şöhretşiar bir takım zevatı mübheme vardır bunu duyarsınız. Fakat tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa işte bunlar ancak o müttekilerdir.

İkincisi, eğer duymadınızsa bu mefhumu iyi tasavvur ediniz ve hakikatini tahkik ediniz ve ettiğiniz zaman biliniz ki, bunlar ancak onlardır, demek olur. (........) nin tekrarı hidayet ile felâhın müstakil birer haslet olduklarına işarettir. Aradaki atfın vav ile yapılması da hidayet ile felâhın mefhumen ve maksadan mugayeretlerine işarettir diyorlar. Maamafih birinci (........) o imanları yapan müttekilere, ikinci de (........) kaydinden sonra onlara raci olması ve binaenaleyh manen tekrar bulunmaması daha muvafıktır. Görülüyor ki, hidayetin müttekilere kasrı yoktur ve lâkin felâhın hidayettekilere kasrı vardır. Ve bu nokta mühimdir düşün. Sonra felâhın hidayete, hidayetin takvaya terettübü de illiyet tarikiyle değil, adet tarikiyle cereyan ettiğine ve müessiri hakikî Allahü teâlânın fazl-ü rahmeti olduğuna işaret için arada (........) gibi sebebiyet ifade eden bir harf zikrolunmamıştır.

Kur’ân işte alel meratip bu müttekilere hidayettir. Acaba burada niçin «Hüdenlinnas» denilmedi de Hüdenlilmüttekin denildi? diyeceksin; çünkü: (........)

TAHLİL VE MÜNASEBAT

Lisanı Arapta, lisanımızda mukabili bulunamıyan bazı harfler vardır ki, (........) de bunlardandır. Bu harf, fi'le benzeyen altı harften biri olup yerine göre elbette, her halde, şüphesiz, lâcerem, muhakkak gibi bir tahkik ve te'kit manası ifade eder. Razînin naklettiği veçhile Arabın ilk feylesofu sayılan «Kindî» eimmei lisandan imamı Müberrede gitmiş ve ben kelâmı Arabda bir haşiv buluyorum meselâ (........) diyor, sonra (........) diyor. Daha sonra (........) diyor. Bunların hepsi ma'nen bir, arada fazla lâfızlar var demiş, Müberred «hayır demiş haşiv yok, elfaz ihtilâf edince mana da ihtilâf eder. Evvelki doğrudan doğru kıyamı haber veriyor. İkinci bir sualin cevabı oluyor. Üçüncü de bir münkirin inkârına cevap oluyor» diye izah ederek dekaiki lisaniyede feylesofun cehlini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir nazım altındaki maaninin inceliklerini anlatmıya ve bundan zühul edenlerin muhakematı fikriyede münasebetsizliklere düşeceklerini ne güzel anlatır. İmamı belâgat Abdülkadiri Cürcanî der ki, tahkik «inne» te'kit içindir. Bir haber muhatabın zannı hilâfına değil ise «inne» ye ihtiyaç yoktur. Fakat samiin zannı hilâfına bir haber verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar müsteb'at olursa «inne» nin hüsnü o kadar artar ilah...» işte bu ayette de öyledir. Burada evvelen «hüdenlilmüttekin» takyidine karşı hatıra gelen bir suale istinafen bir cevap vardır.

Saniyen bu ayette beyan olunacak mazmunı haber istib'at olunabileceğinden onu te'kit ve takrir vardır. Binaenaleyh bu ayetin «hüdenlilmüttekin» fıkrasına gayet kavi bir münasebet tezat ve tekabülü vardır. Ve bu suretle bu iki ayet, evvelkilerin kasimi olan bir tasnif ifade etmektedir.

Küfür, zammı «kâf» ile aslı lûgatte küfran gibi setri nimet yani nankörlüktür. Bunun aslı da fethi «kâf» ile kefirdir ki, alelıtlak setir demektir. Feth ile olan bu manadandır ki, tohum eken ziraatçiye kezalik geceye kâfir, meyva tomurcuğuna kâfur, kalça etlerine kâfire denilmiştir. Binaenaleyh feth ile kefr, setri mutlak eam, zam ile küfür setri ni'met ehastır. Şer'an küfür ise imanın mukabilidir, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, tekzip ve inkâra ve terki tasdika ve ıztırar ve mani bulunmadığı zaman terki ıkrara da şamildir. İmandaki tasdik gibi küfürde tekzip dahi, kalbî, kavlî veya fi'lî olur. Tekzibi kalbî nasıl küfr ise bilâ ıztırar tekzibi kavlî de öyledir. Hattâ böyle bir tekzibi kavlî daha eşna bir izharı adavet mukaddesatı fi'len tahkir, tezyif, tehzil ve istihfaf, ibtale say etmek eşnaı küfür olduğunda şüphe yoktur, yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de kavlen veya fi'len izhar ve ilân olunan küfre küfür denmemek nasıl mümkin olur, meğerki o izharı kavlî veya fi'lî (........) istisnayı şer'îsi mucebince zarurî bir ikraha mübteni olsun. Tekzibi fi'lî iman ile içtimaı mümkin olmıyan fi'li yapmaktır. Ancak tekzibi fi'lî ile ademi fiil arasında büyük fark vardır. Meselâ namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile haça tapmak her halde küfr olur. Bu noktai nazar olduğundan mucibi küfr olup olmıyacağına ihtilâf edilmiştir. Halbuki tahkir ve istihfaf ifade eden kezalik Mushafı çirkâbe atmak, güneşe secde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek, istihlâli ma'siyet, tahlili haram, tahrimi helâl gibi bizzat eseri küfür, delili küfr olduğu belli bulunan ef'ali mükezzibenin zarureti ikrah yoksa küfr olduğunda hiç ihtilâf edilmemiştir. Biz balâda beyan olunduğu üzere terki amelin ve her ma'siyetin mucibi küfr olmadığına kailiz. Fakat bu mes'ele de pek sui istimal edilmiştir. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki, o teemmül olunursa Havariç ve Mu'tezileden sarfı nazarla hakikatte ihtilâf bulunmadığı tebeyyün eder. Terki amel iki türlüdür. Birisi terki cüz'î, diğeri terki küllîdir. Yani biri terk, biri de terki itiyat etmektir. Meselâ bazan namaz kılmıyan ile terki salâtı itiyat eden arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin hasbelbeşeriye ara sıra bazı tekâsülü bulunabilmek ma'kuldür. Binaenaleyh terki cüz'î küfrolmıyabilir. Lâkin terki i'tiyat eden, kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmıyan ve hattâ kılmamağa azmetmiş bulunanların ehli kıble olduklarına. Allah’a, Peygambere ve Peygamberlere, Kur’âna ve Ahırete, farizai vazifeye imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Hulâsa iman, nesakı tevhit ile bir cümle-i mu'tekadata nakabili tecezzi bir inkıyadı tabiiyet, küfür de onlardan velev birinin olsun bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da küfürdür. İman bir mucibei külliyedir. Küfür ise onun nakizı olduğundan salibei cüz'iye ile vaki olur. Salibei külliyede mütevakkıf olmaz. İman ile küfür sade zıd değil, mütenakızdırlar ne içtima ederler, ne irtifa, arada vasıta, menzile beynelmezileteyn yoktur. Bir insan ya kâfirdir ya mü'min, fasık da fıskına göre bunlardan biridir. İman ile küfür, iki noktai nazarla mülâhaza olunur. Birisi insanın yalnız Allahü teâlâya karşı vaziyeti, diğeri de mü'minlere karşı vaziyetidir, evvelkinde mü'min yalnız Allahü teâlânın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre murakabe ve teftiş eder. Bu noktada hem batınından ve hem zahirinden mes'uldür.

İkincisinde insanların ilmini ve onlara kendini ve ne suretle tanıttığını ve ne gibi muamele izhar ettiğini ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye maruz olması lâzım geldiğini teemmül ederek imanını ve kendini ona göre murakabe ve teftiş eder. Çünkü imanı islâmînin bir hukukullah, bir de hukukı ibat ciheti, bir infirat, bir de içtima haysiyyeti vardır. Allah’a, Peygambere kalbimde imanım var deyip de ibadullaha karşı hep küfür muamelesi yapmak imanı islâmînin şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil insanlardır. Küfretmek lisanımızda sebbi galiz ile sebbetmek manasına da urfolmuştur ki, Arapcada yoktur. Fakat daha ziyade İstanbul lisanında beynel'avam mutearef olan bu mana esasen manayi şer'îden me'huzdur. İptida dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi mucibi küfrolan seblere ıtlak edilirken biraz tamim edilmiştir. Bunun için küfretmek tabiriyle kâfir olmak tabiri beyninde bir fark sezilir.

İnzar, korkulu bir şeyi sakındırmak için bildirmek, yani ileride şu fenalık var sakın diye irşat etmektir.

Hatim, tabi gibi basmak manasınadır. Ve ketm ile de alâkadardır. (........) ile sılalandığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini tevsik için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi nihayete erdirmek manasına gelir. Lâkin bunda (........) gibi bizzat tadiye eder. Binaenaleyh burada evvelki manadan bir istiaredir.

Kalb, yürek ve gönül manalarına gelir, yani kalb iki manaya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir nevi çam kozalağı şekline benzer bir surette -sanevberiyyüşşekil- ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem âsap ve hem adalât ensacının hakikatlerini cami bulunan bir lâhmı mahsustur ki, uruk ve şerayîn bütün damarların köküdür. İçinde butaynleri yani karıncıkları, üzeynleri yani kulakcıkları vardır. İnsanın a'za ve echizesi içinde bizatihi müteharrik olan odur. Ruhi muharrik ondan başlar. Bu, motörü kendinde kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Deveranı dem buna medyundur. Ve maamafih bu hareketin teneffüs ve hareketi rieviye ile de bir alâkası ve muvazatı vardır. Bu kalb, ilmi ebdandan olan İlmi tıbbın ve etıbbanın meşgul olduğu kalbi cismanî ve mekânîdir. Buna biz lisanımızda yürek tabir ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, «kursak aşını yastık başını ister.»

İkincisi, ruhanî bir lâtifei rabbanî olan ve bütün şuur, vicdan, ihtisasat ve idrakâtımızın, kuvvei âkilemizin madeni yani manevî âlemimizin merkezi bulunan lâmekân kalbdir ki, nefsi natıka dahi tabir olunur. İnsanın asıl hakikati bu kalbdir. İnsanın müdrik âlim, arif olan lâyenkasim cüz'ü, muhatap, muatep, mutalep ve mes'ul olan cevheri budur. Bütün benliğimiz evvelâ bundadır. Bunun için idrak eden (ben) idrak olunan (ben) in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, idareme bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basıret bunun nazarı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi telâkki edenler de çoktur, lisanımızda biz buna yine kalb deriz. Balâda gönül denildiğini de söylemiştik, çünkü gönlümden geçti, kalbimden geçti, zihnimden geçti, aklımdan geçti dediğimiz zaman hepsinde ayni manayı kastederiz. Bununla beraber kalb ile gönlü fark ettiğimiz noktalar da vardır. Meselâ kalbin çürük deriz de ayni manada gönlün çürük demeyiz. Bazan yürek kelimesini de bu manada kullandığımız olur ki, yürek kelimesini de bu manada kullandığımız olur ki, yürekli adam, şecaatli, kuvveti kalb sahibi adam demektir. Şüphesiz lâmekân olan bu kalbi ruhanînin bütün bedene ve kalbi cismanîye bir alâkası vardır. Fakat ulema ve hükema bu alâkanın veçhini, keyfiyeti taallûkunu evvelemirde ve bizzat bedenin hangi noktasına taallûk ettiğini tayinde hayrete düşmüşlerdir. Bu taallûk evvelâ kalbi cismanîye midir? Dimaga mıdır? Cümle-i asabiyeye midir, cümle-i asabiye ve adaliye mecmuuna mıdır. Yoksa kalb ve dimağ, uruk-u a'sab ve adalât-ü echizesiyle bedenin sureti vahdaniyesine midir? Sonra bu teallûk, a'razın ecsama, evsafın mevsufatına teallûku gibi midir? Bir aleti istimal edenin alete teallûku gibi midir? Bir mütemekkinin mekâna teallûku gibi midir? Her ikisini cami olarak bir kapudanın gemiye teallûku, bir hükümdarın memlekete teallûku gibi midir. Hasılı madde ile kuvvetin alâkası nedir? Ve sonra maddî kuvvetle manevî kuvvetin alâkası nedir? Bunlar felâsifeyi, İlmi ruh erbabını yoran, hayretler içinde boğan noktalardır. Ancak iptidaen olsun, intihaen olsun, evvelen ve bizzat olsun, saniyen ve bilvasıta olsun, failiyet haysiyetinden olsun, kabiliyet haysiyetinden olsun her halde bunun kalbi cismanîye dahi bir alâkası derkârdır. Avamili hissiyede hareketin ehemmiyeti büyük olmasına ve büyük temayülü bulunmasına nazaran bedenimizde harekâtı hariciyenin intibaatından müteesir olan ve onları alan alâtımız, havassı zahiremiz, a'sabımız, dimağımız olmakla beraber bunların cereyanı bedendeki hareketi zatiyemizin kıymetine medyun bulunduğu ve bu hareketi zatiye bizzat müteharrik olan kalbi cismanîde bulunup ondan başladığı ve bunun haleti maraziyesinde infialâtı hissiyyenin, küduratı batınenni alâkası da aşikâr görüldüğü cihetle mebdei hareketle menbaı şuuru birleştirmiş olmak için kalbi ruhanînin ilk alâkasını da kalbi cismanîye rabtetmek hem tabiî, hem de hemen her lisanda denecek derecede ikisinin dahi bir isim ile yad edilegelmiş bulunmasından anlaşılan ittifakı amme muvafık olduğunda şüphe yoktur. Bu hali kabul etmemekte ısrar edenler olursa onların her iki ismin biri diğerinden teşbih ve istiare tarikiyle ahzedilmiş olmasını yani bedende kalbi cismaninın mevkii ne ise ruhta da kalbi ruhanînin mevkii o gibi olduğunu tasavvur edebilirler, akıl ile kalbin alâkasını da akıl kelimesine bırakalım.

Kur’ân’da, İlmi kur'anda, İlmi dinde, İlmi ahlâkta Edebiyatta kalb denilince bu ikinci mana kastedilir, temiz kalbli adam, kör kalbli adam, kalbi bozuk, kalbsiz gibi tabirlerde kalbden ne anlıyorsak burada kalbden de onu anlıyacağız ki, iman bilgaybde marifetullahta bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük ehemmiyeti vardır, her şeyi bu kalb ile duyup da bundan bunun tarzı vücudünden gafil olanlar, bunu mülâhaza edemiyenler, din hususunda putperestlikten göz önündeki cismaniyete tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalbler işte onlardır.

Gişave perde demektir.

TEFSİR VE TEVİL

 

 

 

 

Ana Sayfa (Kur'an-ı Kerim) Aynı Pencere

Geri

 

(Ö :  M :1942  H :1361)

 

ELMALILI - ORİJİNAL - (TÜRKÇE)

 

HANEFî

 

İleri

Sayfayı Büyüterek Aynı Pencerede Aç