BAKARA SURESI
ELBAKARE SURESİ (........)
Medenîdir. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi vesellem Efendimizin Medineye
hicretlerinden sonra ilk nazil olan suredir. Bununla beraber bütün kur'anın en
son nazil olan (........) ayeti de bundadır.
Demek ki, Medinede ilk nüzule başlıyan ve en sonra tamam olan bir surei
celiledir. Fatiha mazamini kur'anı icmalen müştemil olduğu gibi bu da ekseri
ahkâmını tafsıl cihetinden öyledir. Bu iki haysiyetledir ki,
(........) Hadîs-i şerifleri varit olmuştur.
Kezalik Resulullah Efendimize bir gün
bir melek geldiği sırada «müjde, sana iki nur verildi ki, senden evvel hiç bir
Peygambere verilmemişti:
Fatihatülkitab ve havatimi suret-il-bakara» diye tebşir ettiği rivayati
sabitedendir. Bu surei celilenin lisanımızda umumiyetle en meşhur ilmi «baş elif
lâm mim» yahut «büyük elif lâm mim»dir. Asıl ismi hassı ikidir. Sûretül-bakare,
süretül-kürsî. Elif lâm ile elbakare, Beniisrailin bakaresi demek olduğundan
sade «bakare» kelimesinde bu manaya işaret kalmıyor. Beniisrailin işbu bakare
kıssası yalnız bu surede zikredilmiş olduğundan bu tesmiyeye sebep olmuştur ki,
bu tesmiyede bakare kıssasının ehemmiyetine hususî bir tenbih vardır. «Elkürsî»
kürsiyyi ilâhî demektir. Bu isim de âzamı ayat olan ayetülkürsînin bu surede
bulunmasındandır. Bunlardan başka bu surenin biri has biri müşterek iki de
lâkabı vardır. Evvelkisi Senamül kur'an, ikincisi
Ezzehradır. (........) = her şeyin bir senamı
-bir hörkücü bir zirvesi- vardır. Kur’ân’ın senamı da elbakare
suresidir» hadîsi ve
(........)
= iki Zehrayı, elbakare ile âli İmran surelerini okumağa devam ediniz» hadîsi
ile ifade buyrulmuştur. Demek Kur’ân bir cismi zi hayata teşbih edilecek olursa
Fatiha başı, elbakare gövdesinin en mühimmi diğer sureler sair azası, echizesi,
etrafı mesabesindedir. Filvaki Fatihada dahi söylediğimiz veçhile maanii
kur'anın inkişafatındaki münasebatı en ziyade ilmi beşerin henüz künhüne
eremediği ilmi hayat tenasüplerine ve ekmel bir cismi zi hayatın ahengine
benzer. Bunu maddiyet ve maneviyeti tam bir insanı ekmele benzetir, onu da
vücudi Muhammedî olarak tasavvur ederseniz tertibi kur'andaki lâhutî san'atın
bir misalini mülâhaza etmiş olursunuz ve malûmdur ki, bir zi hayatın ilk
teşekkülündeki nizamı tertip, teşekküli kâmilindeki nizamı tertibin ayni
değildir. Bunun gibi kur'anın nüzulündeki tertibi ile cem-ü kitabetindeki tertip
dahi biribirinin ayni değildir. O tam bir nizamı nümüv ile yirmi üç senede
peyderpey inkişaf etmiş ve bittabi hasılındaki nizamı kül, nizamı nüzulden başka
olmuştur. Filhakika surei Fatihadan sonra hangi sureyi alacak olsanız bu
tertipteki tenasübi ekmeli bulamazsınız. Çünkü Fatihadaki «ihdina» duasından
sonra (........)
alınız işte hidayet diye tam bir cevabıdır. Ve bu cevap bütün kur'ana şamildir.
Binaenaleyh Fransa hükûmetinin bu senelerde yaptırdığı yarım bir kur'an
tercemesinde gûya Avrupalıların fikrine, mizacına takrip için surelerin bu
tertibi ekmeli alt üst edilerek Fatihanın başa, Elbakarenin nihayete alınması,
bir nevi tahrif maksadına mübteni değil ise her halde tenasübi hakkı
anlamamaktan mütevellit bir tahakküme mağruranedir. Bu tıpkı bir endama bakıp şu
başın altına bu sine bu gövde konulmamalı idide bunun yerine parmaklar, eller,
kollar, ayaklar, bacaklar vazedilmeli idi gibi tertibi fıtrîde
(fizyolojide) tahsihata kalkışmağa benzer.
MÜNASEBAT VE İCMAL
Elbakare suresinin zatında sevkı küllîsi,
Fatihada taleb edilen hidayetin cevabı küllîsi olmakla mecmuı kur'anın da sevki
küllîsidir ki, bu ilk ayetinde zahirdir. Kur’ân’ın hikmet ve gayei nüzulünü de
tazammun eden bu irtibat ve münasebetten sonra
(.......) umumî bir faslı hıtabın esasını mutazammındır.
(........)
den (........) ayetine kadar ilk hıtabı ilâhî
evvelen ve bizzat Resulullah Efendimizedir.
Bu hıtabta insanların kabiliyeti hıtap ve hidayet noktai nazarından haleti
ruhiyeleri itibariyle bir tasnifi vardır ki, bu tasnifi evveli Fatihadaki
mün'amü aleyhim, mağdubi aleyhim, dallîn tasnifi nihaîsine sureten şebih ve
manen alâkadardır. Çünkü nimet, hidayetin, hidayet te kabiliyeti hıtabın
fer'idir. Kabiliyeti hıtap velev mütefavit olsun her insana fıtrati ulâ
itibariyle bahşedilmiş bir rahmeti ilâhiye ise de suiistimal ile itiyat neticesi
olarak ademi kabiliyet te bir tabiat halini iktisap edeceğinden makamına göre
kabiliyeti hıtabın ve muhatabın tayini, her hangi bir irşadın ve müfit olması
matlup olan her kelâmın şartı aslîsidir. Bunun için İlmi ruh, Belâgatin, İlmi
edebin erkânı olan tasarrufatı lisaniyle ve mantıkıyeden mukaddem bir şart
evveldir. İşte Cenâb-ı Allah
Sûretülbakarenin başında evvelâ Resulüne hıtab
ile bu şartı irşadı talim buyurmuş, ve ilk önce mebhasi ilim noktai nazarından
bizzat Resulüne teminat bahş ettikten sonra umumun fıtrati aslîsindeki
kabiliyeti hıtabı tehyiç eden ve şeraiti imanı muhtevi bulunan bir tenvir ile
söze başlamıştır. Kur’ân’ın dibacesi makamında bulunan bu tasniften sonra iptida
(........)
ayetinden itibaren (........)
misakı ubudiyetinin teklif ve icabını tasrih ederek rabbülâlemîn icmalindeki
isbatı ulûhiyyet ve rububiyyet delillerini en geniş hikmetleri icmal eden bir
üslûp ile fezleke eder ve onun akibinde nübüvvet münkirlerini ilzam eden i'caz
dellini serd eyler ve burada sirri ubudiyet olan inzar ve tebşiri icmal ederek
yevmi dinin mükâfât ve mücazatını îcaz ile bir tasvir eder. Müteakıben beyanatı
ilâhiyenin üslûbuna ait bir ıhtardan sonra fıtrati beşerin kıymetini tesbit ve
hılkati beşere doğru ircaı nazar ettirir ve hılkati Ademdeki bedaati, hikmet ve
gayeyi, ta'limin, ilmin, lisanın, iman ve tâatın ehemmiyetini ve netaicini,
Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki zenbi aslî nazariyesinin mebdeini telkinden sonra
Yahudiyet ve Nasraniyet gibi iki milletin menşei olan Beni İsraile tevcihi hıtap
ile mazideki mevkilerini faziletlerini esbabı nimetlerini ve iman ettikleri
kitabın hükmüne göre en şayanı dikkat kıssalariyle mağdubü aleyh olmalarına
sebep olan cereyanı ahlâkîlerini tasvir ve bu miyanda Dini islâmın itikadî,
ahlâkî, hukukî, içtimaî bazı esasatını tesbit eder. Badehu müminlere tevcihi
hıtap ile bazı usul takrir ederek ehli kitaptan Yehud-ü Nasaranın müşterek olan
vücuhi dalâline ve aralarındaki husumet ve münaferete tenbihten sonra bu gadab-ü
dalâlden halâsları için bir Hazret-i Adem evlâdına yakışacak hissi uhuvvetle
esası tevhit dairesinde bir ruhı içtimaî iktisap etmek üzere tarikı hakkı irae
ve hasleti İbrahimi, binaı Kâbeyi, vasıyeti Yakubu ıhtar ile lâakal milleti
İbrahimiye esası üzerinde bir cismi içtimaî teşkil etmelerini teklif etmiş ve
birinci cüzde bu esasları takrirden sonra
ikinci cüzden itibaren haldeki sıratı müstakime ve âlemine nümunei imtisal
olacak olan milleti islâmın teşkilâtına, ahkâm ve kavanini asliye ve
fer'iyesinin bilhassa beyanına geçmiş ve cismi içtimaîyi teşkil eden salât ve
hac hakkında tahvili kıbleden başlıyarak hayatı tayyibe için sabr-ü tahammül ve
sebat ve saire gibi mehasini ahlâka ve envaı birr-ü hayra, esbabı refaha helâl
ve haram, habis ve tayyib vesaili maişet ahkâmına, salât, hac, sıyamı ramazan,
zekât ve alelûmum sadakat ve nafakata, cihad gibi usulî ibadata, fitne, katli
nefs, hamir, kumar, zina vesair bu gibi kebair ve fücurun zem ve men'ine, kısâs
ve mukabele bilmislin meşruiyetine,
eytam ve emvali eytama, münakehat, hayz
gibi ahvali nisa, talâk, ıddet, nafaka gibi aile ahkâmına, gerek ilim ve gerek
silâh ile müdafaat ve mücahedatı ammeye, enbiayı kiramın meratibi faziletlerine,
kudret ve azameti ilâhiyenin hakikatine, mucizatı enbiyaya dair makasıdı asliye
beyan etmiş, esasatı hukukiyeye, hikmet ve teavüni ıktisadî hakkında teşvikata
ve zemmi ribaye, müdayenat, kâtibi adil, şehadet, rehin vesaire gibi muamelât
esaslarına ve nihayet Hazret-i Peygamberin
leylei miracdaki sureti iman ve akd-ü misakiyle din islâmın hakikati imaniye ve
teklifiyesini telhıs eden bir hatime ile hitam verilmiştir. Ve bunların her
birini makamına ve esbabı nüzulüne göre öyle mütenevvi ve müessir üslûbi beyan
ile ifade etmiştir ki, bir taraftan her ayeti ve belki her kelimesi bir kitaba
mevzu teşkil edecek cemiyeti maaniyi ihtiva eyler.
AYETLERİ
Küfiyyun tadadında iki yüz seksen altı,
basriyyun tadadında iki yüz seksen yedi, hicaziyyun tadadında iki yüz seksen
beş, şamiyyun tadadında iki yüz seksen dörttür. Bu tadat ihtilâfı, kıraette
olduğu gibi bazı ayet başlarında rivayetin taaddüdündendir.
Çünkü mukaddimede beyan olunduğu üzere
ayetlerin fasılaları ve adetleri de tevkifî ve naklî olduğu müttefekun aleyhtir.
Bizim kıraetimiz olan Âsım kıraeti kûfî olduğundan tadadı kûfî ahzedilmek
evlâdır. Kelimatı altı bin yüz yirmi, harfleri yirmi beş bin beş yüzdür.
FASILALARI - (........)
yedi harftir. (........)
fasılası yalnız (........)
ayetinde (........)
fasılası da yalnız iki yüzüncü ayetin nihayeti olan (........)
dadır. Bu fasılaları müfessirini kiram kalk düşünelim demek olan
(........)
remzile hulasa etmişlerdir.
1
Bulunduğu altı surenin hepsinde birer
ayettir. (........)
dahi bir ayettir. Lâkin (........)
bir ayet sayılmıyor (........)
dahi bulunduğu beş surenin hiç birinde ayet değildir,
(........)
ikisindede birer ayettir. (........)
ayet değildir. lâkin (........)
birer ayet (........)
dahi hepsinde birer ayet (........)
iki ayet (........) bir ayettir.
(........) birer ayet değildirler.
Ve bu tadat kûfiyyun rivayetidir. Basriyyun yirmi dokuz surede
bulunan işbu mukattaattan hiç birini bir ayet olarak saymamışlardır. Ayet
mes'elesi kıyasî değil tevkifî bir ilim olduğundan bu ihtilâf vücuhi kıraet
gibidir. Ve bu suretle Elbakare suresinin muhtelefün fih olan ayetlerinden
birincisi (........)
dir.
Kitabette bir kelime gibi yazıldığı halde
kıraette tadat suretiyle elif lam mim diye üç kelime olarak okunuyor. Bu üç
kelime manalı birer isimdirler. Delâlet ettikleri manaları da müsemmaları olan
hurufi basitedir. Bu harfler kelimelerin maddesi olan ve hurufı mucem, hurufi
mebani, hurufi heca tesmiye olunan tek seslerdir ki, (........)
gibi nukuş bunların hat denilen alâmetleridir. O isimler esasen bu
seslerin olduğu halde bu nakışlara da ıtlâk olunur. Her isim, başındaki ilk
sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir nevi resmidir.
Arapçada mahreci muhakkaka müstenit aslî olarak yirmi sekiz harf ve bunların
yirmi sekizde ismi ve nakşı basiti vardır. Bunlardan başka bir de mahreci
mukaddere müstenit olup bizzat okunamıyan tebaî bir harf daha vardır ki, buna da
lam elif denilir. Ve alelekser elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze
denilir. Lam elif bitteba okunan bir harfi meddir. Makablindeki harfin harekâtı
selâsesine tabiiyeti itibariyle üç hali bulunduğundan hurufi med «vav, ya, elif»
nami müstearlariyle üç olarak gösterilir. Binaenaleyh aslî ve tebaî müsemmayı
huruf, hakikaten yirmi dokuz ve hükmen otuz bir addolunur. Yirmi dokuzuncusu
ancak terkipte okunabildiğinden (........) ile
gösterilir ki, otuz bir adedini de ifade eder.
Harflerin işbu infirat ve besatet halleri elif ba ta diye
bir bir sayılarak anlatılır ve (........) diye
mukatta olarak yazılır. Bunun ismi elifbadır. Bil'akis kelimelerde olduğu gibi
terkip hallerini anlatılacağı zaman da (........)
suretinde yazılır ve kendi basit seslerile okunur.
Halbuki (........) ebced
gibi yazıldığı halde elifba gibi okunur. Demek ki, ikisininde haysiyetini cami
olarak hurufı hecanın daha mükemmel bir unvanı gibidir. Okunuşuna nazaran manası
sarihtir. Fakat yazılışına nazaran ebced gibi mühmel ve mübhem bir kelime
görünür. Gerçi yazılış elifba gibi okunmayıp ebced gibi okunsa idi
(........) ilah... vücuhi muhtemelesile manalı
bir kelime teşkil edecekti. Lâkin böyle yazıldığı halde elifba gibi okunması
bundan bir mana çıkarmayı işkâl etmektedir. Bu iki haysiyetin böyle içtimaından
yeknazarda anlaşılır ki, burada biri zahir, biri batın iki mana melhuzdur. Acaba
matlubi aslı hangisidir? İşte müfessirini kiram bu iki noktai nazardan hareket
ederek bir kısmı mukattaati süverin manayı muradı malûm olabileceğine, bir kısmı
da olamıyacağına kail olmuşlardır.
Malûmiyet veya imkânı malûmiyete zahip olanlar başlıca iki
zümre teşkil ediyorlar:
1- Bu isimlerin manaları malûmdur. Bunları iptidayi hitapda
tadattan maksat, bütün hurufi hecayı elifba ve ebced haysiyetleriyle ihtar ve
bunlardan teşekkül eden kelimat ve kelâme nazarı dikkati celbetmektir ki, bu
ıhtar ve tenbihi müteakıp işte kitap demek lisanın maddei asliyesini göstererek
bir tahaddi ilân etmek ve i'cazı kur'ana telmih eylemek olduğunu beyan
etmişlerdir. Ve bu zümredeki ekseri ulema, bu üç harfin mecmuu bu sureye veya
kur'ana bir isim olmasını da tercih etmişlerdir.
2- Manayı muradın kelimatı selâsede değil müsemmeyatında
yani terkip haysiyetinde ve tabiri âharle kitabet haysiyetinde aranmak lâzım
geleceğini ve bunların bir manayı remzîsi bulunduğunu ve lisanı Arapta bunun
misalleri bulunabildiğini söyliyenler vardır. Bu da başlıca iki esasta hulasa
edilir:
Birincisi, kasr-u terhım
tarikidir ki, şairin
(........)
«mısraında olduğu gibi» vekaftü «kelimesinden kaf harfiyle
iktifa etmesi, kitabette misali de meselâ Ahmet yerinde bir
(........) elif yazılması bu kabildendir. Ve bu
suretle hurufi hecanın her biri, evvelinden, ahirinden, ortasından bir veya
müteaddit isimlere remzolabilir. Filvaki (........)
cem'edildiği zaman (........) isminin hasıl
olduğu görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle Esmaullaha veya
saireye tahlilî veya terkibî remizler mümkin bulunuyor.
İkincisi, ebcedin hisap
tariki ve şifre usulüdür.
Zahir ve batın iki haysiyetin ikisini de mülâhaza etmek
lâzımdır. Ve manayı muradı aramak için bu tariklerin, bu manaların, hepsini
cemetmek ve ihtimalâtı akliye ve tabiiye ile daha ileri gitmek ıktiza eyler.
Bunda ise maani müteşabih olur. Tayini murada imkân bulunamaz.
(........)
Sanki elmalûmülmechul terkibi gibi bir mana ifade eder.
Ve bu mana hakikat ve esmaı ilâhiyeye kadar gider. Ve bu
tefsirin hasılı (........)
mazmununa müntehi olur ki, bu da bize ilmi beşerînin başında daima künhüne
erilmez bir mebdein vücudünü talim eder.
Filhakika hem dirayeten ve hem rivayeten bu
noktai nazarların hiç birini feda etmiye imkân yoktur. Zira mukattaâtı süverin
kıraeti ve hey'eti umumiyesindeki münasebat ilk noktai nazar hakkında pek büyük
bir karine teşkil etmektedir. Elifba gibi okunan mukattaâtı süver,
evvelâ elifba harflerinin yirmi dokuz sayısına
müsavi olarak yirmi dokuz surede mevcuttur.
Saniyen
yirmi sekiz ismin tam nısfı bulunan on dört harf ismi
(........)
intihap olunmuş ve o suretle intihap olunmuş ki, bu nısıf bütün hurufun sıfat
itibariyle müteaddit taksimatındaki aksam ve envaından her birinin nısfını ve
bazı ehemmini muhtevi olduğundan zikrolunmıyan diğer nısfı tamamen mağlûp ederek
mecmuı hurufu lehcei asliyesiyle, tecyidiyle göstermiş bulunuyor ki, tefsiri
Kazıde dahi musarrah olan bu tasarrufatın tafsılinden sarfı nazar ediyoruz.
Salisen,
me'huz olan bu harfler, müfret ve mürekkep olarak surelere o suretle tevzi
edilmiştir ki, bunda lisanın Sarf ve Nahiv itibarile taksimatı esasiyesine büyük
bir alâkası vardır. Kelimenin aksamı selâsesi, birliden beşliye kadar kelimatın
ebniyei asliyesi, mücerret ve mezit taksimatı, mezit binasının yedi harfı
tecavüz edemiyeceği, rubaî ve humasîde asıl ve mülhak taksimi ve daha bazı envaı
taliyesi bunlardan okunabilir. Arabın şir-ü belâgati pek yüksek bir mertebede
bulunmasına rağmen lisanın tecvid, iştikak, Sarf, Nahiv ve saire gibi ilimleri
henüz teşekkül etmemiş ve okuyup yazanlarda bile kavaidi lisaniye nazariyyatına
dair malûmat teessüs eylememiş bulunduğu bir zamanda bir nebiyyi ümmî tebliğile
deakikı ilmiyeye ait ibraz edilen ve bil'ahare kavaidi lisaniyenin
vaz'ı esasında büyük bir rehber olduğu da şayani kayit bulunan ve bilvücuh sirri
i'cazı mutazammın olan bu kadar tasarrufatı bedianın delâlet ve iradeden âri
farzedilmesi nasıl kabul edilebilir? Ayni zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu
kadar yüksek bir delâlet-ü iradenin zahirden başka hedefi yoktur demek dahi ayni
karain ile kabili te'lif olmadığı gibi bunlardaki vücuhı delâletten bir çoğunu
ihmal eylemek demektir. Binaenaleyh asıl manayı murat zahir ve batın, Elifba ve
Ebced noktai nazarlarının cem'indedir. Delâleti lâfziyeden delâleti akliyeye ve
oradan delâleti tabiiye ve zevkiyeye intikal ederek ânatı vücudün hepsini
nazardan geçirmek ve hiç birinde tevakkuf etmeyip aslı vücudün sirri tekvinine,
mebdei evvele kadar gitmek ve bu suretle mabadettabiîyi, âlemi gaybı bir lâhzada
mütalea edip ilm içinde itirafı cehl-ü acizden sonra kemali iman ile irşadı
ilâhîye müterakkip olmak işte müteşabihat denilen mukattaâti süverin faidei
hitabı iptilâi rasihîn denilen bu namütenahi manada müncelidir.
Hakikati beşeriye, idrak ve tebliğı
idrakdadır ki, biz buna mantık ve lisan tabir ederiz. İdrak bizzat maani ile
tebliği idrak da kelimat ile, kelimat ise asvat ile cereyan eder. Demek ki,
asvat, kelimat, maani, erkânı lisandır. Kitabet ise lisanüllisan demektir. Ve bu
sebeple lisan ve kitabet beşeriyette terakkiyatı ilmiye ve ameliyenin mebnayi
aslîsidir ve herkesin malûmudur ki, Elifba harfleri denilen asvatı müfrede ve
basita bütün lisanların maddesi, bunların eşkâli hattiyeleri de kitabetin
üssül'esasıdır. Bunun için bir lisanın Elifbası ne kadar mazbut ve muntazam,
telâffuzu, lehcesi ne kadar fasıh ve dakik, kavaidi tasrif ve terkibi ne kadar
metin ve ilmî, vücuhi delâlet ve ifadesi ne kadar vasi ve amik ve tabiî, imlâsı
da ne kadar sabit ve muttarit ise. o lisan o nisbette yüksek ve o nisbette
mütekâmildir. Binaenaleyh ta bidayetinde kıraet ve kitabete tergib emrile nazil
olmağa başlaması ve başlarken dini islâma gelinceye kadar ahiri edyan olan
Hıristiyanlığın teslis dalâletine parçalarcasına Ahadı hakikîden ve vahdı
itibarî olan ikiyi, tabiri aharle vücudi Haktan ruh ve cisim isneyniyetini
yeknazarda farkettiren (........)
şekli kitabeti ile Allah ve âlem nisbetini açıktan ilham etmesi ve bundan başka
Yehudîliğin ismi söylenmez diye tanıdığı mabudı ekberin ismi a'zamına da telmih
etmiş olması ve daha söylerken aksayi siyneden dudağın ucuna kadar bütün hurufun
maharici külliyesine muntabık üç mahreçten tertibi mahsus ile çıkarak insana
kendini tarttırıp tanıtacak olan elif lâm mim harflerini düşündüre düşündüre
okutması ve bu arada Ruvakiye felâsifesinin Elifba delili tabir edilen isbatı
ilâh deliline de işaret etmiş bulunması ve bu delâlât ve telmihattan sonra da
akıl ve fikri beşeri sirri lisan içinde asvattan kelimattan maaniye, maaniden
eşyaya, eşyadan sirri tekvine ve mebdei vücude ve ilmi ilâhîye kadar götürmesi
bu kitabı celilin mebdeden müntahaya kadar hidayeti beşeriyeyi tekeffül ettiğini
büyük bir belâğatle ifade etmektedir.
Ey mütefekkir! (........)
remzine bak ve meharici hurufa riayet ederek elif lam mim diye oku, okurken
kendini bir tart, ruhundan cismine, batınından zahirine, sinenden dudaklarına
doğru yokken var olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir
elifba, ebced okurcasına bütün hurufi hecayi müsemmalariyle hayalinden geçir ve
düşün. Esasında hiçbir manâsı olmiyan bu münferit ve basit seslerden, layuhsa
manâyi hamil olan kelimelerin ve bu kelimelerden kelâmların ve bu kelâmlardan
kâinatı ifade eden kütübi celilenin sureti husulünde nasıl bir kudret ve nasıl
bir sirri tekvin gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki, âlemde her manâ, her
feyz, her terakki, her kemal, her ümit bir nizamı içtimaîye hem de vaz'ı
lâyikiyle bir nizamı içtimaîye medyundur. Kendi kendine hiçbir manası, hiçbir
kuvveti, hiçbir tezahürü olmiyan mevaddı basite eczai münferidesi lâyık
oldukları bir nizamı içtimaîyi buldukları zaman onlardan kimyalar, hikmetler,
hey'etler, hayatlar fışkırarak şu gözümüzün önündeki kâinatı şuhut teşekkül
ediveriyor.
Kezalik kendi kendine hiçbir manâsı, hiçbir
kuvveti tezahür edemiyen insan ferdleri de yerli yerinde mükemmel bir nizamı
içtimaîye mazhar oldukları zaman da onlardan dünyaları teshir eden hey'eti
içtimaiyeler milletler, devletler meydana gelir, taş, ağaç kovuğundan çıkamiyan
o fertler kürei arzın bir ucundan diğer ucuna gidip gelmekle kalmayup göklerde
bile fütuhat yaparak ve âleme envarı hakk-u ma'delet saçarak saadete
garkolurlar. İşte elifbanın o basit ve manâsız harflerine o namütenahi maaniyi
ifaza eden nizam ve vaz'ı içtimaî sana kainatın sirri tekvinini baştan başa
mutalea ettirecek bir miftahi hidayettir. Düşün ve düşün bu besait nereden geldi
ve bunlara o nizamı içtimaîyi kim ve nasıl verdi? Sen seslerden kelimeyi,
kelimeden maaniyi, maaiden eşyayi okuyup görebiliyorsan böyle ma'dumun mevcut,
manasızın manâlı olabilmesi, ayrı ve müteferrık şeylerin birleşip bir kül teşkil
edebilmeleri, bütün bunlar üzerinde minelezel ilel'ebed hâkim ve muhıt bir
kudreti vahdaniyenin delil ve bürhani olduğunda tereddüd edebilir misin? hayır
edemezsin ve etmek için kendinde hiçbir hak göremezsin, o halde sen başka şeye
bakmamalısın, o menbaı cuddan kendin için de metin ve müstakim bir nizamı
içtimaî aramalısın, batın ve zahirinle ona arzı teslimiyet etmelisin ki,,
istediğin hidayet ve saadeti bulasın. Düşün sade o nizamı ve o nizamın seyri
şu'ununu düşün ve bütün bunları o ehadı muhıt olan menbaı cude ermek için düşün.
Fakat sakın onun hakikatine ereceğim, onu ve onun ilm-ü kudretini ihata edeceğim
diye uğraşma. O noktaya geldiğin zaman acz-ü cehlini
itiraf et. Et de (........)
oku, Allahü âlem de. (........)
diye arzı iptihal eyle. O zaman sende ne şek kalır ne ıztırap ne buhran kalır ne
kuşku.
Bu izahattan sonra anlaşılır ki, bu bapta
İbn-i Abbas Hazretlerinden mervi olan vücüh
içinde (........)
demektir» Te'vil veya tefsiri yalnız mânayi remzî olarak değil, ayni zamanda
faidei hıtabın hasılı olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki, bu mana
mebdeinde değil müntehai tefekkürde verilmelidir. «Her kitapta Allah’ın bir
sirri vardır. Kur’ân’daki sırrı da sure evvelleridir» mealinde Hazret-i ebi
Bekirden mervi olan ve «her kitabın bir safvesi vardır ve bu kitabın safvesi
-zübdesi- de hurufı teheccidir» diye Hazret-i Aliden mervi olan beyanatı âliye
dahi bihasebilmeal obirinden başka değildir. Hattâ yine Hazret-i Aliden mervi
olan (........)
esmai ilâhiyedendirler» kelâmı da bu cümlelerden hariç bir mana değildir. Ve
hepsine şamil olduğu için mukattaatı süver müteşabihattandır.
Müteşabihat denildiği zaman manasız bir
ibhami küllî iddia edildiğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder müteşabihat
manasız ve mühmel değil, kesreti maaniden dolayı muayyen bir murat tayini mümkin
görünmiyen ve daha doğrusu ifade ettiği hakaikı muhita zihni beşerle kabili
istiap olmadığından dolayı mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir beyandır ki,
hakikat, mecaz, sarih, kinaye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi vücuhi beyanın
mecmuunu havidir. Bunun için balâda buna «elmalûmül mechul» ifadesini arzetmiş
idik. Zaten kelâmda ibham mevkiine göre en büyük vücuhi belâgatten birini teşkil
eder. Her şahıs her manaya muhatap olamıyacağı gibi bütün ilmi ilâhînin ifham..
ve tebliğine alelûmum beşeriyetin kudreti dahi mütehammil değildir. Ulûmi Enbiya
bile ilmullaha müsavi olamaz (........)
Bu hakikat tefaslı hıtap olarak ancak
(........)
gibi bir ifade ile tefhim edilebilir. En âlim insanların bilmedikleri ve
bilemiyecekleri neler vardır. Hükema derler ki, ilmin başı hayretdir. Bu itibar
ile de Kur’ân’ın başında irşat ve hidayetin bidayetinde böyle hayretengiz bir
tebliğin beliğ bir kuvvei teshıriyesi vardır.
Ayâtı Kur’âniye bidayeten nazil oldukça
aleyhisalâtü vesselâm Efendimiz bunları nase okur, tebliğ buyururdu. Fakat buna
muarazadan aciz kalan küffar (........)
derler, «sakın şu kur'anı dinlemeyiniz, okundukça gürültü ediniz. Belki bastırır
galebe edersiniz» derlerdi ki, hâlâ müessir ve ciddî sözler karşısında böyle
yapmak küffarın mizacıdır. Razî vesaire
tefsirlerinde İbn-i Revme ve Kutrubtan rivayet olunduğuna göre mukattaatı süver
nazil olduktan sonra okunduğu zaman nazarı dikkat ve hayretlerini celbettiğinden
o küffar dahi dinlemek temayülünden kurtulamamışlar ve gürültüden vazgeçerek
kur'andan muntefi olmuşlardır ki, bu fıkra bunların bilhassa bir
sebeb-i nüzulü olarak kaydedilmek iktiza
eder.
Başta celbi hayret faidesi mühimmesi
Fatihanın evvelinde bulunmak lâzım gelmez mi idi diye bir sual varidi hatır
olur. Fakat şunu bilmek lâzımgelir ki, ilk şuur, hayretten mukaddemdir ve
Kur’ân’ın gayesi de evvelen ve bizzat ilim ve hidayete müteveccihtir. Fatiha
(........)
ile beşlasa idi bu iki mühimme fevt olurdu. Ve hatta Fatihadaki vuzuhiyle mebdei
tevhid üzerinde ahd-ü misak yapılmadan evvel bu suret müfit olmaktan ziyade
muzır olurdu.
Bu vücuh ile beraber bu mukattaatın
bulundukları sureye dahi bir isim gibi delâlet etmelerine hiç bir mani tasavvur
olunmamak lâzım gelir. Nitekim (........)
ın manayı muhkemi surenin de ismi olmasına mani olmamıştır.
I'RAP - Elif lâm mim isimleri
evvelâ zahirleri veçhile tadat mevkiinde
bulunduklarından i'rapları yoktur. Çünkü müfredatı madude, cümle-i iptidaiye
gibi i'rapsızdır. Maamafih aralarında mübteda, haber olmaları melhuz bulunduğu
gibi mecmuu bir isim veya isim mevkiinde mülâhaza edilerek bu elif lâm mimdir
mealinde mahzuf bir müptedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut kasem ederim
gibi bir fili mahfuzun sarih veya gayri sarih mef'ulü bihi olmak ve nihayet
mecmuu mübteda ve (........)
cümlesi haber yapılmak dahi melhuzdur bu miyanda nasb ı'rabı işbu hurufa nazarı
dikkati celbetmek noktai nazarından eblâğdır ve bunda manayı kasem daha
kuvvetlidir. Şu kadar ki, bunu hepsine tamim taraftarı değiliz.
Bu izahattan sonra bilhassa şunu nazarı
dikkate arz etmek isteriz:
Elif lam mim isimlerinin müsemmaları olan
hurufi heca seslerine delâlet ettirdiğinde hasbelluğa iştibah edecek bir cihhet
yoktur. Fakat bu sesler alel'ıtlâk sesler midir? yoksa bir ahdi ve bir
hususiyeti haiz muayyen sesler midir? bunu düşünmek ıktiza eder. Bu nazmın
bedaati iptida bir garabetle tecelli ederken bu seslerde bir ahid, bir hususiyet
hissetmemek de mümkin olmiyor. Evvela elif lam harfı tarif manâsını ifhamdan
hali kalamaz.
Saniyen
mim dahi lûgâtı Arebin bazısında lam yerine harfı tariftir.
(........)
hadîsi (........)
demek olduğu malumdur. Binaenaleyh bu seslerin alel'ıtlâk hurufi heca sesleri
değil, bir garabeti bedia içinde hassiyeti mahsusa ile malum ve mahut bir takım
sesler olması pek mütebadırdır. Ve tayine karine de vardır.
(........)
den ta (........)
nidasına kadar bu surenin başındaki hıtabın evvelen ve bizzat
Resulullaha müteveccih olması ve bir de
vahyin keyfiyeti nüzulu hadîsleri mülâhaza edilince diyebileceğiz ki, bu sesler
Kur’ân nazil olurken sem'i Muhammedîde bir hususıyet ile çınlıyan ve suver-ü
maanisini kalbi risaletpenâhîlerine takrir-ü tesbit eden vahiy sesleridir. Huruf
ve kelimatın mutat olan tarzı zuhurlarından büsbütün başka bir hususiyeti
harikul'ade ile tecelli eden o lâhutî sesler yalnız
Resulullahın mesmuu ve mahsûsü
olduğundan keyfiyatı mahsusa ve mümeyyezeleri de ancak ona malûmdur.
(........)
nazmı Kur’ân’ı kalbi Muhammedîye tenzil eden o harikul'ade seslerin yalnız
Peygamberce belli olan vasfı
mümeyyizlerini müş'ir alemi cinsleri demek olur. Ve Binaenaleyh Kur’ân’ın veya
surenin bir ismi olması rivayeti bu noktai nazarla pek müfit ve muvafıktır. O
halde manayı dinliyelim:
(........)
Allahu a'lem yâ Muhammed «Elif lam mim» denilince senin derhal anlıyacağın o
harikul'ade sesler, vakit vakit salsalei ceres gibi o lam mim gunneleriyle
kulaklarında çınlıyan vahiy sesleri, teayyünatı şuhudiyeleri insanlar beyninde
ancak sende zuhura başlıyan ve fakat diğer insanlarca da Elifba ve Ebcet gibi
cinsleriyle tasavvur edilebilen o huruf-ü kelimat ve onların medlûlları, hasılı
o isim veya esma yok mu?
2
işte -o kitap, bunda şüphe yok, ayni
hidayet, korunacaklar için
İşte o sesler ve o seslere verilen nizamı
bedi ile sana ve senin kalbine mintarafillah inzal edilmekte bulunan o
(........)
o i'cazkâr nazım ve mana yani o Kur’ân’ıdır ancak (........)
tam kitap, yegâne kitap ıtlâkına seza olan o bürhani hakk-u ahkâm, yahut
(........)
ayetiyle mev'ud olan o ağır ve muazzam kelâmullah ki, badema «elkitab» denilince
Allah’ın yalnız bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap
denilmesi reva olmiyacaktır. -Bunun içindir ki, Müslümanlar beyninde kitap
denilince ancak Kur’ân anlaşılır. Hattâ ehadîsi Nebeviyeye bile kitap denilmez
de sünnet tabir olunur.- şu halde burada kitabın tarifi şu olur:
Peygamberimiz Muhammed Mustafa
sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimize inzal
edilmiş olup her bir suresi i'caz ifade eden ve ondan bize tevatüren menkul ve o
suretle Mushaflarda mektup bulunan nazmı beliğ. Ki, hem mecmuuna, hem bazına
ıtlâk olunur. Yani kül ve küllî beyninde müşterektir. Şer'an bu suretle muarref
olan kitap asıl lûgatte ketb ve kitabet gibi bir zamm-u cemi manasını mutazammın
olarak, hurufu birbirine zammetmek yani yazmak manasına masdar iken urfte mektup
manasına ismolmuştur. Kitabet ve kitap esasen nazmı hattîdedir. Maamafih ibare
dediğimiz nazmı lâfzîye dahi ıtlâk olunur. Evvelkinde kitap bir yere yazılmış
olan yazı mecmuu, ikincide ise yazılan yazı ile ifade olunan ibare demektir.
«Fülan kitap benim kütüphanede var» dediğimiz zaman evvelkini, «fülan kitap
ezberimdedir» dediğimiz zaman da ikinciyi söylemiş oluruz. Şüphe yok ki,
bunların hepsinin altında manaya delâlet muteberdir. Ve her kitaptan maksut o
mananın fehmidir. Fakat sadece manaya -kelâm denilebilirse de- kitap ıtlâkı
mütearef değildir. Hakikati kitap, o manaya dallolan nazım ve nihayet nazım ve
mana mecmuudur. Binaenaleyh işbu kelâmı münzele kıraet itibariyle kur'an,
bilkuvve veya bilfiil kitabet itirabiyle kitap denildiği zaman nazım ve mana
beraber kasdedilmek ve daha doğrusu manaya delâlet eden nazmı lâfzî veya hattî
tasavvur olunmak zarurî bulunduğundan yalnız manaya kur'an veya kitap
denilemiyeceği sühuletle anlaşılır. Çünkü mana ne okunur, ne yazılır, okunan
nazmı lâfzî, yazılan da nazmı hattîdir. Medlûli mahz olan mana ile zihinde
maksut olan suveri elfazı, kelâmı nefsîyi fark edemiyenler kitabı, sadece
manadan ibaret imiş gibi tevehhüm edebilirler. Lâkin mes'ele ilm-ü fen ve
bilhassa İlmünnefis nazarile mütalea edildiği zaman mükemmel, güzel, metin
denilebilen efkâr ve maaninin suveri elfaz ile öyle derin bir iştibak ve
irtibatı görülür ki, lisan dediğimiz o suveri lâfziyeyi alıverecek olursanız
fikirde, manada hiç bir metanet ve itkan bulamazsınız. O yüksek maani ve
efkârdan nişane göremezsiniz. Yani nazım, yalnız, ahare değil mütefekkirin kendi
kendisine bile tefhim ve temyizi manada mühim bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa
idi lisan ve kitabetin terakkiyatı fikriye ve maneviyede büyük bir ehemmiyeti
kalmazdı. Bunun için nazmı lâfzi ve hattî ikisi birden tayyedilmek suretiyle
sırf manadan ibaret bir kitap, bir kur'an tasavvuru mümkin değildir. Ve yine
bunun içindir ki, Cenabı hak meleklere karşı Âdem’e verdiği imtiyazı sade talimi
maani ile değil belki talimi esma ile vermiştir.
Peygamberimize münzel olan da kur'anın
yalnız manası değil, hem nazmı ve hem manasıdır.
Bunda şüphe etmemeli ve asla sui zanne
düşmemelidir. Çünkü bu (........)
dir. Haddi zatinde her türlü şekten âri ve her töhmetten müberradır. Kidaplar
içinde hak kitabullah olduğu bunun kadar kat'iyet ve yakin ile malûm olan ve
sıratı müstakimi bunun kadar gösteren hiç bir kitap yoktur. Bunun ne keyfiyeti
vahiy ve inzalinde bir şüphe, nede tebliğinde bir töhmet vardır. Ey Resuli
kibriya, Gari hıradan beri Ruhi eminin getirmekte olduğu o vehiy seslerini sen
kemali şühud ile dinleyip biliyorsun, senin sıdk-u emanetin de mücerrep ve
malûmdur. Sonra bu kitabın i'cazina da söz yoktur. Zaten ilmi yakinin menşe'i de
evvelâ şühudi tam ve tecribei kâfiye,
Saniyen
bizzat bu şühut ve tercibeye imkân bulunmıyan mevakide haberi sadık ve şehadeti
tarihiye, salisen aklın hüsni istidlâli değil
midir? Binaenaleyh münzili hak, şiarı hak, muhbiri sadık, gayesi mahzı hayır ve
saadeti beşer olan bu kitapta reybe mesağ verecek ne bir cehl-ü gaflet, ne de
bir sui niyyet ve garazı fasit tasavvuruna hak yoktur. Şühut ve tecribeye
eremiyenler için de ilel'ebed delâlet i'caz ile hüsni istidlâl tariki açıktır.
Allahü teâlâ bu kitap ile bunu da
taahhüt etmiştir. Bunun kemalinde, hakkıyetinde, ahlâkıyetinde, nisbetinde
irtiyabe düşecek olanlar iki sınıftan hali olmazlar, bunlar ya cehli mürekkebe
boyanmış, ağrazı mahsusalarından başka hiç bir şeye hissi iltifatı kalmamış olan
mahtumül kulûb muanidini keferedir. Veya cehli külliye inanmış, her hususta
şekkü şüphe ruhlarını kaplamış, idraki hakka, ilm-ü ikana, hüsni ahlâka
erdirecek nuri basıretleri sönmüş, nifakı, sui zannı şiar edinmiş
reybiyyundurlar. Artık bunların şekleri, kuşkuları da tamamen manasız, hükümsüz,
haksızdır. Bu kâfirlerin, münafıkların hallerini de yakında görürsünüz.
Reyb, esasında nefse bir iztırap, bir kuşku
vermek manasına masdar iken, örfi lûgatte bu ıztıraba başlıca bir sebep olan
şekk-ü şüphe manasında istimali galebe etmiştir. Yani reyb, şekke yakın ve fazla
olarak sui zan gibi bir töhmet manasını da mutazammındır. Fakat asıl manası
şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphelidir. Yalnız şüphe kelimesini de bu manada
kullanırız. Burada reyb bütün cinsi ile nefyedilmiş olduğundan reybi ilmî ve
reybi ahlâkî diye tefrik olunabilecek olan şek ve töhmet haysiyetlerinin ikisi
de selbedilmiş ve iki cihetten isbati yakin ile kitabın kemali beyan olunmuştur.
(........)
«zalike» nin ikinci haberi olabilirse de
bir cümle-i mustakille olması daha muhtar ve bir suali mukadder mülâhazasiyle
bir cümle-i istinafiye olması ise daha beliğdir. Bir ferdi feridin bütün cihanı
beşeriyetle ve alelhusus eğrazı faside ile memlû zalum-ü cehul bir cihanı
beşeriyetle mübarezesi demek olan vazifei risalet noktai nazarından Resuli
Kibriya: «yarab, reyb-ü şirk içinde yüzen şu kütlei beşer benim karşıma çıkıp da
bu kitabın hak kelâmullah olduğu ve sana tarafı ilâhîden vahyen inzal kılındığı
ne malûm? bu senin sözün; şairler, muharrirler, müellifler gibi sen de bunu
kendin tasavvurlayorsun ve fazla olarak bir de Allah’a isnat ve iftira ediyorsun
diye bühtane kıyam edecek olurlarsa ben ne yaparım?» diyebilirlerdi İşte
Cenâb-ı Allah böyle bir suale meydan
bırakmamak için «bu bapta hiçbir veçhile irtiyabe mahal yoktur.» Diye sarahaten
teminatı mutlâka bahşetmiştir ki, bunda ruhi
Resulullahın vahyi gerek talâkki ve gerek tebliğde sadıkulva'dilemin
olduğunu tescil ve ilân vardır. Ve bu suretle kitabın lâraybefih olduğunu
tescil, mübelliği olan Muhammedü leminin laraybefih, olduğunu da tescildir.
Yakında (........)
ayeti ve daha ileride (........)
gibi ayetler ile kur'an bu noktaları ber tefsıl müdafaa ve isbat edecektir. Bu
mebde-e İlmi kelâm ve hikmet noktai nazarından baktığımız zaman herşeyden evvel
reyp ve ikan mes'elesine yani ilm-ü marifet nazariyesinin künhüne işaret edilmiş
ve bu baptaki bütün cidali felsefî bir vahyi sarih ile bertaraf edilivermiş
bulundunu görürüz ki, akait kitaplarımızın en başında; «hakaiki eşya sabit ve
bunlara ilim mütehakkiktir» akidei evveliyesinin vaz'ı ve sofestaiye denilen
ehli reyp ve inadın reddi ve esbabı ilmin tahkiki ile söze başlanması da bundan
neş'et etmiştir. Ve yeni felsefelerde en evvel bu noktaya ehemmiyet verdikleri
ehlinin malûmudur. Böyle olmakla beraber ulûm-ü fünunun terekkiyatına rağmen
âlemde gerek nazarî ve gerek ahlâkî reybiliğin vakıt vakıt tevessü etmekte
olduğu dahi inkâr olunamaz. Binaenaleyh beşeriyetin en büyük marazı kalbî ve
ahlâkîsi şüphe ve irtiyap mes'elesinde olduğunu ve saadeti beşer gayesinde bunun
herşeyden evvel lâzım ü l'izale bulunduğunu Kuranıazımüşşan bu suretle iş'ar
ettikden sonra insanları, iman, ilm-ü ikan ile yaşatacak olan tarikı hakkı ve
sıratı müstekimi peyderpey izah ü beyan edecek ve ederken gayb-ü şehadet, yani
makul olan mabadettabia ile mahsûs olan tabiat arasında yakinî olan hakayıka ve
hepsinden evvel tevhidi hakka nazarı dikkati celbeyliyecek ve bütün bunlarda
haysiyeti ahlâkiye ve hassıyeti ameliyeyi umde olarak takip ettirecektir. Bu
nikâtı ilmiye ile surei Bakarenin başı Fatihadan sonra bütün Kur’ân’ın bir
dibacei umumiyesi demek olduğundan tertibi süverin ne kadar tabiî ve ne kadar
ilmî ve derin esbabı ihtiva ettiği tezahür edeceği gibi Hazret-i
Peygamberin muhitı beşerîsi ile bu
hakaikı ilmiye teemmül ve mukayese edildiği zaman da kur'anın mücerret vahyi
ilâhî olduğunda zerre kadar iştibahe mahal olmadığı bizzarure teslim edilir.
Lareybefih olan bu kitap
(........)
müttekilere ayni hidayettir. Dalâletten çıkıp vikayei hakka girmek istidadını
haiz olanlara ahkâmı hakkı bildirecek bir delil,
sıratı müstekimi irae edecek bir
beyyinedir. Tabiri aharle Bu kitapta pek büyük bir hidayeti rabbaniye vardır.
Fakat müttekiler için, zira bundan istifade ederek matlûbe erecek olanlar reyb-ü
şüpheden, şüpheli yollardan sakınarak kendilerini korumak, akibetlerini kazanmak
kabiliyetine malik bulunan müttekilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle
(........)
dır. Alelumun insanları irşat ve tarikı hakkı irae için nazil olmuştur. Lûtf-ü
letafetle yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu davet-ü delâletin mahiyeti
itibariyle şuna buna ıhtisası yoktur. Fakat hidayetten matlûp olan ihtida yani
maksada vusul gayesi halen veya mealen ittika sıfatını haiz olanlara nasip
olacak, kabiliyeti fıtriyelerini zayi etmiş olanlar bundan müstefit olamıyacak
ve belki düçarı husran olacaklardır. (........)
Hüda, hem lâzım ve hem müteaddi olur.
Fatihada beyan olunduğu üzere hidayet, iraei tarik ve îsali matlûp, iki manada
müşterek veya müstameldir ki, birine hidayeti gayri musıle, diğerine hidayeti
musıle tabir olunur. Canabı hakka nazaran biri tarikı musıle delâlet-ü irşat,
diğeri halkı ihtida ve tevfik demektir. Kur’ân’da ikisi de varit olmuştur.
Binaenaleyh binnetice (........)
de hidayeti musıle yani tevfik (........)
de sade delâlet-ü irşat manaları zahir görünür ise de ledettahkik kur'ana muzaf
olan hidayetin hidayeti irşadiye olacağı tebeyyün eder. Çünkü tevfik ve halkı
ihtida sıfatı kelâme değil sıfatı file racidir. Ve burada
(........)
denilmesinin mühim bir nüktesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile vaki
olan irşadı ilâhînin müessir olması ve tevfika iktıran etmesi, muhatap olan
insanların bir fi'li ihtiyarîsi ile adeten meşruttur. Kur’ân herkese tarikı
hakkı sureti umumiyede göstermek için nazil olmuş olmakla beraber herkes bunu
kabul ve ihtiyarda müsavi olmıyacak, bir takımları buna iradesini sarf
etmiyecektir. Çünkü insanlığın esası fıtratinde umumî olan kabiliyeti hıtap bir
takımlarında sui itiyat ile külliyen zail olmuş bulunacağından irşadatı
kur'aniye belâgati kâmile ve hakikati şamilesiyle beraber o gibilerin
kalplerinde bittabi daiyei mahabbeti uyandırmıyacak ve belki aksi tesir
yapacaktır. Bunun için asıl faidei hıtap, hüsni ihtiyara malik bulunan erbabı
istidada ait olacaktır ki, bunlar da ittikası ve lâakal kabiliyeti ittikasi
bulunan müttakilerdir. Binaenaleyh kur'anın hikmeti nüzulü iptida iradei beşerin
inzımamı şartiyle hidayeti ammedir. Fakat şartın tahakkukuna nazaran bu hikmet,
bu gaye hidayeti müttekîn olarak tahakkuk edecektir. Bununla beraber müttekî
vasfı bir vasfi iktisabî olduğu cihetle istikbale nazaran bütün insanları istîap
etmesi mümkin olan bir vasıftır. Bu itibar ile hidayetin maziden kat'ı nazarla
yine hidayeti amme olmasına mani olacak bir tahsıs değildir. Arebe hidayettir
veya Aceme hidayettir denilmiyor. Şu halde (........)
(bu kitap bütün nev'i
beşere hidayet için nazil olmuştur. Fakat bu hidayetten istifadenin ilk şartı
ittikayı ihtiyar etmek, yani korunmayı istemektir. Binaenaleyh evvelemirde
korunmaya talip olunuz ki, felâh bulasınız) mealinde bir
takva tavsıyesini mutazammındır.
İttika, vikayeyi kabul etmek, tabiri aharle
vikayeye girmek. Vikaye ise fertı sıyanet, yani elem ve zarar verecek şeylerden
sakınıp kendini iyice korumak demektir. O halde lûgaten ittika veya onun ismi
olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, hasılı kendini iyi sakınıp
korumak demek olur. Bunun lâzımı olarak korkmak, ictinap ve ihtiraz etmek,
tevakki eylemek manalarında da kullanılır. Tevakkide tekellüf, ittikada sadelik
vardır. En şamil ve en kuvvetli vikaye ise ancak Allah’ın vikayesidir. Zira
vikayei beşer istikbale ve akıbete tamamen hâkim olamadığı gibi halde meşhut
olan elem ve zararların bile hepsine hâkim olamaz. Binaenaleyh iyi korunmak
demek olan hakikati ittika ancak vikayetullaha girmekle tahakkuk edebilir. Gerçi
rahmaniyete ve aslı hilkate nazaran herkesin vikayetullahtan ıztırarî ve tabiî
bir hıssei mevhubesi vardır. Ve o nisbette herkes ittikasız bir vikayei
cebriyeye mazhar olur. Lâkin rahimiyete ve ihtiyarî fiillere nazaran insanın bu
vikayeye şuur-u ihtiyariyle girmesi, yani ittikası dahi şart olmuştur. Demek ki,
vikayei ilâhîyenin her cihetle tamamı tecellisi insanın halden ziyade akıbeti
istihdaf eden hissi ittikasına vabestedir. İşte bunun için şeri'de alelıtlâk
ittika veya takva: İnsanın kendisini Allah’ın vikayesine koyarak ahirette zarar
ve elem verecek şeylerden iyice koruması, tabiriâharle seyyiattan tevekki ve
hasenatı iltizam etmesi diye tarif olunur ki, hakikî haşyet ve mahabbet ile
alâkadar olarak biri vücudî diğeri ademî iki haysiyeti haizdir:
(........)
Euzü besmeleden, kelimei tevhidden itibaren bu iki haysiyeti görürüz.
Binaenaleyh takvayi şer'îyi sırf menfi ve mücerret perhizkârlıktan ibaret
zannetmek hatadır. Maamafih ittika bunların yalnız birinde istimal olunduğu
çoktur. Meselâ kur'anda haşyet, iman, tövbe, tâat, terki ma'siyet, ıhlâs
manâlarından herbirinde kullanıldığı mevaki vardır. Veledettahkik kur'anda
ittika ve takva üç mertebe üzerine zikrolunmuştur ki,
birincisi azabi muhalledden tevekki için şirkten teberri ile iman
(........)
gibi.
İkincisi,
kebairi irtikâptan ve sagairde ısrardan içtinap ile feraizı eda etmektir ki,
şer'an mütearef olan takva budur (........)
gibi.
Üçüncüsü,
sirri kalbini hakdan işgâl edecek her şeyden tenezzüh ve bütün mevcudiyeti ile
Hak teâlâye teveccüh ve incizaptır ki,
bu da (........)
emrindeki takvayi hakikidir. Bu mertebe o kadar geniş ve o kadar amîkdır ki,
esbabının derecelerine göre tabakatı mütefaviteye inkisam eder. Ve himemi
celilei enbiyanın müntehi olduğu derecelere kadar çıkar. Bu suretle enbiyayi
ızam aleyhimüsselâtü vesselâm hazaratı hem nübüvvet ve hem vilâyet riyasetlerini
cemetmişler, onların âlemi eşbaha taallûkları, mealimi ervaha uruclarına mani
olmamış ve masalihi halk ile uğramaşları da şüuni hakkda istigraklarına zerre
kadar sed çekmemiştir. Bu da esasen semerei iktisapları değil
Hak teâlânın rahmeti mahsusası eseri
olmuştur.
(........)
ayeti kerimesi takvanın bu üç mertebesini cem'etmiştir.
(........) ayetinin de camiüttakva olduğu bir
Hadîs-i şerifte varit olmuştur. Binaenaleyh kur'anın hidayeti bu meratibi
takvadan herbirine şamildir vehüdenlilmüttekin hepsinden eam olan mutlâk ittika
mefhumiyle tefsir olunmak ıktiza eder. Lâkin burada şu sual varit olur. Burada
hidayeti kur'anın ittika ile meşrut olduğu anlaşılıyor. Halbuki ittika da
hidayeti kur'andan müstefat olan bir netice olacağına göre mes'elede bir devir
lâzım gelmiyor mu? cevap: Hayır, evvelâ bu
karine ile kat'iyyen anlarız ki, burada iptidaen tekvadan murat mebdei takva,
yani kabiliyeti tavkadır. Ve müttekin demek inat ve nifaktan, reybi küllîden
ictinap edebilecek ve yakini hakka namzet olabilecek fıtrati selime ve ukuli
sahiha erbabı demektir ki, müfessirin bunu (........)
diye tefsir ederler.
Saniyen
hidayet ziyadei mertebeye de şamil olduğundan takva, kabiliyeti takva ile
meratibi mütekaddime erbabından eamdır ki, buna umumi mecaz tesmiye edilir.
Salisen
takva, gayei kusva değil vesilei felâh-ü saadettir. Hidayeti kur'andan müstefat
olacak neticei Matlûbe gadabü dalâlden salim olarak niami ilâhiyeye vusul olduğu
cihetle takvadan dahi e'amdır. Binaenaleyh hidayeti kur'an kabili ittika olan ve
henüz dalâlette bulunanlardan başlıyarak meratibi takvanın hepsinden geçerek
saadeti ebediyeye kadar varacağından mutaleai meratip ile iştiratı takvada
emarei devir asla melhuz değildir.
Hasılı kur'an, hem mebde ve hem münteha
itibariyle hidayettir. Bunun için insan ne kadar yükselirse yükselsin hidayeti
kur'andan asla müstağni olamıyacaktir. Onun hidayeti havassu avammın bütün
meratibine şamildir. Filvaki Dini islâm bir taraftan hayatı Dünyeviyenin şeraitı
zaruriyesini talim buyuracak, diğer taraftan bu hayatı faniyenın gayei mutlâka
olmadığını ve bunun da istihdaf etmesi lâzımgelen ebedî gayeler bulunduğunu
gösterecek ve onun da şeraitı iktisabını tefhim edecektir. O yalnız iptidaî
insanların gıdaı ruhanîsi değil, terakki etmiş medeniyetlerin de namütenahi
yükselmesi için zâmanı tekâmül olmak üzere nazil olmuştur. Filvaki cemiyeti
beşeriyede tam manasiyle tevhidi Hakka müstenit bir nizamı hayat sureti
umumiyede henüz teesüs etmiş değildir. Henüz beşeriyeti amme vikayetullaha
girmemiş ve akibet ve Ahıretine ikan hasıl edecek mertebei ittikaye yükselememiş
olduğundan âlemde buhranı içtimaî berdevam bulunmuştur.
Kur’ân’ın haysiyeti ezeliyesini
(........)
hakikati şühudiyesini (........)
hassai ilmiye ve ahlâkiyesini (........)
hikmeti nüzulünü ve gayei ameliyesini natık ve her lâhık sabıkını mukarrir ve
mübeyyin ve binaenaleyh kemali ittisal hasebiyle hurufı atıf gibi revabıtı
lâfzıyeden bile müstağni dört cümle-i mütenasikadan mürekkep bir nazmı veciz
olarak Fatihadaki (........)
duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle bir hüsni inkişaf
vardır ki, evvelâ, hattan üç harfı basitten,
lâfzan üç ismi müfrede inkişaf ediyor.
Saniyen,
bunların her birine mütenazır gibi üç cümle-i vecize inbisat eyliyor,
Salisen
bu nazmı celil manayı aslîsi kemakân sabit olmak üzere mütenevvi vücuhı i'rabı
muhtevi olarak her birinde bir iltimaı mahsus ile tecelli eyliyor. Sonra bunları
ayni veçhile üç ayet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da
(........)
hıtabı ammiyle makasıd süver peyderpey inkişafında devam eyliyecektir. Bu
beyanın tarzı inkişafı tenasübi kur'ana bir misal verme için ne kadar şayanı
dikkattir.
3
onlar ki, gaybe iman edip namazı dürüst
kılarlar ve kendilerine merzuk kıldığımız şeylerden infak ederler
(........)
o müttekiler ki, gaybi Hakka iman ederler -yahut- gıyaben dahi iman ederler,
tabiri aharle onlar gözle değil kalp ile iman ederler, onlar reybi küllîden
âzade oldukları gibi iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da
bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bu günkü ve şu andaki meşhudat-ü
mahsûsata saplanıp kalmazlar, maverayi hissi, kalbi ve müteallâkatı kalbi
tanırlar. İşlerin başı görülende değil, ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende
tutulmadan tutanda, zaman ve mekâna musahhar olmıyarak maddeleri fırlatıp
oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların kalbi selimleri, basiret ve
firaseti safiyeleri, aklı melekîleri, fehmi sarîhleri, nazarı sahihleri velhasıl
kabiliyeti iz'anları, seyyiattan silkinebilecek hissi irfanları maaliye
koşabilecek azmi vicdanları, hüsni ihtiyarları vardır. Meşhudat-ü mahsûsatı
yarar kabuklarını soyarlar, içindeki özüne, önünde ve arkasındaki sirrine nüfuz
ederler, şahit ile meşhudu temyiz ederler, mahsûsattan makulâta intikal
edebilirler, hudus-ü fena içinde gaypten şühuda, şuhuttan gaybe gelip geçip
giden şuunatı mahsûsenin satırları altındaki maanii gaybiyeyi sezerler.
Filhakika mevcudat görülen ve görülmiyen,
tabiri aharle meşhut ve gayri meşhut olmak üzere ikiye ayrılır. Ve bir çok
hükema, hakikati, görülmiyen ve hatta görülemiyen (........)
kısmında telakkı ederler ve buna âlemi manâ, âlemi emir, âlemi akıl veya âlemi
ruh veya âlemi melekût derler ve Felsefenin mevzuu olarak da bunu tanırlar.
Filvaki şimdiki Garp felsefelerinde de şunu görüyoruz: Mer'î veya meşhudi haricî
bize havassi hamsimizle geliyor ve bunların her birinin bir amili var: zıya,
savt,
rayiha, tat, hararet ve burudet, biz bizzat
bunları hiss-ü müşahede ederiz ve bunlar vasıtasiyle de diğer eşyayı. Fünun ve
bilhassa fünunı tabiiye gösteriyor ki,. Bunların her biri bir tecelliden, bir
nümayişten, bize bir görünüşten bir şainden ibarettir. Meselâ ziya dediğimiz
parıltı bizim haricimizde mevcut değildir. Çünkü hariçte ziya fennin tahkikine
göre bir ihtizazdan ibarettir. Mer'i olmıyan madde cüz'i ferdlerinin veya esirin
ihtizazlarıdır. Parıltı, ziya o ihtizazın bizim basıramıza taallûku, temassı
anında vaki olan anî bir tecellidir. Bu mes'eleyi imamı Gazalî İhyâsında şöyle
tesbit etmiştir: Nurı şemis avammın zannettiği gibi güneşten çıkıp bize kadar
gelen bir şeyi haricî değildir. Belki gözümüzün güneşe tekabülü anında bizzat
kudreti ilâhiye ile ıhtira olunan bir hâdisedir. Bu hakikat ehli keşfe münkeşif
olmuştur kezalik savt de böyle. Biz biliyoruz ki, ses hariçte havanın bir
tetevvüci mahsusundan ibarettir. Kulağımızdaki gürültü manasına ses, o
temevvücün samiamıza dokunduğu anda hasıl olan bir tecellidir. Hararet ve
berudet dediğimiz dahi esasında ziya gibi bir ihtizazi esirî veya cüz'i
ferdîdir. Bunun içindir ki, hararet ziyaya, ziya hararete tahavvül eder.
Aralarında bir mertebe farkı vardır. Bunu elektirikten anlıyoruz hasılı rayiha
ve tatda esasında birer ihtizaz olup bizim şammemiz veya zaikamıza temassında
koku ve tat olarak tecelli ederler. Demek rü'yet ve şuhudi haricîde vasıta olan
bu beş amilin hepsi hakikatte harekete racidirler ve hepsi hareketin bize bir
tecellii mahsusu olan şuundurlar. Biz bu hareketleri görmiyoruz. Aceba
kütlelerde gördüğümüz hareket nedir?. O da nameri hakikatın bir tecellisi değil
midir? Ve o halde bu vasıtalarla gördüğümüz âlemi meşhut hep birer hayalden
birer tecellided başka birşey değildir. Bunların illeti olan hakikat ise gayri
meşhuttur, mühaceratı umumiye, binayi memalik, muharebat ve saire gibi vukuatı
tarihiyenin iletleri de insanların tasavvurları, ihtisâsları, iradeleri gibi
gayri mer'i olan esbabdan başka nedir? Binaenaleyh hakikat gayri mer'idir. Ve
nakabili rü'yettir. Mer'i olabilen onun tecelliyatı, hayali, zılali,
in'ikâsatırdır ilah...
Bu ifade bize âlemi pek güzel izah ediyor.
Bu izaha göre bütün hakikat gayptir. Tabiat, âlemi şehadet bir hayaldir, hem de
hareket tecellisinin hayalidir. Hakikat nihayet akıl ile, basıret ile, kalp
gözüyle görülebilir. Şühudi haricî ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah
tealânın ve melâikesinin rü'yeti basarla görülmesi mümkin olmadığına kail olan
ulema ve hükemai islâmiye de vardır. Fakat bizim
Ehl-i Sünnetin sahih telâkki ve imanımıza göre hakikati ilâhiye gaybi
mahız değildir o gayb-ü şehadetin merciidir muhitı külli şeydir. Bunun için ona
ıtlâkı hassiyle gayp denmez, esmai hüsnada bu isim varit olmamıştır. O, Ahırette
cihattan, mekândan münezzeh olarak görülebilir. Fakat ihata olunamaz,
olunamıyacağı için temamen meşhut da olamaz, ona doyulmaz. Biz veçhi ilâhîde bir
hıssai şehadete kailiz. Fakat hıssei gayb daha ziyade olduğuna da inanırız.
Bunun için ona ıtlâkı gayri hassiyle gayıp da denilir. Allah’ın melâikesi de
bize gayptır, Ahıreti de, fakat onlar da kabili şehadettir. Meselâ umumiyetle
kuvvet görünemez deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. İstikbal bugün
görünmez, yarın görünür. Hasılı bizce gayp görülemiyen demek değil görülmiyen
demektir. Bugünün makulü yarının mahsûsü olabilir. Biz delilsiz olan gaybe
değil, delili olan gaybi makule iman ediyoruz. Her delil ise medlûlünün
birveçhini haiz olduğu için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz,
âlem ve kitabullah. Binaenaleyh gaybı hakka iman ederken hakkı şühudu inkâr
etmeyiz, kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen şüunatı mahsûse bir lemhai
halin tecellii zahiridir. Bunun arkasında zulmetlere karışmış bir silsilei mazi,
önünde de henüz doğmamış bir silsilei ati ve hepsinin maverasında bir kalp ve
cümlesinin üstünde bir hâkimi vahid vardır. Ve Dünya namını alan halihazır,
şühuddan gaybe intikal etmiş bulunan o mazi ile gaypdan şühuda doğacak olan o
ati zencirleri arasında yekâne göze batan bir halkai zahire, vücudi beşer sanki
na mütenahi iki derya arasında ince bir berzah, kalbi beşer de onun merkezi
sikletine tutunmuş bir rasıd, bir ucu bir deryaya, bir ucu da diğer deryaya
atılmış olan tabiat zenciri mütevali bir hareketle o berzahın üzerinden kır kır
geçip akıyor, bir denizden çıkıyor diğerine batıyor. Bütün sıkleti sevadiberzaha
basarken o rasıt her lâhzasında geçen bir halkai şüun görüyor. Yalnız ve yalnız
onu müşahede ediyor. Nazarı his ne deryalara erişiyor ve ne diplerindeki
zencire, o ancak berzahtan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve
görürken zencirin bütün sıkletini çeken berzahın gıcırtısını da içinden
mütemadiyen dinleyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar
kuvvet ve zaruretle biliyor ki, halihazırda meşhut ve mahsûs olan tabiatı
zahirenin iki tarafında mazi ve ati, evvel ve ahır denilen birer âlemi gayp var,
âlemi şehadet, tabiati mahsûse bilimkân varsa âlemi gayp, tabiati gayri mahsuse
evleviyyetle ve bizzarure var. Bundan başka o mahsûsi zahirin tarafeyininden
maada, onun bir batını, bir iç yüzü, tabiri aharle o rasdın tutunduğu ve
iliştiği bir mabadettabia veya mafevkattabia da vardır. İş o zencirde değil, onu
salıp tahrik edenle o berzahı kuran, o rasıdı tutan o deryaları birbirine
karıştırmıyan rasıtla mersudu birleştirerek marifet husule getiren, gayb-ü
şühudun muhit küllü, kefili mutlâkı olan kudreti baligadadır. Binaenaleyh
vikayei nefis isteyenler meşhudat ve mahsûsatı seyr ederken daha evvel onların
maverasındaki gaybe ve gayb-ü şehadetin mercii küllüne, kefili mutlâkına,
rabbülâlemîne, rahmanı rahime, maliki yevmidine (........)
diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç rüknü ihtiva
eder: Meb'de-e iman, meada iman, mebde-ü mead beynindeki vesaitı batınaya iman,
ki, bunların dördüncüsü de vasıtai zahire olan âlemi şehadete ilimdir. Ve bu
suretle gayb-ü şehadet birleşince iman ve marifet (........)
tevhidini bulur.
Gayp, gaybet ve gıyap manasına masdar veya
gaip manasına isim ve sıfat olur -ki, bu da ya adıl gibi tesmiye bilmasdardır,
veya meyyit ve meyt gibi gayyip muhaffetidir- binaenaleyh lisanımızdaki
gaybettim, gayboldu tabirleri doğrudan doğruya sahihdirler. Bazılarının
zannettiği gibi bunu gayib ettim suretinde yazmağa lüzum yoktur. Gayp ve gaip
ise iptida idraki histe veya bedaheti akılda hazır olmıyan tabiri aharle şüuri
evvelîde meş'ur olmıyan demektir ki, bunun bir kısmı şüuri evvelîde meş'ur
olmıyan demektir ki, bunun bir kısmı şüuri intikalî ile idrak olunabilir. Meselâ
evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için meş'ur,
hazır ve şahittir. Bundan intikal edersiniz ki, kapıyı çalan vardır. O henüz
sizin için kaiptir. Bakıp görünceye kadar onu bişşahıs tayin edemezsiniz, fakat
kapıyı bir çalan bulunduğunu da zarurî bir surette intikalî olarak tasdik
edersiniz. Bu bir iman veya bir ilmi intikalî olur. Sonra henüz kapınızı
çalmıyan ve eseri size yetişmiyen daha nice gaipler bulunduğunu da alelıtlâk
tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı nefselemirde madum olabilirler.
Gayp ile gaip fark da edilir. Gaip sana görülmez, seni de görmez olandır. Gayp
ise görülmez fakat görür olandır. Şu halde iki gayp vardır. Bir kısmı hiç bir
delili bulunmıyan gaiplerdir ki, bunları ancak Allâmülguyub bilir.
(........) ayetindeki gaypten murat bunlardır
deniliyor ki, sırasında izah olunur. Diğer kısmı da delili bulunan gaiplerdir
ki, (........)
da gaypten murat da bu kısımdır. (........)
ın elif lâmı ahd içindir. Yani müttekilerin inandıkları, tanıdıkları gayp,
delili bulunan gaybi haktır ki, bu da Hak teâlâ
ve sıfatı, Ahıret ve ahvali,
melâike, nübüvveti enbiya, inzali kütüp
gibi mebadii imaniyedir. Ve bu iman bazılarında intikali hadsî ve keşfî ile,
bazılarında da intikali fikrî ve istidlâlî ile hasıl olur. Sonra gaybe iman ile
gıyaben iman arasında cüz'î bir mefhum farkı vardır. Zira evvelkinde gaybın
mü'menün bih olduğu musarrah, ikincide ise mü'menün bih mahzuftur. Bunun için
bazı müfessirin arada büyük bir fark gözetmiş ve «sizin gerek gıyabınızda ve
gerek şühudunuzda iman ederler» diye tefsir etmiş. Yani mü'menün bihin gayp
olduğuna taarruz etmeyip münafıkînden ihtiraz olduğunu göstermiştir. Fakat zahir
olan gıyabın da mü'menün bihe ait olmasıdır. Ve binaenaleyh gaybe iman ile
gıyaben iman arasında mealen fark yoktur. Ve her iki itibar ile imanın kıymet ve
faidesi gaybe taallûk etmesi veya gıyabî olması haysiyetiyle olduğuna tenbih
vardır. Çünkü korunmak ona mütevakkıftır.
Peygamberi görüp iman eden eshabın da en büyük meziyyetleri onu gaibe
müteallik ihbarlarındaki tasdikleriyledir. Ve burada peygamberi görmeden tasdik
edenlerin de medhine işaret vardır. Nitekim İbn-i Mes'ud Hazretleri
(........)
buyurmuş ve bu ayeti okumuştur.
Diğer bir tefsir ile de burada gayıp, ayin
mukabili olan kalb ve sirri kalbdir ki, kalbin, sirri kalbin merci şühud
olduğunu bilmek ve hakkı ve delâili nübüvveti gözden ziyade kalb ile görüp
şirkden levsi maddiyattan kurtaran bir imana ermek manasını ifade eder ki, bunda
derin bir tarikı imana işaret vardır. Yani kalbi bilen Allah’ı bilir.
İman, aslı lûgatte emn-ü emandan if'aldir.
Hemzesi ta'diye ve bazan sayruret manalarında kullanılır. Ta'diye olduğuna göre
eman vermek, emin kılmak demektir ki, esmaullahdan olan «mü'min» bu manadandır.
Sayruret olduğuna göre de emin olmak demek olur. Ve vüsuk-u itimat manasını
ifade eder ki, lisanımızda inanmak denilir.
Urfı lûgatte ise mutlaka tasdik etmek
manasınadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini tekzipten emin kılmış veya
kendisi kizipten emin olmuş olur. İman bu manalarda (........)
gibi bizzat ta'diye eder. Bununla beraber (........)
veya (........)
gibi «ba» veya «lâm» ile de ta'diye eyler. «Ba» ile ta'diye ettiği zaman itiraf
manasını, «lam» ile tadiyesinde de iz'an ve kabul manasını tazammun eder. Bunun
için (........)
gaybi tasdik ve itiraf ederler, yahut tasdik ettiklerini huzurda da gıyapta da
tasdik ve itiraf ederler demek olur.
Bir şeyi tasdik, onu sadık olarak ahzetmek
demektir. Sıdk ise ya kelime veya kelâme taallûk ettiğinden imanın da
müteallakına taallûku bu nisbette suveri muhtelife üzre ceryan eder. Meselâ
Allah’a iman ile kitab-ullaha ve Ahirete iman suretlerinde bazı mana farkları
vardır. Maamafih tasdikın asıl menşei, sıdkı kelâmda ve sıdkı kelâmın menşai de
sıdkı hükümde, yani vakıa mutabakatındadır. Zihin ve hariç, tabiri aharle kalb
ve ayn, işte sıdk-u hakkiyet, bu iki tarafı mütenazır arasındaki istikamet ve
isabet nisbetindedir, vakı-a mutabık ve musıp olabilen zihin ve kalb sadık,
hilafı gayri sadıktır, binaenaleyh iman ve tasdikın mebdei bu sıdku isabet
nisbetini kabul ve itiraf etmektir. Ayni vaki nefsi natıkada veya huzurunda
bizzat mevcut ise tasdikı şuhudîdir, bedahtı hissiye veya akliyeyi tasdik gibi.
Bizzat değil de hazır olan delil veya dalli vasıtasiyle hazır ise tasdikı
giyabîdir. Bu surette o vakii gaip emsal ve ezdah ile azçok kabili kıyas ve
tahdit ise delilin ittırat ve in'ikâsındaki derecei zâman nisbetinde tasdikı
icmalî veya tefsılî, resmî veya haddî bir ilim bir tasavvuri muayyen ifade eder.
Vaki gaip misilsiz ve zıdsız, şebihsiz ve nazırsiz ise o tasdikı giyabî mahdut
bir ilim değil na mahdut bir itikadı mutlâk olur ki, umumiyetle iman denince bu
anlaşılır. Ve bu iman ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki ikan, ikanı
ilmîden yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tahdidi tasavvurî delil olarak alınmayıp
da matlûp bizzat olarak alındığı zaman birer mani'i yakin olabilir ve bildiğinin
mavarasını inkâr eden cahil kalır. Fakat böyle bir imanı mutlaka lâyik olan
ancak Allah tealâdır. İman billah bu suretle şühuddan gaybe namütenahi uzanır
gider.
Luğaten alelıtlâk tasdik ya kavlî veya filî
olur. Tasdikı kavlî biri kalbî diğeri lisanî olmak üzere iki türlüdür.
Binaenaleyh urfi lugat noktai nazarından tasdikın üç mertebesi vardır.
Birincisi,
tasdikı kalbîdir, bir kimse her hangi bir hükmün veya bir kelâmın veya
mütekellimin sıdkını yalnız gönlünde itiraf ve teslim ve bunu kendi kendine
ifade ettiği ve onun sıdkına kalben emin olduğu zaman o hükmü veya kelâmı veya
mütekellimi tasdik etmiş olur.
İkincisi
tasdikı lisanîdir. Bu da kendisinden başka ahare dahi tebliğ ve isma edebilecek
bir veçhile bu böyledir diye bir kelâmı lafzî söylemektir ki, ya hakikî veya
zahirî olur. Birisinde bu tasdikı lisanî
tasdikı kalbî ile birleşir, söyliyen nefsinde de sadık olur. Diğerinde lisan
başka, kalb başka olur. Yani lisanen diğerini tasdik ederken kalben kendini dahi
tekzip eyler, üçüncüsü tasdikı filîdir ki, bir
kelâmın icabını filen icra etmekle olur. bu da tasdikı kalbî veya lisanîden
birine veya her ikisine mukarin olup olmadığına göre bir kaç mertebeye ayrılır.
Tasdıkı filî, tasdikı kalbîye, iktiran etmezse riya veya ikrah ile yapılmış
olur.
Acaba lisanı şeride iman bunların
hangisidir. Yani dini islâmda bunların hangisini yapan mü'min sayılır? İmanı
lûgavî ile imanı şer'înin farkı var mıdır? Bunu kur'andan peyderpey öğreneceğiz
ve bu ayetten itibaren başlıyoruz, İmanı şer'înin imanı lûgavîden iki cihetle
hususıyeti mevzûi bahistir:
Evvelâ,
iman edilecek olan müteallak yani mü'menün bih itibarıle imanı şer'î ahastır.
Bittevhid Allah’a ve Muhammed aleyhisselâmın
Allah tarafından getirdiği kat'iyyen malûm olan şeylere icmalen ve lüzumunda
tafsılen imandır. Bunun en mücmeli Allah’a ve ondan gelene iman, tabiri aharle
(........)
imanıdır. Bir mertebe tafsıl ile, Allah’a, risaleti Muhammediyeye, Ahırete
imandır. İkinci bir tafsıl ile, Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
Peygamberlerine, yevmi Ahirete, kaza ve
kadere, bas ba'delmevte, sevap ve ıkabe imandır. Üçüncü tafsılde de kitap ve
sünnet ile Muhammed aleyhisselâmın tebliğ
ettiği kat'iyyen sabit olan ahbar ve ahkâmın mecmuuna ve her birine muradullah
ve muradı Resulüllah veçhile imandır
ki, burada (........)
bütün bunları iki mertebe üzere beyan etmiştir. Diğer
tafsılât da ileride gelecektir. Ve bu meratipten her biri derecei istitaat ile
müterafıktır. Bütün bir ilmi din demek olan tafsıl havassın şiarı
olabileceğinden avam ve umum için farizai evveliye icmal ve nihayet tafsilin
mertebei saniyesidir. Ve işte Sûrei bakarenin başı bu iki haysiyeti irae
etmiştir. Halbuki imanı lûgavînin müteallekatı bundan daha vasidir. O, hakka ve
nahakka, müstakim ve gayri müstakime şamil olduğu gibi malâya-ni olabilecek
füruata da şamildir. Lûgaten iman denebilecek bir çok tasdikler vardır ki, onlar
şer'an ayni küfürdürler, meselâ şirke inanmak, şeytanın sözüne sadakatine
inanmak, küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak, zinanın fuhşun, sirkatin bigayri
hakkin katli nefsin, ibadullahe tecavüzün iyi olduğuna inanmak lûgaten birer
iman ve fakat şer'i islâmda birer küfürdürler. İmanı lügavînin diğer bazı kısmı
da vardır ki, şer'an küfür olmamakla beraber birer vecibei imaniye teşkil
etmezler, bir kısmı mubah, bir kısmı mendub, bir kısmı da seyyie ve ma'sıyet
olabilir ve bunların tafsıli fıkıh mes'eleleridir. Hasılı imanı lûgavînin bir
kısmı hak ve hayır, bir kısmı şerr-ü batıl, bir kısmı da heva-vü abes ve malâ
ya'ni olabilir. Hak ve hayır onlanlar imanı
şer'înin ayni veya dairesi şümulünde feridirler. Çünkü asıl imanı şer'î halin
maverasında veya batınında gaybolan hak ve hayrın miftah ve mikyasını bahşeden
ve bir nesakı tevhit takip eyleyen mebadii külliyedir. Filhakika bütün iş hak ve
hayırdan evvel bunların mebde ve miyarındadır. Ve din islâmın mütearefei
asliyesi olan mebadii imaniyesi de bu miftah ve miyarı verir. Hidayet de onu
takip edenleredir, Gaybi atiynin miftahı, şühudi halîde, şühudi halînin miftahı,
onun gaybi batını ile gaybi mazisinde ve hepsinin miftahı ise indi ilâhîde
(........) binaenaleyh insan miftahı hakk-u
hayrı kendi heva-ü hevesinde aramamalı, bizzat veya bilvasıta
Allahü teâlâdan almalıdır. vesaitı inkâr
etmemeli, fakat ubudiyeti ancak Allah’a yapmalıdır, Çünkü
(........)
dir.
Saniyen,
müetallakdan sarfennazar nefsi mahiyet itibariyle imanı şer'înin hususiyeti
mezvui bahsolmuştur. İmanın manai şer'îsi yalnız bir fi'li kalbî midir? yalnız
bir fi'li lisanî midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber fi'li cevarih
midir? Bu noktada bazı mezhep farklarına tesadüf ediyoruz. Şöyle ki,
1- Havaric ve
Mu'tezile mezhebidir ki, imanı şer'î, hem
fi'li kalp ve hem fili lisan ve hem fi'li cevarihtir. Yani
Resulullahın tebligatını kalben tasdik,
lisanen ikrar, amelen tatbik eylemektir. Bunların üçü birden rükni imandır.
Bunlardan velev birisi bulunmıyan kimseye mü'min denmez. Havariç nazarında
kâfir, Mu'tezile nazarında mü'min ile kâfir
arası fasık denilir, bunlar imanı şer'îde, imanı lûgavînin meratibi selâsesini
cemetmiş oluyorlar. Selefden ve
muhaddisinden bazıları dahi imanı ikrar billisan, tasdik bilcenan, amel
bil'erkân diye tarîf etmişlerdir ki, imamı Şafiî
dahi bu cümlede dahidir, Fakat bunlar ameli terk eden fasıkın imandan çıkmış
veya küfre dahil olmuş olduğuna kail değildirler. Binaenaleyh bunların kavilleri
Havariç ve Mu'tezile mezheplerinden büsbütün
başkadır. Bunlar hakikatte aslı imanî değil, kemali imanı tarif etmiş oluyorlar.
2- Kerramiye mezhebidir ki, imanı şer'î
yalnız lisan ile ıkrardır. Bunlara göre tasdikı kalbî bulunsun, bulunmasın
lisanen ikrar eden, lisanına sahip olan mü'mindir. Tasdikı kalbî dahi var ise
içi dışı mü'mindir. Yok, münafık ise dışı mü'min içi kâfirdir. Bunlar imanı
lûgavîn ednası zahirîsi olan yalnız tasdikı kavlî manasiyle iktifa etmişler ve
imanı şer'înin mi'yarını da müslümanlar arasında cereyan edecek muamelât ve
ahkâmın mebdeinde sebebi zahirisini gözetmişlerdir. Bunlara göre iman bir kelime
mes'elesi demek oluyor. Ikrar rükün, tasdikı kalbî şarttır diyenler olmuştur.
3- İmanın rüknü tasdikı kalbîdir.
Dilsizlik, ikrah vesaire gibi bir mani-i zarurî bulunmadıkça ıkrarı lisanî de
şarttır. Lâkin tahkukunun şart mı, yoksa tamamının şartı mı, bunun hakkında da
sözler cereyan etmiştir. Eş'arîler bu kavl üzerindedirler.
4- İman, fi'li kalb ile fi'li lisan
mecmuudur. Bunların ikiside imanın rüknüdür. Maamafih ikisi de ayni seviyede
rükni aslî değildirler. Fili kalbînin mükellefiyeti hiç bir mazaretle sukut
kabul etmez. Bu rükni aslîdir. El'ıyaze billâh bu zail olduğu anda küfür
tahakkuk eder. Fi'li lisan olan ırkara gelince: Bu da rükündür. Lâkin ikrahı
mülci zaruret ve mazireti karşısında bunun vücubu sakıt olur. Ve o zaman yalnız
imanı kalbî kâfidir. Fakat mazereti ikrah bulunmıyan hali vüs'atte ıkrarı terk
eden indallah dahi kâfir olur. Şu kadar ki, cemaatle namaz kılmak gibi şeairden
olan bazı âmal dahi ıkrar makamına kaimdir. Filvaki imanı şer'î daima ba veya
lâm ile sılalandığından ıkrar-ü inkıyat ile tasdik manalarını mutazammındır. Ve
dini islâmın hedefi insanlığın yalnız batını değil, batın ve zahiri mecmuudur.
Hiç bir mani yok iken imanını yalnız kalbinde saklıyan ve izhar-ü ilân etmiyen
kimsenin indallah kıymeti imaniyesi olamıyacağı kitap ve sünnetin bir çok
delâiliyle sabittir. Tatbikatı ameliye imanın semeratı matlûbesi olduğundan dahi
şüphe yok ise de, nefsi amel, nefsi imanın ayni veya cüz'ü değildir. Fer'i ve
netayici matlûbesidir. Din bir meyva ağacina benzer, tasdikı kalbî onun
tahtelarz kökü, ikrarı lisan sakı, a'mali saire dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyvaları gibidir. Ağaçtan maksut meyvası olduğu gibi imandan maksut da hüsni
ameldir ve takarrüb ilâllah onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprak, çiçek
açmamak, meyva vermemekle ağaç kurumuş olmıyacağı gibi şecerei iman da böyledir.
Fakat sakından yerle beraber kesilmiş olan ağaçların alelekser kurudukları ve
zamanını bulduğu halde sak sürmiyen ağacın tutmamış olduğu gibî bilâ ma'zeretin
ıkrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış olduğu için, henüz topraktan filiz
vermiyen tohumun veya kökün kuruduğuna hükmolunamıyacağı gibi ma'zeret zamanında
tasdikı kalbî de böyledir. İşte imanın böyle bir rükni aslîsi, bir rükni tâlisi,
sonra da derecatı müterettibe üzerine furu ve zevaid-ü semeratı vardır. Ve
kemali iman bunlarladır. «İman yetmiş kûsur şubedir. Bunların ednası yoldan
eziyyeti refetmektir (........)»
Hadîs-i şerifi gibi bir takım asar da bu füru ve şuabata dahi iman ıtlâk edilmiş
gibi görünürse de bu kemali iman noktai nazarındandır. Ve hatta şubei iman
denilmesi aslı iman olmadığını gösterir, Binaenaleyh bu şuabat ve füru, hılâfı
küfrolan aslı iman değil, hılâfı fıskolan kemali imandır ve bunun için bu ayette
de «yü'minun», «ikamei salât» ve «infak» imandan ayrıca zikrolunmuştur. Balâda
zikrolunan bazı selef ve muhaddisin kavilerini de böyle anlamak lâzım gelir.
Aslı imanın böyle fili kalb ve fili lisan iki rükünden ibaret ve ma'zereti
meşrua zamanında ıkrarın kabili sukut bir rükn olması manayı lûgavînin evsatı
olduğu gibi İmamı Âzam Ebû Hanife Hazretlerinin ve ammei fukahanın da tefsir ve
telâkkisidir. Müşarünileyh eshabına Ehl-i Sünnet
velcemaa mezhebinin esasını takrir ve beyan ettiği en son vasayasında der ki,
İman ikrar billisan ve tasdik bilcenan -yani bilkalp- dir. Yalnız ikrar iman
olmaz. Zira olsa idi münafıklar hep mü'min olmak lâzım gelirdi. Kezalik yalnız
marifet de iman olmaz, çünkü olsa idi ehli kitabın da hepsi mümin olmak lâzım
gelirdi. Allahü teâlâ münafıklar
hakkında: (........)
buyurmuş, Ehli kitap hakkında da (........)
buyurmuştur. Sonra amel imandan ayrıca bir iştir. Meselâ fakirin zekâtı yoktur
denilir de imanı yoktur denilmez -kezalik fakirin zekâta imanı yoktur da
denilmez- kezalik müşarünileyh «el'alimü velmüteallim» namındaki kitabında der
ki, İman, tasdik ve marifet ve ıkrar ve islâmdır. Ve tasdik hususunda insanlar
üç mertebedir. Bir kısmı Allah’ı ve Allahtan geleni hem kalbiyle ve hem
lisaniyle tasdik eder. Bazısı da lisaniyle tasdik ve kalbiyle tekzib eyler,
diğer bir kısmı da kalbiyle tasdik, lisaniyle tekzip eyler, evvelkisi indallah
ve indennas mü'mindir.
İkincisi
indallah kâfir ve indennas mü'mindir. Çünkü nas onun kalbini bilmezler ve
zahiren gördükleri ikrar ve şahadete binaen ona mü'min demeleri lâzım gelir ve
kalbini bileceğiz diye tekellüfe düşmeleri de caiz değildir.
Üçüncüsü
imanını gizlemek mecburiyetinde bulunduğu tekıyye halinde ise onu tanımıyanlar
nazarında kâfir tesmiye olunur. İndallah ise mü'mindir. Yine buyurur ki, İman
hakkında böyle tasdikı yakin, marifet, ıkrar, islâm dedim, izah etmeliyim,
bunlar muhtelif isimlerdir. Ve hepsinin manası yalnız imandır. Şu suretle ki,
Allahü teâlâ rabbımdır diye ıkrar eden
Allahü teâlâ rabbımdır diye tasdik eder.
Allahü teâlâ rabbimdir diye tekayyun eder.
Allahü teâlâ rabbımdır diye bilir tanır
ve Allahü teâlâ rabbımdır diye kalbiyle
ve lisaniyle arzı teslimiyet eder ve hepsinin manası birdir. Daha sonra İmamı
Âzam imanda bir fartı mahabbet haysıyeti bulunduğunu da şu suretle anlatıyor:
Mü'min Allahü teâlâyı bütün masıvadan
ziyade sever, o derecede sever ki, ateşte yakılmakla Allah’a kalbinden iftira
etmek beyninde muhayyer kılınsa yanmayı iftiraya tercih eder. Fıkhı ekberde dahi
buyurmuştur ki, İman ıkrar ve tasdiktır ve mü'minler iman ve tevhit de müsavi ve
âmalde mütefadıldırlar: İslâm da o evamiri ilâhiyeye teslim ve inkıyaddır.
Tarikı lûğatte iman ile islâm beyninde fark vardır. Lâkin şeri'de islâmsız iman,
imansız da islâm olmaz. Bunlar bir şeyin zahr-ü batnı gibidir. Din ise iman ve
islam ile beraber bütün şeriatın ismidir [İntehâ]. İman esasen masdar ve
binaenaleyh bir fi'il olmakla beraber urfen ve şer'an isim olarak dahi
kullanılır ve o zaman iman nefsinde bu fiil ile başlıyan bir keyfiyeti sabite
ifade eder. Bütün bunlardan da anlarız ki, evvelâ:
dini islâm yalnız bir iman mes'elesi değildir. İman ve âmal mecmuudur. Tatbikatı
ameliyeyi atıp da dinin feyzi küllîsini beklemek tehlikelidir.
Saniyen
böyle olmakla beraber iman amel demek değildir. Amelin vücubına iman ile o ameli
yapmak bile birbirinden farklıdır. Müslüman amel ettiği için mü'min olacak
değil, iman ettiği için amel edecektir. Binaenaleyh amelini sırf
mübalâtsızlıktan ve istıhfaftan dolayı terketmiş değil ise kâfir olmaz.
Salisen
dini islâmın imanın da esasen kalp ve vicdan işi olan bir rükün bulunduğu
şüphesiz olmakla beraber matlûbi Hak olan iman mes'elesi mücerret bir emri
vicdanîden ibaret değildir. O tam bir insan gibi batnı kalpten başlayıp bütün
zahire intişar edecek ve sonra kâinata mahasini ameliye saçacaktır. Müslümanın
imanı, âlemi ızrara masruf olan tasavvuratı müfside veya ihtisâsatı şeytaniye
değildir ki, kalp ve vicdanda haps-ü tevkife mahkûm olsun. Müslüman ancak bir
zarureti mücbire karşısında imanını sadece bir emri vicdanî olarak saklayıp
hapsetmeğe mezun olabilir o da düşmanın ikrahı kat'îsine maruz kaldığı zamandır.
O zaman da fedayi nefs ederek imanını hapisten kurtarması imanını haps ederek
nefsini kurtarmasından müreccahtır. Ve maamafih ikisi beyninde muhtardır.
İşte bu ayette
Cenâb-ı Allah müttekileri beyanda
(........)
ile dinin iman kısmını telhıs ettikten sonra amel kısmını da telhıs ederek
buyuruyor ki,
(........)
Veselâtı ikame ederler, yani malûm olan
namazı dos doğru kılarlar ve idame ederler. - Kur’ân’da namaz hakkında yüsallune
veya sallu fiillerinden ziyade (........)
» buyurulması şayanı dikkattir. Elbette,
salâtı ikame ederler demekte namazı kılarlar demekten fazla bir mana vardırki bu
lâakal doğru dürüst yani tadili erkân ve huşu-u hudu ile güzelce kılmak ve hatta
kıldırmak manalarını ifade eder. Ve bunun için namazda tadili erkân vacip olduğu
gibi bilhassa namaz için emribilmaruf ve nehyi anilmünker ve levazimi sâlâtın
istikmali için sarfı mesai dahi icabatı islâmiyedendir. Ebeveynin evladına namaz
terbiyesi, ıhvanı dinin yekdiğerine tasvıye ve tezkiri, ülül'emrin izalei mevani
ve istikmali esbap ile tergib ve teşvikı, Cum'a ve cemaâte ihtimam ve ıkdamı da
bu cümledendir.
İkame, kıyam veya kivamdan if'al olarak
lûgatte kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya terviç ve idame etmek veya
ihtimam ile icra etmek manalarına geldiğinden salâte nisbetinde bu manaların
birinden veya kadri müterekinden beliğ bir istiare yapılmış ve bunun için bir
kelimelik (.......) yerine iki kelimelik
(........)
intihap edilmiştir. Evvel emirde dikmek veya doğrultmak manalarını düşünelim: Bu
bize (........)
namaz dinin direğidir» Hadîs-i şerifini hatırlatır. Bu hadîsde din yüksek bir
binaye teşbih ediliyor ve namaz ayni o binanın direği gösteriliyor ki, iman da
bu binanın temelidir. Buna istiarei mekniye veya istiare bilkinaye denilir. Bu
ayette de namaz cemaatle kaldırılabilecek büyük bir direğe teşbih ediliyor ve
onun güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayi dinin inşa
ve muhafaza ve idamesi lüzumu iş'ar olunuyor. Bir de bu binanın ileride beyan
olunacak erkân ve şuabatı sairesi ve tezyinat ve tecemmülâtı bulunduğuna işaret
buyuruluyor. Binaenaleyh namaz kılarlar demekle ikamei salat ederler demek
arasında ne büyük fark vardır. Filvaki din gayet büyük ve kudsî bir binadır. Ve
bu binanın kerestesi, levazimi, sureti ve pilânı yani şeriat bizzat şun'u vaz'ı
ilâhîdir. Ona tevfikan inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle
yaşanması da insanlara aittir. Temsilen diyebiliriz ki, bu binanın mimarı Allah,
baş kalfası Peygamber, amelesi
ümmettir. Bu binanın temeli kalblerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan
taşacak, direği ferdî namazlarla izhar ve tesviye olunacak ve cemaat ile meydanı
şühuda dikilecek, sonra üzerine aksamı sairesi inşa edilecektir. Ve fakat şurası
unutulmıyacaktır ki, bu bina camit değil zihayattır. Bu selef tarafından bir
kerre yapılmış olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak
değillerdir. O bir bünyei zi hayat gibi her gün yapılıp işletilecek, her gün
nümuvvü inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk teşbihi bize islâmın
vaz'iyeti içtimaiyesini ve bu vaz'iyette namazın kıymet-ü ehemmiyeti
mevkiiyesini anlatıyor. Filvaki cemaatle namaz içtimaiyeti islâmiyenin direğidir
ve bütün teşkilâtı islâmiyetin mebnasır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak o
direği dikmektir. Münferiden namazlar da bu direğin ıhzar ve tesviyesidir.
Dosdoğru, zahir-ü batını temiz ve muntazama olarak namaz kılmak, imanın
nemalanıp bütün vücuttan fışkırması ve güzergâhı hayata bir cereyanı muntazam ve
müstakim vermesidir. Bununla zahir-ü batın mümkin olduğu kadar tasfiye ve kalb-ü
beden mümarese ile takviye edilir. Her hangi bir kimsenin binamaz bulunduğu
halile namazına devam ettiği halini mukayese ederseniz musalli bulunduğu
zamandaki ahlâkını her halde yükselmiş bulursunuz (........)
bu mukayesedeki yanlışlıklar, ayrı ayrı şahısları mukayese etmekten neş'et eder.
Bazı hususta ahlâklı farzedilen binamaz namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz
ahlâk-ü maneviyatça daha yükselir. Namazı kılan kimsenin hayatta lâakal dört
kazancı vardır:
Birincisi
taharet, ikincisi kuvveti kalb,
üçüncüsü intizamı evkat dördüncüsü salâhı
içtimaî. Ki, bu faideler devam şartiyle en resmî bir
namazda bile vardır. Namazın azamî fevaidi kabili hisap değildir. Lâkin en
asgarî faidei ahlâkiyesi bilfiil kibri kırmak, uhuvvete hazırlanmak, Allah
rızası için iş yapmağa alışmaktır. Bunun için namazda geyinebileceği en güzel ve
en temiz elbisesini geymek ve kendine gurur vermesi melhuz olan bu hal içinde
örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp yüzünü yani alnını ve burnunu
yerlere koyarak kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o kibr-ü gururu kırarak
mükerreren secdeye kapanmak en mühim bir esastır (........)
namazda bilhassa secdenin kibre olan bu tesiri mühimminden dolayıdır ki,
mütekebbirler en ziyade namazın secdesine itiraz ederler, o süslü elbiseler
içinde alınlarını Allah rızası için yere koymak mecburiyeti onların kibir
damarlarına, sinirlerine pek fena dokunur (........)
düşünemezler ki, o süsler, o alınlar hep atayayı ilâhiyedir. Ve zamanı gelince o
yağlı alınlar toza toprağa karışacaktır. Hem o topraklar, o yerler o kadar
tahkire, mütemadiyen çiğnenmiye lâyık değildir. Zaman olur ki, onlar için kanlar
dökülür. Hayatı beşer oradan fışkırır ve onu fışkırtan
Allahü teâlâdır. O süslere o bedenlere
mesaisi sebketmiş bir takım ibadullahın da hakları taallûk etmiştir. Binaenaleyh
o topraklara, o yerlere toprak ve yer oldukları için değil halikı olan
Allahü teâlânın azamet-ü kibriyası namına
bihakkın secdeye kapanıp kibirden ve hodgâmlıktan sıyrılmak ve ibadullah ile
ihvanca geçinmek için onların cemaatlerine karışmak pek kudsî bir vazife
olduğunu unutmamak icap eder. Namaz o kibr-ü gururu kırarken ayni zamanda
insanın ruhi hürriyetine öyle bir i'tilâ verir ki, bu i'tilâ en haşmetli
hükümdarların huzurundaki şerefi müsulden çok yüksektir. Bunun için namaz
mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu hadîdi beşeriyetten Arşi ahadiyeti ilâhiyeye
çıkartan bir merdivendir. Namazda bütün bir hayatı beşerin suret ve meratibi
münderiçtir. Huzuri ilâhîde vücude gelmek, hazırlanmak, düşünmek, istemek,
defeat ile kalkmak, bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak, nihayet selâm ve
selâmetle işini bitirmek. İnsani bütün hayatın kademelerinden geçirterek, esrarı
vücudu, Dünya ve Uhrayı düşündürerek Cenabıallaha mülâkat ettirir ve büyük bir
iman ve sevab ile yine âleme avdet ettirir. Yine bir hadîsde beyan olunduğu
üzere namaz, islâm ile küfrün farikıdır.
Biz burada namazın Dünyevî ve Uhrevî, maddî
ve manevî bütün fedail ve fevaidini sayacak değiliz. Çünkü o namütenahidir.
Nakabili ihsadır. Bunun hey'eti mecmuası lisanı dinde büyük sevab namiyle
yadolunur. Fakat burada namazın imandan sonra nasıl bir mebdei ahlâkî ve içtimaî
olduğunu ve onun üzerine ne kadar büyük bir bünyani içtimaî kurulacağını
muhtasaran ifade etmek istedik. O büyük bünyanın direği işte
evvelâ ferdî namazlarla ihzar ve tesviye edilir
ve cemaatle dikilir ve ondan sonra da mabadi yapılır. Ve ikamei salât tabiri bu
mühim manayi baligan mabelâğ ifade ediyor ve hidayete namzet müttekileri
(........)
diye tarif, tavsif, medheyliyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun mealinde «namaz
kılarlar» tabiriyle iktifa etmek doğru değildir. Burada
(........)
ın elif lamı ahd içindir ki, keyfiyeti malûm ve mahut olan islâm namazı
demektir. Ve bu keyfiyet yani namazın nasıl kılınacağı, şerait-ü erkânı,
sünnet-ü âdabı, mekruhat-ü müfsidatı ile sıfat-ü erkânı, sünnet-ü âdabı,
mekruhat-ü müfsidatı ile sıfat-ü (........)
namaz kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız» Hadîs-i şerifi mucebince
Peygamberden görüldüğü ve filen ve
kavlen ve takriren ahzedildiği sıfat ve keyfiyettir ki, bu keyfiyet-ü mahiyet ta
bidayetten beri beynelislâm bil'amel mütevatiren malûm ve kütübi dinde mazbuttur
ve «yüsallune» buyurulmayıp da lami ahd ile «yükimunessalâte» buyurulmasında bu
mana dahi sarihdir yani «yükimunessalâte» dosdoğru namaz kılarlar demek değil.
Namazı dosdoğru kılarlar demek olduğundan gaflet edilmemelidir.
Salât kelimesinin lûğati Arabde iki mehazi
vardır. Birisi alelıtlâk dua manasıdır ki,
Peygambere salât-ü selâm dediğimiz zaman
sureti mahsusada bunu anlarız. Diğeri (........)
= salv » maddesinden gelen «sallâ» filinin
masdarıdır ki, tahriki salveyn demek olur. Araplar bu manaca «salla» dedikleri
zaman (........)
= salveynini tahrik etti» manasını
anlarlar. Kezalik (........)
= yani at ve kısrak kuyruğiyle iki salvini
sağa sola çarptı» denilir. Salveyn oylukların başındaki iki tümsek kemiktir.
«Sallâ» nın bu tahrik manası (........)
tabirine şebihtir. Yahudîler birbirine selâm ve ta'zım sırasında başını eğer ve
kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan bükerlermiş ve bu tarzı selâma Arapçada
kâfireteyni tahrik manasına tekfir ıtlâk edilirmiş. Binaenaleyh kefferelyehudiyü
= Yahudî kâfirlerini oynatıp bükerek reverans yaptı demek olur. Kâfire kıçdaki
kaba ve tıknaz iki etin ismidir ve kâfireteyn tesniyesidir. Bu suretle «keffere»
tahriki kâfireteyn manasına «sallâ» de rüku ve sücud da yapıldığı gibi bizim
belini eğmek dediğimiz tahriki salveyn manasına kullanılırmış. Demek ki, Araplar
hem Yahudilerin yapdığı reveranslı baş kıç selâmlarını tanırlarmış hem de
yerlere eğilerek kandilli temenna usullerini. İşte lûğaten -biri kalb ve lisan
işi olan dua, diğeri de bir hareketi bedeniye işi olan fili mahsus- iki manaya
gelen salât kelimesi şer'an Peygamberimizden
görüle geldiği üzre kalbî, lisanî, bedenî ef'al ve erkânı, mahsusadan mürekkep
gayet muntazam bir ibadeti kâmilenin ismi olmuştur ki, necasetten taharet,
hadesten taharat, setri avret, vakıt, niyyet, istikbali kıble namiyle altısı
dışından başlıyan şart; iftitah tekbiri, kiyam, kıraet, rükû, sücud, teşehhüd
mikdarı fa'dei ahire namiyle içinde yapılan altı da rükn olmak üzere lâakal on
iki farzı; Fatiha, zammı sure, tadili erkân, ka'dei ulâ ve saire gibi bir takım
vacipleri, bunlardan başka bir çok sünnetleri, müstahapleri, edebleri, mekruhatı
ve müfsidatı sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve Bayram gibi vacip ve
diğer sünneti müekkede ve gayri müekkede, nevafil olmak üzere enva-u aksamı
vardır ki, beyanı kütübi fıkhiyeye aittir. Cemaat dahi Cumada farz, diğerlerinde
vacip veya sünneti müekkededir. Ve burada salâttan aslı mürad farz olanlardır.
Salât kelimesinin lamı ince de okunur, kalın da ve kalın okunmak itibariyle
«vav» la yazılır, verş kıraetinde te tefhım olunur.
O müttekiler sade iman ile ve yalnız ikamei
salât gibi ibadatı bedeniye ile de kalmaz, ibadatı maliyede de bulunurlar.
(........)
kendilerine nasip ve kısmet ettiğimiz rızıkdan, maddî ve hatta manevî şeylerden
azçok harç ve infak eder, fisebilillâh sarfiyatta da bulunurlar.
(........)
dır. Ma kelimesinin Türkçemizde en güzel mükabili nesnedir. Fakat biz bu
kelimeyi zayi etmek üzere bulunduğumuzdan şey diyoruz. Gerçi ma, alelıtlâk veya
alelumum şey manasına dahi kullanılabilir ise de asıl manası akılsız olan şey
veya şeylerdir. Yani nesnelerdir. Akıllıya men denilir. Ve bunun için mukaddema
ma nesne, men kimesne diye tefrik idilirdi.
Rızk, esasen kelâmı arapda hazz-ü nasip
manasına isim olup, nasip etmek, merzuk etmek manasına masdar dahi olur ki,
(........)
onun fi'lidir. Ve bu karine ile «ma» ismolan rızıktan ibaret olur.
Ehl-i Sünnete göre manayi şer'îsi de
lûgavîsinin aynidir ki, Cenâb-ı Allah’ın
zi hayata sevk ve intifa nasip ettiği şey dıye tarif olunur. Binaenaleyh milk
olsun olmasın, yenilen, içilen, ve sair suretle istimalinden bilfiil intifa
edilen emvale sadık olduğu gibi evlâda, zevceye, say-ü amele, ilm-ü maarife dahi
şamil olur. Fakat hepsinde intifa edilmiş olmak şarttır. Ve bu intifa, intifaı
Dünyevî ve Uhrevîden eamdır. Binaenaleyh dinî veya Dünyevî bilfiil intifa
edilmiyen mal, milk evlât ve iyal, ilm-ü marifet rızk değildir. Bu suretle bir
şey muhtelif vücuhi intifaa göre muhtelif kimselerin rızkı olabilir. Fakat
malından, kudretinden, ilminden intifa etmiyenler merzuk değildirler.
İnfak, malın elden çıkarılması, harç ve
sarfı demektir. Şer'an farz, vacip, mendup aksamı vardır. Bu infak karinesile ya
rızık mala tahsıs edilmek veya infak mecazen maldan maadasına da tamim olunmak
ıktiza edecektir. Zahir olan evvelkisidir. Fakat ikinci de muhtemildir
binaenaleyh ayetin bu fıkrası evvel emirde zekât, ve sair sadakat ve sılalar ve
ianeler ve vakıf gibi fukaraya vesair vücuhi birre ve meuneti iyale sarfı emval
gibi bütün ibadatı maliyeye şamildir ki, ileride
(........) gibi ayetlerle tafsıl olunacaktır.
Saniyen
talimi ilim ve saire gibi maneviyata dahi şamil olabilecektir. Maamafih bunların
hepsinin başında, binai islâmdan biri bulunan zekât vardır. Ve bunun için bir
çok müfessirin burada evvelen ve bizzat murat zekât olduğunu beyan etmişlerdir.
Fakat felâhın mevkufün aleyhi olmak itibarile salâtta olduğu gibi burada da farz
olan infak kasdedilmek ıktiza ederse de farizai infak yalnız zekâta münhasır
olmadığından muhakkıkıni müfessirîn
tamim taraftarıdırlar. Ancak bu miyanda zekâtın
birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü binaı islâmın
ikincisi de zekâttır. Bir Hadîs-i şerifte de
varit olduğu üzere zekât kantarai islâmdır. İslâmın bir köprüsü bir geçididir.
Dinin iman ile temeli atılıp namaz ile direği dikildikten sonra geçilecek mühim
bir geçidi vardır ki, zekât işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere bina
edilecektir. Çünkü Dünya ve Ahırette korunmak için yapılacak olan muhteşem binaı
islâmın, Dünyadaki darülislâm, Ahıretteki darüsselâmın inşası için bir takım
masarifi maliye vardır ki, bunlar ibadatı maliye ile yapılacaktır ve bunun en
zarurîsini de zekât teşkil eder. Zira (........)
diye bir nesakı tevhit içinde münhasıran Allah’a ibadet etmek ve cemaati ihvan
ile namaz kılabilmek için safları tesviye etmek ve o saflarda bir hissi müsavat
ile muntazaman arzı vücut etmek lâzımdır. Bu ise o cemaat içinde kuti yevmî
olacak kifafı nefisten mahrum kimse kalmamakla mümkin olur. Bir aç ile bir tokun
bir safta bünyanı mersus gibi bir hissi mahabbet-ü uhuvvetle yekdiğerine kalben
perçinlenmesi kabil değildir. Binaenaleyh cemaatin hakikî bir ibadeti tevhit
olması cidden fakir ve miskin olanlarının gözetilmesi ve çalışabileceklerin
çalıştırılması için evvelâ zekât ve sadakâtı
fıtır ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir rabıtai mahabbet
tesisi, hem de hepsinin mevlâsı Allahü teâlâ
olduğunu bildiren bir his ve iman ile tesisi büyük bir farîzadır. Bu farîzanın
bu niyyetle edasında müslüman artık ferdiyetinde hasaseti beşeriyesinden
silkinecek, Allahü teâlânın bir halifesi
yani bir naibi olmak rütbesini ihraz edecek ve elindeki malın malullah olduğunu
ve kendisinin onu muhtaç olan ibadullaha isal etmiye memur bulunduğunu idrak
ederek «al birader, bu benim değil, senin hakkındır, bende bir emanettir, ben
sana Allahü teâlânın gönderdiği şu
çıkını şu koli postalı teslim etmiye memur bir müvezziim» diyerek keza tevazüile
fakirin, fakiri sabirin hakkını vererek kalbini tatyip edecek ve bununla o
cemaatin mümkin olduğu kadar açıklarını kapatacaktır. İşte kitap ve sünnetin
istikrasına nazaran kütübi usuliye ve furuiyemizin zekât nazariyesi icmalen
budur. Bu suretle zekât müslümanı derekei beşeriyetten niyabeti ilâhiyeye
geçiren bir köprüdür. Namaz kadematı hayattan huzuri ilâhiye çıkaran bir miraç
olduğu gibi zekât da o miraçta alınan bir memuriyeti lâhutiyenin kantaresidir.
Ve her islâm bu kantareyi yapıp geçmeğe, yani zekât vermek için halâl mal
kazanıp maliki nısap olmağa çalışacak ve henüz verecek halde değil ise lâakal
onun ulviyetine iman ile meşbu olacaktır. Yani Müslümanın gözü, zekât almağa
değil, vermeğe matuf bulunacak ve ancak muztar kaldığı zaman zekât ve sadaka
alabilecek ve aksi halde aldığının haram olduğunu unutmıyacaktır. Bu suretle
teessüs eden cemaati İslâmiyenin namazında ne büyük bir kuvveti tevhit
bulunacağını ve bunların o muhteşem binayi islâmı ikmal ve istikmal için nasıl
bir aşk-u şevk ile mücahedeye atılacakları teemmül edilirse dini islâmın
esasındaki ulviyet ve bu ayetlerle o müttekilere verilen payei medhin ehemmiyeti
derhal anlaşılır ki, ileride beyan olunacak olan sıyamın dahi bu noktayi her
kalbe hissettirmek için mühim bir hasısai terbiyeviyesi bulunduğu zahirdir.
Görülüyor ki, bu ayette binai islâmdan imandan sonra iki âmel zikrolunmuştur ve
şeriatte bunlar diğerlerinden evvel farz kılınmıştır: Salât, zekât. Çünkü bunlar
bütün ibadatın aslıdırlar ve burada bilhassa zikredilmeleri hususiyetlerinden
naşı değil, diğerlerinin envaına işareti de mutazammın olduklarından dolayıdır.
Zira bütün ibadat iki nev'a münkasimdir. Biri ibadatı bedeniye, diğeri ibadatı
maliyedir. Hac gibi hem bedenî ve hem malî olan üçüncü bir kısım dahi bu iki
haysiyetin terkibidir. Binaenaleyh namaz bütün ibadatı bedeniyenin mümessili
aslîsi, zekât da bütün ibadatı maliyenin mümessili aslîsidir ve bunlar imanın
ilk müeyyidesi ve bil'amel ilk inkişafıdırlar binaenaleyh bu ayeti kerimede
bütün mebadii iman gayipde, bütün usuli âmal dahi salât ve infakta icmal
edilerek dini islâmın ilmî, amelî, usul-ü füruu telhıs olunmuştur ki, bunlar
Fatihada (........)
misakiyle sıratı müstakim ve nihayet hamd unvanında toplanmış idi, bundan sonra
gayibda telhıs edilen mebadiyi imaniye vahiy ve nübüvvet mes'elesi itibariyle
bir mertebe daha tavzıh olunarak buyuruluyor ki,
4
ve onlar ki, hem sana indirilene iman
ederler hem senden evvel indirilene, ahırete yakinide bunlar edinirler
(........)
ve o müttekiler ki, hem sana vahy-ü inzal edilen ve edilmekte bulunan kitap ve
şeriate, hem de senden evvel vehy-ü inzal edilmiş bulunan yani Tevrat, İncil,
Zebur, Suhuf gibi kitaplara iman ederler, ki, bu iman da risaleti Muhammediyeye
ve bütün enbiyayi salifenin nübüvvetlerine iman ile mümkindir. Zira habere iman
muhbire imana mütevakkıf bulunduğu gibi onların cümle-i nümzelâtından birisi de
nübüvvetleri davasıdır. Evvelki ayet alelûmun müslüman olan mü'minler, bu ayette
mukaddema Ehli kitaptan olup ta müslüman olan mü'minler hakkında nazil olduğu
beyan buyruluyor. Maamafih böyle olması iki ayetin yekdiğerini mütemmim ve muzıh
olmasına mani değildir. Ve matekaddeme iman maziyi hikâyeden ibaret
zannedilmemelidir. Binaenaleyh bütün kütübi münzeleye ve enbiyai salifeye esas
itibarile iman dahi islâm iman ve akidesinden bir cüzdür ki,
(........)
gibi ayetlerde bu cihet tafsıl olunacaktır. Ve bunun için müslümanlık bütün
edyanı semaviyenin şahidir. Zira mesaili imaniyede nesih yoktur ikmal vardır.
Nesih şerayii ameliye itibarile caridir. Bu ve emsali ayatı Kuraniye ve süneni
Nebeviye bize bilhassa şunu gösterir ki, müslümanlık dini umumîdir. Bütün
insanlara şamil ve edyanı münzelenin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler
ise livai tâbiiyetleri altında diyanet itibarile kendilerinden başkalarını
yaşatmazlar, hududı vicdanîleri dar ve kısadır. Bunlar kendilerinden başkasına
bir hakkı hayat tanımamayı diyanetin muktezası bilirler. Tanırlarsa yalnız
siyaseten bir ıztırar ile tanırlar, yakın zamanlara kadar Hıristiyan devletlerin
içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar
başka dinden olan akvama hâkim olamamıştı, son zamanlarda bu vicdan darlığındaki
mazarrâtı siyasiyeyi gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık
mubarezelerinden doğan bir hürriyeti vicdaniye davasiyle Fransa inkılâbı
kebirinden sonra liberallık, lâyıklık, ve insaniyet kelimeleri altında kelimei
Nasraniyyetten inhirafa doğru yürümüş ve o zamandanberi diğer akvam üzerinde
hükûmet tesisine yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler müsbet ve merhametli
umumî bir vicdanı hak tesisine değil, dinsizliğe ve hodkâmlığa doğru menfi bir
gidiş istihdaf ettiğinden terakkiyati ilmiye ve sinaiyesini hakka raptedecek
yerde beşeriyeti haktan tebaüde, vicdansızlığa ve ihtirasata sürüklenmiş ve
neticesi islâmiyetin gösterdiği hakikî ve müsbet hukukı hürriyet ile insanlığa
temin ve tamim eylediği cihanşümul hayatı haktan uzaklaşmak ve ıztırabatı hayatı
arttırmaktan ibaret olmuştur.
Bu noktai nazarla denilebilir ki,
beşeriyeti hazıra bi'seti Muhammediye zamanında olduğu gibi nuri islâmın umumî
bir inkişafını ve müsalemeti amme için hakkın alelûmum insanlık üzerinde
kuvvetli bir hâkimiyetini görmek derdile kıvranıp çabalamaktadır. Beşeriyyetin
şimdiki dalâli, insaniyetin hak üzerinde hâkim olması fikrinde toplanıyor. Bu
ise insanlar miyanında en kuvvetli görünenlerin bir halikı mabut gibi
telâkkisine müncer oluyor. Bu ihtirasatın teşdidile hukukun çiğnenmesini ve
emniyyet-ü müsalemeti umumîyenin haleldar olmasını intaç ediyor. Halbuki saadeti
beşer hakikatte insaniyyetin hakka hâkimiyyeti davasında değil, hakkın
insaniyyete hâkimiyeti esasındadır. Ve islâmın muadelei hayat için
(........)
misakiyle talim buyurduğu kanunı fıtrat de budur. Binaenaleyh beşeriyyet ya
hakka galebe etmek davasiyle ihtiras ve ıztırap içinde birbirini yeyip gidecek
veya Hak teâlâya iman ile onun
hâkimiyeti mutlakasına tabi olmak için dini islâma ve tebliğatı Muhammediyeye
sarılacaktır. Hakkı insanın madununda gören dar vicdanların felâh bulacaklarını
ve dairei beşeriyet için bir kutbi müsbet olabileceklerini zannetmek ne büyük
hatadır. Büyük vicdanlar hakkı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her
birisinin kendi mikdarına göre kıymet verir. Ve işte kalbi islâm bu büyük iman
ve vicdanın sahibidir. O herkese bu imaniyle sinesine açar. Bütün vicdani beşeri
bu vüs'at ve semahatle hakka takrip etmeğe çalışır. Bunu kavrıyamıyan bu
yüksekliğe eremiyenleri de hakkın vahdet ve şümulüne taarruz etmemek ve hakka
cüz'î küllî intisabı kabul etmek şartiyle kendi sâhai diyanetlerinde hür tutarak
sinesinde yaşatır ve onların hakkı hayatına hürmeti de sade zaharî bir siyasetin
değil, hakikî dininin müktazası bilir.
Filvaki (........)
ahırete yakın sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu şümullü imana malik
olanlardır. Mesela «Hazret-i Mûsa Peygamber
idi amma İsa değil idi. Tevrat kitabullahdır. İncil değildir. Yahut Mûsa ve İsa
aleyhimesselâm Peygamber idiler amma
haşâ Muhammed aleyhisselâm değildir. Olsa bile
o bizim değil Arapların Peygamberidir.
Tevrat ve İncil kitabullahdır amma Kur’ân değildir» gibi sözlerle Allah’ın
Peygamberlerini tefrik eden, kimine
inanıp kimine inanmıyarak Muhammed aleyhisselâmın
nübüvvetini ve ona nazil olan kitap ve şeriati tanımıyanların Ahiret hakkında
bir takım zanları, bazı kanaatleri bulunsa bile yakînları yoktur. Gerçi her
felsefede, her dinde bir fikreti ahiret vardır. Fakat bunların çoğu bürhansız
bir takım emaniden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü mesail ve tariki Ahıretin
imkânı vücudü akıl ve kâlp ile her zaman sabit olursa da tahakkukunda bürhanı
aklî, farzıyat, temenniyatı kalbiye kâfi değildir. O ancak min tarafillah gelen
enbiyai zi şanın haberi sadıkları ile bilinebilecek umuri gaybiyedendir. Bunu
hatm-ü ikmal eden ise Hatemül'enbiya olan Muhammed Mustafa sâllallahü aleyhi
vesellemdir. Binaenaleyh enbiyaya iman etmiyenlerin Ahırete, doğru imanları
olamıyacağı gibi enbiyayi salifeye iman edenler dahi Hatemül'enbiyaya ve ona
inzal olunan kitap ve şeriate iman etmedikçe Ahıret hakkındaki iman ve
kanaatleri yakin mertebesini bulamaz, vakii hakka mutabık olamaz. Meselâ
Musevîler «Cennete ancak Yehudî olanlar girecektir ve bize nari Cehennem olsa
olsa sayılı birkaç gün temas edecektir» derler, İsevîler de ayni sözü kendileri
hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına Dünya ve Ahırette hakkı hayat ve
saadet tanımazlar ve sonra naîmi cennet dünya nimetleri cinsinden midir? daimî
midir, değil midir. O bir bekayi ruh mes'elesi midir değil midir? diye ihtilâf
ederler, halbuki Allah’ı bir bilip bütün enbiyayi tasdik ve resulü
ahirrüzzamanın risaletine ve ona inzal olunan kitap ve şeriate de iman ettikleri
zaman indî ve nefsî olan o gibi zununi fasideleri hakikate muvafık olmıyan
itikatları tebligatı Muhammediyeye imanla gider de ahiret hakkında vakıa mutabık
iken hasıl ederler. Dünya hak, Ahıret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak,
öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir hak, sual hak, hisap hak, mizan
hak, sırat hak, sevap hak, ıkap hak, cennet hak, cehennem hak, ve hepsinin
fevkinde rıdvanı ekber ve müşahedei cemalullah da hak, Allah’ın izniyle
mü'minlere şefaat da hak, cennet ebedî, cehennem de ebedi, maamafih o ebedî
cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da
var. Ahiret nimetlerinde dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada
görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, naimi
ahiret ebedî ve elemsiz dünyanın kavanini ilmiyesi ahıretin tahlilâtı
külliyesiyle tafsılâtını idrake müsaid de değil, onu künhiyle bilmek, künhi
hakkı bilmeğe mütevakıftır. Kavanini ilmiye bize onun akla muhalif bir muhal
olmadığını ve nihayet alelıtlak bir âlemi gaybin mevcut olduğunu ve bugünün
herhalde bir yarını bulunduğunu ve ona hazırlanmamız lüzumunu isbat ve ifham
eder. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir. Ve gayptan haberdar
olan enbiyai kiram haber verebilir.
Ahıret, esasen ahır sıfatının müennesidir
ki, son ve sonraki manasına sıfat iken lisanı şeri'de dari ahıre ve hayatı ahıre
ve neş'eti ahıre terkiplerinin muhaffeti olarak ism olmuştur. Mukabili olan
Dünya da böyledir. Ahıret kâh Dünya ve kâh ulâ mukabili kullanılır. Dâri ahıret,
hayatı mahza, hayatı ebediyedir. Hayatı
mahzayı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî telâkki eder, kimisi de hissî ve
cismanî. Fakat hakikatini henüz bilmediğimiz hayatın bizce kemali hem akliyet ve
hem hissiyetindedir. Kur’ân’ın bize bildirdiği hayatı ahıre ise Ekmeli hayat
olduğundan biz ona inanırız, ta'mikatı felsefiyesiyle uğraşmayı zait addederiz.
Ben, «ben» dediğim zaman ruhaniyet ve cismaniyetimin noktai vahdetine basıyorum
ve hayatı da bunda biliyorum. Âlemi gaybın bu günkü âlemi şehadetten namütenahi
derecede evsâ ve ekmel olduğunu biliyoruz ve her halde yarın için daha ekmel bir
hayatın muhakkak olduğu şüphesizdir. Buna «acaba!» diyenler kalpleri kör
olanlardır. Maddemiz erir, maddei külle karışır, kuvvetimiz dağılır kuvveti
külle karışır, hepsi erir Hak teâlâya
raci olur. Mukaddema Allahtan kendime geldim, yine Allah’a gideceğim, gidersem,
rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim. Niçin rahmetlerine
iremiyeyim, hemen Cenabı hak hüsni hatime nasıp etsin felsefenin: olan yine
olacaktır, diyen ıttırat kanunu, bekayı illiyet kanunu bile bu ikanlarımı zarurî
kılmaz mı? aleyhissalâtü vesselam Efendimizden rivayet olunuyor ki, şöyle
buyurmuşlar: «Taaccüp bütün taaccüp ona ki, Allah’ın halkını görüp dururken
Allahda şek eder. Şuna taaccüp olunur ki, neş'eti ulâyı tanır da neş'eti uhrayı
inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, her gün her gece ölüp dirilip dururken
ba'sü nüşuru inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, Cennete ve naimi Cennete
iman eder de yine darülgurur için çalışır, şuna da taaccüp olunur ki, evvelinin
bulaşık bir nutfe, ahırinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür
ve tefahur eder». Bu hadîs Ahıret hakkında ilim ve fen noktai nazarından başlıca
iki hakikati gösterir.
Birincisi
neş'eti ulâ ve uhra tabirile hem hakikati ahırete ve hem ıttırad ve tekerrür
kanununa işarettir.
İkincisi
zahiren nevm-ü yakazayı gösteren her gün her gece ölüp dirilmek meselesidir ki,
hakikati hayat ve hakikati Ahiret noktai nazarından pek mühimdir. Biz her gün
gıdaya, uyuyup uyanmıya neye muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, eczayı bedenimiz
her gün ve hattâ her saat, her lâhza mütemadiyen ölüyor, ve yerine yenisi halk
olunuyor ve bu halk olunurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece zahirî değil,
hakikaten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün ifrazatımız, eczaı bedenimizin
cenazeleridir. Demek ki, hayat ancak teceddüdi emsal ile halkı cedit sayesinde
devam ediyor. Devam eden nedir? benim birliğim nedir? Bu da bir kanunu ıttırat
ve temasül ve tekâmül tecellîsidir. Binaenaleyh hayatı Dünyeviyemin zâmanı
zatinde benim ruhaniyet ve cismaniyeti sabitem değil halkulllah, bakaullahtur.
Ve işte hayatı Ahıret de böyledir.
İkan, yakin sahibi olmaktır. İkan istikan
teyakkun yakin hepsi bir manaya gelir yakin, vakıa mutabık ve her hangi bir
teşkik ile zail olmıyacak surette şekk-ü şüpheden âri olan sabit ve cazım bir
itikat demektir. Tabiri aharle yakin, şekk-ü şüphe bulunmıyan ilmi mütkan, rayb
karışmıyan ilim, nakzına ihtimal bulunmıyan ilimdir. Maamafih yalnız cezmi kalbî
manasına da yakin ıtlâk edildiği vardır. Şu anda şüphem yok ki, bu böyledir.
Şimdi ve ileride şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümteni bu
böyledir. Bunun üçüne de yakin denilir, Fakat asıl yakin ikinci ile üçüncüdür,
yani birinci tariftir. İlmi ilâhîye yakin ıtlâk
edilmez. Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi
esma ve sıfatı ilâhiye tevkifîdir. Kitap ve sünnette ise ilmullaha yakın ıtlâkı
görülmemiştir.
İkincisi
yakin ve ikan şekk-ü şüphe şanından olanlar hakkında kullanılır. Bunun için
ulûmı zaruriyeye yani huzurî olan bedihiyata, bedihiyatı evveliyeye yakin
denilemiyeceğine sahip olanlar bile vardır. Yakinda matlûp olan vakıa mutabakat
ve ademi raybdir. Fakat bu vakiin zarurî olması değil ancak vaki olması şarttır.
Binaenaleyh müşahedat, mücerrabat, mütevatirat ve istidlâlâtı sahiha dahi yakin
ifade ederler. Bazı Garp feylesoflarının iddia ettikleri gibi yakin yalnız ilmi
zarurî ve huzurî demek değildir. Yakinin meratibi vardır. Meselâ riyaziyat,
istintacatı mantıkıye yakinî ve zarurî olduğu gibi ulûmi adiye ve mücerrebe,
ulûmi tabiiye miyanında kimya ve fizik ilimleri zarurî olmıyarak yakinîdirler.
Ancak bunların vakıatı mücerrebesinden istidlâlatı faside ile intaç edilen
nazariyat ve farziyatın hepsi yakinî değildir. Bu esbaba mebni tayyareleri
yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba
mümkin değil midir. Mümkin olmasa idi vücude gelmezdi.
Allahü teâlâ onları evvelen ve bizzat ve
sonra maddeleri tohumları vasıtasile yarattığı gibi bizim elimizle de
yaradabilir. Nitekim Peygamberlerin
ellerinde yapabileceğine dair nümuneler de gösterdiğini Kur’ân haber de veriyor.
(........)
Bunun için ulûm ve fünuni tabiiye bizim
kudretullah hakkındaki yakinimizi ve imkânı zatî hususundaki vüs'ati imanımızı
yıkacak değil, takviye edip tevsi edecek delâil telâkki edilmek lâzım gelir.
Fenleri kendi hudutları dahilinde takip ve terakki ettirmeliyiz. Fakat onlara
inanırken hiç bir zaman kudretullâhı tükettik Dünya ve Ahıreti bitirdik
zannetmemeliyiz yakiniyatı adiyeye, yakiniyatı zaruriyeyi feda eylememeliyiz.
Biz var isek, bizim ilmimiz var ise, Allahü teâlâ
ve onun ilm-ü kudreti daha evvel var. Bu günkü âlemi şehadet var ise yarınki
âlemli gayip de bittabi var. Bu gün olmıyanlar yarın olur. Bu gün
inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç
şaşmamak, ye'si küllîye düşmemek istiyorsak hiç bir hâdisenin yıkamıyacağı hiç
bir teşkikin izale edemiyeceği en hak ve en küllî esaslara iman etmeliyiz ki,
dairei yakinimiz daralmasın ilm-ü fenni boğmıyalım, sahai imkânı kısaltmıyalım,
mümkine muhal demiyelim, hayır yerine şerre koşmıyalım muhal zannettiklerimizin
imkânını, hattâ vukuunu gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri
çıkar mı biiznillâh çıkar, hayat yapılır mı biiznillâh yapılır. Göklere çıkılır
mı biiznillâh çıkılır. Kabirde sual sorulur mu biiznillâh sorulur. Ölen dirilir
mi biizinillâh dirilir. Lâkin iki kerre iki tek olur mu olmaz. Cüz küllünden
büyük olur mu olmaz. Malûl illetini geçer mi geçmez, insan bizzat halik ve
bizzat ma'but olabilir mi olamaz. O Allah’ın izniyle kuş da yapsa, ölüleri
diriltse yine kuldur yine kuldur. Bütün imkânlar kudretullahdadır. Ve istikbal
dediğimiz zaman namütenahidir. Ve o namütenahide bizim nice serencamımız ve
mes'uliyetlerimiz olacaktır. Ve işte Hazret-i Muhammed bize mutlâk olan bu imanı
küllîyi bu akidei tevhidi ve buna göre ameli salihi talim için bas'a
buyrulmuştur. Ona iman edenler hiç bir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn sahibi
olurlar.
5
bunlar işte rablarından bir hidayet
üzerindedir ve bunlar işte bunlar o murada eren müflihin
(........)
ismi işaret cemi, «za» nin cem'i, (........)
harfi hıtaptır ki, (........)
gibi evvelâ
Peygambere hıtabı has, saniyen
hıtabı âm olabilir. Meali: «Sana söylerim bunlar, o gördüklerin o evsafını
işiddiklerin» demektir. Yani ya, Muhammed böyle kalbî olan ve sade görünene
bağlanmayıp aklın idrak edebileceklerine dahi cümleten iman ve tasdik ettiği
ibadatı bedeniye ve maliyeyi ifa ile tarikı semi'den başka yolu olmıyan hususata
dahi şümuliyle iman etmek ve edebilmek kabiliyyet ve meziyetlerini cami olan o
müttekileri işittin ya, işte bunlar, (........)
tarafı rabbanîden rabbi ahadleri olan Allahü teâlâ
tarafından hidayet üzeredirler. Yani onun hidayetine namzet ve o hidayet üzere
yürüyecek olan ve yürümekte bulunanlar alâ meratibihim onlardır. Hidayeti
irşadiyeyi bunlar dinler, mertebe mertebe hidayeti filiyeye bunlar erer.
(........)
diyecek olan veya diyenler bunlardır. Bunun cevabı kavlî ve fi'lîsini alacak ve
sıratı müstakimde yürümiye muvaffak olacak olanlar yine bunlardır.
(........)
Ve işte herkesin fikrinde ve zikrinde
müflihun müflihun diye duyup yadettikleri ve fakat ta'yin edemedikleri
bahtiyarlar, cidden ve ebediyyen felâh bulanlar, bulacak olanlar, gadab-ü
dalâlden salim olarak niamı Ebediyei ilâhiyeye erecekleri muhakkak olanlar ancak
bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah,
Peygamber tanımiyanlar değil, yalnız evvelki
Peygamberlere iman etmiş olanlar da
değildir. İman edip bedenen ve malen ibadet ve âmali saliha yapmıyanların
halleri de tehlükeden salim değildir. Bunların felâhları dahi mümkin olsa da tam
ve kâmil değildir. Mademki imanları vardır. Rahmeti ilâhiye ile felâhları kabil
ise de harikulâde kabilindendir. Sünnetullah değildir. Maamafih onlar hakkında
imansızlar gibi ye'si küllî de caiz olmaz. Zira indallah zerrei iman da zayi
olmaz.
Müflih, «iflah» dan felâh bulan demektir.
Felâh aslında felâhat gibi yarmak manasile alâkadardır ki, o gündeki maniayı
yarıp kendini kurtarmak ve matlûbuna ermek yani zafer bulmaktır. Mü'minler de
Dünya ve tabiat ve şehvet manialarını yarıp gaybde gizlenen matlûplarına eren ve
Ahırette ebedî felâh bulanlar olacaktır. Lisanı Arabda böyle haber elif lâm ile
muarref olursa kasır ifade eder. Burada (hüm)
zamiri fasıl denilen bir harftir ki, haber ile mübteda beynini sıfatten fark
ettirir. Mühim bir rabıtai hükümdür. Bundan da bir kasır anlaşılır. İzah
ettiğimiz mana bu kasırlarla tarifin manasıdır,
emsalinde tatbik edilsin. Bu gibi
ta'riflerde iki nevi mana melhuzdur: Birisi
öteden beri müflihun vasfile şöhretşiar bir takım zevatı mübheme vardır bunu
duyarsınız. Fakat tayin edemezsiniz. Eğer duydunuzsa işte bunlar ancak o
müttekilerdir.
İkincisi,
eğer duymadınızsa bu mefhumu iyi tasavvur ediniz ve hakikatini tahkik ediniz ve
ettiğiniz zaman biliniz ki, bunlar ancak onlardır, demek olur.
(........)
nin tekrarı hidayet ile felâhın müstakil birer haslet olduklarına işarettir.
Aradaki atfın vav ile yapılması da hidayet ile felâhın mefhumen ve maksadan
mugayeretlerine işarettir diyorlar. Maamafih birinci
(........)
o imanları yapan müttekilere, ikinci de (........)
kaydinden sonra onlara raci olması ve binaenaleyh manen tekrar bulunmaması daha
muvafıktır. Görülüyor ki, hidayetin müttekilere kasrı yoktur ve lâkin felâhın
hidayettekilere kasrı vardır. Ve bu nokta mühimdir düşün. Sonra felâhın
hidayete, hidayetin takvaya terettübü de illiyet tarikiyle değil, adet tarikiyle
cereyan ettiğine ve müessiri hakikî Allahü teâlânın
fazl-ü rahmeti olduğuna işaret için arada (........)
gibi sebebiyet ifade eden bir harf zikrolunmamıştır.
Kur’ân işte alel meratip bu müttekilere hidayettir. Acaba
burada niçin «Hüdenlinnas» denilmedi de Hüdenlilmüttekin denildi? diyeceksin;
çünkü: (........)
TAHLİL VE MÜNASEBAT
Lisanı Arapta, lisanımızda mukabili
bulunamıyan bazı harfler vardır ki, (........)
de bunlardandır. Bu harf, fi'le benzeyen altı harften biri olup yerine göre
elbette, her halde, şüphesiz, lâcerem, muhakkak gibi bir tahkik ve te'kit manası
ifade eder. Razînin naklettiği veçhile
Arabın ilk feylesofu sayılan «Kindî» eimmei lisandan imamı Müberrede gitmiş ve
ben kelâmı Arabda bir haşiv buluyorum meselâ (........)
diyor, sonra (........)
diyor. Daha sonra (........)
diyor. Bunların hepsi ma'nen bir, arada fazla lâfızlar var demiş, Müberred
«hayır demiş haşiv yok, elfaz ihtilâf edince mana da ihtilâf eder. Evvelki
doğrudan doğru kıyamı haber veriyor. İkinci bir sualin cevabı oluyor. Üçüncü de
bir münkirin inkârına cevap oluyor» diye izah ederek dekaiki lisaniyede
feylesofun cehlini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir nazım altındaki
maaninin inceliklerini anlatmıya ve bundan zühul edenlerin muhakematı fikriyede
münasebetsizliklere düşeceklerini ne güzel anlatır. İmamı belâgat Abdülkadiri
Cürcanî der ki, tahkik «inne» te'kit içindir. Bir haber muhatabın zannı hilâfına
değil ise «inne» ye ihtiyaç yoktur. Fakat samiin zannı hilâfına bir haber
verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar müsteb'at olursa «inne»
nin hüsnü o kadar artar ilah...» işte bu ayette de öyledir. Burada evvelen
«hüdenlilmüttekin» takyidine karşı hatıra gelen bir suale istinafen bir cevap
vardır.
Saniyen
bu ayette beyan olunacak mazmunı haber istib'at olunabileceğinden onu te'kit ve
takrir vardır. Binaenaleyh bu ayetin «hüdenlilmüttekin» fıkrasına gayet kavi bir
münasebet tezat ve tekabülü vardır. Ve bu suretle bu iki ayet, evvelkilerin
kasimi olan bir tasnif ifade etmektedir.
Küfür, zammı «kâf» ile aslı lûgatte
küfran gibi setri nimet yani nankörlüktür. Bunun aslı da fethi «kâf» ile
kefirdir ki, alelıtlak setir demektir. Feth ile olan bu manadandır ki, tohum
eken ziraatçiye kezalik geceye kâfir, meyva tomurcuğuna kâfur, kalça etlerine
kâfire denilmiştir. Binaenaleyh feth ile kefr, setri mutlak eam, zam ile küfür
setri ni'met ehastır. Şer'an küfür ise imanın mukabilidir, imansızlık demektir.
Yani bir kimsenin iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, tekzip ve
inkâra ve terki tasdika ve ıztırar ve mani bulunmadığı zaman terki ıkrara da
şamildir. İmandaki tasdik gibi küfürde tekzip dahi, kalbî, kavlî veya fi'lî
olur. Tekzibi kalbî nasıl küfr ise bilâ ıztırar tekzibi kavlî de öyledir. Hattâ
böyle bir tekzibi kavlî daha eşna bir izharı adavet mukaddesatı fi'len tahkir,
tezyif, tehzil ve istihfaf, ibtale say etmek eşnaı küfür olduğunda şüphe yoktur,
yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de kavlen veya fi'len izhar ve ilân
olunan küfre küfür denmemek nasıl mümkin olur, meğerki o izharı kavlî veya fi'lî
(........)
istisnayı şer'îsi mucebince zarurî bir ikraha mübteni olsun. Tekzibi fi'lî iman
ile içtimaı mümkin olmıyan fi'li yapmaktır. Ancak tekzibi fi'lî ile ademi fiil
arasında büyük fark vardır. Meselâ namaz kılmamak başka, haça tapmak yine
başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile haça tapmak her halde küfr olur. Bu
noktai nazar olduğundan mucibi küfr olup olmıyacağına ihtilâf edilmiştir.
Halbuki tahkir ve istihfaf ifade eden kezalik Mushafı çirkâbe atmak, güneşe
secde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek, istihlâli ma'siyet, tahlili
haram, tahrimi helâl gibi bizzat eseri küfür, delili küfr olduğu belli bulunan
ef'ali mükezzibenin zarureti ikrah yoksa küfr olduğunda hiç ihtilâf
edilmemiştir. Biz balâda beyan olunduğu üzere terki amelin ve her ma'siyetin
mucibi küfr olmadığına kailiz. Fakat bu mes'ele de pek sui istimal edilmiştir.
Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki, o teemmül olunursa Havariç ve
Mu'tezileden sarfı nazarla hakikatte ihtilâf
bulunmadığı tebeyyün eder. Terki amel iki türlüdür.
Birisi terki cüz'î, diğeri terki küllîdir. Yani biri terk, biri de terki
itiyat etmektir. Meselâ bazan namaz kılmıyan ile terki salâtı itiyat eden
arasında büyük fark vardır. Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin
hasbelbeşeriye ara sıra bazı tekâsülü bulunabilmek ma'kuldür. Binaenaleyh terki
cüz'î küfrolmıyabilir. Lâkin terki i'tiyat eden, kılmayı hiç hatırına getirmiyen
ömründe hiç kılmıyan ve hattâ kılmamağa azmetmiş bulunanların ehli kıble
olduklarına. Allah’a, Peygambere ve
Peygamberlere, Kur’âna ve Ahırete,
farizai vazifeye imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Hulâsa iman, nesakı
tevhit ile bir cümle-i mu'tekadata nakabili tecezzi bir inkıyadı tabiiyet, küfür
de onlardan velev birinin olsun bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek
şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak
da küfürdür. İman bir mucibei külliyedir. Küfür ise onun nakizı olduğundan
salibei cüz'iye ile vaki olur. Salibei külliyede mütevakkıf olmaz. İman ile
küfür sade zıd değil, mütenakızdırlar ne içtima ederler, ne irtifa, arada
vasıta, menzile beynelmezileteyn yoktur. Bir insan ya kâfirdir ya mü'min, fasık
da fıskına göre bunlardan biridir. İman ile küfür, iki noktai nazarla mülâhaza
olunur. Birisi insanın yalnız
Allahü teâlâya karşı vaziyeti, diğeri de
mü'minlere karşı vaziyetidir, evvelkinde mü'min yalnız
Allahü teâlânın ilmini düşünerek imanını ve
kendini ona göre murakabe ve teftiş eder. Bu noktada hem batınından ve hem
zahirinden mes'uldür.
İkincisinde
insanların ilmini ve onlara kendini ve ne suretle tanıttığını ve ne gibi muamele
izhar ettiğini ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye maruz
olması lâzım geldiğini teemmül ederek imanını ve kendini ona göre murakabe ve
teftiş eder. Çünkü imanı islâmînin bir hukukullah, bir de hukukı ibat ciheti,
bir infirat, bir de içtima haysiyyeti vardır. Allah’a,
Peygambere kalbimde imanım var deyip de
ibadullaha karşı hep küfür muamelesi yapmak imanı islâmînin şiarı değildir. Din
ve imana muhtaç olan Allah değil insanlardır. Küfretmek lisanımızda sebbi galiz
ile sebbetmek manasına da urfolmuştur ki, Arapcada yoktur. Fakat daha ziyade
İstanbul lisanında beynel'avam mutearef olan bu mana esasen manayi şer'îden
me'huzdur. İptida dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi mucibi
küfrolan seblere ıtlak edilirken biraz tamim edilmiştir. Bunun için küfretmek
tabiriyle kâfir olmak tabiri beyninde bir fark sezilir.
İnzar, korkulu bir şeyi sakındırmak için
bildirmek, yani ileride şu fenalık var sakın diye irşat etmektir.
Hatim, tabi gibi basmak manasınadır.
Ve ketm ile de alâkadardır. (........)
ile sılalandığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini tevsik
için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı
mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi nihayete erdirmek manasına gelir. Lâkin bunda
(........)
gibi bizzat tadiye eder. Binaenaleyh burada evvelki manadan bir istiaredir.
Kalb, yürek ve gönül manalarına gelir, yani
kalb iki manaya kullanılır. Birisi göğsün sol
tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş bir nevi çam kozalağı şekline
benzer bir surette -sanevberiyyüşşekil- ve bedendeki etlerin hiç birine
benzemiyen, hem âsap ve hem adalât ensacının hakikatlerini cami bulunan bir
lâhmı mahsustur ki, uruk ve şerayîn bütün damarların köküdür. İçinde butaynleri
yani karıncıkları, üzeynleri yani kulakcıkları vardır. İnsanın a'za ve echizesi
içinde bizatihi müteharrik olan odur. Ruhi muharrik ondan başlar. Bu, motörü
kendinde kendi kendine açılıp kapanan bir tulumbadır. Deveranı dem buna
medyundur. Ve maamafih bu hareketin teneffüs ve hareketi rieviye ile de bir
alâkası ve muvazatı vardır. Bu kalb, ilmi ebdandan olan İlmi tıbbın ve etıbbanın
meşgul olduğu kalbi cismanî ve mekânîdir. Buna biz lisanımızda yürek tabir
ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, «kursak aşını yastık başını ister.»
İkincisi,
ruhanî bir lâtifei rabbanî olan ve bütün şuur, vicdan, ihtisasat ve
idrakâtımızın, kuvvei âkilemizin madeni yani manevî âlemimizin merkezi bulunan
lâmekân kalbdir ki, nefsi natıka dahi tabir olunur. İnsanın asıl hakikati bu
kalbdir. İnsanın müdrik âlim, arif olan lâyenkasim cüz'ü, muhatap, muatep,
mutalep ve mes'ul olan cevheri budur. Bütün benliğimiz
evvelâ bundadır. Bunun için idrak eden (ben)
idrak olunan (ben) in içindedir. Ben ruhuma,
cismime, aklıma, idareme bundan geçerim. Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Basıret
bunun nazarı, akıl bunun ruhu, irade bunun kuvvetidir. Bunu ruhumuzun kendisi
telâkki edenler de çoktur, lisanımızda biz buna yine kalb deriz. Balâda gönül
denildiğini de söylemiştik, çünkü gönlümden geçti, kalbimden geçti, zihnimden
geçti, aklımdan geçti dediğimiz zaman hepsinde ayni manayı kastederiz. Bununla
beraber kalb ile gönlü fark ettiğimiz noktalar da vardır. Meselâ kalbin çürük
deriz de ayni manada gönlün çürük demeyiz. Bazan yürek kelimesini de bu manada
kullandığımız olur ki, yürek kelimesini de bu manada kullandığımız olur ki,
yürekli adam, şecaatli, kuvveti kalb sahibi adam demektir. Şüphesiz lâmekân olan
bu kalbi ruhanînin bütün bedene ve kalbi cismanîye bir alâkası vardır. Fakat
ulema ve hükema bu alâkanın veçhini, keyfiyeti taallûkunu evvelemirde ve bizzat
bedenin hangi noktasına taallûk ettiğini tayinde hayrete düşmüşlerdir. Bu
taallûk evvelâ kalbi cismanîye midir? Dimaga
mıdır? Cümle-i asabiyeye midir, cümle-i asabiye ve adaliye mecmuuna mıdır. Yoksa
kalb ve dimağ, uruk-u a'sab ve adalât-ü echizesiyle bedenin sureti vahdaniyesine
midir? Sonra bu teallûk, a'razın ecsama, evsafın mevsufatına teallûku gibi
midir? Bir aleti istimal edenin alete teallûku gibi midir? Bir mütemekkinin
mekâna teallûku gibi midir? Her ikisini cami olarak bir kapudanın gemiye
teallûku, bir hükümdarın memlekete teallûku gibi midir. Hasılı madde ile
kuvvetin alâkası nedir? Ve sonra maddî kuvvetle manevî kuvvetin alâkası nedir?
Bunlar felâsifeyi, İlmi ruh erbabını yoran, hayretler içinde boğan noktalardır.
Ancak iptidaen olsun, intihaen olsun, evvelen ve bizzat olsun,
saniyen ve bilvasıta olsun, failiyet
haysiyetinden olsun, kabiliyet haysiyetinden olsun her halde bunun kalbi
cismanîye dahi bir alâkası derkârdır. Avamili hissiyede hareketin ehemmiyeti
büyük olmasına ve büyük temayülü bulunmasına nazaran bedenimizde harekâtı
hariciyenin intibaatından müteesir olan ve onları alan alâtımız, havassı
zahiremiz, a'sabımız, dimağımız olmakla beraber bunların cereyanı bedendeki
hareketi zatiyemizin kıymetine medyun bulunduğu ve bu hareketi zatiye bizzat
müteharrik olan kalbi cismanîde bulunup ondan başladığı ve bunun haleti
maraziyesinde infialâtı hissiyyenin, küduratı batınenni alâkası da aşikâr
görüldüğü cihetle mebdei hareketle menbaı şuuru birleştirmiş olmak için kalbi
ruhanînin ilk alâkasını da kalbi cismanîye rabtetmek hem tabiî, hem de hemen her
lisanda denecek derecede ikisinin dahi bir isim ile yad edilegelmiş
bulunmasından anlaşılan ittifakı amme muvafık olduğunda şüphe yoktur. Bu hali
kabul etmemekte ısrar edenler olursa onların her iki ismin biri diğerinden
teşbih ve istiare tarikiyle ahzedilmiş olmasını yani bedende kalbi cismaninın
mevkii ne ise ruhta da kalbi ruhanînin mevkii o gibi olduğunu tasavvur
edebilirler, akıl ile kalbin alâkasını da akıl kelimesine bırakalım.
Kur’ân’da, İlmi kur'anda, İlmi dinde, İlmi
ahlâkta Edebiyatta kalb denilince bu ikinci mana kastedilir, temiz kalbli adam,
kör kalbli adam, kalbi bozuk, kalbsiz gibi tabirlerde kalbden ne anlıyorsak
burada kalbden de onu anlıyacağız ki, iman bilgaybde marifetullahta bu kalbi
sezmenin, tanımanın büyük ehemmiyeti vardır, her şeyi bu kalb ile duyup da
bundan bunun tarzı vücudünden gafil olanlar, bunu mülâhaza edemiyenler, din
hususunda putperestlikten göz önündeki cismaniyete tapmaktan ileri geçemezler.
Mühürlü kalbler işte onlardır.
Gişave perde demektir.
TEFSİR VE TEVİL
|