ELMALILI TEFSİRİ:
HAK DİNİ KUR'ÂN DİLİ
ELMALILI
M. HAMDİ YAZIR
Hanefî
(d. 1878 - ö.1942
İstanbul)
(ORİJİNAL)
MATBAYİ
EBUZİYA - BASIM YILI: 1935
1935-1939 arasında dokuz cilt
olarak
10 bin takım bastırıldı.
FATİHA SURESİ
Mekkîdir ve yedi ayettir.
Kur’ân’ın ve Kur’ân surelerinin Risaletpenah Efendimiz
tarafından tesmiye edilmiş isimleri vardır. Fakat surelerin bu isimlerini,
mahalli nüzullerini ve ayetlerinin adetlerini iş'ar için yazılan başlıklar,
kezalik sahife kenarlarında taşir denilen aşırları, hizibleri, secdeleri
gösteren tahrirler nazm-ı kur'andan değildirler.
İsimlerin muhdes olmayıp tesmiye-i risaletpenahiye müstenit
olması, kelimatı kur'andan olmalarını icap etmez ve bir kelimenin kur'aniyeti
için bu kadarı kâfi değildir, çünkü kitap yani kur'an, hadîsten ve hatta hadîsi
kudsîden başka bir hususiyeti haizdir. Peygamberimizin
hadîsleri miyanında tefsiri kur'ana müteallik nice ahadisi şerife vardır ki,
bunlar tevatüren sabit bile olsalar yine kur'an sayılamazlar. Bir kelimenin
nazmı kur'andan madut olabilmesi için Peygamberimizden
kur'an olarak ahzedilmiş ve tevatüren naklolunmuş bulunması şarttır. Çünkü
kur'anın hükmünü, kıymeti yalnız manasında değildir, onun elfaz ve kelimatı dahi
bizzat hüküm ve kıymeti haizdir. Zira kur'an metlüv olmakla mümtazdır. Tilâvet
ve levazımı tilâvet ise elfazın ahkâmıdır.
Selefi kiram bu
hakikate binaen Mushafı şerifi Kur’ân olarak me'huz olmıyan kelimattan tecrit
ederek yazarlar ve « ........ = cerrid-ül kur'an» - kur'anı tecrit ediniz, yahut
« ........ = cerrid -ül mesahif» - Mushafları tecrit ediniz diye tavsiye
ederlerdi. Çünkü Kur’ân olmiyan kelimelerin veya cümlelerin müruri zaman ile
nazmi kur'ana karıştırılarak tahrifata sebebiyet verilmesi gibi şer'î bir
mahzuru nazarı mülâhazaya alırlar ve Mushafın «deffeteyni» beyninde sadece
kur'an yazılmasına itina ederlerdi ki, bu tavsiye ve itinanın nice fevaidi
mühimmesi ve semeratı müterettibesi görülmüştür.
Lâkin bu tecridi, Beyhaki «Kur’ân’ı, gayri kur'an ile
karıştırmamak» manasına tefsir etmiştir. Çünkü mutazammın olduğu hikmet bunu
muktazıdır. O halde ihtilât ve iltibas vaki olmıyacak bir tarzda yazılmasında
bir beis olmamak lâzım gelir. Filvaki Îbni Abbasın keraheti taşiri söylemesi
bunun o zaman bir hâdise olduğunu ima ettiği gibi ihtilât mahzurunun fıkdanı
halinde bu kerahetin de irtifaına delâletten hali değildir. Bu manaya binaen
yazısı, yazılışı kur'anın yazısından, yazılışından vazıhan temyiz olunarak
iltibas ve ihtilât mahzuru bertaraf edilmek şartiyle zikrolunan sernamelerin ve
muhtıraların Mushafa yazılması tecrit tavsiyesine münafi görülmez ve lâbe'se bih
sayılır oldu. Bu suretle bunlar hayli kadim bir zamandanberi yazma Mushaflarda
elvan veya altın mürekkeple ve hattı icazetle yazılıp bir tarzı mahsusta nakış
ve tezhip edile gelmiştir. Tab'ın zuhurundan sonra da aynı şekilde hat ve nakış
ile hattı kur'andan temyizlerine dikkat ve itina edilmiştir.
Bu sureti tahrirde Kur’ân’ın sahifeleri kat'î bir çerçeve
içine alınarak hattı kur'an diğerlerinden güzelce ayrıldığı cihetle hem tecrit
tavsiyesine itina edilip halt ve iltibas mahzuruna sed çekilmiş, hem de hıfz ve
kıraati kur'anda ihtiyaç derkâr olan bazı fevaidi mühimme temin olunmuştur.
İslâmda bu sevkı dinîdir ki, hututun tenevvü ve nefasetinde ve bilhassa sınaati
tezhibin terakkisinde âmil olmuş ve tezhibi Mesahif bir tarzı mahsusi nefis
iktisap etmiş idi.
Fıkıh noktai nazarından «lâ-be'se bih»ini terki evlâ ve
sadelik külfete müreccah ise de biz halefteki bu itinalı teamülün tercihine
taraftar olacağız. Zira tecrit bir seddi zeria ve aslı fariza ise hıfz ve temyiz
olduğundan bu tecridi mukayyedin tecridi mutlâktan daha emin olduğu sabit ve
hükmi şer'înin illetiyle deveranı da malûmdur. Lâkin şunu ihtar etmek lâzım
gelir ki, bir zaman yapıldığı gibi ibrazı san'at için sahifelerin sadeliğini ve
hattı kur'anın ıttırat ve temayüzünü ihlâl edecek veçhile nazmı kur'anın
mütenevvi ve muhtelif yazılarla yazılması, kezalik Mushafa kur'an sahifelerini
andırır bir şekilde dua ve saire ilâve olunması muvafık değildir.
Bu izahattan şu neticeye vasıl oluruz: Mushafların iltibas
ve ilâve ve tahrif ihtimalini katedecek bir tarzı salim ve müstahsende yazılması
veya tabedilmesi hususuna dikkat ve itina etmek müslümanların uhdesine terettüp
eden vecaipten birini teşkil eder ve tetkiki Mesahif heyeti de bu farzı
kiyafenin edasına memurdur.
Fatiha, asıl lügatte Fatih ismi failinden naklen
evvelâ kitap ve elbise gibi açılabilecek
şeylerin evveli - ilk açılan yeri manasına, bilâhare kelâm ve kıraat gibi
husulünde tedric bulunan her şeyin evveline itlâk edilmiştir. «Ta» sı aslındaki
Fatih sıfatından nakl içindir, te'nis için değildir. Maahaza esasında tasile
beraber fetih manasına masdar olması da mümkindir. Binaenaleyh mef'ul olan
evveli meftuha itlâkı evvelkinde mecazi aklî, bunda mecazi lûğavî kabilindendir.
Fatihanın mukabili hatimedir. Kitabullahın tertibinde, kitabetinde, namazda
kıraatinde ve belki nüzûlünde baş bu sure olduğundan «Fatihatülkitab» tesmiye
edilmiştir.
Buna «El-fatiha» dahi denilir ki, ya obirinin
tahfifidir veya müstakil bir isimdir. Birinci
takdirde lâmmüzafün ileyhten ivaz olacağı için fatiha denemez, ikinci takdirde
ise lisanımızda denebilir ve böyle müteareftir.
Bu surenin lisanımızda en maruf ismi «Elhamd» ismidir ki,
suretülhamdin muhaffefidir. Başında «elhamdü lillah» bulunması veyahut baştan
başa manası bir manayı hamd olması itibarile ötedenberi «Elhamd» veya
«Elhamdü lillâh» veya «Elhamdü lillâhi Rabbilâlemin» diye tesmiye edile
gelmiştir.
Bunlardan başka daha bir takım isimleri vardır ki, her biri
bir hususiyeti ifade eder:
(3) Ümmülkur'an
(4) Ümmülkitap.
Çünkü bu sure diğer süveri kur'anın aslı ve menşei yani kökü ve tohumu gibidir
ve bir şeyin asıl ve menşeine «üm» itlâkı da müteareftir. Fatiha kur'anın mebde
ve maada müteallık, hikemi nazariyesini, ahkâmı ameliyesini, makasidi esasiye ve
muhteveyatı asliyesini tazammun eden beliğ bir icmali, bedi bir ünmuzecidir.
Hattâ nısfı evveli süveri Mekkîyeeyi, nısfı ahiri süveri medenîyeyi temsil eder
ve sanılır ki, Fatiha kısmen Mekkî ve kısmen Medenîdir. Kitabullahın mevzuu,
Allah ile âlem ve bilhassa Allah ile insanlar beynindeki nisbet ve alâkai
rübubiyet olduğuna göre Fatiha bu nisbeti cezri tammile tasvir ve ifade eder.
Gayesi de insanları nimai ilâhiyeye isal eden tariki müstakime irşat ve hidayet
olduğunu ahseni suretle ifham eyler. Ancak bu iki isimden ümmülkitap aslı kâinat
olan Levhi mahfuza dahi itlâk olunur.
(5)
ayni esbaptan naşi Esas
(6)
El-vafiye
(7)
El-kâfiye
(8)
Kenz tesmiye olunur.
(9)
Seb'i mesâni ki, sure-i Hıcir de (........)
ayetine bak.
(10)
Es-salât yani namaz suresi, çünkü Fatihasız namaz yoktur: Her namazda
lâakal iki rek'âtta birer kerre okunması vaciptir. Ancak
Hanefîyece cenaze namazında vacip değildir,
çünkü bu tam mânâsile namaz değil bir duadır.
(11)
Sûre-i şükür
(12)
Sûre-i Dua ki, bunları müştemildir,
(13)
Sûre-i şifa veya Şâfiye ki, bilhassa emrazı kalbiye ve maneviyeye
şifadır
(14)
Ta'lîm-i mes'ele ki, bunda sual ve duanın, istemenin şartı ve edebi ve
mes'ulün ekmeli pek beliğ bir surette talim buyurulmuştur. Şartı sual, evvelen
marifet, saniyen amel,
salisen hissi ihtiyaç, edebi sual de evvelen
arzı sena, saniyen arzı ıhtısas,
salisen hüsni intihap ile arzı mes'ul, Ekmeli
mes'ul ise zatı nimet değil o nimetin doğru ve şaibesiz bir yoluna
muvaffakiyettir. Çünkü bir nimetin doğru yolunu bulmak onu her zaman bulmaktır.
Nüzul kavramı
Kur’ân’ın gayıpten şuhude zuhuruna nüzul
itlâk olunur ki, bu şuhudun ilk mevkii kalbi Muhammedîdir Ve hicreti seniyeden
mukaddem nazil olanlara Mekkî, sonrakilere Medenî denilir, hattâ Hicretten sonra
Mekkede ve sair mahallerde nazil olanlara dahi Medenî itlâk olunur. Bu mübarek
sure de Mekkîdir. Hicreti seniyeden mukaddem Mekkei Mükerremede nazil olmuştur.
Bu bapta icma yoksada icmaa karip bir ekseriyet vardır.
Rivayet itibarile:
İbn-i Abbas, Katâde, Ebül'âliye Rufey'i
Riyahi ve sair bir çok müfessirin hep bunu tesbit etmişler. Ebû Hüreyre,
Mücahit, Ata İbn-i Yesar, Zühri vesair bazıları da Medenî olduğunu
söylemişlerdir. Maamafih bunun yalnız Mücahit rivayeti olduğunu diğer tefsirler
kaydediyorlar. Diğer bazıları da bir kerre Mekkede namaz farz kılındığı vakıt,
bir kerre de Medinede kıble tahvil edildiği zaman olmak üzere iki kerre nazil
olduğunu zikretmişlerdir.
Direyet itibarile: Fatihanın mekkiyetini
isbat eden iki istidlâl mevcuttur; bir kerre surei Hıcir bilittifak mekkîdir.
Bunda ise
(........) ayeti vardır.
Ve Fatihanın bir ismi Seb'imesani olduğu
gibi bu ayetten maksat Fatiha olduğu da ekseriyetle mübeyyendir. Binaenaleyh
Fatihanın mekkiyeti ekseriyet rivayetile mansus demektir.
Saniyen
beş vakıt namazın Mekkede farz kılındığı ve islâmda bundan evvel de namaz kılına
geldiği malûmdur.
Nitekim sure-i Alakta
(........) ayeti ve surei Müzzemmilde
(........) emri vardir.
Halbuki islâmda cenaze namazından başka
fatihasız bir namaz kılındığı aslâ rivayet edilmemiştir.
Ve bilakis «fatihasız namaz yoktur
=........» hadisi malûmdur.
Binaenaleyh fatihanın Mekkede ve nübüvvetin
ilk devirlerinde nazil olduğu bu ittifaktan bilistidlâl sabit olur.
Salebî tefsirinde senediyle Hazret-i Aliden
de şunu rivayet etmiştir: «Fatihatülkitab Arşın tahtinde bir kenzden Mekkede
nazil oldu.»
Sahib keşşaf, Fatihanın tefsirinde
(........) suresinin ilk evvel nazil olduğunu
beyan ettikten sonra surei Alâkın evvelinde de ekseri müfessirine göre ilk nazil
olan sure, Fatiha ve sonra Sûrei kalem olduğunu tesbit etmiştir. Binaenaleyh ilk
nazil olan sure ile ilk nazil olan ayeti fark etmek lâzımdır. Filvaki
Seyyidişerifi Cürcaninin tahkiki veçhile ehadisi sahihanın delâleti ve eimmenin
İlmi usulde te'hiri beyan mes'elesindeki takrirleri mucebince:
(........) kadar surei alâkın baş tarafı ilk
nazil olan ayetler olmakla beraber tamam sure noktai nazarından Fatihanın ekseri
müfessirine nisbet olunduğu üzere ilk nazil olan sure olduğu anlaşılıyor,
obirlerinin nüzulü daha sonra tamam olmuştur. Sahihi buharî ve Sahihi müslimde
senedi mahsuslariyle Urvetübnü Zübeyrden, Hazret-i Aişeden evveli vahi ve evveli
nüzuli kur'an (........) olduğu şöyle rivayet
edilmiştir ki, meali: Resulü Ekrem sallâllahü aleyhi
ve sellem Efendimize ilk vahi, iptida rüyayı saliha ile başlamıştı. Bir
rüya görmezdi ki, Fecri sadık gibi zuhur etmiş olmasın. Sonra halveti -uzleti-
hoşlanır oldu, (Hıra) mağarasına çekilir, avdet
etmeksizin orada müteaddit geceler taabbüt ederdi ve bunun için azığını da
götürürdü, sonra Hazret-i Hadiceye avdet eder, yine azığını alır giderdi,
nihayet gari Hırada idi ki, ona hak geldi Müslimde füceten geldi. şöyle ki,
kendisine bir melek geldi ve « ......= Ikre» -yani oku- dedi. O da: ben okumuş
değilim - .......- diye cevap verdi, Resulullah
şöyle buyurdu: bu cevap üzerine melek hemen beni tuttu ve vücudumu sarıp öyle
sıktı ki, takatım hemen tükeniyordu (bizim tabirimizle
canıma tak dedi) sonra salıverdi, yine « .....= Ikre» dedi, ben de
«okumuş değilim» dedim, derdemez beni yine tuttu ve öyle bir sardı ki, canıma
tak dedi, sonra beni yine salıverdi ve «......= Ikre» dedi, ben de «okumuş
değilim» dedim, binaenaleyh üçüncü olarak beni bir daha sardı, sonra bıraktı ve
derhal:
dedi. Sahihi Müslimin
(........) rivayetinde
(........) dahi mansustur. Bunun üzerine
Resulullah avdet etti, yüreği oynıyordu.
Hazret-i Hadice binti huveylit radıyallahüanhanın yanına girdi «beni örtünüz
örtünüz - (........)» dedi. Örttüler nihayet
halecanı geçti, o zaman Hazret-i Hadiceye ihbari keyfiyetle «kendimden cidden
korktum» buyurdu. Hadice de «hayır vallahi Cenâb-ı
Allah seni hiç bir vakit perişan etmez, sen akrıbana iyilik eder,
külfetlere tahammül edersin, yoğu kazanır, yoksulu kazandırır, müsafire ikram,
mesaibe karşı yardım edersin» dedikten sonra alıp amca zadesi Verekatübnü
Nevfelibni Esedibni Abdüluzzaya götürdü ki, Vereka cahiliyede nasraniyeti kabul
etmiş bir zat idi, İbranîce yazmasını bilir ve ilâmaşaallah İbranîce
(Müslimde Arapça) İncil yazardı ve artık pek
ihtiyarlamış ve âma olmuş idi. Varınca hadice «amca zadem birader zadeni dinle»,
dedi Vereka sordu: «birader zadem ne görüyorsun?»,
Resulullah gördüğünü haber verdi,
binaenaleyh Vereka «bu o Namustur ki, Cenâb-ı Allah
Mûsaya indirmiş idi. Ne olurdu, ben genç olaydım ve kavmin seni çıkaracağı zaman
sağ olaydım» dedi, Resulullah «acaip
onlar beni çıkaracaklarda mı?» buyurdu, Vereka evet senin getirdiğin gibi bir
şeyi getirir hiç bir adam yokturki adavete maruz olmasın, o gününe yetişirsem
her halde sana kaviyyen yardım ederim» dedi, sonra çok geçmedi Veraka vefat etti
ilh.
Sahihi Müslim
bu hadisi müteaddit tariklarla rivayet eylemiştir. Gerçi Hazret-i Aişenin zamanı
vak'aya yetişmemiş olduğu malûmdur, fakat böyle olması hadisin mürsel, yani ilk
ravinin mahzuf olmasını iktiza etmez. Tarzı beyan gösteriyorki hadisin baş ve
nihayet tarafları değilse bile (........) =
Ikre» fıkrası bizzat lisanı Peygamberîden
ahzile rivayet edilmiştir.
Diğer taraftan
İbn-i Ebi Şeybe Müsannefinde, Ebû Nuaym ve Beyhakı Delâilünnübüvvede,
Vâhidi ve Salebi tefsirlerinde senetlerile Ebû Meysere Amribni Şürahbilden şöyle
rivayet etmişlerdir: Resulüekrem Sallallahü aleyhi vesellem, Hazret-i Hadiceye
«Ben halvette yalnız kaldığım zaman bir nida işittim, vallahi bunun bir emir
olmasından cidden korktum» dediği vakit, Hadice «Maazallah, sana
Cenâb-ı Allah’ın korkulacak bir şey yapması
ihtimali yoktur, vallahi sen emaneti tediye edersin, akribana iyilik yaparsın,
sözü doğru söylersin» demişti badehu Ebubekir geldi,
Resulullah yoktu, Hadice
Resulullahın sözünü anlattı ve
«Muhammedle beraber Verekaya git» dedi.
Resulullah gelince Ebubekir elinden tutup «Bizi Verekaya götür» dedi,
deyince «kim söyledi» diye sordu o da «Hadice» dedi. Binaenaleyh birlikte
Verekaya gittiler, vak'ayı anlattılar, buyurdu ki, «Yalnız halvette kaldığım
zaman arkamdan «ya Muhammed ya Muhammed diye» bir nida işitiyorum ve hemen koşup
kaçiyorum «Vereka da» «öyle yapma geldiği zaman söyleyeceğini dinleyinceye kadar
dur sebat et ve sonra gel bana haber ver» dedi. Badehu
Resulullah halvetine çekildiği zaman
kendisine şöyle nida geldi: «Ya Muhammed (........)
=kul bismillâhirrahmanirrahim elhamdülillâhi rabbil-âlemin» diyerek
«veleddalin»e kadar vardı. Bir de «kul lâilâhe illallah» dedi. Binaenaleyh
Verekaya giderek bunu nakletti, Vereka da «Müjde müjde, dedi, ben şehadet ederim
ki, sen İbn-i Meryemin tebşir ettiği zatsın, sen Mûsanın Namusu gibi bir Namus
üzerindesin ve sen nebiyyi mürsselsin ve sen cihada memur olacaksın».
Görülüyor ki, evvelki hadîs kur'andan ilk
nazil olan ayet «İkre» suresinin başı olduğunu, ikinci hadis de tamamiyle Fatiha
suresi olduğunu rivayet ediyor. Aradaki fıkarat yekdiğerinin sakit olduğu
noktalarda birbirinin mütemmimidir, fakat zahire nazaran evveliyeti mutlâka
mes'elesinde mutearız gibidirler, evvelkinin tarikları daha kavi, Beyhakının
dahi beyanı veçhile ikinci hadis münkati olduğuna nazaran noktai tearuzda
birinci müreccahtır ve demek ki, Verekanın
nezdine iki defa gidilmiştir. Binaenaleyh asahhi rivayet, kur'anın nüzüli ayet
noktai nazarından evveli İkre suresinin başı, nüzüli ayet noktai nazarından
evveli de tertip ve kitabette ve namazda, kıraatte evveli olan surei Fatihadır.
Ve Fatihanın nüzulü İkrenin tamamından (........)
den ve (........) den,
(........) den evveldir. Fakat bu iki hadisin
nakli rivayeti müsnede noktai nazarındandır. Yoksa ekseri müfessirinin rivayatı
mürselesi yalnız bunlara müpteni demek değildir. Maamafih işbu mes'elede îttifak
yoktur.
Demek ki, Cenab-ı Hak Fatihai kitabını
inzal etmeden evvel iptida Resulünü tehyie etmiş ve ona Rabbından bir kur'an,
bir kitap ihsan olunacağını iş'ar için evvela kıraate,
saniyen kalemle kitabete tergıp ve bunlara Rabbinin ismiyle başlamasını
emreylemiş ve bu tehyieden sonra (........)
.Diye kitabının ilk suresini esas olarak ihsan buyurmuştur.
FATİHANIN AYETLERİ
- Fatihanın ayetleri yedi olduğu müttefekün
aleyhtir. Ancak bu yediden birisi Besmele midir? yoksa
(........) midir? bunda iki rivayet vardır. Yakında görüleceği üzere
bizim sahih mezhebimize göre Besmele başlı başına bir ayeti münferide olduğundan
fatihanın başı (........) dir ve
(........) bir ayettir.
(besmeleye bak) Fatihanın yedi ayet olması da
hikmeti Kur’ân noktai nazarından bir takım meanii işariye ile alâkadardır.
FASILA - Şiirde kafiye veya revi, nesirde
seci gibi kur'anın surelerinde de fasıla tesmiye olunan bir veya bir kaç harf
vardır ki, her ayetin diğerlerile temayüz ve temasülü bu fasılasiledir.
Türkçemizde buna (........) denilir. Sûrei
Fatihanın fasılası ise (........) harfleridir.
Bunlar nazımda (........) nizamını
ahzetmişlerdir. Bu bediai nazmiyenin tertili kur'anda ahenki mümtazile büyük bir
hissei halâveti ve bu suretle kur'anın kelâmı mevzun ile kelâmı mensur beyninde
öyle bir hususiyeti mütemayizesi vardır ki, hem nesrin samahat-ü selasetini, hem
veznin ahenk-ü letafetini cami bir neşvei beyan ifade eder. Gerçi bu revnak
yalnız fasılanın bir eseri değildir. Onda bütün kelimat ve terakibi kur'aniyenin
bir hissei hüsnü vardır. Fakat fasıla bunların lemehati rakikasını samiada
şuurileştiren bir tecelli noktasıdır. Elhanı kıraatin kararları bunlarda
verilir. Esnayi tertilde maanii kur'an ünbubei nazmından bütün lezaizi
tayyibesile akarken bu noktalarda kalbe nüfuz için zemzemei cereyanı vadi visal
ile ışvei vedaı mezceden bir cilvei şuhut kesilir. Bu cilvei şuhudu bir hahzai
huzurun sekineti takip eder.
Kelâmı ilâhînin nazm-ü fasılası ile kelâmı
beşerin sec-ü kafiyesi arasında fitrat ile san'at arasındaki büyük farkı
görmemek kabil değildir. Malûmdur ki, hendesei fıtrat namütenahi, hendesei
san'at mütenahidir ve bunun için eseri fıtrat canlı, eseri san'at cansızdır.
Fıtratte her hangi bir binanın, herhangi bir zihayatın âza ve eczası namütenahi
bir tegayyür ve tenasübün hasılasıdır. Biz her hangi bir ağacın yaprakları
arasında hüsni tecanüsü ifade eden tenasüp ve temasüli kâmilini farkederken her
yaprağın diğerlerinden ancak namütenahi bir ölçü ile ölçülebilecek bir tegayüri
kâmil arzettiğini ve bu tegayürün hiç bir lahza tevakkuf etmeyip her an nümüv
ile değiştiğini de görürüz. Ve bunların şekl-ü budi hendesîlerini kesirsiz
ölçmemiz hiç bir zaman mümkin olmaz. Bunun içindir ki, biz ayanı vücudun haddi
tammını tasavvur edemeyiz, onları nihayet bir hali şuhudun lâhzai visali veya
onun hayali mün'akisi ile tanırız. Fakat bir mimarın eseri san'ati olan en nefis
bir binadaki tevazünü mahdut ve eb'adi sabite arasındaki tenasübü muttarit ve
mütenahi bir miyar ile tamamen ölçebiliriz. Çünkü o ne olsa yine bir tasavvuru
mahdudun ifadesidir. Şayet bir kesri namütenahiye tesadüf edersek bunun da
fıtrata raci olduğunu biliriz. Bunun gibi sec-ü kafiyede her ne olursa olsun bir
tenasübü mahdut ve bir ıttıradı sabit hissolunur. Ne kadar beliğ ve selis
addolunursa olunsun onda bir külfet ve teellüfün şaibeleri vardır. Çünkü
nisbetler, irtibatlar tasavvura sığan mahdut bir miyarın neticei tatbikidır.
Bundan dolayıdır ki, biz mensuri mutlâkta daha ziyade tabiilik hissediyoruz.
fakat bunu da ne kadar güzel olursa olsun mevzun ve müseccadaki ahengi nüfuz ve
kelâmda matlûp olan fehm-ü zabtın en büyük zamânı bulunan vecazeti ifade gibi
meziyetlerden mahrum buluruz. halbuki nazmı kur'anın tenaşübündeki miyar
büsbütün başkadır. O bir mîyari mütenahi değildir, o tasavvura sığan bir
tenasübi mahdudun bir ıttıradı sabitin ifadesi değil, fıtratın semih ve seyyal
ve mütenevvi bir tenasübü gayrı mahdudunun ifadesidir. Onun fasılalarında
san'atın külfeti kesbini andıran hiç bir şaibei tekellüf yoktur ve bu sebepledir
ki, nazmı kur'an mevzun ve mensur her ikisinin meziyeti beyanını maaziyadetin
camidir. Ve bu cemiyettir ki, onun vücuhi icazından birini teşkil etmişdir. Ve
yine bu sebepledir ki, kur'anın fasılaları tevkifîdir, yani nakil ve semaa
mevkuftur, biddiraye tayin olunamaz. Çünkü ayet başına varmadan da ahenk ifade
eden bazı harflere tesadüf edilir. Bizim kelâmlarımızda elfaz, meaninin bir
kisvei arızasıdır, meani ile elfaz arasındaki nisbet, bir endamın elbisesine
nisbeti gibidir. Binaenaleyh yekdiğerinden kabili tecrittirler ve ekseriya o
endamı daha güzel veya müsavi bir elbise ile techiz etmek mümkin olur. Ve
çok vakit tasannuat ile biz bu endamın hüsnü fıtrîsini ihlâl da ederiz.
Kelâmullahta ise meani üzerinde elfaz bir simayı dilberin cildi gülgûnü gibi
mazmunun ensacı teşrihiye ve ruhiyesine ezelî bir alâka ile merbuttur. Daha
doğrusu bunda cism ile ruhun vahdetle tecelli eden bir iştibaki mahsusu vardır.
Buna hayran olan bir büyük Arap şairi bilhassa bunun için şu neşvei mestaneyi
terennüm etmiştir.
İşte bu hassai icazkâri hasebiyle kur'an tanzir olunamadığı
gibi aynen tercümede edilemiyor. İlk evvel o mumtaz üslubu beyan zayi oluyor,
tercemeler bir hüsni dilâranın derisini yüzüp altındaki ensaca bir camei camit
geçirmek gibi oluyor, bu camenin şeffaf bir billûr olduğunu da farz etsek onun
içinden canlı bir vücut görülebileceğini farzetmek hata olur. Kur’ân hadikai
vücutta açılmış hakikî ve misalsiz bir gül farzedilirse, en güzel tercemesi
nihayet onun desti meharetle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki, bunda
aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne nüumeti, ne nümüvvü, hasılı ne yağı, ne
rayihası hiç birisi bulunamaz. Biz de işte o gülü, tutup koklayamıyanlara
gücümüz yettiği kadar bir resmile olsun tanıtmıya çalışacağız.
Binaenaleyh bunlar kur'anı tanıdacak bir meâl olsa da
kur'an hükmünü haiz olamaz, onun yerine konamaz. Meselâ namazda okunamaz.
1
BESMELE
Mesahifi şerifede iki türlü besmele vardır:
Birisi sure başlarında yazılan müstakil
besmele, diğeri Sûre-i Neml'in (........)
ayetindeki besmeledir. Bu besmele surei Nemlin bu ayetinin bir cüz'ü olduğu
kemali sarahatle malûmdur. Binaenaleyh bu haysiyetle besmeleni kur'aniyetinde
şüphe yoktur ve tevatüri sarih ile bilicma müteyakkandır.
Fakat sure başlarında yazılan ve her sureyi birbirinden
ayıran ve iptidai kıraatte okunan besmeleye gelince: Bunun o surelerden birinde
veya her birinde dahil bir ayet veya cüzi ayet veyahut kur'andan resen bir cüzi
tam olup olmadığı öbürüsü gibi bedihi olmadığından bu besmelenin tayini
kur'anîsi tefsirde ve İlmi usulde bir mes'elei ilmiyle teşkil etmiştir ki,
bilhassa iman, salât, kıraet mesailile alâkadardır.
Said İbn-i Cübeyr, Zühri, Ata' İbn-i Mübarek Hazaratı
besmelenin başında bulunduğu her sureden birer ayet olduğuna kail olmuşlar ki,
kur'anda yüz on üç ayet eder. Kavli cedidinde İmamı Şafii Hazretleri ve eshabı
bu mezhep üzerindedirler. O halde Fatihanın yedi ayetinden
birinci besmeledir. ve «en'amte aleyhim» bir
fasılai ayet değildir. Bunun için namazda besmeleyi de cehren okurlar. Çünkü
diyorlar: Selef bu besmeleleri Mushaflarda
tesbit etmişler, bununla beraber kur'anın tecridini tavsiye eylemişler ve hatta
Fatihanın nihayetinde «âmin» bile yazmamışlardır, Eğer bu besmeleler kur'an
olmasa idi onları da yazmazlardı. Hasılı Mushafın deffeteyni beyninde kur'andan
başka bir şey bulunmadığında icma vardır. Ve bunu müeyyit ahbarı mahsusa dahi
varit olmuştur. Ezcümle Îbni
Abbas radıyallahü anhümadan:
Besmeleyi terkeden kitabullahdan yüz on dört ayet terketmiş olur. Ebû Hüreyre
radıyallahü anhtan:
Resulullah Efendimiz «Fatihatül-kitap
yedi ayettir, bunların evveli “Bismillahirrahmanirrahim”dir. Ümmü Seleme
radıyallahü anhadan:
Resulullah Fatihayı okudu ve
«Bismillahirrahmanirrahim elhamdülillâhi rabbil'âlemin» i bir ayet saydı. O
halde Fatihadan bir ayet değilse cüzi ayettir. Ve binaenaleyh namazda kıraati
farzdır ve cehrolunur. Şafii gibi Ahmed ibni Hanbel
Hazretlerinden de bu iki hadis beyninde tereddütle iki rivayet mevcuttur, Diğer
taraftan Ahmed ibni Hanbel Hazretlerianın
her mevkiinde dahi kur'aniyeti sarahat ve tevatürle taayyün edeceği ve
binaenaleyh şaibei ihtilâf ile kur'aniyete hükmedilemiyeceğini illetine ve ehli
Medinenin teamülüne istinat ederek sure evvellerindeki besmelelerin ne Fatiha ve
ne sair surelerden, ne de bütün kur'andan bir cüzi mahsus olmadığına ve surei
Nemildeki ayetten başkasında besmelenin kur'an olmayıp fasl-ü teberrük için
yazıldığına zahip olmuş ve binaenaleyh namazda ne cehren, ne de sirren okunması
muvafık olmaz demiştir. Bunun için Malikîler namaz da okumazlar.
Hanefiyyeye
gelince; Sahih mezhep şudur: Evaili süverdeki besmele başlı başına bir ayeti
münferide olarak kur'andandır. ve surelerin hiç birinden cüz olmıyarak
beyinlerini fasletmek ve iptidada teberrük olunmak için nazil olmuştur. Filvaki
zikrolunan mütekabil iki ihtilâf ve istidlâl içinde tahakkuk eden noktai yakin
budur. Mademki şeraiti meşruha mucebince Mushafın deffeteyni beyninde kur'andan
başka bir şey yazılmadığına ittifak vardır, o halde sure başlarındaki besmeleler
dahi kur'andandır. Şafii delilinin kat'î müeddası bu olur. Ve mademki başında
bulunduğu surelerden cüz'iyetini iş'ar eden sarih bir delili mütevatir de
yoktur, o halde hiç birinden cüz de değildir.
İşte Malikî delilinin kat'î müeddası da budur. Binaenaleyh
iki delilin işbu yakın noktalarının birlikteki müfadı da söylediğimiz gibi
besmelenin bütün surelerden müstakil bir ayeti fezze olmasıdır ki, bu babtaki
muhtelif ahbarı ahadın kadri müştereki de bu olur. O halde Fatiha gibi her
namazda okunması vacip değildir. Lâkin gerek namazda ve gerek haricinde her
kıraetin ve her emri mühimmin bidayetinde okunması sünnettir. Bunun için namazın
her rek'atında, kıraetin evvelinde okuruz, ortasında okumayız. Ancak cüziyet
anlaşılmamak için cehrî namazlarda da sirren okuruz ve böyle okunmasında bütün
Hanefiye müttefiktir. İşte (........) böyle bir
ayeti mümtazedir.
TAHLİL
Besmele zahirde (........)
dört kelimedir.
Hakikaten ve hükmen ise yedi kelimedir, çünkü hakikatte
(........) nin
(........) sı ile (........) in harfi
tarifleri dahi birer kelimedirler.
Hükmen de böyledir. Çünkü lisanı Arapta harfi tariflere hiç
bir zaman kelimei müstakille hükmü verilmemiş olduğu halde «ba» hem kendisi bir
kelimedir, hem de müteallaki mahfuzu olan bir fiil ile failini dahi müş'ir üç
kelime hükmündedir. Binaenaleyh (........) nin
(........) ile
(........) den
mürekkeptir. Bunda kaide (........) gibi hemzei
vasl ile yazılmaktı, lâkin besmeleye mahsus olarak hemze hazf olunup söylendiği
gibi yazılır ve ivaz olarak «bi» nin başı uzatılır. Ta evveldenberi besmelenin
başını bir elif uzun yazmak bir kaidei hat olmuştu ki, bu kaide kûfî gibi sülüs
ve nesih hatlarında dahi esatizei hattın malûmudur. Bunun nüktesi kesreti
istimale binaen bir tahfiftir diyorlar, lâkin bunda bilhassa tallûkı visalin
kuvvetini ifade etmek gibi manevî nükteler de vardır. Bazı hadîslerde tesadüf
edilen
(........) gibi telmihler
bundan müsteban olur.
Malûmdur ki, hakikî her ilmin yegâne bir mevzuu vardir,
ilmi hikmeti kur'anın mevzuu ise Allah ile âlem ve bilhassa insanlar ve
insanların ef'ali beynindeki alâka ve münasebettir. İşte bir ülûhiyet ve
ubudiyet alâkasında hülâsa olunan ve evvelen Fatihada,
saniyen bütün kur'anda alettedric tafsil edilen bu nisbet tamamen
Besmeledeki
(........) nın manasıdır.
(........) daima bir file veya şibhi file
taallûk eden ve onu bir isme rapteyleyen bir edat, bir harfi cerdir ki, asıl
manası ilsak -yapıştırmak- tır. Fakat bu ilsakın mülâbeset ve müsahabet,
istiane, sıla, kasem gibi bir çok tenevvüatı vardır ki, Besmelede müfessirin
yalnız müsahabet veya istiane manalarından birini gösterirler. Bu banın
müteallaki mahzuftur ki, o da Besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla,
oku, başlıyorum, okuyorum gibi. (........) asıl
lûgatte bir şeyi zihne refeden alâmet ve dâl demektir. Örfte yalnız başına
anlaşılır bir manaya delâle (........) asıl
lûgatte bir şeyi zihne refeden alâmet ve dâl demektir. Örfte yalnız başına
anlaşılır bir manaya delâlet eden kelime diye tarif olunur ki, o manaya veya
onun hariçte veya zihinde tahakkuk ettiği masadakına müsemma denilir. Mezhebi
muhtara göre aslı «sümüv» maddesidir «vesm» den olması da mümkindir. Fakat cem'i
esma veya esami gelir ve bunlar tamamile lisanımıza mal olmuş kelimelerdir.
Sıfatlar da esasen ismin aksamındandırlar, bunun için isimler ismi has veya
alem, ismi cins veya âm diye taksim olunduğu gibi ismi zat veya ismi sifat diye
de tefrik olunur. Allah tealânın esmai hüsnasında bu farkın ehemmiyeti vardır.
İsim, esas itibarile «ad» ve «nam» muradifi olmakla beraber lisanımızda biz
bunları ince farklarla kullanırız, «ben bu işi fülan namına yapıyorum» yerinde
«fülanın adına veya ismine yapıyorum» demeyiz, kezalik «insan bir isimdir» deriz
de «bir addır, bir namdır» demeyiz. Öyle zaman olur ki, «o adamın adı» yerine «o
zatın ismi» demeyi tercih ederiz. (........)
Mabudi Hakkın ismi hassıdır. Daha doğrusu ismi zattır ve ismi alemdir. Yani
kur'an bize bu zatı ecellüâlâyı, sıfatı kemâliyenin ve esmai hüsnasile tanıtacak
bizim ve bütün âleminin ona olan nisbet ve alâkamızı bildirecektir. Binaenaleyh
müsemması olan zatı ecell Mabudi Hakkın ismi hassıdır. Daha doğrusu ismi zattır
ve ismi alemdir. Yani kur'an bize bu zatı ecellüâlâyı, sıfatı kemâliyenin ve
esmai hüsnasile tanıtacak bizim ve bütün âleminin ona olan nisbet ve alâkamızı
bildirecektir. Binaenaleyh müsemması olan zatı ecellüâla kâinatın vücudunda,
bakasında, tekemmülâtında bir illeti ulâ olduğu gibi «Allah» ismi celâli de
lisanı irfanımızda öyle bir mebdei has ve âlâdır.
Hak teâlânın vücudi ahadîsi tasdik olunmadan âlem ve nizamı âlem his
ve şuuru bir hayalden, bir seraptan ve ayni zamanda def'i nakabil bir ıztıraptan
ibaret kalacağı gibi «Allah» ismi hassı üzerinde tevhid ve tensik olunmıyan
ulûmumuz, fununumuz bütün malûmat ve Maarifimizde iki ucu bir yere gelmiyen ve
varlığımızı silip süpüren, perişan fikirlerden, meâlsız bir gubarı intıbadan
ibaret kalır. Bunun içindir ki, bütün ulûm ve fünun küçük küçük birer mevzu
etrafında malûmatımızı tensik ede ede nihayet son tensikte bir ilmiâlâ ile bizi
bir huzuri vahdete ilâ etmek için çalışır durur. Cisim mefhumunda madde ve
kuvvetle hareket ve sükûn nisbetinde, tevhid olunmıyan bir ilmi tabiî; bud,
mekân ve zaman nisbetinde, kemmiyet mefhumunda toplanmıyan bir İlmi riyazî; şuur
mefhumunda, cisim ve ruh nisbetinde toplanmıyan ve İlmünnefis; hariç ve zihin
nisbetinde, hak mefhumunda toplanmıyan bir Mantık; hayır ve şer mefhumunda,
hüsnü kubuh vicdanında toplanmıyan bir Ahlâk, nihayet illiyet nisbetinde ve
vücut mefhumunda toplanmıyan bir Hikmet, bir Felsefe bulamayız. Vücut mefhumunu
tasavvur, illiyet nisbetini tasdik ettirmeden bize en cüz'î bir hakikat
bildirebilen hiç bir fen yoktur. Şu vardır şunun için: İşte bütün İlimlerin
çalıştığı gaye budur. Vücud, hak, nisbeti illiyet, bütün fenlere hâkim olan
mebadii tasavvuriye ve tasdikıyedir. İlliyet, illetin malûlile tenasübü,
tezayüfü, bakası kanunu, asrı hazırda bütün ulûma hâkim olan bir kanuni âzamdır.
Bunun için illiyet nisbetinde tevhid olunmıyan hiç bir ilim bulamayız. Bu nisbet
ise illet denilen bir vücudi mukaddem ile, malül denilen bir vücudi muahharın
alâkasını ifade eder ve bütün âlemin nizamı dediğimiz de bu alâkai vahidedir.
Binaenaleyh biz o iki vücudu tasavvur ve tasdik etmeden bu nisbeti tasavvur ve
tasdik edemeyiz, sonra bu tasdikımızı da (hakdır)
diye zihnimizle vakiin nisbeti intibakını taahhüt eden hakikati hakka istinad
ettirmezsek bütün mesaimizin, bütün şuurlarımızın, yalan, batıl, bir serabı
evhama raci olduğuna hükmederiz, halbuki o zaman böyle hükmedebilmek te bir
hakikati itiraf etmektir. Binaenaleyh insan hakkı tekzip ederken bile onu tasdik
etmek mecburiyetinden kurtulamaz. Hakaiki mümkine fevkında hakkı vacip, gerek
ilmimizin, gerek vücudumuzun mebdei evveli ve illeti ulâsıdır ve Allah onun
ismidir. İnsan üzerinde icrai tesir eden, insanı teshir eyliyen hiç bir şey
tasavvur olunamaz ki, onun arkasında Allah bulunmasın.
Hak teâlâ öyle bir vacibülvücuddur ki,
gerek enfüsî ve gerek afakî bütün seyri vücudumuzda vücubı vücudunu gösterir ve
bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden evvel zatı hakka ait bir tasdikı
mutlâk muhakkatır. Hattâ bizim mevcudiyetimizde bu hakikati âlâya vahid, basit
ve mücmel ve gayrı mahdud bir alâkamız, bir hissi batınımız vardır. Ve bütün
ilimlerimizin kökü olan bu hissi batın, mütenahi hislerimizin, şuurlarımızın,
akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha hak, hepsinden daha kuvvetlidir.
Çünkü onları muhittir. Ve onları muhit olduğu halde zatı hakkı gayrı muhittir ve
onun bir lemhai tecellisidir. Böyle iken biz bir çok zaman olur ki, kendimizden
ve ânatı vücudumuzdan zühul ederiz ve ekseriya hataların, dalâlların menşei bu
gaflet ve zühul olur. Böyle kendimizden ve şuurumuzun inceliklerinden zühul
ettiğimiz zamanlardır ki, biz bu hissi batından, bu şuuri evvelden gaflet ederiz
ve o zaman bunu bize aklımız tarikile tezkir ve ihtar edecek vesait-ü delâile
muhtaç oluruz. Kâinat bize bu tezkiri yapacak âyatı hak ile doludur. Kur’ân bize
bu âyatı bir belâgati icaz ile ihtiyar ve tezkir ettiği için bir ismi de
«Ezzikr» dir. Hikmeti ilâhiye dahi bize buradan bir çok edillei mantıkiye,
akliye ve ruhiye telhıs ediverir, diğer taraftan biz o hissi batının sair
mütenahi ve mütemeyyiz şuurlarımız gibi zahir ve batınımızda tecelli ve inkıta
lahzelerile mahdud bir suret iktisap etmesine ve bu suretle cüz'iyatı eşyanın
â'yan gibi dairei ihatamıza girecek bir veçhile tavazzuh etmesine bir meyil
besleriz. Bu meylin hikmeti onun devamı tecellisinde hissolunan bir zevkı
şuhuddur. Fakat bunda muhiti muhata kalbetmeğe çalışmak gibi bir noktai imtina
vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu noktai imtina bir çoklarını menfi
neticelere isal edebilir. O zavallı nefsi mağrur düşünemez ki, o mebdei evvele
şuuri sarihte bir taayünü mahdud vermek için bir nihayet, bir haddi mahdud
çizmek, âyanı eşyadaki gibi bir lahzai inkıtaa mütevakkıftır. Mümkin olmıyan
böyle bir lahzai inkıtada ise bütün şuur ve bütün vücud kökünden munkati ve
münadim olur. Öyle bir inkıta bir şuuri vazıha varmak değil, ademe karışmaktır.
Edillei akliyeye böyle bir maksatla bakanlar ve Hakkın gaybü şuhudu ihata eden
namütenahi tecellisi karşısında gururi nefislerini kıramıyarak zevkı şuhudtan
mahrum kalanlar Allah’ı aradım da bulamadım derken fen ve Felsefe namına
husranlarını ilân etmiş olurlar. Allah’ı sezmek için kalp ile ayni temyiz ve
aralarındaki nisbeti tahakkuku idrak edebilmelidir. İşte «Allah» ismi celâli
bütün hislerimizin, tasavvurlarımızın şartı evveli bulunan öyle derin ve vahid
bir hissi batının, gaybü şuhudun noktai telâkisi olan bir lemhai halde bilâ
ihata gösterdiği Hak teâlânın zatına
delâlet eden bir ismi has veya bir ismi alemidir. Yani bu isim evvelen bir
mefhumu zihniye ve saniyen o vasıta ile zatı
hakka isim ise bir ismi hastır. Zihnî bir mefhum olmıyarak bizzat müteayyin zatı
mahzın ismi ise bir ismi alemdir. Evvelkinde kelimeden mefhumi malûme, mefhumdan
hakikate intikal ederiz ve ismi bu mefhum ile tarif ederiz. Meselâ Allah, cemii
sıfatı kemaliyeyi haiz bulunan zatı vacibülvücudun ismidir. Yahut, bihakkın
mabud olan zatı âlânın ismidir deriz. İkincide bizzat vakideki hakikate intikal
ederiz. Bu surette o hakikatten kendimizde hiç bir hisse yok ise Allah isminden
vakide yine kendisinden başka bir şey anlıyamayız. Nazarımızda isim ile müsemma
bir olur. Fakat o hakikatten kendimizde her hangi bir vecih ile bir hısse
bulabilirsek isim ile müsemmayı temyiz ederiz ve bu iki surette de Allah’ı
isbata muhtaç olmayız. Fakat bu isimden bir mefhum anladığımız ve o mefhumu
vakide bir hakikate delâlet için vasıta ittihaz ettiğimiz bir şey anlarız. Fakat
o şeyin vücudunu isbata muhtaç oluruz. Binaenaleyh isim, isbattan evvel
vazedilmiş bulunursa o hakikatin ismihassı olursa da ismi alemi olmaz. Fakat
isbattan sonra vazedilmiş ise bizzat ismi alem olur. Meselâ anadan doğma âmalar
için ülker ismi ancak bir ismihas olabilir, görenler için ise bir ismi alemdir
Âdî lisanda ismihas ile ismi alemin farkı aranmazsa da ilim lisanında tefrik
edilmiştir. İşte bu esbaba mebni Allah tealâ için ismi zat, ismi alem mümkin
midir, değil midir? diye beynelhükema' derin bir bahis vardır. Fazla uzatmamak
için şu kadar söyliyelim ki, üç tecelli melhuzdur: Tecellii zat, tecellii sıfat,
tecellii asar, tecellii esma da bunlardan birile alâkadardır. İsmi zat, tecellii
zatı ifade eden bir isim olmak lâzım gelir, nitekim tecellii sıfat ifade eden
isimlere esmai sıfat, tecellii asarı ifade eden isimlere esmai ef'al denilir.
Zat, sıfat ve asarı ile de bilvasıta tecelli ettiği gibi bizzat dahi tecellisi
mümkindir. Ve alem olan ismi zatına bu dahi kâfidir. Ve biz bunu bütün esmada
esas bildiğimiz için esmaı İlâhiye tevkifîdir diyoruz. Binaenaleyh ismi zatın
mefhumlu bir ismi has veya mefhumsuz bir ismi alem olması nefsülemirde
mümkindir. Ve bizim için müfittir.
Şu kadar ki, biz kendimize tecelli zat vaki olmadan ismi
alem vazedemeyiz. Nitekim doğan çocuğa görmeden koyduğumuz isim henüz bir
ismihastır ve bu halde duyduğumuz ismi alemden de yalnız bir tecellii ismî
anlarız ve o zaman isim ile müsemma birleşir. Lâkin bunu esmai sıfat ve ef'al
ile tefsir ede ede nihayet tecellii asara ve ondan tecellii sıfata ve ondan
tecellii zata ereriz. Her kelâm ibtida bir tecellii ismî ifade eder, kur'an dahi
bize Allah tealâyı evvelâ tecelliyati
ismiyesile anlatıyor: (........) ...
Binaenaleyh kur'ana başlarken doğrusu hiç bir fikir ile meşgul olmıyarak
evvelâ Allah ismini bir ismi zat olarak
alacağız, Errahmanirrahim sıfatları da bu ismi icmalen tefsir ederek bunlarla
ona bir inbisat verip mefhumlayacağız ki, bu mefhumun icmali, ekmel ve muzaaf
bir rahmetin mebdei inbisatı olacaktır. Ve sonra peyderpey bu esma ile bu
mefhumu inkişaf ettireceğiz ve o zaman yerlere, göklere sığmiyan Allah ismi
zatının kalbimizde fıtratan muzmar olan tecelliyatını görmeğe başlayacağız,
tecellii esmadan tecelli asara geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, tecelli asardan
tecellii sıfata ereceğiz, gayıbtan şuhuda geçeceğiz, zevki şuhudumuz arttıkça
artacak, o vakit tecellii zat için aşk-u şavk ile çırpınacağız, bütün zevkler,
bütün emeller bir noktada toplanacak, gâh yaşlar döküp sinelerimizi ezen hamulei
seyyiatı yıkayacağız, gâh nesimi visal esecek, neşvei rıdvan ile kendimizden
geçeceğiz. Nihayet (........) daveti gelecek,
ziyafeti sübhaniyede garkı didarı ebed olup kalacağız.
(........) Allah ismi zatını, ismihas olarak bir mefhum ile mülâhaza
edebilmek için, selbî, sübutî bütün sıfatı zatiye ve filiyesini tasavvur etmek
ve sonra onu icmâl eylemek lâzım gelir. Binaenelayh bu da şu suretle ifade
edilmiştir: «O zatı vacibülvücud ki, bütün sıfatı kemâliyeyi müstecmi», sadece
«Zatı vacıbülvücud» demek te kâfidir. Çünkü «bütün sıfatı kemâliyeyi cami
olmak», vacibülvücudun bir tefsiri, bir sıfatı kâşifesidir. Bunun bir telhisi de
«bihakkın Mabud =İlâhi hak=Hak İlâh» mehfumudur. Arapçada bu mefhum, İlâhi malûm
yani belli İlâh demek olan «El'ilâh» ismi hassile hülâsa edilmiştir. «Haliki
âlem» veya «Haliki kül» mefhumile de iktifa olunabilir. Bunları Allah tealânın
bir tarifi ismî veya lâfzîsi olarak ahzedebiliriz. Biz her halde şunu itiraf
ederiz ki, bizim «Allah» İsmicelâlinden duyduğumuz manayı vahit, bu mefhumların
hepsinden daha vazih ve daha ekmeldir. Binaenaleyh bu ismihassın bir ismi alem
olması kalbimize daha yakındır. Gerek ismi has olsun gerek ismi alem «Allah»
ismi celâli ile yine Allahtan maada hiç bir mabud yad olunmamıştır.
(........) onun adaşı
yoktur. Binaenaleyh ismi hassının tesniyesi, cemi de yoktur. O halde ancak
taaddüdi esma caizdir. Hattâ ismi hassı bile taaddüd edebilir ve muhtelif
lisanlarda Allah tealânin ayrı ayrı ismi hassı bulunmak mümkindir, ve şer'an
caizdir. Maamafih maruf lisanlarda buna müradif bilmiyoruz. Meselâ, İlâh, Huda
isimleri «Allah» gibi ismi has değildir. İlâh, rab, mabud gibi ismi âmdır, huda,
rab demek olmayıp ta «hud'ay» mühaffefi ve vacibülvücud demek olsa yine ismi has
değildir. Arapçada ilâhin ceminde «âlihe» rabbın ceminde «erbab» denildiği gibi
Farisîde hudanın ceminde «hudayan» ve lisanımızda «Tanrılar, mabutlar, ilâhlar,
rablar» denilir, çünkü bunlar haklıya, haksıza itlâk edilmiştir. Halbuki
«allahlar» denilmemiştir ve denemez. Böyle bir tabir işitirsek söyleyenin
cehline veya gafletine hamlederiz. Edebiyatı ahırede ismi alemlerin bir maksadı
tazim ile cemilendiği ve meselâ «Ebüssuutlar, İbn-i Kemâllar» denildiği vaki ise
de alemi vahdaniyet olan «Allah» ismi celâlinde böyle bir tabir bilakis maksadı
tazime munafi olduğundan hem hilâfı hak ve hem hilâfi edeb addedilir, bu azameti
ancak Allah tealâ kendisi
(........) diye gösterir.
Halbuki İlâh adı böyle değildir, mabud, ilâh gibidir. Batil mabudlara dahi İlâh
ismi cinsi verilir. Müşrikler bir çok Tanrılara taparlardı. Fülanların tanrıları
şöyle, falanlarınki şöyledir denilir. Demek ki, «İlâh» ismi cinsi «Allah» ismi
hasının müradifi değildir, eamdır. Binaenaleyh «Allah ismi» «İlâh adı» ile
terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Efendi Mevlidine «Allah» adıyle
başlamış «İlâh adı» dememiştir. Bu izah tamam olmak için bir kelime daha
söylemeğe lüzum hissediyoruz. Fransızca «diyö» kelimesi dahi ilah, İlâh
kelimeleri gibi bir ismi cinstir, o da cemilenir, onu ismi has gibi büyük harf
ile göstererek kullanmak hakikati tebdil etmez. Bunun için Fransızlar,
(........) kelimei tevhidini terceme
edememişlerdir, harfiyen tercemesinde «diyöden başka diyö yok» diyorlar ki,
«İlahtan başka ilah yok» demiş oluyorlar, mealen tercemesinde de «yalnız diyö,
diyödür» yani «yalnız ilâh ilâhtır» diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah
yerinde diyo demişler ve Allah ile İlâhi temyiz edememişlerdir, Ve ikisini de
ismi has gibi yazmalarına rağmen «diyö» ancak «İlâh» tercemesi olmuştur. Bu ise
ilk nazarda bir haşiv veya nefi ve isbat ile zahiren bir tenakuz nümunesi
arzetmektir. «diyöden başka diyö yok, yalnız diyo diyodur» demek zahiren ya bir
haşiv veya bir tenakuzdur, halbuki
(........) diyen öyle
demiyor, «Allahtan başka İlâh yoktur» diyor ve asla şaibei tenakuz olmıyan açık
bir tevhid söylüyor. Bundan başka Fransızcada «diyö»nun ismi has olabilmesi
Hazret-i İsanın şahsında tecessüdile teşahhusu mülâhazasına müstenidtir. Bu
noktalardan gafil olanlar «diyö» kelimesini «Allah» diye terceme ediyor ve hattâ
«Allah» dediği zaman bu terceme lisanile «diyö» yu söylüyor.
Müfessirin (........) ismi
hassının tarihi lisan noktai nazarından tetkikine çalışmışlar ve tarihi edyan
meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bunda başlıca matlûb
şunlardır. Bu kelime esasen Arabî mi değil mi? Menkul mu mürtecel mi, müştak mi,
gayri müştak mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:İbtida şunu itiraf
etmek lâzım gelir ki, ilmimiz mabudi hakkın zatını muhit olmadığı gibi ismi
hassına karşı da öylece kasırdır. Ve Arabîde
(........) ismi celâlinin sureti istimaline benziyen hiç bir kelime
yoktur, ve buna me'haz tayini gayri mümkindir. Buna lisan noktai nazarından bazı
delâletler de tanıyoruz.
Evvelâ
asrı risaleti Muhammedîde bütün Arapların bu ismi hassı tanıdığı malûmdur. Ve
kur'anı azimüşşan da bize bunu anlatıyor: (........)
binaenaleyh şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ism, lisanı Arabın tam bir malı
olduğu şüphesizdir. Sonra bunun Hazret-i İsmail zamanındanberi cari olduğu da
malûmdur. Bu itibarile de arabiyeti şüphesizdir. Halbuki Kur’ân’da bu ismi
celâlin daha evvel mevcudiyeti de anlaşılıyor. Binaenaleyh Hazret-i İbrahimden
itibaren İbranî veya Süryanî gibi diğer bir lisandan intikali cayi mülâhaza
oluyor ve burada intikale zahib olanlar görülüyor. Fakat Âd ve Semûd
kıssalarında ve daha mukaddem olan Enbiyai kiram lisanlarında da yalnız
manasının değil, bizzat bu ismi hassın dahi deveranını anlıyoruz ve İbranî veya
Süryanînin arapçaya alel'itlâk takaddümünü de bilmiyoruz. ve Arabı baideye kadar
çıkan bir tarihi bulunduğu zahirdir. Binaenaleyh «İsrail,
Cebrail, Mikâil» kelimeleri gibi İbranîden
menkul «a'cemî» zannetmek için bir delil yoktur.»
Saniyen,
lisanı arabın aslında Arabî olmıyan ve a'cemî denilen kelimeler hakkında
ihtaratı havi bir takım dekaiki mahsusa vardır ki, bunlarla bir kelimenin
mahiyetini tetkik mümkin olur. Bu noktadan bakılınca
(........) İsmicelâlinin lisanda nazirsiz bir tarzı istimali bulunduğunu
görürüz. Bir bakışa başındaki «el» Ennecm, El'ayyûk ilh.. gibi tecridi caiz
olmıyacak veçhile lâzım olmuş bir harfi tarif gibidir. Hemzesi ibtida, halinde
meftuh, vaslı halinde «Vallah, Billâh, İsmullah, Kalallah» ilh.. gibi telâffuzda
veya hem telâffuzda hem yazıda hazfolunur. Diğer bir bakışa da «el» harfi tarıf
değildir. Çünkü nida halinde (........) diye
hemze sabit kalabiliyor ve bir de «Ya eyyühelkerim» gibi fasıla ilâvesine lüzum
görülmiyor. Halbuki «el», harfi tarif olsaydı böyle olamiyacaktı. Eğer «el»,
harfi tarif ise kelime her halde menkuldür ve Zatı hakka ıtlâkı vaz'ı sani
iledir. Fakat bunun evvelemirde lisanı Arabda diğer bir isimden veya sıfattan
nakledilmiş olması mümkindir ve asıldır. Harfi tarif kalkınca da «lâh» kalır.
Filvaki Arabçada «lâh» ismi vardır ve Basriyunun bir kısmı mühimmi bundan nakle
kail olmuştur. «lâh» ihticab ve irtifa manasına lâhe, yelihü fiilinin masdarı
olduğu gibi bundan «ilâh» manasına da bir isimdir ve bundan «lâhüm», «lâhümme»
denilir. Bir Arap şairi:
(........)
demiş. Kezalik Resulüekrem Efendimizin dedesi Abdülmuttalip Hazretleri vak'ai
Filde Kâbe kapısının halkasına yapışarak:
(........)
diye münacatta bulunmuş idi [Sûrei file bak]. Şu halde «lâh» isminin başına «el»
getirilerek «Allah» denilmiş ve ismihas yapılmış demektir. Bazıları ise daha
ileri giderek Arapça «lâh» isminin Süryanîce olduğu söylenen «Lâha» isminden
muarreb olduğunu zannetmişlerdir, nitekim Ebuyezidi Belhî «lâh» demiş a'cemîdir.
Çünkü Yehud ve Nesara «lâha» derler. Arap bu lâfzı alıp tasarruf ederek «Allah»
demişler, bunun gibi lâhüm ile alâkadar olarak İbranîde «elûhim» vardır. Lâkin
tarihen Araptaki «lâh» mı mukaddem, yoksa Süryanîdeki «lâha» mı mukaddem, bunu
tayin etmek gayri mümkin olduğu gibi iki lisan beyninde böyle bir kelime
münasebeti bulunmak behemehal birinin diğerinden nakline delil olamaz. Eğer
tevârüd yoksa her ikisinin daha mukaddem bir ana lisandan intişarına sahip olmak
daha makul olur. Ve bunu müeyyid delil de vardır. Çünkü Lâfzaicelâlenin Araptaki
istimalinde hiç bir ucme şemmesi yoktur. Sonra «lâh, lâhüm» velevse A'cemîden
menkul olsaydı hemzesinin nidada isbatına lisan müsaade edemezdi. Bunun içindir
ki, bir hayli ulemai lisan, ezcümle Kûfiyun bunun «lâh» dan değil «ilâh»
ismicinsinin müradıfi olan «elilâh» dan menkul olduğuna kail olmuşlardır. Bu
surette ilâhın hemzesi hafzedilmiş ve «el» harfi tarifinin hemzesi ona ivaz
yapılmış ve lâmı tarif te «Ennecmü, Essa'ku» gibi bir cüz'i lâzımı olmuştur.
Binaenaleyh aslına nazaran başındaki hemze, vasılda hazf ve ivaz olduğuna
işareten de nida da katedilmiştir. «ilâh» kelimesi de aslında ilâhet, üluhet,
ülûhiyet gibi ibadet manasile ve yahut tahayyür manasile ve yahut sükûn ve
itmi'nanı kalp manasile veyahut feza manasile alâkadar olarak «me'lûh» yani
mabut, yahut akılların hayret ettiği yahut kalplere sükûnet ve itmi'nan veren,
yahut ıztıraptan, fezaden kurtaran demek olur ki, mabut da hepsi de var gibidir,
Allahta ise hakikatile vardır. Zemahşeri, Kazı Beyzavi gibi bir haylı muhakkikin
bu tedkiki kabul etmişlerdir. Buna göre «lâh» kelimesinin de aslı «ilâh» dır.
Nas, ünas gibi ve filvaki ceminde hep «alihe» deniyor, ki, lisanı Arapta masdar
ve ismi tasgir gibi cemiler de kelimenin aslını gösteren delâildendir.
Hasılı lisanda bu iki tetkike göre ismullah
iştikakı kebir ile müştak olan bir ismi arabîden menkuldür ve onun mefhumı
aslîsini mutazammındır, hem de aslen ve fer'an arabîdir. Bu miyanda bazı zanna
göre aslen gayri arabî, fakat naklen arabii mahızdır. Müfessiri nahvî Ebuhayyanı
Endelüsî diyor ki, Ekseriyet indinde (........)
ismi şerifi müteceldir ve gayrı müştaktır. Yani ilk vaz ile mabudi hakka ismi
alemdir. İmam Fahrüddini Razî dahi «bizim
muhtarımız şudur ki, bu lafzai celâle Allahteâlânın ismi alemidir ve aslen
müştak değildir. İmam Halil ve Sibeveyh, ekseri üsuliyun ve fukaha hep buna kail
olmuşlardır» diyor. Filvaki nidada hemzenin isbatı ve ya ile bilâ faslin içtimaı
asliyetine delildir. Binaenaleyh (el) harfi
tarif değildir. Ancak teshili istimal için ekseriya onun gibi kullanılmıştır. Ve
tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazfi ispatından ekserdir, galiptir,
fakat «ya» ile «el» harfi tarifleri içtima etmediği ve binaenaleyh «yennecmü»
ilâh.. denilemiyip «ya eyyühennecmü, ya hazelharisü, ya eyyühennasü» gibi
fasledildiği halde «ya Allah» diye kat'i hemze ile iktifa olunması ve sonra
mabudı haktan maadasında asla istimal edilmemiş bulunması hasebile Ennecmü,
ennasü vel'ünasü kabilinden olmadığını gösterdiğinden lâfzan ve manen bu
hususiyetin tercihi iktiza etmiştir. Hasılı,
(........) ismi gayri müştak ve gayri menkul olup bilirtical vaz'ı
evvelde bir ismi alemdir. Ve zatullah bütün esma ve sıfata mukaddem olduğu gibi
(........) ismi de öyledir. O, ülûhiyet
vasfindan değil, ülûhiyet, mabudiyet vasfı ondan me'huzdur. Allah mabud olduğu
için allah değil, Allah olduğu için mabuddur. Onun ilâhiyeti ibadet ve ubudivete
istihkakı lizatihidir. Beşer, puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar,
kahramanlara, cebabireye veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar
ilâh, mabud olurlar, bilâhara bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da
mabudiyet, ilahiyet vasfı müstearlarını zayi ederler. Halbuki insanlar, Allah’ı
mabud tanısın tanımasın, o zatından mabuddur. Ona her şey ibadet ve ubudiyete
borçludur. Hattâ münkirler bile bilmiyerek olsun ona ubudiyette muztardırlar.
İstikraî mantıka nazaran iddia edilebilir ki, ismi alemler velev kısmen olsun
ismi cinslerden evvel vazolunur. Bilâhara bir veya bir kaç vasfın ifade ettiği
veçhi temasül ile ismi cinsler teşekkül eder. Binaenaleyh her ismi alemin bir
ismi cinsten veya vasıftan menkul olduğu davası mesmu olmaz.
Salisen,
denebilir ki, balâda beyan olunan tarzı istimalden
(........) ismi şerifinin lisanı araptaki hususiyeti ve binaenaleyh bir
ismi alem olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir lisandan me'huz
olmasına neden mani olsun? Taaddüdi esmanın caiz olduğu da sebketmiş idi.
Filvaki deniliyor ki, İbranîde «iyl» Allah demektir. Nitekim Kazı
Beyzavî vesair tefsirlerde bile «İsrail»
Safvetullah veya Abdullah manasına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazfile
«isral» ve yaya kalbile «İsrayil» dahi okunur, diğer taraftan Süryanîde «lâha»
Arabîde «lâh» da varmış, binaenaleyh arapçada bu iki ismin mezcile «illah»
terkibinden «Allah» ismi hassı vazedilmiş olmak varidi hatır olur ki, «Allah
ilâh» mealini ihtar ve «ilahül'âliha» manasını işrab eder. Fakat böyle bir
münasebet, filiyatın böyle olduğuna delâlet etmez. Böyle olsaydı behemehal lisan
bize bunu iş'ar ederdi. Çünkü evvelemirde kelimenin ucme ve alemiyetten veya
terkip ve alemiyetten dolayı gayri münsarif ve belki mebni olarak kullanılması
iktiza ederdi. Nitekim Balebek, İsrail, Cebrail,
İbrahim, İsmail ve emsali hep gayri munsariftirler. Halbuki
(........) ismi murep ve munsariftir.
Saniyen,
hemzenin hazfi haline münasip isede kat'i haline gayri muvafıktır. Zira Arapcada
«il» hemzenin kesrile okunageldiği halde «Allah» da meftuhdur. Ve doğrusu «il»
«ilâh» manasınadır. Çünkü «ili» diye muzaf oluyor. Sonra il, Allah demek ise ve
ondan ahiz de olunmuş ise «il lâh» diye bir terkip düşünmeğe ne hacet kalırdı.
Hasılı, Allah isminin lisanı aharden ahzi veya iştikakı bu şerait altında kabili
tayin değildir. Ve bu İsmi celâl, lisan noktai nazarından da müsemması gibi bir
ezeliyet nikabı içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mefhum edinmek için
söylenecek söz hayret ve büyüklüktür. Allahü ekber.
(........)
bu da Allah tealâya has bir isimdir. Bunun bir mefhumı mahsusu vardır. Fakat
ismi zat değil, ismi sıfattır. Hem mevsuflu, hem mevsufsuz kullanılır,
binaenaleyh ismi mahız ile sıfatı mahza beyninde mütedairdir. Bunun için harfi
cerle tadiye etmez, fiil ameli yapmaz, Rahmanün bikeza denilmez, fakat izafetle
Rahmanüddünya gibi amel eder, böyle olması bunun sıfatı fiil değil, sıfatı zat
olduğunu gösterir. Ve böyle sıfatlara sıfatı galibe namı verilir. Esasen
mutazammın olduğu manayı vasfiyeti haiz olan her zatı tavsif caiz iken o sıfatla
mümtaz olan bir zatı mahsusta istimali galebe edip yalnız onun sıfatı olarak
kullanılmış demektir. Galebe bir mertebe daha kuvvet bulunca isim olarak dahi
istimal edilir ki, Rahman böyledir. Ve bu galebe ya tahkikî veya takdirî olur.
Eğer sabıkan umumî istimali vaki iken bilâhare birisi tahassus ile galebe etmiş
ise (tahkikî), ve eğer istimali umumî bilfiil
sebketmemiş de bir kıyası lûgavînin muktezası ise
(takdirî) denilir.
(........)
ismi dahi galabei takdiriye ile sıfatı galibeden bir ismi hastır. Çünkü lûgaten
rahm ve rahmetten müştak ve devam ve mübalâğa ifade eden bir sıfatı müşebbehe
sigasıdır ki, pek merhametli, çok rahmet sahibi manayı vasfîsini mutazammındır.
Böyle olunca da bu sıfat her kimde bulunursa ona Errahman demek kıyasen mümkin
olmak lâzım gelir. Halbuki
(........)
böyle hiç kullanılmamış, rahmeti namütenahi, ezelî bir mün'imi hakikî manasına
tahsıs edilmiş olduğundan aslından beri Allah tealâdan başkasına ıtlâk
edilmemiştir. Ancak Müseylimetülkezzaba bir kerre müfrit ve müdahin bir şair
lâmsız olarak (Lâzilte rahmana) tabirini
kullanmış ve maamafih «Errahman» dememiştir. Böyle olduğu halde Dini islâm
noktai nazarından değil, lisan noktai nazarından bile bu şair tahtıe edilmiştir.
Din noktai nazarından ise evleviyetle böyledir. Her halde «Rahman» Allah tealâya
mahsus bir ismi sıfattır. Binaenaleyh esasen sıfat olmak itibarile çok rahmet
sahibi, pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya namütenahî rahmet
sahibi diye tefsir edilebilse de hususiyeti ve ismiyeti hasebile terecemesi
mümkin olmaz. Çünkü ismihas terceme edilmez, bunların tercemesi tebdili demektir
ve lisanımızda böyle bir isim yoktur. Bazılarının bunu «esirgeyici» diye terceme
ettiklerini görüyoruz. Halbuki esirgemek esasında kıskanmak diriğ etmek
manasınadır. «Benden onu esirgedin» denilir. Sonra kıskanılanın korunması,
saklanması tabiî olduğundan esirgemek, lâzımı olan korumak manasına da
kullanılır. «Beni esirgemiyorsun» deriz ki, «beni korumıyorsun» demektir. Fakat
bana merhamet etmiyorsun gibi, bana esirgemiyorsun denilmez. Binaenaleyh
esirgeyici esasında «kıskanç» demek olacağından rahmanın takdiren tefsiri dahi
olmamış olur. Elemlenmek, acı duymak demek olan acımaktan acıyıcı da tatsız ve
şaibelidir, kuru bir acımak merhamet değildir, merhamet acıyı afati def'a ve
onun yerine sürur ve hayrı ikameye müteveccih olan bir iyilik duygusudur ki,
lisanımızda tamamen maruf bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından anladığımız
tatlı manayı öbürlerinden tamamile doymayız ve hele pek merhametli yerinde
«acıyıcı, esirgeyici» demeyiz. Bunun için eskilerimiz bu makamda yarlığamak
filinden yarlığayıcı sıfatını kullanırlardı «Rabbim rahmetile yarlığasın»,
«rahmetinle yarlığa yarabbi», «rahmetinle yarlığa kıl ya gani» gibi ki, tahfif
ile «yarlamak» ve «yarlayıcı» denildiği de vakidir ve esasında «yar muamelesi
yapmak» demektir ki, merhametin neticesidir. Lâkin yarlığayıcı da isim değil,
sıfattır. Hasılı rahman «pek merhametli» diye nâkıs bir surette tefsir
olunabilirse de terceme olunamaz. Zira pek merhametli ne sıfatı galibedendir, ne
ismi hastır, «Rahim» demek te olabilir. Sonra Allah tealânın rahmeti, merhameti,
bir hissi kalbî, bir temayüli nefsanî manasına bir iyilik duygusu değildir.
Fatihada izah olunacağı üzere iradei hayr veya in'amı namütenahi manasınadır.
Lisanımızda da rahmet bu mana ile müteareftir, lâkin bu münasebetle «Rahman»
ismini «Vehhab» ismi ile karıştırmak ta caiz olmaz. Vehhab, Rahman gibi has
değildir. Binaenaleyh Rahman, Vehhab, veya afüv manalarını ifade eden
«bağışlayıcı» sıfatile de terceme olunamaz. Bu ismi belleriz ve tercemesile
değil tefsirile rahmet mefhumundan anlamağa çalışırız.
(........)
dahi sıfatı müşebbehe veya mubalâğa ile ismi fâil olarak ikinci bir sıfattır,
iki sıfatın farkı daha bariz olmak için burada
ikincisi daha muvafıktır ki, «çok merhamet edici» demek olur. Bu dahi
Cenabıallahın sıfatlarından biridir. Fakat sıfatı mahzadır, mevsufsuz
kullanılmaz ve binaenaleyh Rahman gibi sıfatı galibe ve ismi has olmayıp
Allahtan başkasında da kullanılabilir ve fiil ameli yapar, harfi tarifi de ahd
içindir. Şu halde
(........)
terkibi vasfîleri evvelâ bir ismi mahz,
saniyen hem isim hem sıfat,
salisen mahzı sıfat olan üç kelimeden
müteşekkil olarak husustan umuma doğru inbisat etmiştir ve bu iki sıfat «Allah»
ismi zatını kalbimizde mefhumlamıştır. Bunlar dîdarı ilâhînin ilk tecellii
cemalidir. Görüyoruz ki, (........) ikisi de
rahmet masdarından mubalâğa ifade eden birer sıfat olmagla beraber aralarında
ehemmiyetli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirin hayli izahatta
bulunmuşlardır ki, biz, şu kadarile iktifa edeceğiz:
Rahmaniyet ezele, rahîmiyet lâyezale
nazırdır. Binaenaleyh mahlûkat, merhameti rahmaniyeden iptidaen, taallûki
izafetle ve merhameti rahimiyeden intihaen taallûki filî ile mütena'im ve
müstefid olur. Bu noktaya işaret için Dünyanın rahmanı, Ahıretin rahimi
denilmiştir. Cenabıallah Dünyanın da, Ahıretin de hem rahmanı, hem rahimidir. Ve
bu tabir dahi seleften menkuldür. Fakat her ikisinde evveliyet haysiyetile
rahman, ahiriyet haysiyetile rahim olduğuna işaret için rahmani Dünya ve rahimi
Ahıret denilmiştir ki, «hem mü'minlerin, hem kâfirlerin rahmanı ve fakat yalnız
mü'minlerin rahimi» denilmesi de bu kabildendir
(........)
biraz izah edelim: Rahman, Allah tealânın bir ismi hassı olmak itibarile manası
ezel ve lâyezali muhittir. Binaenaleyh bu cins rahmet ve in'amın kullardan
suduru tasavvur olunamaz. Rahim ise ona muhtas olmadığından ezeliyeti müstelzim
değildir. Ve binaenaleyh bu cins merhametin ve in'amın kullardan suduru
mutasavverdir. Demek rahmeti rahman bir şart ile meşrut iken rahmeti rahim bir
şart ile meşruttur. Rahmaniyetin Allah’a ıhtisası ve maadaya taallûkı filî ifade
etmeyip ancak bil'izafe âmil olması ekvanda bilâ şarti şey bir umum ifade eder.
Cenab-ı Hak rahman olduğu için rahmeti ezeliyesi umumîdir. Her şeyin ilk halku
icadında almış olduğu bütün mevahibi fıtriye rahmaniyetın izafeti eseridir. Bu
itibar ile eseri rahmetten hâli hiç bir mevcud tasavvur edilemez. Lâkin hılkati
ulâ sırf vehbî ve cebrîdir, yani hiç kimsenin kesbü ihtiyarile değil, yalnız
izafeti rahmaniye ile husule gelir, taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması
böyle bir rahmeti cebriyenin eseridir, bu noktai nazardan âlemde her şey Cenab-ı
Hakkın rahmeti rahmaniyesine müstağraktır. Binaenaleyh rahmaniyet, emniâm, ümidi
küldür. Asümanından zeminine, ecramından zerratına, ervahından ecsamına,
canlısından cansızına, taşından ağacına,
nebatatından hayvanatına, hayvanatından insanlarına, çalışanından çalışmıyanına,
mutıinden âsisine, mü'mininden kâfirine, amuvahhidinden müşrikine, melâikesinden
şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi rahmeti rahmane müstağraktır ve bu
haysiyetle mehafetten âzadedir, lâkin bu kadarla kalsa idi, ilim ile cehlin,
hayat ile mevtin, sây ile ataletin, itaat ile ısyanın, iman ile küfrün, küfran
ile şükranın, hak ile na hakkın, adil ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu ve
böyle olsa idi âlemde şüuni iradeden hiç bir eser bulunmazdı. İlmü irade ile,
kesbü sây ile terakki imkânı münselip olurdu ve o zaman hep tabiî olurduk,
tabiiyondan, cebriyundan olurduk, hem kendimizi ve hem Allah tealâyı fiilde
mecbur görür, Tabiatı rahmetin icabına mahkûm tanırdık, çünkü ne onun, ne bizim,
irade ve ihtiyarımızdan bir eser bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi
işleyemez, arzularımızın yanına varamazdır, bütün harekâtımızda bir taş veya bir
topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter yiter giderdik, Ahlata armut,
İdrise kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık,
tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, erzakımızı elbisemizi ve sair
ihtiyacatımızı san'atlar ve sınaatlar vasıtasile elde edemezdik, semalara
çıkmağa özenemez, cennetlere gitmeğe çare bulamazdık, hayvan gelir hayvan
giderdik. Bu şerait altında ise rahmaniyeti ilâhiye bir kemali mutlâk olmazdı.
Binaenaleyh Cenabıallahın kendi irade ve ihtiyarını göstermesi ve onun eseri
olarak sahibi irade mahlûkat halk etmesi ve onun eseri olarak sahibi irade
mahlûkat halk etmesi ve onları hüsni irade ve ihtiyarlarına göre terakki
ettirerek rahmetinden mütena'im ve müstefid ve bilâkis süi irade ve kesiblerine
göre mahrumiyetle, elem ve ikap ile muatep tutması, yani o iradat mecmuunun
kendi iradesile ahenklerini te'min eylemesi ve anlara da rahmetinden bir hisse
vermesi muktezayi hikmet olurdu. İşte bir hikmeti tabiiye değil, bir hikmeti
ilâhiye olan bu hakikati kemaliyeden dolayı Cenabıallah, rahmaniyetinden maada
bir de rahîmiyet ile ittisaf etmiş ve rahmeti rahmanîyesi kendisine has iken
rahmeti rahîmiyesinden ehli iradeye de bir hisse ayırmıştır. Ana kuşlar eseri
rahmaniyet olan sevkı fıtrî ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı
insanlar da eseri rahîmiyetle vücuhi hayır üzerinde rahmü şefekatle müsabaka
ederler. Nebatatın, hayvanatın teşrihi ve menafii azası ilimlerinde nice
dekaikile rahmaniyeti hakkı görür okuruz. İlmi ahlâkda, hayatı beşerin kemalât
sahifelerinde, enbiyanın, evliyanın menakıbinde, eazımın teraciminde de iradî ve
kesbî olan âsari rahîmiyeti okuruz. İptida çalışana, çalışmayana bakmadan vücude
sevk ve o suretle idare etmek bir rahmeti rahmaniyedir. Bilâhare çalışanlara
çalıştıkları gayeleri de ayrıca bahşetmek bir rahmeti rahîmiyedir. Demek ki,
rahmeti rahmaniye olmasaydı biz vücude gelemez, fıtraten malik olduğumuz
sermayeden, mevahibi zaruriyeden celâili niamdan mahrum kalırdık. Rahmeti
rahîmiye olmasaydı, fıtrî sermayelerimizi imal edemez ve hılkatı iptidaiyeden
bir hatve ileri gidemezdik, dekaiki niame eremezdik. Rahmaniyet ye'si mutlâka,
umumî bedbinliğe imkân bırakmayan bir ümidi mutlak, bir inayeti ezeliyedir.
Rahîmiyet ise ye'si hâssın cevabı, ve hususî âmal ve makasıdımızın sayü
faaliyetimizin zamanı ve mes'uliyetimizin mükâfatı olan bir saikai şevktir.
Demek ki, rahmaniyetin karşısında dünya ve ahıret, mü'min ve kâfir müsavi iken
rahimiyetin karşısında bunlar bir farkı bariz ile ayrılıyor.
(........)
oluyor.
İşte dünya ve ahıretin rahmanı ve ahıretin
rahimi, yahut mü'min ve kâfirin rahmanı, mü'minin rahimi denilmesinin vechi
budur. Abdüh ......ün lûğatta bunlara işaret yoktur zanniyle eslâfın bu
tabirlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir. Zira
«rahman» lûgaten dahi Allah’a hassolan
sıfatı galibedendir. Ve taallûkı filîsi yoktur. Ezeliyeti müş'ir ve mebdee
nazırdır. Rahim de ise bu hususiyet yoktur ve taallûkı filî vardır. Dimek ki,
lâyezalde caridir. Rahmeti rahman, iptidaen iradei hayre raci bir sıfatı zatiye,
rahmeti rahim de intihaen fili hayre raci bir sıfatı filiye telâkki edilmek
ahseni vücuhtur. Şu halde rahman ile rahim başka başka birer manai rahmeti haiz
olarak birbirlerinden birer cihet ile temayüz etmiş oluyorlar. Dimek rahman,
rahim sıfatları sade bir te'kit için tekrar edilmiş değildirler ve her birinin
kendine mahsus bir manai te'sisi ve bir vechi mubalâğası vardır. Bir cihetten
rahmeti rahman eblâğdır, çünkü her mahlûka muzaf olur, diğer cihetten rahmeti
rahim eblâğdır. Çünkü obirinden ziyade filî bir feyzi havi ve niyabeten
kullarında da caridir. Bazı tefsirlerde de buna işareten rahmeti rahman, celâili
niam, rahmeti rahim ise dekaiki niam ile alâkadardır derler. Rahmanın mevsufu
has, müteallâkı âmdır. Rahimin mevsufu âm, müteallâkı hastır ve işte Allah tealâ
böyle muzaaf bir sıfatı rahmetle muttasıftır ve bunlar nev'i beşerden bedbinlik
hissini silmeğe ve onun yerine namütenahi bir nikbinlik hissi ikame etmeğe
kâfidir. Sûreti umumiyede matlûp olan iman ve ikanın ruhuda budur. Rahmanı
rahimi münkir olan kâfir istediği kadar bedbin olsun, fakat mü'minin
bedbinliğine hiç bir sebep yoktur (........) ve
besmeleden alınacak ilk feyzi ilâhî bu neş'edir.
BESMELENİN TERKİBİ
Besmele zahirde bir nisbeti izafiye ile iki
nisbeti vasfiye ve başında bir nisbeti taallûktan mürekkep, müstakil bir
mürekkebi tam, hakikatte ise bu taallûkun ifade ettiği mahzuf ve mukadder bir
nisbeti tamme ile gayet veciz ve beliğ bir kelâmı tamdır.
(........)
bir terkibi izafî
(........)
bir terkibi vasfî
(........)
diğer bir terkibi vasfîdir. İsmin Allah’a izafeti lâmiye veya beyaniye olabilir
ki, evvelkinde «Allah’ın ismi» ikincide «Allah ismi» demek olur. Evvelkinde
vasıflar «Rahman ve rahim sıfatlarile muttasıf bulunan
Cenâb-ı Allah’ın ismile» gibi izafetten
evvel veya» «Cenâb-ı Allah’ın ismiyle
ki, her rahman ve hem rahim sıfatlariyle muttasıftır» gibi izafetten sonrada
mülâhaza olunabilir. Lâkin ikinci de «Allah» ismi izafetten evvel sıfatlarile
birlikte mülâhaza ve mecmuu bir isim gibi hikâye olunduktan sonra isim
kelimesini beyan için ona muzafünileyh kılınmış olur ve bu hikâye takdirinde
sıfatlar yalnız lâfız üzerine cereyan etmiş olmaz. Ancak i'rabı hikâyeden sarfı
nazar edilmek ve ismi zatın ehemmiyeti tansıs olunmak için bir izafet i'rabı üç
kelimeye tevzi edilmiş bulunur ki, buna i'rabı zarurî namı verilir. İzafeti
lâmiyede mepde ittihaz olunan isim bihasebilmana mutlâk kalır. İzafeti
beyaniyede ise rahmanı rahim sıfatlarını müstetbi olan «Allah» ismiyle beyan
edilmiş olur. Müfessirinin çoğu evvelkini tercih ediyorlar. Çünkü onda hem ı'rab
zahir ve hem esma ve sıfatın manası bizzat maksut olur. İsmin itlâkı manevîsi de
bilişare ismi has ile takayyüd eder. Bazıları ise Lebidin
(........)
mısraındaki «ismüsselâm» gibi beyaniyeyi
tercih etmişlerdir. Nitekim mevlid sahibi «Allah adı» derken bunu nazarı itibara
almıştır, Bundan anlaşılır ki, besmelede «İsmillâh» terkibi izafîsi söyleyenin
kasdına göre «Allah’ın ismi» veya «Allah ismi» manalarından her birine kabili
intibak olduğu halde bunlardan birile terceme edildiği zaman bu cem'iyeti
kalmaz. Allah ismi hassı ve «Rahman» sıfatı hassasının da tercemeleri -tebdil ve
tağyir demek olacağından- mümkin olmadığını göstermiş idik. İşte iki nisbeti
vasfiye ile bir nisbeti izafiyeden müteşekkil olan
(........) terkibi evvelindeki « B » edatiyle gayri sarih bir mef'ulübih
veya bir hal teşkil edip muzmar bir cümle-i filiyenin failine taallûk ederek tam
ve mufassal bir kelâmın icazı beliği olmuştur. Burada mahzuf olan fiil besmele
diyen kimsenin teşebbüs edeceği, okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım,
otururum, başlarım ilâh... gibi bir fiildir. Herhangi bir kimse başlamak üzere
olduğu muradını kalbinde gizliyerek besmeleyi çeker ve İsmullahı işinin evveline
fasılasız yapıştırabilir. İşte bu faidei ammeyi temin için cümlenin erkânı olan
fiil ve fail hazfedilmişlerdir. Bu hazfe karine «Ba» dır. Makam ve hali
mütekellim de tayini mahzufa karinedir. Böyle hazıfler kelâmı Arapta çok olduğu
gibi lisanımızda da vardır. Meselâ müsafiri teşyi ederken «devletle, selâmetle,
devletü selâmetle, şerefüikbal ile yahut bilizzivelikbal» deriz ki, «gidiniz»
filini kalbimizde gizliyerek bir kelimeden bile tam ve beliğ bir cümle yaparız
ve muhatabımız da anlar. Bunların diğer fiillerle de emsali çoktur: «filân
namına», «filân şerefine» ki, «yapıyorum» «yiyorum» kezalik «sıhhatü afiyetle
yiyiniz» demektir. İlâh.. İşte besmele de bunlara benzer. Fakat burada mahzuf
olan fiil, besmelenin nihayetinde takdir edilmelidir. Yani «ba», müteallâkı olan
file takaddüm etmiştir. Gerçi lisanı arabda Türkçe hilâfına olarak tetimmei
kelâmın hakkı tehirdir. (........) gibi. Lâkin
böyle hakkı muahhar olan tetimmenin takdimi bir ihtimam ve ıhtisas ifade eder.
Filvaki (........) de emr aslı kıraata
müteveccih olduğu için ehem olan kıraet iken
(........) de ehem olan husus, İsmullahın kıraet ve saire gibi teşebbüs
olunacak file takdimidir. Ve işte bu takdim ıhtisas ve kasr içindir. Zira malûm
olduğu üzere her millet en mühim işine büyük tanıdığı bir isim ile başlar. Arap
müşrikleri de sözlerine veya işlerine «Bismillât, bismil'uzza» gibi putların
birinin ismile başlarlardı. Muamelâtı beşeriyede, bilhassa küşat resimlerinde ve
icraatı mahsusada «filân namına, filân şerefine» gibi bunun türlü türlü
misallerini görürüz. İşte besmelede filin tehiriyle İsmullahın takdimi bütün
bunları red ile mebdei yalnız İsmullaha kasretmek içindir ki, «ne kendim ve ne
başkası hatira gelebilen hiç bir nam ile değil ancak Allah tealânın namile şu
işime başlarım, başlıyorum» demektir. Binaenaleyh besmele bu suretle bir de
tevhid manasını tazammun etmiştir. Lisanımız noktai nazarından ise cümlenin
müteallikatı hakkı takaddümü haiz ve fiil tabiaten müteahhir olduğundan kasrın
sureti ifadesi değişir ve «başlarım Allah’ın ismile» demek iktiza eder. Bunda
ise fili kavlînin, fili hakikîye mukareneti te'min edilmemiş olur. O halde
«Allah’ın ismiledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim» gibi bir takdir
yapılabilirse bu tevhid anlaşılır. Lâkin mahzufun «dirki başlarım» suretinde
olduğuna lisanımızca karine bulmak müşkildir. Zikir halinde de bütün fevaidi
icaz kaldırılmış ve adî bir söz söylenmiş olur. Bu izahattan sonra da besmelenin
lisanımıza göre mümkin farzedilebilecek tercemesi şu suretlerden biri olmak
lâzım gelir.
1- Çok merhamet edici bir rahman olan Allah’ın ismile,
Lâmiye.
2- Rahman, rahim olan Allah’ın ismile,Lâmiye.
3- Rahmanı Rahim olan Allah ismile =yahut adile, Beyaniye
4- Rahman rahim olan Allah namına, Beyaniye Lâkin evvel
emirde bu dört suretten her birindeki «olan» rabıtai vasfiyesi bir sui ihamı
mutazammın oluyor. Çünkü olmak fili lisanımızda hem keynunet ve hem sayruret
manalarında müşterek bulunduğundan evvel değil imiş te sonradan rahmanı rahim
olmuş gibi bir manayı hudusi ihamdan hali değildir. Olan yerine bulunan rabıtası
da iyi olmuyor. Binaenaleyh bu rabıtanın hazfile:
5- Rahman, rahim, Allah’ın ismile, yahut: 6- Rahman, rahim
Allah ismile. Demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah ismi zatının ehem olan
takdimine riayet edilmemiş ve binnetice fiil ile rahmet arası açılmış olur,
Binaenaleyh Allah ismini sıfatlariyle beraber bir isim halinde hikâye ederek:
7- Allahi rahmani rahim ismile, yahut:
8- Allahi rahmani rahimin ismile. Denilirse doğrudan doğru
Allah ismi mebde yapılmış olacak ve maamafih vaslı rahmet yine te'min
edilemiyecektir. Bunu «Allah, rahman, rahim ismile» suretinde söylemek
lisanımızca hepsinden selis olacak isede Bunda da bir teslis ihamı hatıra
gelebiliyor. Gerçi ismile denilip, isimlerile denilmemesi bu ihamı defa kâfi ve
ayni zamanda esma ve sıfatın taaddüdü tevhidi zata gayri mani ise de böyle tadad
suretinde üç ismin birer ismi zat gibi mülâhazası tebadür edeceğinden bunları
kesrei vasfiye ile raptederek bir kelime gibi okumak salim olacaktır. Fakat
bunda da tetabüi terakib kuşkusundan kurtulamıyacağız. O halde ne müfredatını ve
ne terkiplerini tamamen terceme mümkin olmıyan ve hele vücuhi belâğati, ahenki
beyanı hiç bir suretle kabili naklolmiyan, dudaktan başlayıp bütün batnı devrile
yine dudakta nihayet bulan hurufunun nizamı halâveti bile başlı başına bir bedia
olan ve bununla beraber her müslimanın ve her Türkün pek alâ bildiği ve az çok
anladığı bir vecize bulunan besmeleyi bir «ile» «veya» «adiyle» tabiri namına
terceme etmeğe kalkışmayıp her halde asliyle söylemek ve bu gibi izahlar ve
tefsirlerle de mefhumunu tasavvur ve mütaleaya çalışmak bir emri zarurîdir.
Binaenaleyh bir miftahi kül ve bir ayeti tevhid olan
(........) nazmı mecidini, muvahhidi müşrik yapacak olan
(........) manasını
andıran «esirgeyici bağışlayıcı İlâh adiyle» gibi münker tercemelerle tahrife
özenmekten ihtiraz etmeğe mecburuz.
BESMELENİN MENATI TEFSİRİ
- Anladık ki, besmelenin terkibi kelâmîsinde en ziyade âmil
olan nokta baştaki «ba» harfidir. Bu sayededir ki, biz ismullah ile visâl peyda
ediyoruz. Bütün vücudun ve terakkiyati vücudun mebdei evveli ve matlubi mutlâki
olan «allahi rahmanı rahimin ismini» kalbimizde niyyet ettiğimiz ve henüz
vücudunu görmediğimiz iradî fiilimize rapt ederek lefzi veciz, manası cihanşumul
bir kelâmi beliği söyleyebilmemize vesile olan ancak bu «ba» dır. Bizim işimizde
ne kadar faili muhtar olursak olalım efalimizin illeti tammesi olmadığımız
muhakkaktır. Çünkü bizim iradelerimiz, vücud silsilesinin kat'î bir haddi evveli
değil, onun cereyanı içinde bir lahzai tahavvüldür. Ve bunun için biz bütün
iradelerimizin bilâarıza ve bilâmüzahim file çıkmadığını görüyoruz. Dimek
muvaffakiyetlerimiz, illeti ulâ ile iradelerimiz arasındaki nisbetin feyzine
tabidir ki, bu feyz iptidaen rahmanî, intihaen rahimidir. Biz gerek bilelim ve
gerek bilmiyelim kâinatta bu nisbet, bu izafet, bu taallûk, bu ittisal bir
kanunı küldür. Ve vücudi eşya bu kanunun inkişafıdır. İşte besmele basile bizde
bu kanunu şuurileştiren bir âmili lefzîdir. Ve bu lemhai şuur ondan maksudi aksa
olan bu noktai vucuttur. Ve bu cihetle besmelenin mihveri tefsiri badır ve buna
binaen besmelenin manâsı [ba] dadır. Banın sirri, noktasındadır denilir. Bu
hikmete ve bu kanuna işaret içündür ki, Türk şairlerinin medarı iftiharı olan
Hakanî merhum Hilyesinde: (........) demiştir.
Eazımı müfessirin diyorlar ki, banın buradaki manai ilsakı ya mülâbest ve
musahabet veya istianedir. Yani şuurumuzda hasıl olacak olan nisbet «Allah,
rahmanı rahim» ismine bir mülâbest ve maiyyet hissi veyahut
(........) ismimin ve
(........) sıfatlarının müsemma ve medlullerine nazaran rahmeti
ilâhiyeden istimdad ve istiane hissidir ki, evvelkinde nazmı besmele hal,
digerinde mefsulü bih gayri sarih olur. ………
Bu te'vile göre besmelenin meali «Allahi rahmanı rahim
namına» demek oluyor ki, bu da «ba» da mülabese manâsına racidir. Fakat bunun
hasılı bir niyabet itirafıdır. Bir işe başlarken «filan namına» demek «ben bunu
ona izafeten, ona hilâfeten, onu temsilen, onun bir âleti olarak yapıyorum, bu
iş hakikatte benim veya başkasının değil ancak onundur» demek olur. Bu da
vahdeti vücut mülâhazasına raci bir (........)
halidir ki, ancak risalet, vilâyet, hakimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsusada
cari olur. Ve binaenaleyh yalnız sure başlarında bulunması haysiyetile
besmelenin bir manası olarak gösterilebilirse de şer'in umumî olan ve ferdin
hissei şahsiyetini imhaya değil ihyaya masruf bulunan intifa ve istifade
makamlarına tatbik olunamaz. Meselâ yemeğe başlarken besmele çekmek bir emri
mesnundur. Halbuki «Allah namına yemek yiyiyorum» demek pek hoş değildir. Bunda
sade «Allah’ın ihsan ettiği yemeği yiyiyorum» manası anlaşılabilseydi doğru ve
meşru olurdu. Fakat yedirmekte değil yemekte Allah’a niyabet manasız ve hilafı
edep bir söz olur. «Hatta Allah namına ibadet ediyorum» demek de doğru değildir.
Çünkü ibadet Allah’a olursa da Allah namına niyabeten değil, kulun niyabetini
te'yid için kendi namına asaleten yapılır. Halbuki «filânın namına talep
ediyorum» diyen bir vekilin, bir resulün veya «filân namına hükmediyorum» diyen
bir hâkimin makamı böyle değildir. Orada şahsiyetinden insilâh ile talepte veya
hükümde bir vahdeti vücut cereyanı izhar edilir. Meselâ o hâkim mensup olduğu
hükûmet reisinin şahsiyeti içinde kendi şahsiyetini ifna etmekle salâhiyet
aldığı menbaın asaletini ve vahdeti vücudunu ilân etmiş olur. Bu da risalet,
vilayet, hakimiyet, tasarruf gibi makamatı mahsusadan birinde bulunan Müslümanın
çekeceği besmeleye muntabık olabilirse de besmele çekilmesi meşru ve müstahab
olan her mevkia kabili tatbik değildir. Ve binaenaleyh besmelenin umumî bir
manası olamaz. Halbuki balâda beyan olunduğu üzere
(........) ve (........) gibi ehadisi
şerife bize besmelenin meşru olan her işimizin küşadında miftah olabilecek bir
manayı şamilini ihtar etmektedir. Bu da müfessirinin beyan ettiği iki mananın
biri olabilir. Maamafih kur'anın, süveri kur'anın nüzulü, kıraeti, kitabeti
itibarile evvelinde bulunması haysiyetinden besmelenin manasında ……. izahı doğru
olduğu gibi mevakii mahsusada dahi şayanı kayıt bir ehemmiyeti haizdir.
FAİDE
- Besmele derken (........)
üzerinde durmak nakıs ve kabih, (........)
diyip durmak kâfi ve sahih, (........) yine
böyle (........) tam bir vakıftır.
BESMELENİN AHKÂMI
- Mushaf yazarken (........)
den maada sure başlarında (........) yazmak
farzdır. Hayvan zebhederken veya ava silâh atarken sadece
(........) demek de farzdır. Kasden
terkedilirse o hayvan yenmez.
Fakat unutulursa ma'füvdür.
(........) [Sûrei En'ama bak] bunda ve bu gibi bazı mevakide
(........) denilmemek
sünnettir. Namaz haricinde kıraetin iptidasında sure başında ise
(........) demek cümhura göre sünnet, ezcümle
Atâ gibi bazı e'immeye göre vacibdir. Yalnız
(........) de besmele denmez. Süreteyn beyninde
iki kıraet vardır. Bizim Asım kıraetinde okunmak mendubdur. İptidai kıraet, sure
başından değil de ortasından veya ahirinden ise «Euzubesmele» mendubdur.
Yukarıda beyan edildiği üzere namazda biz Hanefîlere
göre Fatihadan evvel sirren «Euzubesmele» sünnet,
şafiîyeye göre sirren veya cehren besmele Farz, Malikîlere göre
okunmaması mendubdur. Sûreteyn beyninde ise biz
Hanefîlerce dahi böyledir. Kıraetten maada sair umuri mühimme ve meşruaya
(........) veya
(........) ile başlamak
derecatına göre mendub veya sünnet veya vacibdir ki, tafsilâtı kıraet ve Fıkıh
kitaplarına aittir. İleride alâkadar olan ayetlerin tefsirlerinde de izahatı
lâzime gelecektir. İstiaze mes'elesi
(........) ayetinde,
besmeleden eam olan tesmiye mes'elesi
(........) suresinde,
zebih mes'elesi de surei En'amda inşaallah beyan olunacaktır. Sûrei nemilde yine
besmeleye dair söz gelecektir.
HULÂSA
- Allah cellecelâlüh ve amme nevalüh, habibi kibriyası
peygamberi zişanımız Muhammed Mustafa (sallallahü
aleyhi vesellem) Efendimiz Hazretlerini
(........) ve
(........) mazhariyetiyle
bekâm kılmak için «Ruhi emin» i ile «hakki mübinini» inzal ederken evvel emirde
onun ıstıfasına, tehzip ve tedibine inayeti rabbaniyesini izhar ve her şeyden
evvel nisbeti ıhtisasını takvim ve ismi ilâhîsini takdim ile işe başlamak ebedi
kudsîsini talim buyurduğu gibi bunu tatbik için de bütün gönülleri mebdei ümidi
ve müntehai âmali olan inayeti rahmaniye ve rahmeti rahîmiyeyi cemii tecelliyatı
vücudun kanuni azamı bulunan nisbeti ülûhiyet ve ubudiyet altında, bir tevhidi
beliğ ile, gayet veciz ve vecazetiyle beraber son derece cem'iyetli,
cem'iyetiyle beraber fevkalâde selis ve açık bir üslûbi beyan içinde fezleke
eden
(........) düstürunu bir
miftahi kül gibi ihsan etmiş ve sonra bu düsturu ve bu edep ve terbiyeyi bütün
ümmetin kitapları, kitabetleri, kıraetleri, nutukları ve sair mühimmat ve
hacetleri evailinde ıktibas ve ittiba edecekleri bir sünneti seniye kılmıştır.
Filvaki Resuliekrem Efendimizin Hadîs-i şeriflerinde de şöyle varit olmuştur:
(........) = besmele her
kitabın anahtarıdır, bundan başka
(........) = her mühim iş
ki, bismillah ile başlanmamıştır güdüktür vesselâm) elbette Allah tealânın
ismiyle başlanmıyan her hangi bir iş onun huzuri izzetine arz olunamaz,
olunamayınca da güdük, ebter kalır. Dimek bize
(........) ile
kitabullahın öyle bir miftahı verilmiştir ki, biz bunda İlmi kur'anın mevzuunu,
gayesini icmalen bulacağız ve evvelâ Fatihada
saniyen peyderpey sureleriyle bütün kur'anda
bunun Sidrei müntehayi geçen inkişafatı mufassalasını göreceğiz. Bu inkişafında
kur'anın sureleri ve ayetleri beynindeki tertip ve münasebat sade dekik ve lâtif
bir zevki edebînin değil, amik ve muhit bir İlmi hikmetin dahi ihsaye sığmaz
vücuhi intizamını muhtevidir. O yalnız bazı ecnebîlerin zannettikleri veçhile
cismanî olan tul, tavassut, kasır gibi bir kemmiyet nisbeti Riyaziyesinin
ifadesi değildir. Onun içinde ebedî bir hayatı namiyenin ecza ve azâsı
beynindeki fıtrî ve bediî keyfiyet ve kemmiyyet nisbetlerinden maada semi
ihsasatının lâtif ahenklerine ihtisâsatı kalbiyenin mütenevvi inceliklerine,
idrakatı akliye ve mantıkıyenin metîn hikmetlerine muntabık lâyuad nisebi ruhiye
müncelidir ki, semadaki Süreyya ile Arzımız arasında cazibei umumiye kanununun
nisbeti mahsusası tamamiyle ölçülüp ilmen ihsaedildiği zaman bile tenasübi
kur'an yine namütenahiliğini muhafaza edecektir.
(........) kur'anın
sureleri, ayetleri keyfe mettefak bir tesadüfün veya sade bir hissi şâiranenin
sevkiyle serilivermiş bir divanı mahlut değil, o baştan başa
(........) gibi tek bir
cümle-i şamile ve belki bir kelimei baliğa nizamında bir insicamı metîn ve bir
üslûbi hakîm ile nazil olmuş bir kelâmı haktır. evvelinde
(........) ahirinde,
(........) işte kur'anın
bütün silsilei beyanı bu mebde ve münteha arasındaki rabıtaların müfadı gibi
Cenâb-ı Allahtan mer'i ve gayri mer'i bütün
mahlûkatına ve alelhusus insanlara gelen ve bilakis insanlardan
Cenâb-ı Allah’a giden alâkai vücut ve
hayatın zevkı ebetle müveşşah bir ifadei muhkemesidir. Bakınız:
(........) ve
(........) ve
(........) hep birer
kelâmı beliğdir ki, Hazret-i Aliden mervi bir hadîs mucebince her hatimde böyle
okuruz ve buna (halli mürtahil) denilir ki, bu
bize vücutta inkitaı tam olmadığını ifade eder. Buna fennî bir misal göstermek
için İlmi heyeti mülâhaza edebiliriz. Bugün biliyoruz ki, bütün bir İlmi heyet
bir cazibe kanununun ifadesidir. İlim lisanında biz buna ve daha doğrusu bu
haysiyetle -«ecramı ulviye» ye İlmi heyetin mevzuu deriz. Yalnız ecram ve ecsam
kütleleri arasındaki alâkai mütekabileyi ifade eden ve cazibei umumiye namı
verilen bu ciheti vahdet ile biz, mihanikiyeti âlemi, ecram ve ecsamı sakilenin
tecazüp ve tedafüiyle harekât ve sükûnundan, sükut ve itilâsından, tekarüp ve
tebaüdünden, tesadüm ve infilâkından husule geldiğini farz ettiğimizi heyeti
âlemi mütalea eder ve seyyarelerimizin vaz'iyetlerini bir dereceye kadar hisap
eyleriz. Fakat bununla vücudun bütün kanunlarını ihtiva eden bir ilmi muhita
erdiğimizi iddia etmeyiz. İlmi hey'etin mevzuu haricinde kalan daha ne kadar
ilim ve fen mevzuları vardır ki, sahih bir tasnifinde İlmi hey'et onların bir
şubei taliyesi kalır. O evvelâ Riyazînin
kemmiyyet, mantıkın istıkra ve istintaç kanunlarının tahtı hâkimiyetindedir.
Binaenaleyh onun cazibesi tam manâsiyle bir cazibei umumiye ve külliye değildir.
Filvaki onda ne ecsamın zerratı veya eczai ferdiyesi arasındaki cazibei
zerreviye veya cüz'i ferdiyeyi, temasük ve telâsuk gibi alâkai kimyeviyeyi, ne
hayatın nümüvvünü ifade eden tağaddi ve tenasülündeki cazibei uzviyeyi, ne
nefsin hüsnü kubuh beyninde muhabbet ve nefret, şehvet ve gazap gibi temayülât
ve heyecanını ifade eden alâkai vicdaniyesini, ne intibaat ve tahayyülâtiyle
temessülâtı hissiyesini ifade eden terkibatı şuuriyesinin alâkai misaliyesini,
ne zihnin tasavvurat ve meanisiyle hakikati vakıa arasındaki nisbeti hakkı keşf
ve ifade eden alâkai misaliyesini, ne zihnin tasavvurat ve meanisiyle hakikati
vakıa arasındaki nisbeti hakkı keşf ve ifade eden alâkai ilmiye ve
mantıkiyesini, hasılı mekân içinde mekân, zaman içinde zaman varmış gibi zihnî
ve haricî bütün bu hadisatı mekâniye ve zamaniyeyi bir lemhai şuurda toplıyarak
gayip ve şehadeti, hissi ve maverai hissi kendi vahdetinde birleştirerek bize
ezel ve ebedi bile ihbar ve iş'ar eden ve sonra adem ile vücut, zaruret ile
ihtiyar beynindeki farkı göstermek için kudreti fatıreye bir delili şuhudî
teşkil eden mücerret bir irade kuvvetiyle mükevvenatı gaybiyeyi, mükevvenatı
şuhudiyeye kalbeden ruhun firaseti ledünniye ve sınaati kevniyesini ifade
eyliyen cazibei maneviyeyi, nihayet heyeti beşeriyede bunların hepsini cem eden
cazibei ictimaiyeyi bulamayız. Halbuki İlmi kur'an bütün bu mütenevvi cazibeleri
bir ciheti vahdetle ihata eden öyle bir mevzuun, öyle bir vahdanî bir cazibei
külliyenin manzumei beyanıdır ki, biz bunda cüz'î küllî, ruhanî ve cismanî bütün
hususatı vücudun bilâ kaydü şart cazibei mutlâkası olan rübubiyet kanununu,
Allah ile âlem ve bilhassa insanlar beynindeki nisbet ve izafe mutlâkanın
tecelliyat ledünniyesini mütalea edeceğiz. Ve nisbî bir mülâhaza ile bigayri
hakkın «cazibei umumiye» dediğimiz cazibei ecram, bunun ayâtından bir misali
cüz'î olduğunu göreceğiz. Bu öyle bir mevzuı vahîttir ki, ulûmu tensika çalışan
felâsife ile üdebanın haysiyeti müşterekelerinden bile üstündür. En yüksek
felsefelerin tenasukı fikrîsi bundaki nesekı hikmetin zemanî bir in'ikâsı, en
yüksek edebiyatın lemeatı hüsnü, bundaki mezakı Bediînin anî bir iltimaıdır.
Nazmı kur'an nesekı ilmî ile nesekı bediînin vahdetgâhıdır. Bunun için tenasübi
kur'an, fünunun ıttıradı mantıkîsinden daha muhkem, edebiyatın rengi
televvününden daha mütenevvi, daha müteşabihtir. Muhkemat ile müteşabihatın
böyle bir tenasukı bediî de ancak fıtratte görülebilir.
(........) .
Meselâ Heyette cazibei umumiyenin yalnız ecsamı selâse
nazariyesi dahilindeki nizam ve nisbetini bile henüz ölçmemiş olan fennimiz ne
manzumei şemsiyemizin, ne de manzumei küllün tertip ve ahenginde gayri ilmî ve
gayri mantıkî ve gayri bediî hiçbir nokta bulunmadığına bütün fıtraitle kanidir.
Fıtratin bu nizamı, nazarımızda nasıl böyle hem zahir ve hem batın ise, kur'anın
sureleri ve ayetleri beynindeki nizamı ilmî ve bediî dahi onun gibi ve hattâ
ondan ziyade zahir ve ondan ziyade batındır. Zahir olması kemalinden, batın
olması da ademi tenahisindendir.
Bu haysiyetledir ki, bir şâirimiz:
"Bikri fikri kâinatın çâk çâk oldu fakat"
İsmetde kaldı ma'ni-i kur'an henüz"
demiştir.
Biz mantıki düşünürken nisebi bediiyeyi, edebi düşünürken
de nisebi mantıkiyeyi feda etmek itiyadında bulunduğumuz için bu tenasübü bütün
kadrosile bir cedvel çizer gibi fikren ölçemiyor isek o fıtrati yaşarken bu
zevki kemali vecd ile duyabiliriz, kur'an da, zevki okuyanlarından ziyade
yaşayanlarına ihsan etmek için hitap edecektir.
(.......) Binaenaleyh
evvel'emirde gafletimizden, vesvesemizden, şeytanatten silinmek için bütün
şuurumuzla Allah’a sığınarak:
(........) diyelim ve o
cazibei külliyeyi yaşamak için:
(........) miftahına
yapışalım ve bir hissi şükran ile Fatihasında başlıyalım
2
Hamd, o rabbiâlemîn,
MÜNASEBAT
Kur’ân’da sureler, ekser surelerde
kıssalar, kıssalarda ayetler, ayetlerde kelimat, kelimatta huruf ve bütün bunlar
arasında zahir veya hafi, lâfzî veya manevî bir çok vücuhtan bir tenasübi tam ve
bir nizamı beliğ vardır ki, tahlili namütenahidir ve birçok ulûm ve fünun ile
alâkadardır ve bunların akdemi Nahiv ve Belâğat ilimleridir. Nazmı kur'anda
terkip, sibak, siyak, mantuk, mefhum ve fehva, mutabakat, tazammun ve iltizam
ile ibare, işaret, delâlet, ıktiza' ızhar, ıhfa' tahkik, temsil, tasrih, kinaye,
ima, telmih, mantık, hikmet, maksada isabet gibi vücuhi beyan ve bu bapta
evvelâ kelâmın sem'a,
saniyen kalbe nüfuzunu temin eden fesahat, halâvet, letafet, cezalet,
rikkat itidal, teşdit, teysir, tefennün ve teceddüt, cinas, tenasuk, tevazün,
ahenk, tasarruf, üslûp, müsavat, ıtnap, îcaz ve nihayet ibda ve î'caz gibi lâfzî
ve manevî mehasin ve bediiyatı tazammun eyliyen vücuhı belâğat ve bediiyat
vardır ki, delâleti vaz'iye ve lisaniye, delâleti akliye ve mantıkiye ve
delâleti tabiiye ve zevkiye namile üç nevi delâletin muhassalası olan ve
mütenahiden namütenahiye giden tenasübün icmalen hissedilebilen alâkalarını
ifade ederler. Bunlar tefsirin ruhunu teşkil eder. Umum için delâleti
vaz'iyenin, ulema için delâleti zevkiye ve fıtrıyenin ehemmiyeti büyüktür. Ve
terceme ile lisan değiştiği zaman bittabi birinci
ile üçüncüde zayiat pek çok olur. Ve bundan delâleti mantıkiye de müteessir
bulunur.
Bunun için biz bazı mevakide bu münasebatı
icmalen göstermiye çalışacağız. Çünkü tafsiline kudreti beşer kâfi değildir. Bu
münasebetle de fatihada diğerlerinden fazlaca tevakkuf edeceğiz. Fatihada
evvelâ iki noktai nazardan tenasübü alalım.
Siyak, sibak: yani sözün gelişi gidişi ki, birincisi
makabline, ikincisi de kendi eczasile kendine
ve mabadine nazaran olan münasebetleridir. Besmele fatihanın bir cüz'ü
addolunduğuna göre birincisi mevzui bahs
olamaz, bu olsa olsa nüzul noktai nazarından
(........)
ile olan münasebeti olur ki, bu da tertibi kur'ana nazaran mabadine ait bir
siyak münasebetidir. Fakat besmele bir ayeti müstakille olduğu için
evvelâ onu taharri edelim:
SİBAK
Besmelenin cazibei taallûkundan hariç hiç
bir şey tasavvur olunamıyacağından sureti umumiyede Fatihanın da onunla
münasebeti derkârdır Besmele ile Fatiha okuyorum, fatiha yazıyorum,
hamdediyorum, kur'ana başlıyorum ilâh... gibi. Fakat bundan başka sureti
hususiyede dahi münasebatı kaviyyeleri vardır. O kadar vardır ki, besmeleyi
ondan bir ayet farzedebilirsiniz.
Evvelâ
nazım ve fasıla münasebeti, saniyen müfredat
münasebeti, salisen icmal ve tafsil ile
bilvücuh mana münasebeti vardır. Bir kerre besmeledeki cazibei rahmete fatihanın
bir cevabı şükran olduğu ilk nazarda görülüyor. Bu ise aralarında hafi bir
kemali ittisaldir. Sonra fatiha besmelenin bir beyanı, bir inkişafı beligidir.
Şöyle ki, Besmelenin müfredatı hakikaten, hükmen yedi kelimeden müteşekkil dört
kelimei müstakille olup üçü ismullah, mecmuı terkibi ise mezkûr ve mukadder iki
taraf ile bir rabıtadan yani muteâllik, müteallâk. vasıtai taallûk olan üç
cüz'den mürekkep bir kelâmı tam idi. Buna mukabil Fatiha, yedi ayet, dört kelâmı
tam idi. Buna mukabil Fatiha, yedi ayet, dört kelâmı müstakil, üç vakfı tamdan
mürekkep bir kelâmı tam nizamında bir surei bediadır ki, bu üç vakfı tamdan
birincisi üç ayetle bir kelâm olarak tarafı
evveli, ikincisi iki kelâm ile bir ayeti tevhit
olarak ortadaki rabıtai akdi, üçüncüsü yine üç
ayetli bir kelâm olarak tarafı ahiri teşkil etmiştir. Ve bu suretle Fatiha,
besmele gibi ve onunla mütecanis bir kelâm suretindedir. Manaya gelince: Besmele
bize bir nisbeti izafiye, iki nisbeti vasfiye ve başında bir nisbeti taallûk ile
nihayetinde muzmer ve tevhidi mutazammın bir nisbeti tamme veriyordu. Orada
(........) husustan umuma inbisat eden ism-ü
sıfatî ile mezkûr iken biz ezelde olduğumuz gibi ef'alimizle beraber mahzuf ve
muzmer idik. Daha doğrusu allah var, biz yok
(........) çünkü ondan evvel bu taallûk ile izafeti ilâhiyeye sarılmamış
idik. (........) dediğimiz zaman dır ki, bu
taallûk hasıl olmuş ve Fatiha da maatteşekkür zuhurumuza vesile vermiştir.
Filvaki Fatiha bir şükran ile başlıyor ve bizi gıyabî bir izafeti rabbaniye ile
iptidaen âlemîn içinde sahai vücuda atıyor ve o sırada rahmani [rahim bir daha
tecelli ediyor ve tebliği hakayik ile bir iki devrei tehzibden sonra ledünnî bir
teklifin icabını sezecek kadar şuurumuzu terbiye ve talimi kelâm ile iltifat
ederek Allah’ı ve kendimizi tanımak için bizi gaypten şühude getiriyor ve işte o
zaman vahdaniyeti ilâhiyeye (........) diye bir
akdi biat yaptırmak üzere bize hakkı kelâm veriyor. Ve biz de bütün vicdanı
içtimaimizle mütekellim olarak söze başlayıp bu akdi yapıyor ve o nisbeti
taallûku böyle ezelî bir rahmet [ile] lâyezal bir mukavelei içtimaiye ve
hukukiyeye raptediyoruz ve o vakit bizim de nesteîn derken bir iradei cüz'iyemiz
ve inşai talebe hak ve salâhiyetimiz olduğunu anlıyoruz ve derhal
(........) duasile huzuri ilâhîde ahzı makam
ederek ilennihaye söylüyoruz bu suretle ezeldeki ve besmeledeki batın, fatihada
ve halde bir mütekellimi zahir oluyor -da zahiri ezelî gaip ve nihayet bizim
şuurumuzda ve kelâmımızdaki huzurile merkez ve muhitimizde bir muhatep olarak
hazır bulunuyor (........) işte ezelî, ebedî
bütün muadelei hayat, bunun içindedir. Basit birkaç cümle gibi görünen Fatiha,
hılkatın, hâlıkın, mahlûkun bütün serairini toplıyan bir kanuni küldür. Baştaki
üç ayet ile sondaki üç ayetin rabıtası olan bu bir ayetle fatiha böyle
namütenahi üslü bir muadelei vücudu tescil etmiştir. Fatihadaki bu ruhi, bu
muadeleyi şu hadîsi kudsî ne güzel beyan etmiştir.
(........)
= ben salât sûresi olan Fatihayı benim
aramla kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim ve yarısı
kolumundur ve kolumun istediği hakkıdır. «Aleyhisselatü vesselâm Efendimiz de
bunu şöyle beyan buyuruyor: [Kul (........)
der, Allah da kulum bana hamdetti, der, kul (........)
der, Allah da (kulum beni
senâ etti) der, kul (........) der,
Allah da der ki, (kulum beni temcît etti ve buraya
kadar benim (........) kulumla benim aramda, surenin ahiri ise sade
kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır. (........)
diyor]. Fatiha işte Hak teâlânın böyle
bir lütfunu tecelli ettiren bir muadelei vücuttur. Bu muadele de kâinatın üssi
nizamı olan adalet ve müvazene kanununun en bariz ve en bedi bir hakikatını
görürüz görürken, «sıratımustakim nazmı mecîdinde iyan beyan okuruz. Bu
muadeleye bir zevki tasavvuf ile bakacak olursak bu misakı ubudiyet ve istianeyi
hamil olan ümmetin hey'eti içtimaiyesine (........)
gibi ayetlerde tasrih edildiği üzere lâhutun bir zılli niyabîsi münakis olduğunu
ve onlara da bir hıssei inşa bahşedilmiş bulunduğunu duyarız ve o zaman böyle
ubudiyet ve istianesini yalnız Allah’a hasreden bir vicdanı içtimaî taşıyan
ümmetin icmaında da bir delâleti teşriiye mevcut olabileceğini, yani icmaı
ümmetin müsbit bir delili şer'î teşkil ettiğini anlarız. Binaenaleyh Besmele ile
Fatiha arasındaki sibaki tenasübün ruhu ezel ile lâyezal beynindeki bu muadele
nisbetinin inkişafıdır. Bunlar bütün fıtratta mevcut olan bu nisbeti bizim
şuurumuza nakşeden ayâtı ilâhiyedir. Bunların inbisatını da kur'anda göreceğiz.
Siyak
- Fatihanın bizzat kendisindeki sevki
bir sevkı talimdir. Nitekim bir ismi de talimi mes'ele idi. Bunun en büyük
karinesini siyakı kıraette ve bilhassa (........)
emri celilinde buluruz. Bundan başka esbabı nüzulde rivayet ettiğimiz hadîste
dahi (قل)
emri vardı. Bunun için bazı müfessirin başta «böyle söyle» mealinde
(........) emrinin mukadder olduğunu
zikretmişlerse de muhakkıkin bu takdire hacet kalmaksızın sade, siyakı uslubun
bu talimi iş'ara kâfi olduğunda musırdırlar. Yâni Allah tealâ bize bu kelâm ile
ilim ve iman telkin buyurmuş ve bu telkini bir emir ile yapmayıp hal ile
gıyaptan anlatmıştır. Çünkü ilim ve imandan evvel hakkı huzurumuz yok idiki
sarihan hitap etsin. Zira Besmelede biz zahiren mevcut değil idik. Binaenaleyh
Fatihanın iptidasında marifetullaha mütealik olan üç ayet tamamen gaibane bir
ihbardır. Mütekellimi gaiptır. Bunda «âlemîn» sıgasiyle zevilukule bir tenbihi
beliğ vardır ki, bu üç ayetin mazmununu düşünüp anlıyan bir kimse âkil ise,
âlemînin ne olduğunu ve kendi ruhunda onun nasıl tecelli ettiğini teemmül ederek
ve mebde-ü meadi nazardan geçirerek, şuurunu, basiretini topladığı zaman ve
ancak o zaman (........) ihbari gaibanesinin
hak bir kelâm olduğunu anlar ve derhal Allah’ı zahir ve batında hazır ve nazır
bulur. Bulunca da (........) ilâh... diye ona
hitap ile arzı ahdü hacet yapabilir. Bunun için Fatiha edebiyatı arabiyede
«gayibden hitaba iltifat», denilen bu uslubi belâgatin te'mini için tarafı
ilâhîden sarih bir emri «ben ve biz» gibi sığai tekellüm ile sarih bir hitabı
ihtiva etmiyerek (........) ayetinin mazmumunu
talim ve tebliğ eylemiştir. Binaenaleyh Fatihanın kendisindeki sevki, bir sevkı
talim ve üslûbı, üslûbi telkîn olmuştur. Bütün büleğai arabın ve hatta şüarai
Türkün kasidelerinde, hatabelerinde bilip kullandığı bir üslûbi iltifatın böyle
tam makamında ve bir çok cümlelere muhtaç mazmunları bu kadar veciz ve bu kadar
beliğ bir surette toplıyan gayet derin bir nükte ibda etmiş olması bütün şüarai
Arabın azmi tahaddisini kıran ve onlara î'cazi kur'an önünde serfüru ettiren
vücuhi belâğattan birisi olmuştur. Fatihanın eczası arasındaki sevk ve münasebat
ise kısmen geçti ve lüzum görüldükçe de atide tahlil ve tefsir sırasında
gelecektir. Burada şu kadar söyliyelim ki, (........)
elhamdünün ekmel bir suretiyle tefsiri (........)
dahi istianenin öyle bir beyanıdır. Ve bu inkişafı müteselsil ile Fatiha
(........) cümle-i baliğasına raci bir kelâmı
bedidir.
Diğer süveri kur'an ile münasebatı ise,
Fatiha; Ümmülkur'an, Ümmülkitab, Esas isimlerinin delâlet ettiği veçhile
hepsinin cezri aslîsi ve mümessili küllîsi olmasıdır ki, bunu kısmen balâda
anladık ve bütün atide de inşaallah anlıyacağız. Hûlasa; sanki besmele bir taç,
kur'an bir vücudi ekmel, Fatiha onun başı (........)
bu baştaki sima, rahmet ve hidayet bu simanın göz bebekleri, Dünya ve Ahıret
menazırı, ubudiyet ve istiane lisanı, tevhidi ilâhî ruhudur. O suretle ki, bütün
ledünniyatı vücut onun lebi beyanından sünuh ederken o taçdan, o simadan o
gamzelerden de onun ruhu okunur. O sima simai Muhammedî, o vücut tecellii
ilâhîdir. Kelâm kelâmullah, mübelliğ resulullah:
TAHLİL VE TEVİL
Hamd, ihtiyarî bir ihsana veya onun
mebdei olan bir hüsne karşı inşirah ile sahibine tazim ifade eden bir zikri
cemildir. Kısmen medih ve kısmen şükr ile birleşen bir öğgü, bir nevi öğmek veya
öğülmek, iyi bir öğüş veya öğülüş, güzel bir öğücü veya öğülücü olmak, ciddî bir
öğücülük veya öğülücülük, nihayet bu manâları cami güzel
ve ciddî bir sözdür. Arapcada hamd kelimesi bunların hepsinde kullanılır, Fakat
lisanımızda ekseriya ismi masdar olarak müstameldir. Diğerlerinde hamdetmek veya
edilmek, hamdediş veya ediliş, hâmıd veya mahmud olmak, hâmidiyet, mahmudiyet
denilir ve bugünkü lisanımızda bunun sırf Türkçe bir müradıfı yoktur. Şükür de
böyle. Elde bir öğmek varki oda medih ve senâ müradıfidir. Hamd ise medhile
şükür beyninde bir nevi sena ve bir medhi mahsustur. Çünkü medih, hayatı ve
ihtiyari olana da olmıyana da yapılır. Meselâ güzel bir inci ve güzel bir at
memduh olabilir. Fakat mahmud olamazlar. Hamd bunları ihsan eden faili muhtara
yapılır ve hattâ onun keremine, ilmine yapılır da hüsni endamına yapılır. Şu
kadar ki, onun hamdedene vasıl olmuş bir in'am olması şart değildir. Şükürde ise
bu da şarttır. Zira şükür gelmiş olan bir nimete kavlen veya filen veya kalben
mün'imini tazim ile mukabele etmektir. Sade filen veya kalben yapılan şükür, ne
medihtir, ne hamd, lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd, hem de
medholur ve bu hamd şükrün başıdır. Binaenaleyh hamd, medihden alelıtlâk ahas,
şükürden de minvechin eam ve minvechin ahastır. Her hamd medihtir, lâkin her
medih hamd değildir. Sonra bâzı hamd, şükür ve bâzı şükür, hamdolmakla beraber
şükür olmıyan hamd, hamdolmıyan şükürler de vardır. Dimek medih vakıa nazaran
boş bir ümidin sevkile kuru bir yalandan, mücerret bir müdaheneden ibaret
kalabilirken hamd ve şükür daima vakıa mutabık bir hakikat ifade ederler. Hamd
delile müstenit haklı bir ümidin neşvesile veyahut şükür gibi tahakkuk etmiş bir
tenaümün zevki saadetile yapılır. Hamd verdi, verecektir gibi mazi ile istikbal
beyninde deveran eden bir hali şevktan, şükür ise işte verdi gibi bir mazii
mütehakkıkın zevki vuslatından münbais bir bahtiyarlık ilânıdır. Bunun için
hamd-ü şükür tamamen meşru ve ahlâkî oldukları halde medih umumiyetle ahlâkî
değildir. Menhi ve mezmum da olabilir. Nitekim aleyhisassâlatü vesselâm
Efendimiz «meddahların yüzlerine toprak saçınız -
(........)» buyurmuş, halbuki «nase hamd etmiyen Allah’a da hamdetmez-
(........)» Hadîs-i şerifile alelıtlâk hamdin
memurünbih olduğunu göstermiştir. Mîraç hadîslerinde de ümmeti Muhammed
«hamınadun» yani çok hamdedenler unvanile telkip edilmiştir. Hamd ile şükürde
asıl matlûp mün'imdir. Medihte ise hayali nimettir. Hamd ve şükür ikisi de bir
hakk-u hakikat aşkı inşirahı ve binaenaleyh ahlâkî olmakla beraber hamdde manayı
şevk, şükürde manayı sadakat daha barizdir. Ve bu suretle şükür bir mazii
mütehakkıkın hatırai tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır. Çünkü
cereyanı vücut hep maziden istikbale müteveccih olduğu için insanlar tab'an
istikbale mütemayildirler. Şüphesiz bu temayülün içinde hevlâlûd bir cezbei
ahiret mündemictir. Filvaki insanlar daha ziyade ileriyi görsün diye gözleri
önlere nazır olarak yaradılmışlardır. Lâkin böyle olması yolda giderken
geldikleri mebdei geçip arkada bıraktıkları kıt'ayı unutmak için değil, onun
hatırasına ve hafızanın sadakatine itimat içindir. Bundan dolayıdır ki, boyunlar
ledeb'icap o hatırayı tecdid için öndeki gözleri arkaya çevirip baktırabilecek
müteharrik bir mihver halinde halkedilmişlerdir. Bir istikbal yolcusu için bu
hilkatin büyük bir ehemmiyeti ikaziyesi vardır. Demek ki, hafızası çürük
boyunları gayrimüteharrik olan yolcuların sade ileriye dikilmiş olan gözleri,
şeytanın baskınından korunmak için birer zamanı selâmet değildirler. Halbuki
beşeriyeti gafilede bu hal galiptir. Fikri müdahene ile bir ümidi mevhum üzerine
meddahlıklar yapan nice mahlûklar görülegelmiştir ki, maksatlarına nail
oldukları ilk andan itibaren bir nankör kesilmişlerdir. Bunu mülâhaza eden bazı
mütefekkirin -ezcümle zamanımızda Fransız Güstav Löbon- insanlar üzerinde
hayalin hakikatten ziyade bir hâkimiyeti olduğu neticesini almışlardır. Fakat bu
doğru değildir. Çünkü hayalde görülen o hâkimiyet hakikati temsil edebilmesi
haysiyetindendir. Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir.
Binaenaleyh asıl hâkimiyet hayalin değil yine hakikatindir. Hakikat öyle
müessirdir ki, sade yakından değil, uzaktan hayali vasıtasile bile tesirini icra
ediyor. Lâkin vuslatın öyle şaşırtıcı bir hali istiğrakı vardır ki, bunda
hakikat kendisinden başka her şeyi siliverir ve ayni hakikat olamıyanlar ona
tahammül edemezler ve bunun için beşer onu kendisinden ziyade karşısında gördüğü
zaman takdir eder. Güneş doğunca göz kamaşır ve intıba süzülüp kalpteki şuur
cepheye dikilmeyince insan onu göremez. Bunu binaen şuurlu bir hakikat adamı
olmak gayet müşkil ve bir müslimi kâmil olmak çok zordur. Nitekim fâni filhak
olan Hazret-i Ömerülfaruk radıyallahü anh
efendimiz hak, Ömere Sadîk bırakmadı (........)
dediği zaman bu zorluğu ifham etmiştir. Şükür ise böyle erbabı hakikatin şıarı
(........) buyurulmuştur. Maamafih diğer
cihetten hamdte manayı tazim ve takdir daha yüksektir. Çünkü bundaki ihsanı vaki
hâmide vasıl olmadığı cihetle bir taraftan daha ziyade hakka nazır, garazsız bir
şîmei tazim vardır. Diğer cihetten o ihsana nail olanların neşatına iştirak
ifade eden bir hissi uhuvvet ve kendi hakkında gayri vasılı vasıl addettiren bir
hissei takdir mevcuttur. Bir bu, bir de aksamı şükürde fili kalbin bir emrihafi
ve ef'alı cevarihin ihtimalli olması, envaı şükrün ekmeli yine lisan ile yapılan
hamdolmasını ıktiza eder. Filvaki Resuli ekrem
sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimiz «hamd,
şükrün başıdır. Allah’a hamdetmiyen şükretmemiş olur
(........)» buyurmuştur. Bu şerait ile lisanen yapılan ezkârı cemile,
elfazı ihtiramiye, tazimatı mahsusa, hep hamıddirler. Hamd kelimesi de bütün bu
tazimatın mealine muntabık olduğundan «hamdolsun» denildiği zaman bütün bu
tazimata şayan bir hüsün veya ihsan muvacehesinde bir hazzı saadet ve bir
bahtiyarlık duygusu ilân edilmiş olur ki, bu, bir taraftan o hüsün ve ihsanın
sahibi muhtarını öğmek, diğer taraftan da bihakkın o saadetle öğünmek manalarını
ifade eyler. Ve her iki haysiyetle pek meşru ve pek ahlâkî bir hasenedir. Çünkü
tahdisi nimet bir gururi temddüh değil, nankörlüğü silen büyük bir fazilettir.
Daha doğrusu hamd herkesin ermek istediği ve fakat pek az kimselerin erebildiği
en yüksek bir gayei kemaldir. Çünkü beşerî noktai nazarından bütün saadetler iki
kelime ile hulâsa edilebilir: Tena'üm, in'am. Mevkii tena'ümde bulunanlar ancak
tena'ümlerini his ve takdir ettikleri zaman hamdederler. Çünkü saadet tena'ümün
kendisinde ve kemmiyetinde değil keyfiyetinde yani zevki takdir edilip
hissedilmesindedir. Ve zaten tena'ümün kendisinde ve kemmiyetinde değil
keyfiyetinde yani zevki takdir edilip hissedilmesindedir. Ve zaten tena'ümün
manası budur. Ve ne zaman zevki saadet hissolunur ve coşarsa lisandan hamd sâdır
olur ki, bu makam, hâmidiyet makamıdır. Mevkii in'amda bulunanların saadeti de
mücerret in'amda değil, verilen nimetin kadrini bilecek ve zevkiyle saadet
duyacak mahalli lâyıkine isalinde ve vusulünü delili vazıhile müşahede
etmesindedir. Bu delil ise hâmidin hamdidir. Bundan o isal ve vusulü temaşa
etmekteki zevk te mahmudun saadetini teşkil eder. Ve biz biliriz ki, makamı
in'am, makamı tena'ümün fevkindedir. Binaenaleyh makamı mahmudiyet ekmeli
meratip ve aksayı metaliptir. O halde bu makamın saadeti de en büyük saadettir.
Bu saadetin zevkindeki cuşiş dahi bil'evleviye bir hamd ile neticelenmeyi iktiza
eder. Mahmudun hâmidiyeti demek olan bu hamd ise tezyidi in'ama ve dolayısile
tezyidi hamidiyet ve mahmudiyete sebep olur. Bu suretle makamı hâmidiyette
bulunan mütena'imin hâmidiyette devamı makamı mahmudiyete itilâsına ve makamı
mahmudiyette bulunan mün'imin hâmidiyette devamı da mahmudiyetin namütenahi
tezaüfüne vesile olur ki,
(.......)
buyurulması bundandır.
Şu halde silsilei müterakkiyesile meratipi
âliyei hamd şunlardır:
1. hâmidiyet,
2. mahmudiyet,
3. hâmidiyet ve mahmudiyet,
4. mahmudiyet ve hâmidiyet.
Bu son mertebede tecelliyati lâhutiyeden
birini görürüz. Burada in'fial ifade eden beşerî mazmunların hazfile mahmudiyet
ve hâmidiyeti cemeden «hamîd, mahmud, hâmid» esmai hüsnasının tecellisini
görmemek nasıl kabil olur? Bu olmasa idi onlar nereden gelirdi? Sonra Şifai
şerifte mübeyyen olduğu üzere hâmid ve mahmud peygamberi zişan Efendimizin de
Ahmed ve Muhammed gibi esmaı
şerifesindendir. Filhakika makamı mahmut bilhassa Hatemülenbiya Efendimize
mev'ut olan ve onu hâmidiyetten mahmudiyete terakki ettiren bir makamı âlâdır
ki, makamı şefaati uzmadır. Bu makamda (livaülhamd)
onun desti eymesine teslim olunmuştur. Ahırette makamı mahmudun feyzi
şefaatiledir ki, livaülhamd altında toplanacak olan ümmet, hâmidiyeti ilâhiyeden
hisselerini alacak ve ehli cennetin davalarının sonu da
(........)
ve
Böyle hamidiyet ve mahmudiyeti cami olan
habibi hudanın ahmediyeti, muhammediyeti, işte hamdin bu mertebei cem'iyetini
natıktır. Ve Filvaki lâfzan ve manen mahiyeti hamd, bir hakikati muhammediyedir.
Ve bu hakikatin evvel ve ahır Allah tealâya ıhtisası da hakikatlerin
hakikatidir.
İşte Fatiha
(........) iptidasile bize bu saadetleri, bu gayei kemali ve bu hakikati
telkin ederek başlamıştır. Ve elhamdülillâh denildiği zaman duyulan inşirahı
amîk bu aşk-u şevkin ifadesidir ve hakikati hamde meftun olmıyan yoktur. Lisanı
arapta (........) ahdı fert veya ahdi istiğrak
veya ahdi cins ve hakikat ifade eden bir harfi tariftir. İlk hitapta ise hamdın
bir ferdi muayyeni maruf değildir. Sonra bu mübtedanın haberi olan «
لله
» da lam, ıhtisas, istihkak, milk mânalarında zahirdir. Ve evvelki diğerlerine
şamildir. Binaenaleyh cümlenin meali şu olur: «Hani her kesin malûmu ve aksayi
emeli olarak matlûbu olan hamd hakikati yok mu? işte hâmidiyet, mahmudiyet bütün
cinsile ve hattâ bütün meratibi ve bütün envaü efradiyle o hamd, Allah’a
mahsustur, Allah’ın hakkıdır, Allah’ın milkidir. Çünkü Allahtır, çünkü... Çünkü
ilâh...» Fakat lisanımızda bu tafsili icmâl eden bir harfi tarif olmadığı için
biz sadece hamd, diye alelıtlâk cins ifade ederiz, bilen bilir, bilmiyen
başkasının bildiğinden haberdar olmaz. Bu cümle evvelâ
bize ilim ve iman ifade eden bir cümle-i ihbariyedir. Ve ayni zamanda tazimi de
iş'ar ederek inşai hamdi müstelzim olduğundan lâzımiyle de bir cümle-i
ihbariyedir. Ve ayni zamanda tazimi de iş'ar ederek inşai hamdi müstelzim
olduğundan lâzımiyle de bir cümle-i inşaiye olur ve zemanı olmıyan bir cümle-i
ismiye olduğu cihetle devam ve sübuut ifade eder. Fatihada bundan başka cümle-i
ismiye yoktur. Üçü kelâm biri sıla olan diğer dört cümle, hep cümle-i filiyedir.
İlk nazarda böyle olması fatihadaki muadele tenasübüne muhalif gibi görünüyorsa
da hakikati emir ber akistir. Zira bir isim birçok file muadil olabileceği gibi
o dört cümle-i filiye bunun beyanı hayyizinde olduklarından teadüli hakikî ancak
bu suretdedir. Ve indettahkik Fatiha, bu tek cümle-i ismiyeden ibaret bir
kelâmdır.
2 (........)
Allah’ın sıfatıdır. Terkibinin lisanımızda
her kese marufiyeti tercemeden mustağnidir. Bunu
«âlemînin rabbi» suretine ifrağ mümkin ise de bunda fazla bir vuzuh olmamakla
beraber lâmdaki istiğrak, ahdiferdî ile tevhidi ifade eden marifeye izafet
müeddaları nâkıs kalacaktır «bütün âlemînin ve eczasından her birinin malûm olan
yegâne rabbi» diye tafsıl etmek ise îycaz yerinde ıtnap olacaktır «âlemlerin
rabbi» demek ise bu mahzurlarla beraber aslına da muvafık olmaz. Zira kur'an
«rabbil'avalim» demiyor da «rabbilâlemîn» diyor ve bununla bilhassa zevilukulü
tağlip ederek onların nazarı dikkatini celbeyliyor. Çünkü
(........) gibi cem'i salimler ukalâya mahsus
olduğundan bunun meali «bütün âleminîn ve bütün eczasının ve alelhusus hepsine
faik olan zevilukul âlemlerinin yegâne rabbı» demektir. Sûrei bakarenin başında
(........) nazmı celilinde tebeyyün edecek olan
bu işareti mücmele, kur'anın hikmeti nüzulünü göstermek itibariyle Fatihanın
evvelinde gayet mühimdir. Bu işaret ve bu ikazı rabbanîdir ki,
(........) vasıflarıle takviye edilince, şuurı
ukalâyi gayiptan şühuda getirip (........) diye
hitap ile arzi tevhid-ü misaka sevkedecektir. Âkil ile gayri âkil müzekker ile
müennes gibi biri diğerine velev bir haysiyetle racih olabilen müteaddit
isimlerin tesniye, cemi gibi bir ifadede racihini galip kılmak demek olan bu
taglip üslûbü lisanımızda da vardır. Meselâ zevç ve zevceye zevceyn, baba ve
anaya ebeveyn dediğimiz gibi bütün Türk tebaasına Türkler demek te bir
tagliptir. Ve Arabîde bunun birçok envaı vardır. «rab» aslında terbiye manasına
bir masdar olduğu halde mubalâga kasdile mürebbîye ıtlâk edilmiştir ve
masdarında rububiyet denilmiştir ki, çok âdil yerinde
(........) denilmesi gibidir. İşte bu mübalâga manasından dolayı rab sade
mürebbi müradifi değil ayni terbiye gibi olan ve binaenaleyh istilâ, isti'lâ,
inayet, tedbir, zabt ve tasarruf telkin ve irşat teklif, emr-ünehiy, tergip,
terhip, taltif, tekdir gibi terbiyenin bütün levazımına malik kuvvetli ve ekmel
bir mürebbi demek olur ve bu münasebetle sahip ve malik manasına dahi gelir.
Meselâ hane sahibine «rabbüddar» bir sermayenin malikine «rabbülmal» denilir.
Bunda da sadece sahip ve malik manalarından fazla bir mefhum vardır. Rabbülmal
tabiri bile mudarebe ve selem gibi bir muamelei ticariye noktai nazarından
söylenir. Binaenaleyh alelıtlak rab denildiği zaman sade malik veya sade terbiye
mefhumları değil ikisine de bütün levazımile sahip olan bir kadiri kayyum
anlaşılır ve bunun için Allah tealâdan başkasına hususiyeti anlatır bir izafet
yapılmadan müfret olarak (rab) ıtlâk olunamaz
ve kemali marufiyeti ifade eden (errab) ve umum
ifade eden (rabbilâlemîn) gibi izafetle hiç
yapılamaz. Şu halde «rab» rububiyet denince anlıyacağımız mana kudreti baliga
ile zabt ve tedbir ve terbiye mefhumlarıdır, yan'i bunları yapabilecek bir
kudreti baligaya malikiyettir. Terbiye, bir şeyi kademe kademe, tedriç ile
kemaline eriştirmektir ki, bunun eseri istıfa ve tekâmül olur. Âlemînin her
kısmında ise terbiye ve tekâmül kanunlarının cereyanı her an ve her lâhza
meşhuttur ve binaenaleyh böyle bir kudreti baliganın rububiyeti süûni âlemde şek
ve şüpheden âzade olarak okunmaktadır. Ve işte rabbilâlemîn bize bunu ihtar
ediyor. Rabbilâlemîn denince her insan kendi görebildiği kadar olsun bütün
âlemîne zihninden bir geçit resmi yaptırır ve yaptırınca behemehal kanuni
terbiyeyi görür. Demek biz rabbımızı âlemîne nazarla bileceğiz. Ve fakat âlimîni
de ancak ona izafetle tanıyabileceğiz. Bir takım felâsife heyeti âlemin böyle
tedricî bir kanunı terbiye ve tekâmül takip ettiğini görememiş. Bunlardan bir
kısmı hepsinin def'î olarak sebepli veya sebepsiz birdenbire tekevvün etmiş
bulunduğunu, bir kısmı da tabiat davasile tekevvünü inkâr edercesine bu günkü
heyet ve nizamı vücudun kıdem ve ezeliyetini iddiaya kadar varmıştır. Bunlara
göre meselâ insan, ancak insandan olur ve insan ezeldenberi mevcuttur. Âlemde
terakki ve tedenninin manası yoktur, talep, sây ve kesp semeresizdir. Bütün
âlemde kadimdenberi envaı mevcudat serpilmiş, fezada hiçbir nizamı müşterek
takip etmiyen ecram, ve ecramda lâyuhsa envaı ekvan, bütün tabayii mahsusalarile
kadîm bir cebir ve icabın içinde yüzer giderler. Şüphesiz bu sözler, hem
tecribeye ve hem akla taban tabana zıt birer cehli mürekkep idi, hiç olmazsa
tamamen müşahedemiz altına girebilen efradı eşyanın, dün yok iken ufacıktan
hudusa gelip tedricen büyüdüğünü ve bilakis yine tedricen gaybolup gittiğini her
gün bittecribe görüyoruz, müşahedemizin ihatasına giremiyenlerin de böyle
olduğunu istidlâlimizle, aklımızla biliyoruz, şurada bir adacık fırlıyor,
süzülmüş topraklar tahaccür ediyor, taşlar eriyor, madenler filiz veriyor,
kayaların, toprakların arasında tohumcuklar ve o tohumcuklardan mütenevvi otlar,
ağaçlar, türlü türlü hayvanlar türeyor, üreyor, sümük gibi bir nutfenin içinde
yüzlerce insan tohumu fışkırıyor, tasfiye ve telkih ile bundan lâhza lâhza
aleka, mudga devrelerile rüşeym, rüşeymden canlı kemikli cenin, ceninden
ağlıyarak ve gülerek doğan bebek, tıfil, kademe kademe yuvarlanan, yürüyen,
kekeliyen yavrucuk, sonra koşup oyniyan afacan çocuk, sonra dişlerini değiştirip
şahlanmağa başlıyan murahikı mümeyyiz, sonra çiçeğini açıp meyvasını vermiye
özenen âkil baliğ sonra şahin gibi dünyaları tutan çalışkan bir delikanlı sonra
arslan gibi kemaline ermiş kehli kâmil, sonra cismaniyeti ruhaniyetinde erimeğe
ve re'yi, ihtiyarı süzülmeğe başlıyan bir ihtiyar, nihayet hayır veya şer bir
ruhı mahz olup uçmağa veya göçmeğe hazırlanan bir piri fani, hasılı mekân ve
zaman içinde nefesden nefese lâyuad şuur hamulelerile yürüyen ve her lâhze
suretten surete değişerek varacağı yere varan ve bütün bu tahavvülâtta hiç
değişmemiş gibi ben ben deyip giden insanlar akıp akıp gidiyorlar. O haldeki hiç
bir zaman bu günkü âlem, dünkü âlemin her noktadan ayni olmıyor ve bütün
bunların maverasından bütün bu cereyanları izhar ve rabtederek bize daima vahdet
şuurunu veren kadiri kayyum bir hakikat her dem her lâhza ilânı vücut ediyor ki,
biz o lahzaya o ane hal diyoruz ve bu hal içinde mâzi ve istikbali yaşıyarak o
hakikate visal peyda ediyoruz, hakikat daima hakikat, âlem ise her an mütehavvil
ve mürtabıtan ve muntazamen mütehavvil, bu irtibat ve intizam ile akıl ve
fikrimiz o hakikatin inikâsatına, kalp ve şuurumuzda o hal içinde bizzat
tecelliyatına şahit oluyor. Binaenaleyh müşahedenin, tecribenin aklın bilittifak
vaki olan bu ifade ve ısrarları karşısında âlemde hudus, terbiye, tekâmül
mefhumlarını inkâr etmek körlükten cehli mürekkepten ve buhrani nefsîden neş'et
etmiş bir dalâlettir. Âlemde halk, terbiye, ıstıfa, tekâmül bir sünneti cariye
ve Hak teâlâ da kemali mutlâk bunun
illeti tammesi olduğu her türlü şüpheden âzadedir. Bunun için ahiren ilim ve
felsefe, âlemde, tâbiri âharle tabiatte tekâmül kanununun cereyanına kat'iyetle
hükmünü vermiştir ve bugün terbiye, ıstıfa, tekâmül, beşeriyeti âkile ve
âlimenin üzerinde yürütmek istediği bir kanun telâkki edilmektedir. Tekâmül ise
vahidi basitten vahidi mürekkebe: yâni o vahit üzerinde umuri müteaddidenin
tedricen içtimaı suretiyle nâkıstan zait ve kâmile giden ve bilakis mürekkepten
basita, müteadditten vahide inen bir seyri şüûndur. Fakat burada hakikat şinas
ehli ilim-ü hikmet ile onların sözlerini çalarak veya anlamıyarak suiistimal
eden birçok kâsırine de tesadüf ederiz ki, bunlar bu tekâmülü
Hak teâlânın bir eseri terbiyesi telâkki
etmeyip, müessirsiz illetsiz olarak tabiatta bizzat cari ve cebr-ü icap ile
hâkim bir kanunı mutlâk zannediyorlar ve hulasa terbiye ve rububiyeti değil,
ıstıfa ve tekamülı tabiîyi, tabiatın fevkindeki ayni hakikatin kendisi gibi
zumediyorlar ve bu suretle insanı sadece eczai âlemin ekmeli değil, alelıtlâk
ekmeli vücut farzediyorlar. Halbuki ilm-ü fen, felsefe ve hikmet bütün
ciddiyetiyle bu zumün aleyhinde bağırıp duruyor. Çünki ilm-ü fennin bedahete
müstenit ve tecribe ile de müeyyet, zarurî bazı kavanini esasiyesi vardır ki,
bunlar atıldığı anda ilm-ü fen yoktur. İlliyet, tenasübi illiyet, vahdet, hak
ilah..., illiyetin en umumî ifadesi «yok iken var olabilenin her halde bir
sebebi vardır. Yani her mevcudi ahir, bir mevcudi mukaddem ile mesbuk ve onun
tesirine mukarindir» düsturudur ki, yokluk varlığa illet olmaz, hiçten hiç
birşey husule gelmez. (rien ne vient du rien)
yani madum iken mevcut olan eşya kendilerindeki o yokluktan yine kendi
kendilerine değil behemehal mevcut bir mucidin tesiri icadiyle vücude gelir,
haslı hadisatın bir illeti kadîmesi vardır. Sonra illet ile malûlün bir
tenasübü, bir tezayüfü vardır. Öyleki illet bitince malûl da biter, malûller
bilinince illeti ıtlâkan veya tayînen biliriz ve malûlât ne kadar çok olursa
olsun mecmuu illetin kudretini tecavüz edemezler, onunla mütenasip olurlar.
Meselâ bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez, tabiri âharle nâkıs zaidin illeti
tammesi olamaz. Çünkü o halde ademin vücude illet olması lâzım gelir. Filân şey
yokken kendi kendine yoktan var olmuş demek iktiza eder. Bu ise illiyeti inkâr
ve binaenaleyh ilmin kendini ibtal etmektir. İz'ansız cahiller bunu söylerse
bugün ulûm, ve fünuni tabiiyeyi olsun okuyup anlamış olanlar ilmiyle
söyleyemezler. Bütün ulûmi tabiiyede illiyet ve tenasübi illiyet kanununun bir
hâkimiyeti mutlâkası vardır ki, bu kanunı azim, kâh tahavvül, tahavvuz
nisbetile, kâh illetin tenasüp ve tezayüf ve bakası tabirile ifade olunur.
Hâdisatta şuur, ilim, akıl gibi malûlât meşhut olup dururken bunların illeti
tammei mutlâkasını, bunlardan ârî kör bir kuvvet, bir kör tabiat gibi tasavvur
etmek manasına tabiîliğin fünuni tabiiyede de yeri yoktur. Bunun için ulema ve
hukemai tabiat, tabiatte yani âlemde kanuni tekâmülü takrir ederken, kör, nâkıs
bir tabiatın mebde ve illeti kül olmasını değil, vacibülvücud
Hak teâlâyı kemali namütenahisile mülâhaza
ve tasdık etmek şartile tabiatte tekâmülü takrir ve izah eylemişlerdir. Çünkü
böyle olmasaydi tekâmül kanunu ilmin, fennin künhü olan illiyet ve tenasübi
illiyet kanununa muhalif olacağından ilmî olamazdı. Sözü uzatmış olacak isek de
derin gibi görünmekle beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız. Meselâ bir
buğday tanesi toprağa düşer ve şeraitini bulunca biter, açılır, büyür,
sünbüllenir, nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verilebilir. Bunu bir def'a
daha, bir def'a daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar. İşte bu
kemmiyette tekâmül kanununun en basit misallerinden biridir. Görülüyor ki, bu
tedricî tekâmülde illeti tamme ilk tane ise, bütün bu tekâmülü ilk tek tanenin
tabiatinden çıkaracak isek bu tekâmülün mebdeindeki bir kemal, hasılında yüz ve
nihayet namütenahi olduğundan böyle bir tekâmül davası bir kerre bir müsavi yüz
eder demek gibi vahit ile müteaddit arasında (1+ 2+ 3+
4+ 5 = 15) gibi müsbet veya menfi bir nisbet takib eder. Yalnız kör
tabiate terketmek (1 = 15) demek olur ki, bunu
ilim ve fen şöyle dursun en basit bir akıl dahi kabul edemez. Çünkü bunda ademin
vücuda illiyetini farzetmek ve aklın ve ilmin mebnası olan tenasübi illiyet
kanunu ile tenakuza düşmek vardır. Bir tabiatte doğrusu tekâmülün her
haddizaidinde haricinden gelen bir kemal vardır. Bu ise tekâmüli tabiî değil,
tekâmüli terbiyevîdir. Bunun içindir ki, bütün ilm-ü fen, felsefe ve hikmet
«nâkısdan kâmil çıkmaz, fakat kâmilden nakıs çıkabilir» mütearefei asliyesinin
mahkûmudur ve bundan dolayıdır ki, söylediğini anlıyarak söyliyen ulema ve
hukema tabiatin tekâmül kanununa mahkûmiyetini söylerken bu tekâmülün ve bu
tabiatın bizzat ekmeli mutlâk olan illeti ulânın,
Hak teâlânın kemali mutlâkından müstefad olduğunu unutmıyarak
söylerler. Tekâmüli tabiî kanununun en son mukarriri addedilen feylesof
(İspenser) bile bunun için mutlâkın vücudu
zarurî olduğunu ve tabiatin hakikatte mütenahi olan kemali mütekâmili fevkinde
bir vacibülvücudun kemali namütenahisi hâkim bulunduğunu ve şu kadar ki, bizim
illeti tamme olan o kemali mutlâkı ihataya nisbî ve izafî olan ilmimiz,
idrakimiz kâfi gelemiyeceğinden fünunumuzun, ulûmi tafsiliyemizin sadece
tabiatte yani âlemde tekâmül kanunu sahasında cereyan edebileceğini anlatmışken
ona tabi olduğu iddiasında bulunanlar tekâmüli tabiî derken,
Hak teâlâyı ve kemali â'lâsını unutuyor ve
tekâmülü terbiyesiz bir tekâmül zannediyor. Ve aynı zamanda bunlar kendi kanaati
ameliyelerinde bu nazariyelerini her gün, her lâhze cerh ve nakzeyliyorlar. Zira
«Edokasyon, Pedagoji» namile terbiye ve terbiyei etfal davasından vazgeçmiyorlar
ve kemali tehalükle mürebbi olmağa çalışıyorlar, düşünmüyorlar ki, tabiat
üzerinde halkın terbiyesi yoksa bütün terbiye davaları batıl olur kalır. Hasılı
ilim her şeyden evvel hiç şeriki olmıyan bir hak tanır ve daima vahdet mikyasile
yürür ve vasıl olmak istediği her neticenin hakkiyetini te'min etmek için onun o
hakkı âlâya izafetini, nisbetini bulmağa çalışır ve şayet tabiat ve tekâmüli
tabiî mefhumlarında hakka ve terbiyei hakka izafet bulamazsa onlara tahakkuk,
hakkiyet bile isnat etmez. İlmi mutlâk zati tahakkuk, hakkiyet bile isnat etmez.
İlmi mutlâk zati hakkın kendine tecellisi ve onun ilmi kadimîdir.
Hakkın bize tecellisi de bizim izafî ve
nisbî olan ilmi hâdisimizdir. Hak ve hakkın ilmi olmasaydı bizim bütün
ilimlerimiz hep batıl olurdu hakkın rububiyeti kâmilesi ve onun eseri olan
terbiyesi bulunmasaydı âlemde tabiatte ne vücutdan, ne kemalden, ne tekâmülden
ne terbiyeden hiçbir eser hısse bulunamaz, hep bu davalar muzmahil ve madûm
olurdu. Âlem ve biz böyle değilsek bir hıssei vücudümüz, bir hıssei kemalimiz,
bir hıssei terbiyemiz, hakkiyet isnat edilecek bir izafetle bize tecelli
ediyorsa bu tecellide rabbilâlemin olan Allah tealâyı görmemek kâbil değildir.
Bu suretle Allah’ın masivası olup illiyet alâkasile Allah’a delâlet eden eşyanın
mecmuu ve bir nizamı içtimaîyi haiz bulunan her kısmı âlem, eczası da eczaı
âlemdir (........) yani vesilei ilim mefhumunu
ifade eden âlem kelimesi alem, alâmet maddesinden hâtem, kalep gibi ismi alet
vezninde bir ismi cemidir ve cemi tahtında olmıyan ferdi mahza ıtlâk edilmez.
Böyle ise cemi olduğu halde cemi âkil ile «alemîn» diye tekrar cemilenmesini ve
bir de elâlemîn diye lâmı istiğrak ile tarif edilmesi bütün âlem ve eczasına
şumuli istiğrak ifade eder. Bu istiğrak içinde cem'i âkil getirilmesi de ukalâ
kısmının taglibine delâlet eyler ve ukalâyı tasavvur etmeden rabbülâlemin eyi
idrak olunamıyacağını ifham eyler. Bütün âlemlerin akıllı olduğunu bilseydik
taglibe hacet kalmazdı. Âlem kelimesinin iştikakı itibarile bir mefhumı aslîsi
vardır ki, «mayu'lemü bih» yani ilim edinmeğe alet ve vesile olan şey demektir.
Asıl ilim ise tasavvur değil, tasdiki haktır. Yani iki tasavvur arasındaki vaki
nisbetini bütün vicdan ile idrak etmektir. Bize bir nizamı içtimaî ile görünen
ve her an adem ile vücut beyninde akıp giden ve cereyanında bir sirri nizam ve
irtibat takip eden ve en mühim nizamından biri de enfüs ve ezhan ile hariç ve
âyan arasında hakkiyet, tahakkuk, mutabakati vaki dediğimiz hak nisbetinde yani
bir tasdik şuurundaki şühut, ilim, akıl ve kalp alâkasile tecelli eyliyen her
cemaati eşya ve bütün cemââti eşya Hak teâlâya
ve onun sun'ına, rububiyetine ve kemaline delâlet eden birer delil, birer alâmet
teşkil ederek ilmimize tasdikimize vesile olduklarından dolayı âlem tesmiye
edilmişlerdir. Basiret ile tahlil ve teemmül edildiği zaman görülür ki, bütün
âlem bizim zihnî ve haricîye münkasim şüunatı şuuriyemizin yekûnu bulunan
hâdisattır. Rabbülâlemîn de bunların maverasında olup aralarındaki nisbeti
hakkiyetle daima vahdaniyeti, rububiyeti tecelli eden vacibülvücud
Hak teâlâdır. Ehli şuhut için âlemde bir
şey yoktur ki, görülsün de arkasında ondan evvel veya ondan sonra onunla beraber
Allah tealâ görülmesin (........) kalbine her
ne hutur eder ise allah onun arkasındadır, tabiri âharle onun arkasında allah
vardır. Binaenaleyh âlem masivayı allah ve allah maverayı âlemdir ve biz bu âlem
vesilesile maverasındaki Allah tealâyı hakkiyyet dediğimiz bir şuur nisbetile
tasdik ederiz. Bu delâlet bütün kur'anda izah olunacağı gibi burada da el'alemîn
mefhumu içinde münderiçtir. Kelâm, Hikmet, Felsefe, Tasavvuf kitapları da bu
delâletin izahı ile meşgul olur. Filvaki bizim malûmatımızı teşkil eden ve
edebilecek olan şeylerin hepsi bir hakkı vakiin alâmeti, nişaneleridir. Heyûlâ
ile suretin veyahut madde eczai ferdesinin yekdiğerile, envaı kuvvetlerin
biribirlerile mütevafık veya mütehalif münasebet-ü irtibatları: ufacık bir
çemen, bir teşrihi hayvanî veya insanî, koca bir manzumei şemsiye, bütün
mekânile hey'eti ecram, mazi, hal, istikbal bütün zamanile bir silsilei
mükevvenat, ve bu arada bir lâhza şuur, hep bu delâletin vesilesi olan birer
âlemdirler. Bu delâlet te mücmel, mufassal ve her biri şuhudî, hayalî olmak
üzere mertebe mertebedir. Daha ilk müşahedede bilbedahe bir delâletii mücmele
müncelidir ki, bu icmal, ânatı şuurun teselsülile tafsıl ve te'kit olunur gider.
Bunların zihinde mazilerini ve istikbalin nümune ve misallerini teşkil eden
samimî hatıralarından, sahih hayallerinden in'ikâslarından da yine icmalî veya
tafsılî bir delâleti akliyle okunur ve bu da bir şuur nisbetile tecelli eder.
Filhakika biz eşyayı şuurlarımızın taallûkile şühuden, ve bu taallûktan hasıl
olan suretlerle, hatıralarla tasavvuren ve aklen tanırız. Bu şuur olmadığı zaman
kendimizden bile haberimiz yoktur. Şuurlarımız ve onların taallûk ettiği bu
suretler, bu intibalar ise bizde, bizim nefsimizde, ruhumuzdadır. Güneş bendeki
sureti mün'akise ve muntabiasile güneştir. Halbuki biz bu intibaâttan,
haricimizde sabit görünen bir takım âyan da idrak ederiz. Şimdi bu âyanın böyle
bizdeki bu suretlerinden başka bir teayyünleri elimizde yokken onları
bizdekinden ayrıca haricimizde ve kendilerindeki bir taayyüni zatî ile tanımağa
niçin ve nasıl mecbur oluyoruz? Ve sonra bunların yalanını doğrusunu nasıl
seçiyoruz? Böyle hakaıkı eşya dediğimiz bütün âyanı sabitenin kıymeti ve
vasıtası ancak bizim şuurumuzdaki enfüsî ve zihnî kıymetler ve suretler iken
neden ben onları benim haricimde bir hakikat tanıyorum? Tanımasam niçin
vicdanımda kizp ile mahkûm oluyorum ve sonra her şeyden evvel ben kendi
bulunuşum olan vücudümle, buluşum olan vicdanım, şuurum arasında kendi kendime
sâdık ve mutabık olduğumu kat'iyen ve yakinen niçin ve nasıl tasdik ediyorum?
Bunları yapıyorsam demek ben bütün bunlardan evvel ve bütün bunların
maverasında, önünde sonunda, beraberinde enfüsî ve afakî emkine ve ezmanı,
hasılı beni ve harcimi zahir ve batından ihata etmiş bütün hâdisat ve vakıanın
şahidi, kefili, vekili, mucidi, sanii, rebbı olan vacibülvücud bir
Hak teâlâya bir intisap taşıyorum ve bende
vücuden zarurî olan intisap mahkûmiyeti altında onun hâkimiyetinden müstefit
olarak evvelâ onu zımmen olsun tasdık etmiş
bulunuyorum da bu sayede benimle şuurumun ve şuurumla haricin veçhi irtibatını
buluyor ve diğer hakaıkı cüz'iyeyi, âyanı sabiteyi tasdık ediyorum, eğer bunu
yapan sade benim ruhum ise, benim ruhum hem benim ve hem hariçteki eşyanın
hakıkati kusvası ve illeti ulâsı demektir. Halbuki o bana öyle demiyor, bana o,
«ben öyle olsaydım her istediğimi yapar ve sana ezeldenberi hiçbir yolluk
göstermezdim» diyor. Ve ben de ruhumla beraber bunu
tasdık etmekte tereddüt etmiyorum. Hulâsa kendi kendime «ben benim, ben şimdi
varım» dediğim zaman «ben kendimi duyuyorum ve bu duygum doğru bir hak
duygusudur binaenaleyh ben varım ve ben benim» demiş bulunuyorum. Filvaki ben
kendimi duyarken, önümden, sonumdan, zahirimden, batnımdan muhit olan hakkı ve
izafeti hakkı beraberimde olarak tasdık etmiş olmasa idim, tarafeyn ile nisbeti
bulamaz (ben varım, ben benim) diyemezdim,
vicdanımdan vücudüme geçemez, vicdanımla vücudümün intibakına eremezdim ve
binnetice vakide hiçbir hakikat tasdık eyliyemezdim. Elem ile lezzeti, ziya ile
zulmeti, uyku ile uyanıklığı, zenginlikle züğürtlüğü, hasılı eşyadan hiçbirinin
varlığile yokluğunu sezdiğim kadar da sezemedim, yakacak ateşten kaçıp
güldürecek gülistana gidemezdim, bunları az çok velev izafî olsun seziyor,
yapıyorsam Hak teâlâya izafetimle ve bu
sayede cüz'î küllî hakaiki izafiyeyi idrakimle yapıyorum, bunu da vicdanımda
onun eseri olan âlemimden ayırıyorum. Bu vicdan benim ise, ben ve bütün vücut
onun, bilsen de onun, bilmesen de onun, şu kadar ki, bilmiyen bir yaşarsa, bilen
iki, daha doğrusu namütenahi yaşıyor (........)
Hasılı ben varım, ben benim, başkası
değilim. Kaziyyeleri bizim bütün şüphelerden arı en yakinî, en bedihî ve en
evvelî bir ilmimizdir. Fakat ben, şuurum varken ve ancak onunla
(ben varım) diyebilirim. Bu tasdıkte vidanım
bilbedahe ve bizzarure kendisile intibak eder. Bu suretle
(ben varım) kazıyyei bedihiyesinin mazmunu
kendisinin müeddası olduğundan bedihîdir. Bu da «bu şuurum, bu duygum, bizzarure
doğrudur, sadıktır, haktır» kazıyesinin kefaletile bedihîdir. Bu da
Vacibülvücud, hâkimi mutlâk bir zati hakkın zarurî bir tasdıkile, şahadetile
bedihîdir. Ve bu tasdik böyle her yakinin mebde' ve müntehası,
(........) dir. Bedihîi evvelînin bütün mazmun
ve şeraıti de bedihî midir? Bu bir mes'ele. Bunun için bazıları vücudi bariye
bedihîi celi, bazıları bedihîi hafi, bazıları da nazarî demişlerdir ki, bu
herkesin kendi varlık şuurundaki kudrete ve za'fa bağlıdır. İşte böyle nazarîye
benziyen bu bedihî, kimine celi kimine hafidir. Ve âlem onun delili iken o da
âlemin şahidi, nurudur. (........)
İman, bu nura iz'an, dini islâm da bu
iz'anı, bu izafeti yaşamaktır.
3
o rahman, rahîm,
Besmelede bu iki sıfatın tafsılâtını
gördük. Burada meşhur bir mes'eleye tenbih edelim. Merhamet ve rahmet, bir
muhtaç ve müptelâyı afattan tahlıs ve yerine hayır ve nimeti ikame etmeyi
istihdaf eden bir eyilik duygusudur demiştik, ki, bu iptida şefekat gibi teessür
ve infial kabilinden bir meyli nefsanî olarak başlar ve intihaen de bir hüsni
tesir demek olan in'am fili ihtiyarîsini istilzam eder ve mevkiine göre bu
netice için sadece bir söz veya bir işaret bile kâfi gelir. Biz
(filân merhametli adamdır) dediğimiz zaman
ekseriya rikkati kalp dediğimiz haleti ruhiyeyi, kabiliyeti infialiyeyi
kastederiz, fakat pek merhametli, çok merhametli dediğimiz zaman da neticei
filiyesinin zuhurunu anlarız. Cenabıallah ise alâimi hudus olan tegayyür ve
infialden münezzeh ve müberra olduğu için rahmeti ilâhiyeyi aynen beşerî olan
manayı mezkûr ile izah edemeyiz. Buna hem karînei akliye ve hem karînei şer'iye
vardır. Buna binaen müfessirin burada az çok bir mecazi lûgavî bulunduğunu
söylerler ki, bu da iki suretle mülâhaza edilir.
1- Yalnız neticei lâzime olan tahlıs ve
in'am manası. 2- Asıl olan meyli nefsanînin lâzımı evveli ve in'amın sebebi olan
iradei hayır manası, zira irade bir infial değil mümkin olan fiil ve terkten
birini tercih sıfatı zatiyesidir. Binaenaleyh evvelkine göre rahmet,sıfatı
fiilden, ikinciye göre sıfâtı zatiyeden olur. Rahmeti ilâhiye ekmel olduğu ve
rahmanirahim diye iki sıfatla da zikredildiği cihetle burada iki manayı da
kasdetmek daha muvafıktır. Rahman sıfatı hassa olduğuna nazaran garize ve sübut
ifade eden sıfatı müşebbehe olarak iradei hayır sıfatı zatiyesi, rahim de
mubalâga ile ismi fâil olarak onun tezahürü demek olan in'am ve ihsan sıfatı
filiyesile izah edilir. Bunu aksedenler de olmuştur. Fakat bazı muhakkıkinin
tahkıkı veçhile bizim muhtarımız şudur ki, sıfât ve esmaı ilâhiye manalarında
mecaz değil, hakikattirler. Meselâ, ilim, irade sıfatlarının mecaz olduğunu
söyliyen yoktur. Halbuki bunların ilâhî manaları beşerî olan manalarının ayni
olmadığı da müttefekun aleyhtir. Meselâ ilim gibi bir cehli, iradei beşer bir
meylü şevki takip eder ve hâdistir. İlmi ilâhî ve iradei ilâhiye ise bizim bu
sıfatlarımızın mebdei âlâsı olan sıfâtı kadimesi halikadırlar, bunlar olmasaydı
tenasübi illiyet kanununa nazaran bizim ilim ve irademizin hudusu mümkin
olmazdı. Binaenaleyh şeraıtı beşeriye ilim ve iradenin şartı zatîleri değil,
mahallerine nazaran avarızındandırlar. İlmin hakikati bir temyizi manevîyi icap
eden sıfat, iradenin hakikati de iki makdurdan birinin tercihini iktiza eden
sıfattır. Binaenaleyh diğer esma' ve sıfâtı ilâhiyede dahi ayni mülâhazanın
tatbikı icap eder ve hele esma' ve sıfâtı ilâhiye beşerî kemalâtın fevkinde bir
kemal ifade eden hakaikı urfiye ve şer'iye olduğunda şüphe edilemez ve bunun
içindir ki, lisanımızda rahmet ile merhameti farkedegelmişizdir. Rahmeti ilâhî,
merhameti beşerî bir manada kullanırız ve bunun için rahmanırahimi çok
merhametli ve çok merhamet edici diye tefsirimiz de doğru olmaz, nihayet
evvelde, âhirde, ezelde, lâyezalde namütenahi rahmet sahibi, namütenahi feyzi
in'am, hayrü ihsan saçıcı diye bir izah yapabiliriz ki, ikisinden de rahmetin
hem sıfatı zatiyeyi mülâhaza ettiren iradei hayır ve hem sıfatı filiye ve
tekviniyeyi mülâhaza ettiren afattan tahlıs ve niamü hayrata isal manalarını
cami olması hakikatı urfiye ve şer'iye icabındandır. Malûmdur ki, afatın
hakikati adem ve sevaiki ademdir, hayratın hakikati de vücut ve sevaiki
vücuttur. Âfat ile alâkadar olan bütün elemlerimiz bizi bir ademi hayır ile
inzar ettikleri için elemdirler ve bunların başı haktan ve rahmeti haktan
yeistir. Niamü hayrat ile alâkadar olan bütün lezzetlerimiz de bizi bir hissei
vücut ile tebşir ettiklerinden dolayı lezzettirler. Bunların başı da hakka ve
rahmeti hakka imandir. Hayati Dünya böyle adem ile vücudun, âlâm ile lezaizin,
yeis ile imanın, rahmeti rahman ve sayü teavün ile yenilen bir mücadelesi
şeklidir ki, bunların bu cidalden çıkıp temayüzi ebedî ile temayüz etmeleri de
hayatı Ahireti teşkil eder. Binaenaleyh bizim hayır ve lezaizimizin başlangıcı,
ademden vücude getirilişimiz de, akıbeti de mütenahiden namütenahiye
erişimizdedir. Rahmeti rahmaniye bütün mümkinatın ademden vücude ihracını ifade
eden iradei vücut ve in'amı vücut olduğundan her imkânın sahai vücude ihracını
muktazidir. Çünkü vücut her hayrın ve her nimetin aslıdır. Rahman böyle bir
iradei hayır ile bizi cismaniyet ve ruhaniyetimizle ademden vücude getirerek
halk eden ve bununla beraber esbabı baka ve hayatımız olan nimetleri de ihzar ve
isal eyliyen rahmeti celile sahibidir ki, bu rahmetin şümulünden hariç hiç bir
mahlûk bulunamıyacağından buna celâili niam ile rahmet denilir. Bütün imkânlar
vücutten hissement edilirken bu arada âkil ve bil'ihtiyar fâil olacak mevcudat
halk eylemek te rahmeti rahmaniyenin kemali şumulü muktazasındandır. Çünkü bunda
vücudi mümkinatı hakkın kendisine takrip vardır. O suretle bunlar, kıdem-ü hudus
ve vücub-ü imkân, kemal-ü noksan farkları olmasa hemen hemen sıfâtı hakkı temsil
edebilir. Lâkin bunda iradelerin taaddüdü hasebiyle vücudda bir nevi şirki arazı
zuhur eder. Halbuki şirk ile vücut ve devamı vücud mümtenidir. Zira hakkın
şeriki batıl yani madum lizatihi, mümteni, mühal olduğundan her vücut vahdetle
tecelli eder ve müteaddit vücudlar bir vahdet teşkil etmedikçe devam edemezler.
Şirk lizatihi salibi vücut ve mucibi ademdir. Bu sebeple âlemde gerek tabiî ve
gerek ahlakî ne kadar şürur tasavvur edilirse hepsinin kökü teaddüd ve davayi
şirktir. Bu da hakkın kemali vahdeti icabıdır. O halde hem böyle vesilei şirk
olacak müteaddit iradeler halkederek onlara hissei vücut vermek, hem de bunların
tevazünlerini muhafaza ederek bütün tecelliyatı vücudu bir irade ile idare ve
idame etmek öyle dekik bir nimet ve öyle ebedî bir hayırdır ki, bunu da
rububiyeti ilahiyenin rahmeti rahimiyesi temin etmiştir. Kemali terbiye icap ile
ihtiyarın işte bu ihtilâlındaki müvazene de ve kemali rabbanî felasifenin
muammai vücut dedikleri bu muadelei rahimiyededir. Bunun için eslâfı müfessirin
rahmeti rahimiyeye dekaiki niam tabir etmişler ve gaye itibariyle de niami
uhreviye ile tefsir etmişlerdir. Bu bir taraftan iradei cüz'iye eshabından her
birinin iradelerine bir hissei tercih vermek, bir taraftan da hakkı
mükteseplerinin gayesine göre hesaplarını görüp mizanı haktaki vaz'iyetlerini
tesbit ettikten sonra (........) mucebince
mükâfat ve mücazat ile mes'uliyetlerini tatbık eylemektedir ki, bu mücazat o
mükâfatın zâmanıdır ve binaenaleyh rahmeti rahimiyenin hedefi aslîsi bu
mükâfattır. Rahmeti rahmaniye içindeki vücudi iptidaîde hiçbir mevcut yolundan
inhiraf etmez. Rahmeti rahimiye içindeki vücudi sani ise eshabı iradeye ait
olduğundan bunlar da vazifesinden udul edenler ve mizanı hakkı kendi davalariyle
ihlâle uğraşanlar vardır ki, rahmeti rahimiyenin mutazammın olduğu hikmeti
adalet ve bu vücutta böyle ihtiyare terettüp eden bir muadelei mükâfat ve
mücazat kurmuştur ve yine bu muadelenin mizanı umumîsinde de lâşerikeleh olan
Hak teâlânın iradei rahmaniyesi hâkim
olmuştur (........)
Errahman diyor ki, Ey zevilukul siz
isteseniz de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de vücut ve bakai vücude ait
nimetlerimi, hayırlarımı tükenmez hazinemden verdim ve veririm. Errahim de diyor
ki, Ey zevilukul, ey eshabı irade siz diğerleri gibi değilsiniz, onlar sade
iradei rahmaniyenin ceberutuna mahkûmdurlar siz ise benim kemali rahmetimi
tecelli ettiren irade ve ihtiyarımı temsil ederek bana kurbiyet peyda etmeniz ve
rıdvanı ekberime ermeniz için yaradıldınız size onlardan fazla olarak
istediğiniz ve istiyerek çalıştığınız şeyleri de istediğim kadar veririm, fakat
hakkın vücubi vahdeti karşısında şirk ile vücut ve devamı vücut mümteni
olduğundan sizin nefislerinizdeki teaddüt ve kesretin ve gayelerinizde benim
rizamdan başka kendinize münhasır bahîlâne noktai nazarlar takip eden, mütenevvi
ve muhtelif iradelerinizin sizi şirke ve umumunuzu ademe sürükliyen vichelerini
tanzim ve adl-ü rahmetin müvazenei vücudünü temin için en nihayet sizi mes'ul
edeceğimi de ihtar ederim, haydi hakkı inkâr etmeyiniz şirk koşmayınız, hakka
kurbiyet ve hatta niyabet için hak ve iradei hak yolunda muhabbetle, hübbi hayır
ile, istikametle, adl-ü merhametle iman içinde çalışınız da, iradeleriniz, amali
müktesebeniz o mükâfatı ebediyeye o rıdvanı ekbere vesile olsun. Hulasa benim
rububiyetim kahru ceberuttan ibaret bir tasarrufi tazyık-u idam değil böyle
rahmaniyet ve rahimiyet ile tezyidi in'am eden bir rububiyeti celile ve
cemiledir (........)
İşte rahim sıfatında tebşirikamil içinde
böyle bir manayı inzar dahi müstetirdir. Fakat bu ilk hitabda bazı kimselere
gururı irade ile şöyle bir hatıra varid olmak melhuzdur. Acaba Rabbülâlemîn
eshabı iradeyi halkettikten sonra istikbalin mukadderatını onlara tafviz etmiş
ve kendisi acaba hicabı izzete çekilmiş değilmidir? O halde
Hak teâlâ bütün âlemînin mebdei vücud
itibarile rabbi olsa da halde insanların işine bilfiil müdahale etmemiş ve
istikbalin de bilvasıta bir rabbi olmuş olmaz mı? Ve o halde mazînin maliki
Allah iken hâlin ve istikbalin bu günün ve yarının bilfiil maliki ve sahibi,
mükâfat ve mücazat gününün hâkimi eshabı irade olmak lâzım gelmez mi ve bu
takdirde eshabı irade alacağını zorla almak ve mes'uliyet mehafetinden azade
kalmak için mukadderatını kendisi tayin edip istikbalin lâyüselü ammayef'al
hâkimi olmağa çalışmak ıktiza etmez mi? Böyle bir hatıra insanların zamanı halde
sahip göründükleri iradei cüz'iyeye mutlâk bir iradei külliye ve her kayitten
âzade bir ihtiyar ve bir kudreti hâlikı kıymeti isnat ederek kendilerini kadıri
kül ve alelıtlâk hür ve ebede hâkim birer fâili muhtar gibi tevehhüm
eylemelerinden neş'et eden bir şirk davasına racidir ki, beşerî felâketlerin,
bütün haksızlıkların sebebini bu teşkil eder. Adl-ü rahmeti ilâhiyenin bunun
üzerindeki tadilâtı, inzıbatı olmasa cem'iyeti beşeriye üç gün içinde biribirini
yer bitirir. (........) halbuki âlemde ve hele
hayatta her an iradei beşerden hariç halkı cedit cereyan etmekte olduğu cihetle
kuvveti kendisinin zanneden o kavi bazuları bir an içinde el'iyazebillâh bir
felç, bir darbei ilâhiye en âciz miskinler sırasına koyuverir. Ehramlar içinde
saklanan ve bir gün gelip te neşredilen mumyalı bedenler ve onların kadit
simalarındaki sönük oyuk gözler, sabık Mısır Firavnlarının dağlar deviren
haşmetli bünyelerinde şimşekli nazarlarındaki kuvvetlerin artık ne maliki, ne
sahibidir. Bunun gibi nice misallerle anlaşılır ki, vücudun hayatın gerek mazide
ve gerek istikbalde bütün zimamı evvel-ü ahır Hak
teâlânın yedi kibiryasındadır. Ve onun milkidir. O zannedildiği gibi
sadece evvel değil hem evvel ve hem ahırdır, mütenahide, fanide evvel ve ahırı
başka başka görenler ezel ve ebedde dahi böyle zannetmesinler, fâili evvel ile
gayei kusva hakikatte birdir. Düşünülürse ecramın küriyyeti, zamanın istidaresi
merkez ve muhitinden bize bunu iş'ar eder. Doğan beşer aciz, olen beşer yine
acizdir. Bu noktayı hissedenlerin bir kısmı mazi ve istikbal şöyle dursun, halde
bile cebri mahza kail olmuşlardır. Zaten nefsi beşer kuvvet buldukça hep ben,
acze düştükçe hep sen veya hep o demek ister, ortada âşikâr olan hakikat ise ne
öyle, ne böyledir (........) dir. Beşeriyet
cism ile ruhun, akl ile kalbin, kabiliyet ile fâiliyetin, ıztırar ile ihtiyarın
muhassalasıdır, o ne mecburi mutlâk, ne de fâili mutlâktır. Bu bapta nazrai ulâ
nazrai kusvanın aynidir. Tetkiki felsefî davasile işi işkâl edenler ne ciheti
ıztırarı selbedebilirler, ne de ciheti ihtiyarı. Iztırara mertebe ayırmak,
ihtiyara bir mevki vermektir, ihtiyara mevki ayırmak da ıztırara mevki
vermektir. Ne cebri mahiz (fatalite) ile icabı
mahiz (determinizm) in davayı ıztırarları, ne
de hürriyeti mutlâka ve tamme (liberalizm)
müdde'ilerinin ihtiyarı halikane davaları, hiçbir zaman mizanı hakikatin
bedahetile karşılaşamazlar. Beşerde ciheti ıztırar kudretullahın şahidi ciheti
ihtiyar da iradetullahın şahididir. O kendi kendine kalırsa adem de muztar,
halik tealânın icadile de vücutta muztar ve ayni zamanda rahmeti hak ile talebi
amelde muhtardır. Ve bu sayede mukadderatının bir kısmını kendi isteğile yazar.
Hasılı bu iki şehadetle insan bu vücutta ve bugün, şu ân: şu zamanı halde tarafı
haktan izafî ve müstear bir milki muvakkat ve mukayyedi ve müsaadei hakka mazhar
bir salâhiyeti niyabiyyeyi yani bir memuriyeti haiz olduğunu ne inkâr etmeli, ne
de bu salâhiyet ve memuriyette kendini lâyen'azil, lâyüs'el bir asîl
zannetmelidir. İnsan istikbaldeki mükâfat ve mücazatı verecek değil, alacaktır.
Hemde haldeki bütün vesaiti kudreti, milki müstearı kesildiği zaman da
alacaktır. Almak mevkii ise malik mevkii değil, ihtiyaç mevkiidir. Ve milki tam
hem yeden ve hem rekabeten malikiyettedir. Bu ise yerlerile, göklerile,
mekânlarile, zamanlarile, efrâdile envaîle, besatatile, mürekkebatile,
maddelerile, kuvvetlerile, kabiliyetlerile, failiyetlerile, bütün alemînin
maliki, mübdii, haliki, mürebbisi olan Allah tealânın milki mutlâkadır. İşte
rabbülâlemîn denildiği zaman, şumuli istiğrak ile bütün o vahimeler bertaraf
olmak ve Allah tealânın ezel ve lâyezalde maliki mutlâk olduğu anlaşılmak
lâzımgelirse de bir taraftan rahmeti ilâhiyenin muzaaf vüs'ati, diğer taraftan
beşeriyetin gafleti dolayısile istishabı hal içinde insanların mükâfat ve
mücazat gününe dahi bir nevi malikiyeti ve hâkimiyeti hatırasının az çok vürudu
ihtimalini büsbütün kat'etmek için:
4
o din gününün maliki Allâhın. Sade sana
ederiz kulluğu, ibadeti ve sade senden dileriz avni, inayeti yarab!
(........)
buyurulmuştur. Ve burada inzar biraz tasrih edilmiştir. Çünkü din kelimesi
lisanı arapta ceza'
hisap, kaza' siyaset, taat, âdet, hal,
kahr, nihayet bütün bunlarla alâkadar ve hepsine mebnâ ve mi'yar olan millet ve
şeriat manalarına gelir ve bunun doğrudan doğru kıyamet mânası yoktur ve burada
evvelki ceza, sonuncu dini maruf mânalarile iki tefsiri muteber vardır:
Evvelâ
ceza, âtide mes'uliyet, hissi mes'uliyet tatbikı mes'uliyet mânalarını da
tazammun eder. Bunun için «yevmiddin» in lisanımızda bir ismi de «ruziceza» dır.
Lâkin şunu unutmamalıdır ki, aslında ceza kelimesi şimdi mütearef olduğu gibi
yalnız ıkap ve ukubet dimek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya
acı karşılığını, ecrini vermek mânasına masdardır ve isim olarak bu ecre dahi
ıtlâk olunur. Meselâ (........) demek, Allah
sana çok hayırlı ecirler, mükâfatlar versin demektir. Ancak mükâfat ve mücazat
kelimeleri küfüv ve müşareket mânalarını ifham ettiğinden lisanı şeride
Cenâb-ı Allah’a isnad olunmaz da sevap ve
ıkap, ecir ve ceza gibi tabirler kullanılır. Binaenaleyh yevmi din, ruziceza,
her işin karşılığı verilip bitireleceği son gün, tabiri aharle istikbalde
mükâfat ve mücazatın tevzi olunacağı vakıt demektir ki, lisanı şeride buna yevmi
âhir dahi denilir ve bunda kaza ve hüküm mânası da münderiçtir. Gerek arapçada
ve gerek lisanımızda olsun bu gibi yerlerde yevm ve gün kelimelerinin alelıtlâk
vakit mânasına kullanıldığı da malûmdur. Bugün ne bir gündüz, ne bir gece ve ne
bir gündüzle gece mecmuu olan yirmi dört saat manalarına olmayıp gerek gün, ay,
yıl, asır, devir ilah... Gibi bildiğimiz ve gerek bilmediğimiz zaman
mikyaslarından herhangi biri olabilir. (Müddetî devri
felek bir gündür âdem bir nefes) . Bugün Dünya, yarın Ahiret deriz ve
bunun için Dünya günlerine nazaran Ahiret günleri (bir
sene) veyahut (elli bin sene) gibi
mikyaslarla ifham oluna gelmiştir. Bu izahtan anlaşılır ki, yevmiddin bütün
ümitlerin veya meyusiyetlerin ileride mizanı haktan geçerek son tahakkukunu
bulduğu ve birbirlerinden tamamen ayrıldığı son demi yakîndır. Bundan sonrası
artık ya gayei ümmit olan ebedî rıdvanı ekber veya gayei yeis olan ebedî hüsranı
ekberdir ve bugün kıyamet gününün son lahzasıdır ve bu suretle yevmiddin
kıyamete işarettir. Fakat bunun yevmi kıyamet olması dolayısiyle bir
tenavülüdür. Yoksa din kıyamet demek değildir. Yevmi kıyametin, kıyamet yani
ölmüşlerin dirilmesi demek olan bas (
بعث )
haşrücemi, vakfe yani tevakkuf ve intizar, sual, hisap, mizan, sırat, nihayet
bütün amellerin iyiye iyi sevabının, kötüye kötü ıkabının tevzii ile ceza gibi
ahval ve meratıbı mütezammindir ki, diğerleri bu son devrei cezanın mebadı ve
mukaddimatı olduğundan burada (yevmiddin)
nazmiyle bu gaye tasrih edilerek tergip ve terhibe kuvvet verilmiştir.
Binaenaleyh yevmiddin makamında yevmi kıyamet, yevmi sual, yevmi hisap denilmesi
hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sevki kelâmı ihlâl eder ve daha
ziyade tehvil ve terhip ifade eyler. Yevmiddin cezanın tahakkuk edeceği son gün
demek olduğundan bu sureti beyanda dinin usulünden, akaidinden birini teşkil
eyliyen Ahıret akidesini bir cüz'i mühmeliyle takrir ediyor ise de din
kelimesini mânai marufunde kullanmamış ve ona dolayısiyle işaret ve ima
etmiştir. Çünkü ceza yerine din gelmesinde lâfzî bir îma, sevap ve ıkap
mânasında da mekasıdı dine bir işaret bulunduğu aşikârdır. Manai marufuna
gelince: Din zevilukulü hüsni ihtiyarlariyle bizzat hayırlara sevkeden bir vaz'ı
ilâhîdir. Burada biraz tevakkuf edelim. Bu evvelâ
dini hakkın bir tarifidir. Çünkü bizzat hayra sevki hakıkî ancak ondadır. Edyanı
batılada ise bu sevk vehmî olur. Onlar şerre, olsa olsa zatında hayrolmiyan
iddiaî veya izafî bir hayra saik olabilir. Meselâ kendi noktai nazarına göre bir
hayır gibi yalana, yalancılığa ve hırsızlığa teşvik edebilir, çünkü hak ve
hakikati akaidinin başına koymuş değildir. Binaenaleyh bu tarif, dolayisiyle
edyanı batılanın dahi mahiyetini göstermiştir. Yani hakikatte böyle bir saiki
ilâhî değil iken öyle tevehhüm olunan dinler de dini batıldırlar
saniyen, dinin mahalli, şeraiti, semeresi,
erkânı, yani cinsi ve faslı mümeyyizi gösterilmiştir ve bu mânai şer'î din
kelimesinin bütün menaii lûğaviyesini câmidir. Dini hakkın mahallı, akıl
sahipleridir. Binaenaleyh cemedat, nebatat, hayvanat, mecnunlar, gayriâkıller,
çocuklar, matuhlar gibi kasırin tecelliyati diniyeye mahal değildir. Çünkü
akıldan mahrum olanlar sahibi ihtiyar olmadıklarından kendilerinden bir hayır
sadır olursa bilâihtiyar olur ki, buna da cebir denilir. Binaenaleyh hayvanatta
din vardır demek, nihayet mecazî bir tabirdir. Demek ki, dinin şartı akıl ve
ihtiyardır. Bunlar dinin şartı, diyanetin, rüknüdürler. Akıl bulunmayınca dinin
taallûk ve teklifi bulunamıyacağı gibi ihtiyar bulunmadıkça da dinin sevk-ü
te'siri tabiri aharla diyanet bulunamaz. Bundan nâşidir ki, dinde ilim
mes'elesinden başka bir de irade mes'elesi vardır. Filvaki âlîm ve âkil olmak
mütedeyyin olmağa kâfi değildir. Dindar olmak için dini hem bilmek ve hem sevmek
lâzımdır. Binaenaleyh ilm-ü irade, akl-ü ihtiyar zati dinin mücerret kendisinde
dahil bir rükün değilse de diyanet ve tedeyyünün rüknüdürler. Bunun için ismolan
din kelimesile, diyanet manasına masdar olan din kelimesinin manalarını
karıştırmamalıdır. Diyanet insanın sıfatı ve nefsî bir mefhumdur. Din ise onun
mevzu ve mütealleki olan hakikî ve nefsel'emrî bir mefhumdur. Aralarındaki fark,
bir hâdisei nefsiye ile, mebadisi ve kanunları arasındaki farktır. Tabiri aharle
din vaz'ıilâhî, diyanet kesbi beşerîdir. Bunu tefrik edemiyenler ilim namına
hatalara düşerler.
Dinin semeresi bizzat hayrolan amellerdir. Yani sahibinin
kendi zannına ve kendi noktainazarına göre değil nefsel'emirde ve mizanı hakta
hayır ve nafi olan işlerdir. Binaenaleyh asıl dindarlık hayrı nazarı hakta
hayrolduğu için ihtiyar edip yapmaktır. Hayır ise hakikatte umumî olsun, hususî
olsun ahara halen veya istikbalen nafi olandır. Hayrı hakikaten hayr olduğu için
yapmak demek, onu Allah tealâ namına yapmak demek olduğu aşıkârdır. Çünkü şu iş
hakikaten bir hayırdır demek, sade sana, bana nisbetle değil, zatında ve
Hak teâlâ nazarında hayırdır demenin tabiri
aharidir ve Hak teâlâ indinde hayrolan
her işin de bir ecri, bir sevabı, bir mükâfatı muhakkaktır. Ve bunun en büyüğü
onun rızasıdır.
Zira Cenab-ı Hak her hayrın, her mükâfatın, her nimetin
menbaı ve zâmanıdır. Rızayı Hakkın en büyük vesilesi de hakka rızadır. Ve hakka
razı olmıyan hayrı sade hayrolduğu için sevip yapamaz, kendine ait peşin bir
menfaat arar. Gerçi hayrın behemehal meccanî olması şart değildir. Ve nezdi
Hakta zayi ve heba olan hiçbir hayır yoktur. Fakat bir hayrın filhal böyle bir
endişei menfaatle yapılması halka nafi olmak için değil, halktan müntefi olmak
için yapılan ve binaenaleyh ecrini. Halktan istiyen peşin bir muavazadır. Bu ise
hayrı hayrolduğu için yapmak ve Hak ile bir muamele icra etmek değildir. Ecrini
haktan istiyerek yapmak ise, her halde hak ile bir muamele yapmak ve hakk-u
hayrı tanıyarak yapmaktır. Bu da hayrı hakikaten hayır olduğu için yapmak
demektir. Çünkü hayr zaten ve hakikaten böyledir. Fakat bu ecri sade Ahırette
mülâhaza ederek yapmak daha yüksek bir mertebei kemaldir. Demek olur ki, hakkı
tanımıyan ve hakperest olmıyanların hayrı bihakkın tanımak ve hayrı hakikaten
hayr olduğu için yapmak ihtimalleri yoktur ve hübbi hayrın başı hübbi haktır ve
samimiyet ve ihlâsın şartı evveli hakperestliktir.
İşte bunun içindir ki, dini hakkın hakikati cinsiyesi vaz'ı
ilâhî olmasıdır. Çünkü mevzuatı saire zati Hakka muzaf değildir ve ağrazı
şahsiye ile malûldür. Bu ise bizzat hayra değil, bizzat şerre ve şirk-ü cidale
sürükler ve hele hüsni ihtiyar ile hayra sevk gayesini hiç tazammun etmez. Çünkü
ağrazı şahsiye şaibesi hissedilen her hangi bir sevkte ihtiyarı beşer derhal
bulanır ve fesada uğrar. Ve zaten garazı şahsî hayrın bile hayriyyetine manidir.
Fakat vaz'ıilâhî nasıl anlaşılır? Bu nokta dinin en mühim bir mes'elesini teşkil
eder. Şüphesiz vaz'ı ilâhî bizzat Hak teâlânın
ilm-ü irade ve rızasını gösteren delâil ile anlaşılır ki, bunların en kuvvetlisi
kur'an gibi hıtabullâhtır. Kalp ve akıl bu hıtabı bizzarure veya bilistidlâl
fehım-ü telâkki eyler, Esasında ruhun bütün mevcudiyetile onu vaz'ıilâhî olarak
anlaması lâzımdır. Bu noktada bazı feylesoflar, zevki vicdanı kâfi görmüşler.
Fakat alelitlâk zevki vicdan pek şahsî bir sebeptir. Ve âlemde her şahsın
kendine mahsus bir zevki vicdani vardır. Ve o halde ferdler kadar da din vardır
demek lâzım gelir. Halbuki hak bir olduğu gibi dini hak ta birdir. Ve hakkı
bulmak için maverai vicdane de bir nazar atfetmek icab eder. Şu halde vicdani
küllü veya bunu temsil eden bir ruhi küllü bulmak ve o ruhi küllün kalbini miyar
olarak ahzetmek zarurî olur. Diğer bazıları yalnız akla müracaat etmişler ve
aklın hakk-u hayırda hâkimi yegâne olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü akıl şahıs
değildir. Nitekim hak bir olduğu gibi akıl içinde tarik birdir deriz. Fakat akıl
en iyi bir vasıtai idrâk olmakla beraber ahvali kalbde hâkim olmadığından ruhun
bütün mevcudiyetine intıbak edemez ve binaenaleyh vaz'ı ilâhîyi fehmü telâkkide
mebadiye muhtaç ikinci derecede bir aleti gayri hâkime olmaktan ileri geçemez. O
halde vaz'ı ilâhî evvel'emirde ruhi insaniye bütün mevcudiyetiyle muntabık
şuhudî ve bedihî bir ilmi zarurî ile tecelli etmelidir ki, bu tecelli bizzat
Hakkın vaz'-ü hıtabı olduğu kendi kendine mütebeyyin ve aşikâr olsunda bilâhare
akıllar tecribe ve istidlâl ile kalpler zevk ve inşirah ile bundan ahzı feyz
etsinler. İşte bu ilmi zaruriyle lisanı şeride (
(........) = vahiy) ve bu mazhariyete
(nübüvvet) itlak olunur. Şunu bilmelidir ki, vaz'ı ilâhî ile vaz'ı
beşerînin en mühim farkı o mevzuun tecellisinde iradei beşerin âmil olup
olmamasına racidir. Yoksa vaz'ı ilâhînin behemehal harici beşeriyette tecellisi
şart değildir. Ve filvaki ruhi insanîdeki tecelliyatın bir kısmı mühimmi vaz'ı
beşerî değildir. Binaenaleyh dini hakkı teşkil eden hıtap ve vaz'ı ilâhî
evvelâ levhi mahfuzi fıtratte kesbî olmiyan ve
iradetullahı gösteren bir iztırar ile sabit olur da bizzat nisbeti hak ile ruhi
küllü temsil eden bir ruhi kudsîde bütün mebadii bürhani muhtevi şuhudî ve
zarurî bir ilmi yakin ve bir vahyi mübin ile tebeyyün eder. Ve sonra bu ilmi
zarurî ve mutayatı bir taraftan tevsiki tecribî ve tarihî, diğer taraftan
istidlâlâtı akliye ve ezvakı kalbiye ile tariki kesbden inkişaf ve teammüm eder
gider. Vahyin daima vicdanda bir misali, akılda da bürhani vardır. Fakat vürudi
vahi bütün meşairi istilâ ettiğinden o anda ruh bütün mevcudiyetiyle şuhude
müstağrak olarak kabili mahız kesilir ve failiyeti iradiyesi ve kuvanın
hususiyetleri muvakkaten münkatı olur da aklın yetişemediği ledunniyeti vücudu
görür ve bilâhare ihtiyar ve iradesini ona tatbik eder. İşte dini hak bidayette
nübüvvet denilen böyle bir vaz'ı ilâhî ile sabit olur ve bu tecelli beşerde
zuhur eder de vaz'ı beşerî olmaz. Doğrusu, ruhi beşer ilmi hakta fail değil
kâbildir. Malûmat uydurulmaz, alınır ve bunun için ilimde nefs ile hariç
arasında bir hak nisbeti vardır ki, bu bir vaz'ı ilâhîdir. Ruhun kendinde
ihtiyarını karıştırarak ımal ettiği fikirlerde ise ilim gâh bulunur, gâh
bulunmaz, bu da bir vaz'ı beşerî olur. Demek ki, her ilmî yakin, bir vaz'i
ilâhîdir. Böyle bir hak tasdiki de ihtiyar ve iradei beşerden tecrit ile
mülâhaza edilmeğe mütevakkıftır. Alelhusus din gibi doğrudan doğru ef'al ve
ahvali beşeriye ile alâkadar ve ihtiyarı beşere mebde olan kavanini harekâtta bu
lüzum daha kat'îdir. Garaz, hırs, teşehhi, kalb-ü aklı sislendirir, çeşmi
basıreti şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. Bunun için ilmi dinde
teşehhiden tecerrüt şartıazamdır. «(........) =
kur'anı re'yi ile tefsir eden kâfir olur» Hadîs-i şerifi de bunu natıktır. Vehi
ise söylediğimiz gibi bütün meşairi kaplıyarak ve kuvvei iradiyeyi o anda tatıl
oderk gelen ve binaenaleyh hiçbir şaibei kesbü imal ve hiçbir nişanei teşehhi
olmaksızın ruhun kabiliyeti sırfesi üzerinde zâhir ve bâtınından tam bir telkini
zarurî ile vaz'ı ilâhiyi veren en bedihî, en zarurî bir ilmi yakin olduğu
cihetle adî olan ulûmi yakiniye fevkinde vaz'ı ilâhînin şahidi ekmeli olan ve
mazmunundaki berahini akliye ve akibindeki muasır tecribelerle dahi hakkiyeti
teeyyüt eden bir müşahedei hıtaptır. Ve bu suretle her müşahede gibi kalp ve
aklın failiyeti ihtiyariyesi fevkinde olmakla beraber kabiliyeti fıtriyesinden
de hariç değildir. Bunun için dini hak badelâhiz bilhassa usul noktai nazarından
aklın tarikı istikra ile idrakâtı cümlesine dahil olur ve yalnız istintaç bu
idrake kâfi gelmez ve ilimde olduğu gibi bunda da keşif nazariyeye mukaddemdir.
Şu fark ile ki, bunda tecribei ferdiye hepsini ihataya kâfi değildir. O ancak
aslülûsul olan tevhidi hak da mümkin olabilir. Hakaiki diniye ve mesaili
teşriiyede tekerrür müşahedesi, tecribesi asırlara mütevakkıf nice metalibi
mühimme vardır. Ve bunun için ilmi dinde dahi akıl ve naklin ehemmiyeti
derkârdır. Ve filhakika islâmda da vaz'ı ilâhîyi bildiren delil dörttür. Kitap,
sünnet, icmaı ümmet, kıyastır. Ve bunlardan evvelki üçü müsbit ve dördüncüsü
muzhirdir.
Dini hakkın faslı mümeyyizi zevilûkulü hüsni ihtiyari ile
bizzat hayrata sevketmektir. Tabiri aharle dini hak zorla değil seve seve hayır
yapan fâilimuhtar insanlar yetiştiren bir kanunı terbiyedir ve bütün saadetlerde
hayrın fâilidir. Demek dinin hayra şevki zarurî ve cebrî değildir. O
evvelâ, ihtiyarı teşvik eder. Ve ona hüsni
ihtiyarın miyarını verir: Akibeti hasene ile akıbeti seyyieyi göstererek
intibaha getirir, ve hayra sevki bu gönül hoşluğu ile yaptırmak ister. Bunun
için dinde cebir yoktur denilir. (........)
zira hayra cebredildiği zaman o hayrın fâili mecbur olan değil âmiri mücbir
olandır. Halbuki din, insanı insanı kâmil, hayırhah, hayırkâr bir fâilimuhtar
yapmak içindir. Bu ise sade dinin zatinde değil insanın ihtiyarında ve onunla
diyanetinde ve bunun isticlâp ettiği tevfik haktadır. Din ne kadar hak olursa
olsun câhilinde bu suretle müessir olamıyacağı gibi âlimînde bile ihtiyar munzam
olmaksızın, tabiri aharle diyanet tahakkuk etmeksizin icrayı te'sir etmez.
(........) bu hüsni ihtiyara, bu diyanete sahip
olmıyanlar, ya diğerlerinin cebrile hayra sürüklenen ve hürriyetine malik
olamıyarak onların aleti icraiyesi olan bir faili mecbur kalır veya bir âmili
şerrü fesat olur gider. Bu münasebetle şunu temyiz etmek lâzımgelir ki, dinin
sevki başka dine sevk yine başkadır. İlim gibi dinin de sevki cebrî değildir.
Çünkü vücubi aklî vücubi filîye illet değildir. Onun illeti irade ve kudrettir.
Fakat dini hakka sevk zatinde bir hayrı küllîdir. Bunun için velâyeti hassa veya
velâyeti amme ile tam diyanetin hayrata sevkı cebrî yaptığı, tabiri aharle
cebren hayır yaptırdığı mevaki vardır. Ezcümle ebeveynin evlâdı sevk ve
terbiyesi, emribil'maruf ve nehyi anilmünker mesaili bu kabildendir. Bu farkın
menşei şudur: İhtiyar ve irade dinin bir cüz'i değildir de te'sirinin bir
şartıdır. Fakat diyanetin cüz'üdür, demin söylediğimiz gibi kanunı mücerret ile
faili muhtarın tesirleri beyninde farkı azîm vardır.
Hasılı din, iman ve amel mevzuu olarak akıl ve ihtiyara
teklif olunacak hak ve hayır kanunlarının heyeti mecmuasıdır ki, millet ve
şeriat dahi tabir edilir. Diyanet te bu kanunların hüsni ihtiyar ile
tatbikatıdır. Gerçi amelin imandan cüzolup olmadığı münakaşa edilmiş ve doğrusu
amel imanın cüz'ü değil, bir semerei müterettibesi olduğu tahkik olunmuş ise de
gerek imanın ve gerek amelin diyanette, ahkâmı iman ve ahkâmı amelin de zati
dinde dahil birer rükn olduklarında asla ihtilâf edilmemiştir. Dini hakkın bu
fasli mümeyyizini iyice tasavvur ettiğimiz zaman anlarız ki, tecribe ve
istidlâli aklî noktai nazarından bir dinin hakkiyyeti diyaneti kâmile şartile
umuma vaadettiği hayırların, saadetlerin tahakkuku ile tebeyyün edecektir. Dini
batılın vadleri, diyanetile makûsen mütenasip ikne dini hakkın vadleri
diyanetile mebsuten mütenasip olur. Filvaki tarihi islâma baktığımız zaman da
dini islâmı böyle buluyoruz. Ta asrı saadetten beri müslümanlar ne zaman
dinlerine diyaneti sâdıka ile sarılmışlarsa hayrı hakikîyi anlamışlar ve
yapmışlar, feyizleri, hayırları saadetleri o nisbette tezayüt etmiş, mes'ut
yaşamışlar, mes'ut mes'ut yaşatmışlar (........)
Fakat zamanımızda Avrupalılardan bazıları diyorlar ki,
«asrı hazır insanları saadeti nef-ü hayırda değil intifada görüyor. Bizzat bir
hak ve bizzat bir hayır tanımıyor ve bunun için vaz'ı ilâhî olan dini hak artık
onların şevklerini, iradelerini tehyiç etmiyor. Şimdiki insanları ancak şehveti
intifa zabt ve idare ederse edecektir. Binaenaleyh onlara vaz'ı beşerî olan
dinler tatbik etmeli ve iradeleri buluncaya kadar bir taraftan mücadeleye
sürüklemeli, diğer taraftan sırf mihanikî kanunlarla cebrü kuvvet içinde tutup
götürmelidir. Tabiatte merhamet yok zor vardır. Hürriyet değil, cebr-ü ıztırar
hâkimdir». Bunlara göre beşeriyeti hazıra intifaı şahsî hırsile çarnaçar böyle
sonsuz bir mücadeleye atılmakta ve muhabbet yerine husumet çoğalmaktadır. Böyle
demek dini hak doğru imiş, haksızlar onun sevabına değil ıkabına lâyıkdırlar
demeğe müsavidir ve dini hakkın şirkde gösterdiği netaici elimeye istihkakı
itiraf etmektir. Ve (........) ayetinin
mazmumunu tasdik eylemektir. Bu da tevhidi Hak ile rahmanirahime sarılmıyan
insanların hakkı zatîleri ve binaenaleyh rabbülâlemînin bir eseri celâl bir
rububiyeti ceberutiyesidir. Hak teâlâ
insanlara bu suretle de görünür. Bu hırsı intifaı yenerse ancak hâldeki iptilâyi
cidal ile istikbaldeki yevmiddinin mükâfat ve mücazatını duymak yenecektir.
Nitekim Alman feylesofu Kant bile Cenabıallahın vücubi vücudun aklı amelî ile
Ahıretin vücubi vücudünden istintaç etmiştir. Bu suretle yevmi Ahıret dinin ve
ona iman diyanetin bir aslı mühimmini teşkil eder. Ve o günün dine böyle bir
ıhtisası vardır. (........) ayetinde bu tebşir
ve inzarın tasrihi bu haysiyetle de pek beliğ olmuştur. Dinin böyle bir günü
vardır. Buna binaen İbnicerir tefsirinde nakledildiği üzere bazı müfessirin
buradaki dini sade mükâfat ve mücazat manasına değil, millet ve şeriat dahi
denilen manayı marufuna hamlederek tefsir etmişlerdir ki, bu suretle «yevmiddin»
manayı marufi şer'îsile dinin malûm olan mühim günü demek olur ki, bundan da
bizzat Ahıret ve yevmi kıyamet anlaşılır. İptidai hıtabe nazaran evvelki zahir,
intihai hitabe nazaran da ikinci mütebadirdir. Bunun için biz de bu iki mefhumu
zayi etmemek için mealinde «din gününün maliki» demeliyiz.
KIRAET
- Burada iki kıraet vardır. Aşereden
(........) yani Nafi, İbnikesir, Ebuamr,
İbniâmir, Hamza, Ebû Cafer kıraetlerinde elifsiz olarak
(........) okunur
(........) yeni Asım, Kisaî, Yakup, Halefi Aşir, kıraetlerinde de
(........) okunur ki, bizim kıraetimiz de
budur. Ve Fatihada mana ile alâkadar vücuhi kıraet ancak buradadır. Evvelki,
mimin zammile mülk masdarından sıfatı müşebbehe sigası, ikinci de mimin kesrile
milk masdarından ismi fail sigasıdır. Bu kelimeler kuvvet manasile alâkadardır,
Biri evvelen ve bizzat nüfusi ihsaniye üzerinde tasarruf, diğeri de evvelen ve
bizzat emvalin âyan ve menafii üzerinde tasarruf kuvvetidir. Melıkiyyet nef'iam
için re'yü tedbir, emr-ü nehi, vad-ü vaid, taltif ve tahrim gibi hukuk ve
salâhiyet ile zevil'ukul nüfusi insaniye üzerinde tasarruf ve icrayı hükmederek
bir hey'eti içtimaiyeyi rabtu zabt ve şahsiyeti vahide misalinde temsil eden
Müstakil bir velâyeti amme kudretini ifade eder. Mâlikiyyet ise, mal olan âyan
ve hıssei âyan üzerinde ferdin nef'i hassı için bilistiklâl zabt-u tasarruf
hakk-u salâhiyeti demek olan velâyeti hassa kudretini ifade eyler. Bunlardan her
birinin yekdiğerine bir ciheti irtibatı vardır. Gerek malikiyyeti mutlâka ve
gerek melikiyyeti mutlaka ikisi de bil'asele rabbülâlemîne mahsustur. Çünkü
hayatı kendi yedinde olmıyan beşerin bu sıfatlarla ittisafı bittabi izafî,
niyabî ve müstaar olduğu aşikârdır. Maamafih Dünyada ve zamanı halde,
beşeriyetin yegâne hodkâmlığını, gururunu teşkil eden de bu izafî ve niyabî olan
milk ve mülktür çünkü bunlar Dünyada hayat ve saadetin en mühim şeraıti
esasiyesindendirler. Filhakika hayat ve saadeti hayat
evvelâ bir memlekete mütevakkıftır. Memleket ise milk ve mülk yeri
demektir ki, buna lisanı avam ile (vatan),
lisanı şeri ile daha kıymetdar olarar (dâr)
denilir. Bir memlekette hayat ve menfaati hassa milk ve malik ile yani
milkiyyeti ferdiye ile kaimdir. Bunun zâmanı olan hayat ve menfaati amme de
melik ve mülk ile yani inzıbatı içtimaîyi temin eden devlet ve reisi devlet ile
kaimdir. Bunların kıvamı da her ikisinin zatî ve asilî olmayıp yekdiğerinin
zâmanına muhtaç olduklarını bilmek ve aralarında nisbeti hakka intıbak eden
ahengi tenasübü bulmakla mümkindir. Ferdi ve milkiyyeti ferdiyyeyi boğan
içtimaiyeti mutlâka, âzasının bütün havassı felce uğrıyan ve yalnız gönlü basit
ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir bedene benzer. Cemiyeti,
mülkiyeti içtimaiyeyi boğan ferdiyyeti mutlâka da uzviyyeti münhal olup canı
boğazına gelmiş ve gözleri cevvi havaya dikilmiş bir muhtadarın demi
vapesinindeki sekerat buhranını yaşıyan hulkumunu andırır. Bunun için milk ve
mülkten her birinin zayaı bir felâkettir. Mülk ve hükûmetin kısmen veya tamamen
fıkdanı bizzat nef'i ammın o nisbette inkıtaıdır. Milk ve malikiyyetin bazan
veya küllen fıkdanı da nef'i hassın veya nef'i küllün inkıtaıdır. Ve ekseriya
birinin zevali, diğerinin zevalini istizam eder. Bunların ikisinin birden
fikdanı ise el'iyazebillâh musıbeti kübra ve felâketi uzmadır. Her birinin
zayaını tasavvurda bile beşeriyet bu âkıbeti elimenin fecaatini duyar ve duyduğu
içindir ki, bütün bedahet karşısında kendisinin filhal izafî değil hakikî ve
mutlâk bir melik veya malik olduğu vehminden kurtulamaz. Vücud-ü nimet
noktainazarından melikiyet şüphesiz daha cazibelidir lâkin adem-ü nıkmet noktai
nazarından da zevali malikiyyet daha müthiş ve daha korkunçtur. İşte bu ayeti
celile beşeriyetin zamanı haldeki bu hissei izafetini selbetmiyerek, istikbalde
alelhusus Ahırette bunun dahi meslûp olacağını ve o zaman yalnız Cenabı
rabbülâlemînin ezelî ve ebedî olan mâlikiyyeti hakikiye ve melikiyyeti mutlâkası
kalacağını beyan buyuruyor (........) ilk
nazarda bu inzar ne kadar müthiştir. Benim benim derken, memleket, hükûmet zayi
etmenin ne felâket olduğunu idrak edenler, kimseye vermem derken velev habbei
vahide olsun milksiz kaldığını görenler bu dehşetin azametini ne çabuk
hissederler. Lâkin faide onu sonradan değil, önceden hissetmektedir. Bununla
beraber ayeti celile ye'saver değildir. İzafî ve niyabî olan malikiyyet veya
melikiyetin zail olup sahibi aslî ve hakikisine rücu eylediği o günde yine fakri
küllî olan ademi küllî yüz göstermiyor, ne milki mutlâk ne mülki mutlâk hiçbiri
mefkut olmuyor. Bütün mecudiyetleriyle sahibi hakikîleri olan rabbülâlemînin
rahmaniyet ve rahimiyetiyle yedi kudretinde toplanmış bulunuyor. Binaenaleyh
memleketi rabbaniyenin tâbiiyetini taşiyanlar o gün hıssei saadetlerini
mertebelerine göre baligan mabelâğ alacaklar ve o tâbiiyeti haiz olmıyanlar da
hırmani müebbede katlanıp gideceklerdir. Çünkü o gün tebdili tabiiyete artık
imkân kalmıyacak, başka memleket, başka hükûmet bulunmıyacaktır, bugün fenalık
yaparken, nihayette yokluğa güvenen, ademi, nimet sayanlar, o gün ondan da
mahrum olacaklardır. Mizanı hakkın muktazası budur. İşte mâlik kıraeti bu
inzar-ü tebşiri milkiyeti ferdiye noktainazarından, melik kıraeti de mulkiyeti
içtimaiye noktainazarından ifham ve tebliğ etmektedir. İki inzarın bir kıraette
cem'ine Fatiha de rahmaniyeti ilâhiye müsaade etmemiş ve en büyük belâgat
bunların iki kıraete tevziinde tecelli etmiştir. TELHISI İLMÎ - Fatihada ilk
vakfı tammın mutazammın olduğu bu üç ayet bir matlûp ile beş delilinden mürekkep
bir kaziyedir şöyle ki, Hamd, Allah’a mahsustur. Çünkü Allah buna zaten ve
sıfaten müstahiktir. Zaten müstehıktır, çünkü rabbülâlemîndir ve çünkü rahmandır
ve çünkü rahimdir ve çünkü maliki yevmidindir. Birinci
delile nazaran «elhamdülillâh» kaziyesi «dört adedi, çifttir» kaziyesi gibi
kazaya kıyasatüha maaha veyahut fıtriyat denilen kaziyeler cümlesindendir.
Diğerleri de enfüs-ü afakın mülâhazasile nizami âlemden müstanbat mebde-ü maad
delillerinin icmalidir ki, kur'anda tafsıl olunacaktır. Vücuh ve esbabı tazimin
hepsini tazammun eden, bu ihbar ve isbattan sonra da ayni kaziye ve deliller bir
inşaye ve bir icabı teklife dahi işarettirler. Sanki Cenabıallah şöyle
buyuruyor: «Ey insanlar, Ey zevil'ukul siz hüsni mahza, kemali mutlâka tazim
edenlerden iseniz, ben Allah’ım, her kemal benimdir ve eğer kudret ve ihsana
tazim edenlerden iseniz ben rabbülâlemînim ve eğer istikbale tamaan tazim
edenlerden iseniz ben rahmanırahimim ve eğer havf-ü haşyet ile tazim edenlerden
iseniz ben maliki yevmidinim. Binaenaleyh esbabı tazimin hepsini cami olan bir
mabudi hakkım». Bunu duyan akıl sahibi muhataplar da «acaba Allah tealâya nasıl
ve ne suretle hamdedelim» diye elbette kendi kendilerine soracaklardır. İşte
buna cevaben bir üslûbi iltifat ile:
5
Hidayet eyle bizi doğru yola.
(........) buyurulmuş ki,
«böyle deyiniz» mealini ifade ettiği halde belâgati ifade bunu tasrihe hacet
burakmamıştır. (........) sana manasına zamiri
münfasıldır ve akıbindeki (........) filinin
mef'ulü bihidir. Mef'ulün böyle evvel gelmesi kasır ve ıhtisas ifade ettiğinden
«başkasına değil ancak sana» demek olur. (........)
abed, ubudet, ubudiyet manalarını dahi cami olan ibadet masdarından fili muzari
mütekellim maalgayr sigasıdır. O halde ibadet nedir? Lisanı şeride ibadet,
niyyete mütevakkıf olarak yapılmasında sevap olan ve
Cenâb-ı Allah’a kurbet ifade eden tâati
mahsusadır. Tâat, niyyete mütevakkıf olsun olmasın ve kimin için yapıldığı
bilinsin bilinmesin yapılması sevap olan fi'li yapmaktır. Kurbet, niyyete
mütevakkıf olmasa bile yapılması sevap olan fi'li kime yapıldığını bilerek yani
yaklaşmak istediği zati tanıyarak yapmaktır. Binaenaleyh her ibadet, Allah’a bir
kurbet ve her kurbet bir tâattır. Fakat her tâat kurbet olmaz ve her kurbet
ibadet olmaz. Meselâ marifetullah için fikr-ü nazar bir taattır. Lâkin takarrüp
edilmek istenilen Cenâb-ı Allah hali
nazarda henüz tanınmış olmadığından bu nazar bir kurbet değildir ve niyyete
mütevakkıf olmadığından ibadet te değildir, kur'an okumak, muhtaçlara yardım
etmek sadaka vermek, vakıf yapmak, köle azat etmek ve emsali gibi niyyete
mütevakkıf olmıyan fiiller hem kurbet ve hem taattır, ibadet değildir. Lâkin
namaz, oruç, zekât, hac, cihad gibi niyyet ile meşrut olan fiiller hem ibadet
hem kurbet, hem taattırlar. Demek ki, ibadeti şer'iye, insanın ruhan ve cismen,
zahiren ve batınen bütün mevcudiyetile yalnız Allah’a yapılan şuurlu bir taat ve
kurbettir.
Evvelâ: Bunda niyyet
şarttır. Niyyet ise yapılacak fi'lin icadında ancak Allah’a tâat ve takarüp
kasdetmek demek olan iradei hâdisedir. Azim, fi'le mütekaddim, kasit, fi'le
mukarrin olduğu gibi niyyet te menviye ilim ile beraber fi'le mukarin olur. Hem
ilim ve hem iradeyi ihtiva eden bu şuuri tam ruh ve kalbin bir işidir.
Saniyen bununla beraber
indiilâhide tâat olan bir fi'il izhar edilmiş olmak lâzımdır ki, ibadet olsun,
yoksa yalnız talep ve ruhta kalan tefekkür, tezekkür gibi bir fi'li batın tâat
ve kurbet olsa da ibadet olamaz. Bunun içindir ki, ibadetlerin başı olan îmanda
sadece tasdikı kalbî kifayet etmez de bunun hiç olmazsa lisanen ikrar ile zahire
ihraç edilmesi dahi lâzımgelir. Kezalik niyyete iktiran etmiyerek yalnız zahirde
yapılan fiiller dahi ne olursa olsun ibadet olmaz. Niyyetsiz yatıp kalkmak,
namaz değil, niyyetsiz aç durmak oruç değil, niyyetsiz sadaka vermek, iâne
yapmak zekat değil, niyyetsiz Kâ'beye, Arafata seyahat edip dolaşmak hac değil,
niyyetsiz muharebe etmek, şehit veya gazi yapan cihad değil ilah... O halde sui
niyyetle, yani Allah’a itaat ve kurbet kasdinden maada bir maksatla yapılan
fiiller hiç ibadet olmaz. Görülüyor ki, lisanımızdaki istimallerine nazaran
tapı, tapmak, tapınmak kelimeleri ibadetin değil, alelitlâk itaatın manası
olabilecektir. Hattâ tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne yaptığını
bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlarız da bunları puta tapmak, haça tapmak
gibi mevkilerde kullanırız. Binaenaleyh «sana ibadet ederiz» yerinde sadece
türkçe olsun diye «sana taparız» veya «tapınırız» demek lisanımızın nezahetini
zayi etmek olur. Kulluk etmek şuur noktai nazarından tapmak kelimesinden daha
iyidir. Bu da ibadetten zaif olan ubudiyetin manasıdır. Maamafih islâmda bütün
nususı dini istikrasile takarrür eden manayı şer'îden evvel ve onda me'huz olan
manayı lûgavî mülâhaza edildiği zaman bunların arasında bir manayı müşterek
vardır ki, ibadet denildiği zaman evvelâ onu
mülâhaza etmek ve Fatihada da bundan başlamak ıktiza eder. Şu halde o nedir? Bu
mana (........) maddei asliyesinin en umumî
olan manası ne ise odur ki, bu da ubudet veya abed masdarlarındadır. Abid ve
mabud vasıflarında da münderictir. Balâda işaret ettiğimiz veçhile, ubudet,
ubudiyet, ibadet bir mertebe tâat manasını ifade ederler ki, ehassı ibadet,
eammı ubudettir ve ubudet lisanı Arapta tezellül manasını mutazammındır.
Ubudiyet izharı tezellül, ibadet bunun daha kuvvetlisi olarak hudu-u huşuun,
tazimin en son derecesidir. Bunun için cümhuri nüfessirin bunu
(gayei huduun aksası) diye tefsir ederler. Bu
da sebebini sormadan itaati kamile manasını tazammun eyler. Tefsiri Ebuhayyanda
İbn-i Sikkitten ibadetin tecrit manasından me'huz olduğu da nakledilmiştir.
Şarihi Kamusun beyanına göre de ibadet hırs veya gadap manalarına gelen
(abed) maddesinden me'huzdur. İbadet, Allah’ın
razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet te Allah’ın yaptığına razı olmak diye de
tefsir edilmiştir. Çünkü lisanı şeride ubudiyetin ibadetten kâh ednâ ve kâh âlâ
olarak kullanıldığı vardır. Ubudiyeti Muhammediye ibadetten daha ehas bir mana
ifade eder.
Bu mananın İlmünnefis noktai nazarından izahı: İnsanın
hayatı, lezzet ile elemin güzergâhıdır. Ruhi beşer elemden kocunur, lezzetten
hoşlanır. Eshabı elem karşısında öfkelenir veya korkar. Esbabı lezzet karşısında
da ümitlenir veya hırslanır, kesbi beşerin nâzımı da işte halden istikbale bu
korku ile ümidin mütevali tekabül-ü tesadümüdür, ümid silindiği zaman yeis
kaplar, faaliyet söner, korku silindiği zaman da tuğyan başlar, âkıbet
düşünülmez, faaliyeti müfide yapılmaz, istihsal yerine istilâk kaim olur. Ümidin
içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit yoksa vazife hissi atalete düşer
açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalışdıran açlık korkusudur. Hayatı
beşer dahil ile haricin bir muamelesidir. Teneffüsten tutunuzda en incelerine
varıncaya kadar esbap ve lezaizi hayatin birçoğu insana haricinden gelir
dahilinden gelenlerin çoğu da kendi vaz'ı değildir. Bizzarure herkes hayatının,
ümit ve mehafetinin âmili yalnız kendisi olmadığını az çok duyar. Bu da kendi
kendisine bırakılân insanın hiç olduğunu anlatır. İnsanın bu aczini, bu
duygusunu unuttuğu kendinden geçtiği zamanlar gerçi çoktur. Fakat ne olursa
olsun hiç bir fert kendi kendine bu aciz sahasından çıkamaz. Aklı olanlar da
ümit ile mehafetin bu cazibev-ü dafiasından ayrılamazlar. Filhakika âtiye
nazaran ruhi beşerde ne ümidin nihayeti vardır ne de korkunun, hilkatte esbabı
ümit mahdut olmadığı gibi esbabı mehafet de öyledir. Ruhi beşer zaman zaman
muayyen ümitler ve muayyen mehafetler karşısında alettevali müteessir olurken
bir taraftan da külliyetiyle gayri muayyen, gayri mahdut, gayri mütenahı
ümitlerin korkuların tesiri mutlâkı altında bulunur ve burada bütün ümitlerle
bütün korkuların karşı karşıya ahzı mevki ederek bir noktada telâkî ettiklerini
görür ki, ayni hakikattir. Ve o zaman kendisinde öyle bir alâka uyanır ki, bu
alâka bir taraftan bütün muhabbetleri, diğer taraftan bütün mehafetleri ihtiva
eden bir havf-ü reca heyecanile tecelli eder. İşte ruhi insanînin böyle
külliyetile müteessir olduğu mutlâk bir havf-ü reca âmiline karşı duyduğu bu
alâka fıtratteki ma'bud ve ibadet fikrinin menşeidir ki, bütün hissi vazife
bunda toplanır, ve her şahsın cibilleti ahlâkiyesi, istikbali, saadeti, şekaveti
bundaki ciddiyet ile mütenasiptir. Ve insan bu hissini neye raptederse ma'budü
odur. Kâh cehalet ve kâh terbiye ve itiyattaki hususiyet dolayısile bazı
vicdanlar yükselemez de muayyen ve mahdut bir ümidin mecbûru veya bir korkunun
makhuru kalırlar. Ve ona muayyen bir zaman içinde bütün külliyetiyle öyle
bağlanır ve öyle zabun olur ki, o lezzeti feda veya o elemi iktiham etmeğe
kendisince imkân yok gibi tasavvur eder. Artık o bu ümidin âmilini öyle sevmiş
veya o korkunun âmilinden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün sevgilerin gayesi
veya bütün korkuların müntehası gibi görünür. Sanki birisi ayni vücudu diğeri
ayni ademi temsil eyler. Ve o zavallı vicdanın böyle mahdut ve mütenahi bir
sebebi mahlûka böyle külliyetiyle bağlanıvermesi onun huzurunda, öyle
tezellüllere, öyle tapınmalara sevkeder ki, bütün şuur o tezellüle boğulur ve o
lâhzadan ilerisini görebilecek akıldan eser kalmaz. İnsanlara ma'budi hakikî ve
ubudiyeti hakikiye alâkasını unutturarak bütün mesaibi ihzar eden şirkin de
menşei budur. Müşriklerin canlı, cansız, türlü türlü putları, batıl ve haksız
ma'butları hep bu his ile zuhur etmiştir ve hayatı beşerde hâlâ böyle vicdanlar
zannedildiğinden pek çoktur hatta kendilerini ma'bud ve ibadet fikrile hiç
alâkadar değil gibi zannederler her lâhza böyle bir ma'bud değiştirirler. Ve
bütün hayatlarını reybi mutlâk içinde geçirirler ve kendileri öldükten sonra
geri kalacakları bir lâhza bile düşünmezler. Lâkin şurası muhakkak ve
müteyakkandır ki, bütün mevcudiyetini fânîlere bağlıyan her gönül,
husran ve tehlikeye namzettir. Çünkü o cazibei fâniye bir
gün olup kopacaktır. Hangi fâni vardır ki, sana senden evvel yıkılıp
gitmiyeceğini ve senin bütün âmalini bahş edebileceğini vad-ü te'min edebilsin,
ayağının altındaki arz, başının üstündeki güneş bile sana bu te'minatı veremez.
O te'minatı Hayyü Kayyum olan Halık tealâdan başka verebilecek hiçbir şey
yoktur. Ve filhakika ibadet onun hakkıdır ve ancak ona ibadet edenlerdir ki,
diğer ümitlere, korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz
ve onlardan herkes müstefit olur. aleyhissalâtü
ves-selâm Efendimiz buyurmuştur
ki, «mü'min taze ekin gibidir, rüzgâr estikçe yatar, fakat yine doğrulur kalkar,
kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgâr estikçe gürler amma bir kerre yıkılırse bir
daha kalkamaz» çünkü kâfir faniye, mü'min ise hayyi bakiye merbuttur. Vefatı
peygamberî üzerine bütün eshab-ı kiram pek ziyade müteessir olmuş ve adeta
şaşırmış idiler, Hazret-i Ömerülfaruk bile «peygamber vefat etmedi ve etmez, her
kim öyle derse vururum» demeğe kadar varmıştı. Fakat Sıddikıâzam Efendimiz
derhal (........) ayeti celilesini okuyup «ey
mü'minler eğer Muhammede ibadet ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu
gönderen Allah tealâya ibadet ediyorsanız o hayyi lâyemuttur» mealindeki nutkunu
irat edince eshab-ı kiram kendilerini toplamışlardı. Bu hakikat her zaman ayni
hakikat ve bu kanun her vakit cari olan bir kanundur. Gönüller fâniyata
bağlandığı zaman alel'ekser mebdei ümit ile, mebdei mehafeti başka başka görür
ve o zaman bakarsanız bir tarafta dilber sevgi mabutları, bir tarafta da
kahraman korku mabutları dizilmiştir. İkisinin arasında kalan zavallı kalp
ikisine de kendini sevdirip korkusunu defetmek, ümidine ermek için ne
heyecanlarla kıvranır, gayrimakul ne tezellürler, ne tazimler izhar ederek
çarpınır, tapınır ve onun fikrince bu bir ibadet olur. Fakat ne faide ki,
nazarında ümidi veren başka, korkuyu veren başka, ve bunları birleştiren hâkim
bir mebde yok. Böyle olunca da bütün mesaî heder-ü abes ve o gönül bu iki
muhalif kuvvetin mütemadiyen nizâ ettikleri bir marekei buhrandır ve artık bir
sekîniyet ve itminan duymak ihtimali mefkuttur. Ümit ve korku bir mebde'den
gelen ve yine onda birleşen müsbet ve menfi birer sureti tesir olarak
duyulmalıdır ki, birinin yerine diğerini ikame etmek imkânı hasıl olsun da kalp
bir ıtminan duyabilsin ve hayatında onunla yürüsün. Susuzluğumdaki hararet ve
suyu içtiğim zamanki neş'e eğer su mebdeinin biri müsbet biri menfi olan
tesirlerinden ibaret ise her susadığım zaman suya koşmanın bir manası vardır.
Fakat bunların biri suyun diğeri ateşin eserleri ise su ile ateş beyninde hâkim
bir mebdei müşterek te yok ise ateşten suya, sudan ateşe koşmak teabi
namütenahiden başka hiçbir netice vermez, binaenaleyh ümit ile mehafetin mebdei
vahidde tevhidi bu haysiyetle de zarurîdir ve rabbi vahid, erbabı müteferrikadan
hayırlıdır. Halbuki balâda izah eylediğimiz veçhile faniyatta bu vahdet er geç
tefrikaya mahkûmdur ve hakikatte rabbı vahid benimle şuurumu, şuurumla haricimi
rabt-u zapteden Hak teâlâdır ve ben ona,
onun kanununa ibadet etmeliyim.
Hasılı fıtrati beşerde ibadet, ruhu teshir eden en yüksek
mahabbet ile en yüksek mehafetin içtima ve tesadümünden çıkan havf-ü reca berkı
içinde neşvei mahabbetle zekvi ümidin galebesini görmek için aczi küllîden
kudreti mutlâkaya ıtilâ maksadile yapılan bir fili ıtaatkâranedir ki, hem zahir
ve hem batında nihaî bir tezellül ile nihaî bir tazimi ihtiva eyler ve hakkıyet
nisbetinde kalbe ıtminan ve sekinet ilka eder. İbadet ederken
âlemden ve bütün benliğinden tecerrüt ederek mabuduna öyle bir ebedi tamm-ü hudu
ve öyle bir tazimi kâmil ile arzı tâat ve inkıyat eder ki, kemali tazime münafi
bildiği cüz'î bir hareketten bile içtinap eyler. Bunun için kibr-ü riya ile
birleşmez ve zahir-ü batına inkısamı kabul etmez. Bihakkın ibadet, aczi mutlâk
ile kudreti tammenin, zilleti kâmile, azameti kâmilenin korkular içinde titreyen
emel ile Vahibül'âmalin bir cilvei telâkisidir. Aczini hissetmiyen
mütekebbirler, hiçbir korku yok imiş gibi görünen gafil nikbinler, hiçbir ümit
beslemiyen me'yus bedbinler bu şereften mahrumdurlar. Bu hakikatleri telhıs için
eazımı müfessirin (........) nin mealini şöyle
ifade ederler: Yarab!. biz başkasına değil, yalnız senin rububiyyetini ikrar ve
itiraf ederek ancak sana boyun eğeriz ve sade sana arzı zillet ederiz ve ancak
sana tâatle sükûn-ü sekinet ve ıtminan buluruz. Çünkü bütün havf-ü recamızın
evvel-ü ahir mercii yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yok, sen ümit
vermezsen ümit yok, lezzet duyurmadın mı her şey elem, elem duyurmadın mı her
şey lezzet, ruh senin milkin, cisim senin milkin. bütün vücut senin milkin, bize
verdiğin ihtisasatı, temayülâtı, tehayyülâtı, taakkulât-u iradatı ile hıssei
vicdan o da senin lûtfün, senin merhametin, bu ise bütün ıtminanını sana hamd-ü
şükr ile izharı sadakat için ancak senin emrine tahsısta buluyor. Bütün akıllar,
bütün kâinat ta buna şahittir. Burada kibri nefsanî şöyle bir sual irat eder:
Ruh ve vicdan tezellül değil yükselmek ister, ibadet ise manayı tezellülü
mutazammın olduğuna göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan
nefisler için tenezzül olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını yere nasıl
koyabilirler? Böyle bir sual, içindeki cevabı görmemekten mütevellit bir
gurur ilânıdır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını teslim etmektir. Bu da
bir tarafta aczi zatîsini, diğer tarafta ulviyyeti takdir ile mümkin olur ki,
ibadet bu mananın en yükseğini idraktir.
Saniyen yükseldim demek
yükselmediğini ilân eylemektir. Böyle bir iddia hem teali ve terakkiyi mütenahî
görmek, hem de sukut ihtimalini mümteni zannetmek gibi büyük bir hatîe teşkil
eder. Halbuki, meratibi teali namütenahidir, tehlükei sukut ise her zaman
bakidir. İbadet de bu kibr-ü gurur marazının yegâne ilâcıdır.
Salisen, Allah tealâya
ibadetteki tezellül ve tazim vicdanı beşer için mümkin olan her türlü itilânın
fevkinde bir ulviyet te'min eden bir vesikai intisaptır ki, adî gönüller o kadar
yüksekliği kendilerine lâyık bile göremezler de imkânsız sanırlar. «Âlemde ben
Allahtan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak ona ve onun emrine inkıyat
ederim, tâatı sever isyandan nefret ederim, hayra koşar şerden ictinap eylerim,
hayrın başını da hakta bilirim, Allah’ın emrine uymıyan,
Hak teâlâ hısabına yapılmıyan hiçbir şeye
ölürüm de serfuru etmem, çünkü ben yoktum, o beni var etti ve terbiye edip bana
hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve bu hürriyet bende onun bir
emanetidir. Bunu yapan isterse namütenahi kerreler daha yapabilir. Binaenaleyh
onun yolunda her şeyi feda ederim. Dilediği zaman alacağı canımı da feda ederim,
istediği zaman yıkıp, istediği zaman yapabileceği dünyaları da feda ederim bu
uğurda elemlere katlanır, hayır ile haksızlıklara göğüs gererim, katlanamaz,
geremezsem ölürüm, onun emri zaten öleceğim, böyle bir iman böyle bir sadakat
ile ölürüm, evvelim hak ahırım hak olur, haktan gelir, hakka giderim, işte ben
hakkın böyle bir kuluyum, kendime kalırsam hiç, ona intisabımla her şeyim
ilah...» diyebilmek ve bunda sadakat etmek ne kadar büyüklüktür ve insan için
bundan daha büyük bir kudret, bir ulviyet nasıl tasavvur olunabilir? Maamafih bu
bapta Fatiha ben değil biz deyiniz diyor. Filvaki
(........) diyerek livaülhamd altında toplanan ve yirmi otuz sene içinde
ulviyyeti hakkı bütün âleme neşr-ü isbat eden ilk müslümanlar bütün bu ruhun
içinde idiler, bu ruhu gaip edenler de Dünyaya boyun eğdiler. Şüphesiz ki, bu
taahhüt ağır bir hamuledir. Fakat ulviyeti hak karşısında hakkı ulviyet te
hıffetle erilecek bir gaye değildir. Ve abdin aczi zatîsi kudreti zatiyesile
böyle bir taahhüde girişmesine manidir. Bunun için
(........) derken ayni ıhtisas ile (........)
diye talebi istiane zarurîdir. (........)
isti'ane ederiz demektir, istiane avn talep etmek, tabiri aharle maunet istemek
daha türkçesi yardım dilemektir. Talepli veya talepsiz onu vermeğe de iane
denir, muavenet, teavün de mütekabilen iane demektir. Binaenaleyh isti'ane ile
bunları temyiz etmelidir. Çünkü burada hasr isti'ane hakkındadır. Teavün ise
memurun bihtir. Bu isti'anenin ne gibi hususta olduğu zikrolunmamıştır böyle
olan yerlerde de üç mana muhtemel olur: 1- Müteallakinden kat'ı nazarla zati
filî murat etmek ki, umum olsun husus olsun isti'ane denilen fili biz ancak sana
yaparız demek olur. 2- Müteallakı âm takdir ederek her hususta, her işte
isti'ane kastetmek. Bu ikisi mealen birleşir. Fakat evvelki eblâğ, bu sarih
olur. 3- Bir karinei mahsusaya istinaden müteallakı has takdirile filan hususta
istianeyi kastetmektir. Burada ise ibadet karinesile işbu üçüncü ihtimal zihne
çarpabilir ise de kelâmın kasr-u ıhtisas suretiyle tevhide müteveccih olması ve
hepsi Allah’a mahsus olan hamdın beyanı siyakında irat edilmiş bulunması buna
mani ve her halde İbn-i Abbas Hazretlerinden
de rivayet edildiği üzere umumu muktazıdır ki, bu da
birinci veya ikinci suretlerden birisi ile olur. O halde müfessirinin
beyan ettiği gibi hasılı mana: «Yarab!. biz gerek sana ibadet ve itaatımızda ve
gerek sair umurumuzun hepsinde ancak senden istiane ederiz, senden başka
kimseden yardım dilenmeyiz, seni tanımıyan kâfirler başkasından istiane ederler.
Biz ise ibadetimizde halis ve muhlis olarak bütün işlerimizde ancak senden
istiane eyleriz» demektir. Beyzavînin
beyanına göre meunet iki nevidir: Birisine
meuneti zaruriye, diğerine meuneti gayri zaruriye denilir. Zarurî olan meunet,
onsuz filin husulü mümkin olmıyandır. Failin iktidarı, tasavvuru ve filin
yapılacağı aletin ve maddenin mevcudiyeti gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan
istitaat ile muttasıf olur da kendisine fili teklif sahih olur. Gayri zarurî
olan meunet te de filin husulünü kolaylaştıran şeylerdir. İlah. Bu taksim İlmi
usulde kudreti mümekkine ve kudreti müyessire namları tahtında yapılır.
Evvelâ bu ayet bize
gösteriyor ki, bütün meunet Allah’ındır, fakat talep bizimdir. Ve buna kesp veya
iradei cüz'iye dahi tabir olunur ki, asıl istıtaa bu talep ile meunetin içtimaı
hengâmındadır. Bu da filin husulüne mukarin olur. Binaenaleyh Felsefenin
muztarip nazariyatına boğulmaksızın (........)
den şunu anlıyoruz ki, bize bir talep salâhiyeti verilmiştir. Bu suretle bizden
birisi talebimizle, diğeri talebimiz olmıyarak iki fiil sâdır olur. Ve her ikisi
de bizden sâdır olduğu ve bizimle kaim bulunduğu için [hulâsa mahalli biz
olduğumuz için] Bizim fi'limiz sayılır ve bize isnat edilir. Meselâ teneffüs
eden biz, uyuyan, ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu
tahrik veya teskin eden de biz oluruz Ve bunlardan talebimizle olanların sebebi
karibi biziz. Fakat bütün sebebi ve illeti tammesi biz değiliz, çünkü biz bunda
meuneti zaruriyeye muhtacız. Meselâ benim elim ile iradem arasındaki nisbeti
sahiha kurulmamış olsaydi istediğim zaman elimi oynatamıyacaktım nitekim bazı
uzuvlarımı öyle oynatamıyorum. O halde Hâlik biz değiliz halk yalnız sebebi
karibe değil mecmuu esbap ile illeti tammeye müzaftır. Demek ki, ef'ali
ihtiyariyemiz bir faili talip ile bir faili halik arasındaki nisbetin hasılını
ifade eder. Bütün ecsamın hassai zatiyesi mahzı atalet olduğu gibi ruhun hassai
zatiyesi de failiyeti talibanedir. Failiyeti halikane ise halik tealânındır.
Araba yürüyor makine işliyor deriz, bunlar birer fili cebrî ve iztırarî olduğu
halde mahalli onlar oldukları için yürümeyi işlemeyi onlara isnat ederiz, bizim
teneffüsümüz deveranı demimiz gibi ıstırabatımız da böyledir. Kurulmuş bir
makine işlemek için iptida bir tahrike muhtaçtır. Bunu ise cansız makine kendisi
yapamaz veya istiyemez, canlı bir makinist veya şoför yapar ve ancak ruhunda bir
taleple yapar, ruhu isterki eli makinenin miftahını tutsun da hareket etsin
makinistin ruhu bu talebi bu iradeyi yaptığı anda birde bakarsın hareket yok
iken halkolunmuş ve makine de işlemiye başlamıştır. Bu suretle işliyen o
hareketin mahalli olan o makinedir. İşleten o hareketi istiyen makinistir.
Yaratan o hareketi baştan nihayete ademden vücude getiren
Hak teâlâdir. Her işimizde bu üç mertebe
iyan beyan zahir bir hakikattır, artık ne cebriye veya maddiye gibi insanı
ruhsuz bir makine farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve cismin halikı olan
Hak teâlâ gibi farzettirmeğe
uğraşmalıdır. Gerçi Cenab-ı Hakkın tecelliyatını müşahede etmek için her türlü
tetkiklere tefekkürlere girişmek iyi bir şey olduğunda şüphe yok ise de bu arada
girdiği yolu kaybedecek ve hakikati zahireyi inkâr eyliyecek bir surette dalıp
gitmek sonu gelmiyen bir dalâlet olur. Talebi vücut mefhumiyle aynı vücut
mefhumunu farkedememek garip bir mülâhaza olur. Acaba talep te bir iş değilmi
dir? ve bu da bir talebe muhtaç olmaz mı? bundan ya teselsül veya cebir veya
halk lâzım gelmez mi gibi sualleri kesip atan mantıkî cevaplar yok değildir,
teselsül lâzım gelmez çünkü talebi talep de ayni talebin içindedir. Cebir lâzım
gelmez, çünkü fiil araba sürükler gibi yapılmış değildir, halk ta lâzım gelmez
çünkü talep bir mevcut değil, mevcutlar beyninde bir nisbetten bir îzafetten
ibarettir. Nisbeti vücut ise ayni vücut değildir ki, nisbeti ihdas halkı vücut
olsun. Tabiri aharle tereddüt iki tasavvur arasında bir hareketi zihniyedir. Bu
hareket te zihin mekik gibi iki tarafa gidip gelirken bunda karar ediverince
öbirine bir daha gitmemek gibi ademî bir nisbetten başka birşey yapmış değildir
ki, buna halkı vücut denilsin. İlah... Binaenaleyh ıradei külliye denilen kuvvei
iradiye, mahlûktur. Fakat iradei cüz'iye ve talep ve ihtiyarle kesip dilediğimiz
karar, gayri mahluktur ve bizim bir nisbetimizdir. Bunlarla talep ve iradenin
haddi vücudîsini, inniyyetini tamamen ihata edemiyor isek o da
Hak teâlânın hakikatini muhit
olamadığımızdan ve olamıyacağımızdandır. Binaenaleyh evvelki zahir ve bahir
hakikat görünüp dururken mabadettabiî denilen bu vâdide saplanıp kalmak hatalı
bir tariktir ve işte bu dalgınlıklara meydan bırakmamak için Fatihada
(........) cümlesinin içinde taleb salâhiyeti
bizim ve meunet, kudret Allah tealânın olduğu pek güzel anlatılmıştır. Artık
müslümanlığı ne cebriyelik ile, ne de onun zıddı olan kaderiyelik yani nef'yi
kader ile ithama kimsenin hakkı yoktur. Yalnız iradei cüz'iyemiz, hakkı
talebimiz var denildiği zaman bazıları bunu yanlış anlıyorlar da bizim her
iradei cüz'iyemizin her zaman iş görmekte kâfi olduğunu zannediyorlar ve
taleplerinde muvaffak olmadıkları zaman her hususta cebriyeliğe meylediyorlar.
Böyle düşünmek bir taraftan talebi halk zannetmek, diğer taraftan bizim
talebimize ve talebdeki isabetimize Cenâb-ı
Allah’ın ilel'ebet müdahalesi vaki olmaz zumunda bulunmaktır; Halbuki
böyle bir tasavvura hak yoktur. O tevfikı ile bizim talebimize müvazi netaiç
halk buyuruyorsa bu arada o müvazatı refederek lehimize veya aleyhimize bizzat
icrayı tasarrufa ve tabiri şer'îsiyle nusrat-u hızlâne dahi kadir olduğunda
şüphe edilemez. Yolunda gidenlere zamanı gelir tevekkül ve itimatlarını tezyit
edecek surette fazlaca lütf-ü in'am eder, yolunda gitmiyenleri de bunun zıddına
husran-ü hızlâna düçar eyler. Dünyada dahi mükâfat ve mücazat veya iradesine
ıhtar ve tenbih manasını ifade eden bu noktalara müteallık birçok ayetler
göreceğiz ezcümle (........)
Allah tealâ kaza ve kaderini infaz etmek mürat ederse
zevilukulün akıllarını alıverir» Hadîs-i şerifi de bunu natıktır. Bunlar da
cebir mes'elesi değil hüsni talep ve sui talebe müteallik ince irfanlar
mündericdir. (........) ayeti celilesi de bu
nüktede diğer bir mâna ifade eyler ve artık burada bu kadar ıhtar kâfidir.
Görülüyor ki, (........) iki kelâmı ıhbarîden
müteşekkil bir ayettir. Maamafih urfen inşada müstamel olan kasem, ahit, akit,
sıgaları kabilinden biliktiza inşa dahi ifade ederler ve bu suretle bir kabul ve
bir taahhüt teşkil eylerler ki, bu kabulün icabı olan teklifi kelâmı sabık
bilişare mütezammın bulunuyordu. Burada Allah ile kullar beyninde bir muavaza
şeklinde gayet derin ve gayet şümullü bir akti bi'at, bir mukavelei hukukiye,
takrir-ü tescil edilmiş oluyor ki, en derin, en büyük bir kanuni fıtratin yâni
bir sirri amelî ve içtimaiînin i'cazkâr bir fezleğei beyanıdır. Biz bu ayetteki
belâgat-u hikmetin zevkine doyulmak ihtimalini göremiyoruz. Nerede bir hayat
görürseniz orada behemehal bu kanunun hükmünü görürsünüz. Şu kadar ki, ehli
küfür bunun ardından lâşuurî olarak vücuden sürüklenir. Ehli iman da bunu
vücudunun başka vicdan ve şuuriyle dahi yaşar. Ne lâtiftir ki, Fatihanın tam
ortasında hakkı tekellüm bizim vicdani içtimaîmizle lisanı ubudiyetimize
verilmiş ve akit bizim lisanı ubudiyetimizle vicdanı içtimaîmizden izhar
edilmiştir. Bunda vicdanı ubudiyetin kelâmı ilâhîye tecelligâh olduğuna büyük
bir tenbih vardır ki, (........) ayetlerinin
mazmunlariyle alâkadardır. Bu bize şöyle bir ihtar da yapmış oluyor: «size gaip
gibi gelen kelâmı ilâhî olmasa idi sizin hakkı kelâmınız olamazdı. Siz tekellüm
ediyorsanız şüphe etmeyiniz ki, söylemek, tebliğı meram etmek kudret ve sıfatını
hâlikinizden ve onun meunetinden ahz ediyorsunuz. Anlayınız ki, sizin kendiniz
gibi kelâmınızın dahi mebdei Cenâb-ı Allahtadır.
Siz manâ ve maksadınızı başkalarına tebliğ ve ifham ederken Allah tealâyi bu
kudretten mahrum zannetmeyiniz. Binaenaleyh Cenâb-ı
Allah’ın inzal buyurduğu kelâmı kadimini bütün vicdanı içtimaînizle
dinleyip anlamağa ve tatbik etmeğe çalışınız». Burada bize zat ve sıfâtı ilâhîyi
müteakip ahlâkı ilâhîden büyük bir nümune de telkin buyuruluyor. Allah ile
kullar beyninde şeraiti mütekabile ile muavaza şeklinde bir mukavele akdi ne
büyük bir hulkı rahmanî olduğunu iyi düşünmek ıktiza eder. Bizi ademden vücude
getirip biraz terbiye ettikten sonra yine mahzı rahmetile bize dünyada
muvakkaten ihsan buyurduğu atayasını bizim milki hakîkımız imiş gibi
ebedileştirmek ve ebediyen tenmiye etmek için müvacehesinde adeta muadil bir
paye ve bir haysiyet veriyor. Rububiyeti hasebiyle bize kendi hukukunu vazife
olarak sadece emr-ü teklif ediverecek yerde zatında hiçbir hukuku olmıyan
bizlere dahi milk ve hukuk tanıyarak ikisini mübadele ediyor ve bizim hukukumuzu
da uhdei rahmetine alıyor. İbadet ve ubudiyet onun hukuku ve bizim vezaifimiz.
Bilmukabele dünyada talep ve meunet, Ahırette sevap ve ikap bizim hukukumuz,
onun mahza kendi icabiyle vecaibi rahmet-ü hikmeti oluyor. Ve hatta hukukı ibade
hukukullahtan ziyade inayet ve ihtimam ediliyor. Rahmet ubudiyete mütekaddim,
lâkin ubudiyet te istianeye mütekaddim, demek ki, vazife talebi hakka mütekaddim
ve halbuki rahmeti hak ile teşekküli hak daha mukaddemdir ve bu suretle vazife
ve hak arasında tam bir tezayüf vardır. Şüphe yok ki, böyle bir muamele
Aleyhisselâtü vesselâm Efendimizin (........)
= Allah’ın ahlâkile ahlâklanınız» hadisî şerifinde işaret
buyurduğu ahlâkı ilâhiyenin en şayanı hayret tecellilerinden biridir.
Saniyen bu ayette cem'iyet
ve içtimaiyete büyük bir ehemmiyet verilmiştir. Çünkü akit «ibadet ederim,
istiane ederim» gibi mütekellim vahde yani fert sıgasile yapılmıyorda
(........) deye cemi yani mütekellim maalgayr
sıgasile yapılıyor. Müfessirin burada cemaatla ibadetin faziletine işaret vardır
diyorlar. Şüphesiz öyledir, lâkin cemaat faziletini iyice tasavvur etmeliyiz.
Cemaatla ibadet etmek için cemaatın teşekkül etmiş bulunması lâzımdır. Halbuki
cemaat kuru bir kalabalık demek değil, ruhi vahidle hareket edebilen bir heyeti
müntazamei vahdaniye demektir. Binaenaleyh cemaatın teşekkülü bir ruh ve bir
misakı içtimaîye mütevakıftır. Misakı içtimaî ise henüz içinde bulunduğumuz
akd-ü mukavele ile teşekkül edecektir. Cemaatı islâmiyenin teşekkülü de
Fatihanın nüzulünden sonradır. Binaenaleyh arada acîp bir devir şaibesı var
zannedilir. Fakat hakikat öyle değildir. Ruhi içtimaî
evvelâ fertte teessüs eder, vicdani ferde ne vakit hissi uhuvvet girer ve
onu kibirden, darlıktan, hudgâmlıktan çıkararak genişletirse o vicdan sahai
vüs'ati nisbetinde bir cemaate namzet olur. Bu vüsat bir refakattan bir aileden
tutunuz da cihangir devletlere kadar gider. Vicdan darlığı cehalet ve kibir ile
mütelâzimdir. İnşirahi sadır dahi denilen vicdan vüs'atı ise havf-u recada
muhabbet-ü mehafette yükselmiş bir idrâk ve ifrana ve buna müterettip tevaz-ü
merhamet, sabr-ü tahammül gibi haslatlar ile müterafiktir. Kibirli, dar bir
vicdan yalnız kendini sever ve yalnız kendisi için korkar. Ümidi kendisine,
havfı yine kendisine mahsustur. Nazarında menfaat onun menfaati, zarar onun
zararıdır. Bir vicdanda bu mahabbet-ü mehafet yükselip de bir diğerini dahi
kendisi gibi, lâakal kendisine müsavi bir kıymetle görmeğe ve onun menfaatinden
kendisinin gibi memnuniyet, zararından kendisinin gibi mahzuniyet duymağa
başlarsa o vicdanda ruhi içtimaî teşekkül etmiye başlamış olur ki, insan
kelimesinin bir aslı olan üns-ü muvanestin mebdei budur. Böyle bir duygu ise iki
muadil arasında bir camiai müştereke duymaktır ve işte bu camia bu duygu hissi
uhuvvetin menşeidir. Bu his fi'len yaşandıkça o cami'a kuvvet bulur, bu his bu
cami'a nekadar vüs'at peyda eder ve ne kadar kuvve bulursa kibir o nisbette
tenakus eder ve içtimaiyet ve medeniyet te o nisbette vüs'at ve kuvvet peyda
eyler. Bu ruhi içtimainin teessüsü evvelemirde fıtrette bir mevhibei rabbaniye
ve derecei saniyede muhitin bir in'ikâsidir ve her iki noktai nazarla terbiyei
fıtriye ve kesbiyeden müteessirdir. İşte vicdanında böyle bir ruhi içtimaî
teessüs etmiş olan fert vüs'at ve kuvveti nisbetinde bir heyeti içtimaiyenin
teşekkülüne mebde olur. Bu vicdanın duyduğu o camia, hamil olduğu mahabbet ve
mehafetin esası ne ise hissi uhuvvetinin derecesi o ve namzet olduğu cemiyetin
hududu da odur. Bu suretle muhtelif milletleri ayıran, muhtelif ve müteaddit
cami'alar ve onunla mütenasip ruhlar teşekkül eder ve bir cami'a ne kadar
tahassus ederse ruhi içtimaî o kadar daralır ve umumî olan cami'ayı parçalar,
cemaatini ihvanlarını da o nisbette azaltır, fakat bunda ne mahabbet, ne de
mehafet, ne menfaat, ne zarar, bütün hududile te'min edilmiş olmaz ve bilâkis
bir cami'a ne kadar umumî ve muhit ise ruhi içtimaîsi o kadar kenişler ve hususî
camiaları o nisbette bel'ederek yükseltir, mahabbet ve mehafet, menfaat ve
mazarrat da aksayi hududuna dayanmış olur. Bunun için cemiyeti büyülten,
küçülten en mühim sebep ruhi içtimaîsindeki derecei vüs'at ve kuvvette aranmak
lâzımgelir. Cami'ada vüs'at varda, vicdanda kuvvet yoksa, o cemiyet idare
edilemez, dağılmağa küçülmeye mahkûm olur. Vicdanda kuvvet var, fakat cami'ada
vüs'at yoksa o cemiyet büyüyemez, akıbet büyük bir cemiyetin bel'ine uğrar.
Acaba ruhi insanide mahabbet ve mehafetin bütün hududunu ihata eden en muhit ve
en kavi müessiri içtimaî ne olabilir? Zıddı, nazîri, şeriki mevcut
farzedilebilen hiçbir şey bu kudreti şamileye malik olamaz, şeriki nazîri mevcut
olmıyan da ancak Hak teâlâdır. Çünkü
mukabili lizatihi batıl ve lizatihi mümteni olan ancak odur. Ve bunun için bütün
mehamid ona mahsustur. Bunu duyan ve kuvvetle yaşayan vicdanlar, cihanşumul bir
cemaatin azasından olmağa namzet bir ruhi içtimaîye malikdirler ve ancak bu
cami'a hissi uhuvvet aksasını bulur ve mafevki tasavvur olunamıyacak bir heyeti
içtimaîye teşekkül edebilir ve rıdvanı ekbere onunla erilir. İşte Fatihada
Hak teâlâ kendisini
evvelâ zevil'ukul fertlere duyurarak
vicdanlarında bu ruhi içtimaîyi terbiye ve takviye etmek için her birini
(........) diye ahd-ü misak alırken her ferdin
takririni bütün insaniyete ve bütün âlemîne şamil bir heyeti içtimaiyeyi temsil
eden bir hissi uhuvvet ve bir hissi içtimaî ile alıyor da «na'büdü, nestaîn»
dedirtiyor. Çünkü cem'i mütekellim, muhatap ve gaip cemilere benzemez bunda
hakikaten söyleyen yine bir müfrettir. Fakat o müfret ihvanını temsil ederek
yalnız kendisinden söyler de biz der ve ne vakit bir cemaat, cemaat olarak söz
söylemek isterse içlerinden biz diye söyliyebilecek birinin tahtı riyasetinde
toplanırlar da hepsi ona söyletirler, yoksa her birinin ben ben ben diye
bağırması bir cemaatin tekellümü sayılmaz da müteferrik fertlerin tekellümü
sayılır.
Binaenaleyh cem'i mütekellim hakikatte nefsi mütekellim
maalgayr demektir. Ve bu suretle (........)
diyen bir fert olacak ve maamafih bunu söylerken vicdanında hissettiği ihvanını
da temsil etmiş bulunacaktır. Bu uhuvvet hafaza melâikesinden başlar da hâzır
olan veya olacağı tasavvur edilebilen cemaatlere kadar gider. Her fert Fatiha
ile bu ahdi yapar veya te'kit ederken bir cemaatin imamı mesabesindedir. Ve bu
mana dolayısiyle mezhebimizde imamın arkasında namaz kılan cemaat ne Fatiha, ne
saire hiçbir şey kıraet etmez de hepsinin hisabına imam okur. Çünkü kur'an
okumak Allah tealâ ile tekellüm etmek manasındadır. Münferiden namaz kılan fert
ise henüz bilfiil teşekkül etmemiş bilkuvve bir cemaatin imamı mesabesinde
olduğundan behemehal kıraet eder. Ve bu gibi fertler tekessür edip tanıştıkça
bilfiil cemaat te kendiliğinden ve kolayca teşekkül ediverir de derhal
içlerinden birini imam tanıyarak ona iktida, ederler ve kuvvei içtimaiyeleri de
imamları ile mütenasip olur. (........) dini
islâmın namaz ahkâmı tafsılâtiyle bilinir, düşünülürse bunun dekaikinı anlamak
mümkin olur. Ve her namazda Fatiha okumanın hikmeti vücudü de tezahür eder.
Demek ki, henüz böyle bir cemaat bilfiil mevcut değilken bu ruhun bir fertte
teessüsünden bilâhare büyük bir hey'eti içtimaiye teşekkül edebilir ve bu
suretle ruhi içtimaî, cismi içtimaîye mütekaddim olduğundan bir fert, bir
cemaatin bütün vicdanını onun teşekkülünden evvel dahi taşıyarak onu temsil
eder. Ve o his ve vicdan ile Allah tealâya akdi misak edebilir ve mes'elede hiç
bir devir şaibesi yoktur. İşte islâm bu büyük ve lânazir ruhu içtimaîdir ve onun
muhtevi olduğu manayı içtimaî ve medenî fevkinde hiç bir camia tasavvuruna imkân
bulunamaz. Bunu ise pek küçük ve dar vicdanlar yaşıyamazlar da küçük küçük
mabutlar ararlar ve dairei uhuvvetleri ne kadar küçülürse o kadar rahat
duyacağız zannederler, fakat duyamazlar, bir müslümanın kalbindeki metanet ve
sekinete bir türlü eremezler. Bu suretle cemaati islâmiyenin kuvveti, fertlerin
kesreti ve vicdanı islâmîlerinin kuvvetiyle mütenasiptir ve cismi cemaat mevcut
ve kuvvetli iken ferdin bu ruhi içtimaîyi duyması ve taşıması kolay olur. Lâkin
cismi cemaat zaif olduğu zaman böyle bir vicdan taşımak zor ve hele henüz
bilfiil cemaat yokken böyle namütenahiye eren kuvvetli bir vicdana sahip olmak,
bütün Dünyayı tutacak bir ruhi küllîye sahip olmak demek olduğundan bizzat bir
teyidi ilâhîden başka suretle kabili ıktiham olmıyan bir suubettir ve bu makam
makamı enbiya ve bilhassa makamı Hatemülenbiyadır. Filvaki
Cenâb-ı Allah dahi Fatihada
evvelâ bu akdi habibi kibriyası Muhammed
Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimizin
kalbi risaletpenahîlerine vahiy ile yaptırmış ve bu misakı onun vicdanı
içtimaîsiyle lisanı ubudiyetine takrir ettirmiştir. Binaenaleyh tam manasiyle
(........) diyebilen sadık ve masduk abdi
ekmel, ferdi cami Hatemülenbiya Efendimizdir. Ve asıl makamı ubudiyet onundur.
Bunun için (........) düsturi imanı teşkil
eder. Onun sinesi öyle bir inşîraha ermiş idi ki, Garihıradaki infirat ve
tecerrüdü esnasındaki taabbüdü ile ruhi küllü temsil etmiş ve vicdanı içtimaîsi
bütün âlemîne imam olmuş ve işte cemaati islâm bundan teşekkül etmiştir. Ve her
asırda onun sunnetine ittiba ile cidden ümmeti olabilen cemaati islâmiye dahi
fertleriyle değil ise de bütün hey'eti içtimaiyeleriyle bu akdi ubudiyeti
bihakkın söyliyebilmişler, ne Allahtan başkasına boyun eğmişler, ne de arzı
istiane eylemişlerdir. Çünkü cihanın nümune imtisali olan devletini onlar teşkil
etmişler, yirmi otuz sene içinde Kâbedeki putları kıran, Kisraların cihangir
saltanatlarını deviren, Kaysarlara boyun eğdiren bu ruh idi, Türkistan sahrasına
gidip Türkleri cezbeden, oradan çekip İstanbullara Viyanalara kadar götüren yine
bu ruh idi. Namazda Fatiha okurken bir kimse
(........) yerinde (........) dese
namazı fasit olacaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah
fertten sade vicdanı ferdîsiyle bir misak istemiyor da vicdani içtimaî ile bir
misak istiyor. Ve her namazında bu vicdanı terbiye ve te'yit eylemek istiyor.
Binaenaleyh bir müslüman (........) derken
şöyle bir teemmül etmelidir: «Ancak sana ibadet ederiz» dediği zaman kimleri
temsil ediyor? ve «ancak senden istiane ederiz» dediği zaman kimlere vekâlet
eyliyor. Yani bu sözünde hangi cemaatin refakatiyle sadık olabilecekse lâakal
onları düşünerek bunu söylemelidir. Böyle bir cemaati ubudiyet hâzırda bilfiil
mevcut ise o kifayet edebilir, değilse mevcut olan cemaate kuvvedeki cemaati,
Allah’ın melâikesini dahi zammetmeği her halde unutmamalıdır. Bu meratibe işaret
için müfessirin buradaki biz zamirlerini okuyan kimse ile beraberindeki hafaza
melâikesine veyahut cemaati hazıraya veyahut bütün müvahhidîne racidir derler.
(........) hem tevhidi rububiyete ve hem
tevhidi ubudiyete delâlet etmektedir. Tevhidi rububiyet, Allah’ın vahdeti zatiye
ve hakikiyesini itiraf-ü kabul, tevhidi ubudiyet de bu sayede bir vahdeti
içtimaiye teşkil için bir inşai taahhüt oluyor. Ve binaenaleyh tevhidi
rububiyeti Fatiha bidayetinden beri (........)
tevhidi gıyabîsini tesbit ve telkin ile vahdeti hakikiyeye, tevhidi ubudiyet de
vahdeti terkibiye ve izafiyeye, tevhidi ubudiyet de vahdeti terkibiye ve
izafiyeye ibtina ediyor. Bu ayette «Allah’ım senden başka mabut olmadığına
şehadet ve bununla amel etmeği taahhüt eyleriz» diye
(........) tevhidi şuhudîsini takrir ediyor. Lisanı kur'anda bu gibi
içtimaî hitap ve taahhütlerin iki mânası vardır.
Birisi,
cemiyeti fertte, ferdi cemiyette indiraç ettirerek her
ferde alesseviyye hak ve vazife tevzi etmektir ki, bunda haysiyeti ferdiye ilga
edilmeksizin hasıllarında tam mânasiyle içtimaiyet tahakkuk eder. Buna umumi
istigrakî veya külli ifradî denilir. Ve farzı ayn ifade eder. Diğeri mânai ferdi
ilga ve yalnız haysiyeti içtimaîyeye itibar ederek vazifeyi vahidi içtimaîye
tevcih etmektedir ki, buna da umumi şumulî veya intizamî, yahut külli mecmuî
denilir ve farzı kifaye ifade eder ve balâda anladığımız ve süveri sairei
kur'anda göreceğimiz veçhile mânayi ferdî ilga olunmaksızın her birimiz böyle
yaparız diye farzı ayn mânası anlaşılmaktadır. Binaenaleyh cemaatle
(........) tevhidi şuhudîsi fertlerle
(........) tevhidi şuhudîlerinin hasılası
olacaktır. Ve bu mertebe meratıbı tevhidin ekmelidir. Halbuki kanuni rububiyette
sirri terbiye bulunduğunu da görmüştük. Bunun için Fatihada olduğu gibi dini
islâmın bütün nususunda bilistikra mebde olmuş ve miftahı imanda vicdan ile
vücut, gıyap ile şuhut beynindeki (........)
tevhidi ve belki sadece (........) tevhidi
gıyabîsi farzı ayn kılınarak (........) tevhidi
şuhudîsi farzı kifaye yapılmıştır. Bu suretle islâmda hem ferdin ve hem cemaatin
vicdanî tevhidi vardır. Ve bunlar mütekabilen yekdiğerinin kefilidir. Hey'eti
içtimaiye vicdansız olmak şöyle dursun meratibi tevhidin ekmeli olan
(........) tevhidi şuhudîsini yapan vicdanı
ekmel asıl onun olacaktır. İşte (........)
böyle tafsılâtı tazammun eden bir tevhidi mahızdır ve bundan envai şirkin
hepsini nefyeden bir cevabı red vardır. İmam
Fahreddini razi burada şu telhisı yapmıştır. «Müşrikler bölük
bölüktürler. Çünkü Allah tealâya karşı iddia edip tapdıkları şerik ya cisim veya
gayri cisim olacaktır. Şeriki cismanî ya ecsamı süfliyedendir, veya ecsamı
ulviyedendir. Ecsamı süfliyeden şerik ittihaz edenler ya basit cismi veya
mürekkep cismi almışlardır. Mürekkep cisim mevalidi selâseden biridir. Yani
meadinden veya nebatattan ve hayvanattandır veya bu miyanda bilhassa
insanlardandır. Ecsamı madeniyeden şerik ittihaz edenler asnama, meselâ
taşlardan, altundan, gümüşten putlara taparlar, ecsamı nebatiyeden şerik ittihaz
edenler meselâ her hangi muayyen bir ağacı mabut yaparlar, hayvandan şerik
ittihaz edenler meselâ öküz, buzağı gibi bir hayvanı mabut sayarlar, taparlar,
insanlardan şerik ittihaz edenler de meselâ bir Fir'avn, bir Nemrudu rabbiâlâ,
ilâh tanıyanlar ve yahut Uzeyr Allah’ın oğlu, Mesih Allah’ın oğlu deyenlerdir.
Ecsamı basiteden şerik ittihaz edenler meselâ ateşe tapan Mecusîler gibidir.
Ecsamı ulviyeden şerik ittihaz edenler de güneş, ay ve sair yıldızlar gibi
kevakibe tapan ve saadet-ü nuhuseti onlara atfeden Sabi'e ve ekseri
müneccimindir. Ecsamın gayrisindan şerik ittihaz edenlere gelince: Bunlar da
kısım kısımdır. Bir kısmı mütebbiri âlemi nur ile zulmet diye ikiye
ayıranlardır. Bunlar Maniviye yani Mani mezhebinde bulunanlardır. Sineviye -ki,
bunlar henüz maneviyata yükselmemişlerdir- bir kısmı melâike ervahi felekiyedir
ve her ıklimin ervahi felekiyeden müdebbir bir ruhi muayyeni vardır ve envaı
âlemden her birinin dahi müdebbiri olan bir ruhi felekîsi vardır derler, ve bu
ruhlara bir takım suretler, timsaller yaparak onlara taabbüt ederler. Bunlara
Abedei melâike denir -bunlar mâneviyatı sezmiş ve fakat ecsamperest, Abedei
asnam menzilesinde kalmışlardır- diğer bir kısmı bunları geçerek biraz daha
yükselip âleme iki ilâh tanımış, biri pek hayırlı, biri pek şerir, yani biri
mebdei hayr biri de mebdei şer olmak üzere iki mebdei evvel iddia etmiştir ki,
bunlara göre âlem, biri Yezdan, biri Ehremen yahut div yani biri Allah, biri
İblis ve yahut Şeytan namiyle kardeş addedilen iki müdebbir tarafından tedbir ve
idare edildiği farzolunuyor da âlemdeki bütün hayırlar Allahtan, bütün
şerler de İblisten biliniyor. Bunlar da Sineviye oluyorlar.
Manîlerin nur-u zülmeti maneviyetle tefsir ediliverirse hemen bunlara intibak
ediverecektir. Bunun için bu iki noktai nazar türlü türlü tahavvülât ve
tağayyürat içinde birçoklarına sıreyet etmiştir. ilah...». Görülüyor ki, bu son
noktadaki sinevîlik arada bir kardeşlik mülâhaza etmeksizinin iki mebdei evvel
ile idarei âlem mümkin olamıyacağını da sezmiştir. Filvaki aralarında asla bir
noktai ittisal ve iştirâk bulunmıyacak olan iki mebdei evvelin bir nizam tesis
edemiyecekleri ve binaenaleyh âlemde hayır ile şerrin hiçbir ciheti telâkisi
bulunamıyacağı bedihîdir. Çünkü aksi tenakuzdur. Halbuki bir hatve daha atince
bu kardeşliği görmek daha evvel ikisi üzerinde hâkim bir mebdei müşterek görmek
demek olduğu anlaşılır ve o zaman bu iki kardeş birer mebdei evvel değil, birer
mebdei tâli olmak lâzım gelir. Şu halde bunlar bir peder Allah’ın maiyyetine
verilince bir teslis fikri hasıl oluvermiş ve bu da şu felsefede bu felsefede
dolaşırken nihayet Hıristiyanlığın son şeklini almıştır. İşte beşeriyet,
besateti hasebiyle asıl olan mabudi vahid şuurundan dalâleti fikriye ve hissiye
ile sapa sapa taaddütlere dalarak dağılırken, diğer taraftan taaddüdü azalta
azalta ikiye indirdiği sırada tekrar teslise sapmış ve nihayet dini islâm ile
tevhidi hakikîyi kemalile bulmuş ve toplanmıştır
(........) İşte bütün bu efkârı şirki yıkan bir hücceti rahmaniye
toplanır, akibet islâmdan kaçdıkça dağılır, nihayet zelil ve perişan olurlar, bu
sade nazarî değil ayni zamanda bir hakikati tecribiyedir ve islâm böyle bir dini
umumîdir.
Böyle bir ahd-ü misak yapıldıktan sonra bir
nefes alınıyor, alınır alınmaz, icrayi ahkâmına girişebilmek için de
6
O kendilerine in'am ettiğin mes'utların
yoluna.
7
Ne o gadap olunanların ne de sapgınların.
(........)
duasına başlanıyor. Bu talep ve dua isti'anenin ehem ve eşmel bir sureti
tatbikiyesiyle beyanıdır. Çünkü nesteîn vakfında nefes alırken bu talebe nerden
ve ne suretle başlıyacağımızı düşünmemiz lâzım geliyor. İşte bu ihtiyacımıza
cevap olarak bu dua beyanen telkin buyurulmuştur ve bu suretle «ihdina, nesteîn»
de bu da «iyyake na'büdü» ile beraber ehamdüde münderiç olduğundan bütün
Fatihanın bir «elhamdülillâh» cümle-i tammesinin inkişafı olup sade başiyle
değil, hey'eti mecmuasiyle kelâmı vahıd halinde bir «elhamdü» suresi teşkil
ediyor. Ve bunun için evvelki iki vakıf, tam ve mutlâk olmakla beraber lâzım
olmıyor. «
اهد
» hidayet masdarından emir sıgasıdır. Bu sıga ile yukarıdan aşağıya büyükten
küçüğe cezmen vuku bulan talebi file, emir, aşağıdan yukarıya yapılan talebe,
dua, müsaviden müsaviye yapılırsa iltimas denilir. Hidayet matluba isal edecek
şeye lûtf-ü letafetle delâlet etmektir ki, yolu sadece gösterivermek veya yola
götürüvermek ve hatta nihayete kadar götürüvermek suretlerinden biriyle tahakkuk
edebilir, evvelkine delâleti gayri musıle veya irşat, ikinciye delâleti musıle
veya tevfik tabir edilir. Bu delâlet te lûtuftan murat, unf-ü şiddet mukabili
olan rıfk-u mülâyemettir. Letafetten murat ta inceliktir. Hidayet matlûbi hayra
mahsustur, Meselâ hırsıza yol göstermeğe, rehberlik etmeğe hidayet denilmez
(........) ayetinde olduğu gibi şerde istimali,
tehekkûm ve tarız gibi bir nükteye binaen mecaz olur. Demek ki, hidayet her
matlûba alelıtlâk rehberlik etmek değil, irşat gibi gayesinde hayır,
keyfiyetinde lûtuf-ü letafet bulunan bir rehberliktir. Binaenaleyh «ihdina» nın
mealinde en muvafık tabir lisanımızda maruf olduğu gibi, «bize hidayet et»
demektir. Göster diyince götürmek kalır, götür diyince letafet kalır ve hiç biri
tam manayi ifade etmez ve lisanımızda böyle maruf bir kelimenin yerine behemehal
bir kelime koymağa çalışmak maksadı beyana münafi, kuru bir taassup olur. Allah
tealânın hidayeti, hususiyatı itibariyle kâbili addü ihsa olmadığı gibi envaı
itibariyle de öyledir. Bununla beraber ecnası müterettibe ile münhasıran
mülâhaza olunabilir: 1- Ruhanî veya cismanî kuvvet ifazası ki, insanın
mesalihini ikameye sebep olan havassı ve zahire ve batınasını, kuvvei akliye ve
iradiyesini ve hatta ef'ali tabiiye ve hayvaniyesinin suduruna sebep olan kuvayi
tabiiye ve hayvaniyesini ihsan ve idame etmek, iradelerle muratları tevfik
eylemek gibi. 2- Hak ile batılı, salâh ile fesadı farkettiren delâil nasb-ü
ikame etmek ki, (........) ayetlerindeki
hidayet bu kabildendir. 3- İrsali rüsül ve inzali kütüb ile hidayet ki,
(........) kavli ilâhîsinde hidayetten murat bu
olduğu gibi (........) ayetinde de böyledir. 4-
Vahiy veya ilham veya rüyayı sadıka gibi fekvalâde tariklerle kalplere serairi
keşf edivermek ve eşyayı hakikatte oldukları gibi gösterivermektir ki, buna
hidayeti hassa denilir. Çünkü bilhassa enbiya ve evliyaya vaki olur. Bunun için
umum noktai nazarından bunun tarikleri, turuki fevkalâdedendir. Maamafih
herkesin velev cüz'î olsun bundan bir hısseleri yok değildir, şu kadar ki,
mertebei yakine yükselemez. Bunlar, enfüsî, afakî, tekvinî ve tenzilî olmak
üzere dahi telhıs olunabilir. Kur’ân’da hidayet kelimesi kullanıldığı zaman,
bunlardan hangisi murat olunabileceğini makamına göre anlamak iktiza eder.
Hidayet mef'uli sanisine kâh (ilâ) ile bazan da
burada olduğu gibi bizzat tadiye eder. Bunu vasıtanın hazfile hazf-ü isal tabir
edilen sureti tadiye kabilinden sayanlar da vardır ki, bu takdirde aslı
(........) veya
(........) demek olur. Bunun lâzımı ve mutaviı ihtidadır. Hüda da hem
hidayet ve hem ihtida manalarına gelir. İhtidanın zıddı dalâl, bütün aksamında
hidaeytin zıddı da ıdlâldır. Dalâlette bulunanların hidayet istemesi, aslı
hidayetin husulünü istemek, hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat
veya ziyadei mertebe istemek olur. Halbuki (........)
diyenlerde aslı hidayet vardır. Hidayetin ikinci mef'ulü yani mef'ulü ileyhi
olan (........) lâmı ahd ile
(........)
= senin sıratın» terkibi izafîsinin
manasını ifade eder ve doğrudan doğru hakkın tarikine sadık olur. Lâmı cins ile
de henüz hususiyatı malûm olmamakla beraber alelitlâk cinsi malûm bulunan cadde
manasını ifade eder ve bil'istiare tariki hakka müntabık olur ki, sırat lügatte
cadde, şehrah, yani işlek büyük yol demek olup aslı
(........) tır. Ve cümhurun lûgati budur. İbnikesirden Kunbul ve Yakupdan
Rüveys rivayetlerinde de böyle sin ile essirat, sirat okunur fakat ranın tefhımi
ve (........) nın itbakından dolayı sinin sadad
kalbile sırat daha selis ve daha fasıhtır ki, Kureyşin lûgati de budur. Ve
İmamda yani Mushafı Osmande böyle yazılmıştır ve aşereden diğer kıraetler de
böyledir. Ancak Hamza kıraetinde «sad»a «za» kokusu verilerek bir işmam yapılır
ki, bu da Kays lûgatidi. [Ebuhayyan]. Cadde manasına sırat kelimesi lisanımızda
müstamel değildir. Ancak Cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe
mecbur olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin inişli yokuşlu, düzlü bir köprü
gibi tasavvur olunan ve zamanımız tabirince nâkil bir hattı havaî ile kabili
ifham olan bir Ahıret caddesinin ismi dinîsi olarak maruftur ve burada buna da
bir ima vardır. Hatta Amribni Ubeytten bu mana ile tefsiri de nakledilmiştir.
Lâkin burada asıl murat bir istiarei temsiliye ile tariki hak ve milleti islâm
olduğunu müfessirini kiram beyan edegelmişlerdir. Lûgati Arapta alelitlâk yola
tarik, işlek yola sebil, işlek, doğru, büyük ve açık yola evsafından birinin
buruzuna göre cadde, sırat, şarıa, şeria denilir ve bu sebeple bu sırat
kelimesinin şeriat kelimesini ifham edeceği unutulmamalıdır.
Müstakim, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik
bulunmıyan dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırat dahi cihetinde doğru ise de inişi,
yokuşu, bulunabileceğinden düzlük manasını da anlatmak için müstakim vasfı ile
takyit olunmuştur. Bu sebepledir ki, bunu müstevi ile tefsir ederler. Şu halde
doğru kelimesi tamamen müstakımin yerini tutamıyacaktır. Filvaki lisanımızda
doğru kelimesi, müstakim, hak, sadık manalarına dahi kullanılır. Kur’ân’ı
anlamak isterken elfazının ve terkiplerinin bütün inceliklerini gözetmek
lâzımdır. Belâgati kur'aniyenin hasaisından biri de hakikatleri en zahir
veçhinden gösterirken hututı dakikasını da mütenevvi nikâtı beyan içinde bütün
inceliklerile toplamasıdır, Vücuhi beyan kat'iyet noktai nazarile lâakal on altı
vechi ihtiva ettiği usulen malûmdur. İmaî ve gayri kat'î olan vücuhi belâgat ise
İlmi belâgatin kabili ıhsa olmıyan ezvakiyle anlaşılır. Bu münasebetle burada
bir düsturi kelâmî arz edelim. Şöyle ki, Tesadüf, müşahedei esrardan gafil olan
cahilin nazarındadır. Hikmette tesadüf yoktur ve Hakîmi mutlâkın her ihtiyarında
bir hikmeti mürecciha vardır. Gerçi irade zatında bir müreccihtir. Fakat iradei
Hakîm vücubi haricî tahtı tesirinde olmıyarak bir hikmeti de tazammun eder,
Binaenaleyh hakîm olan faili muhtarın kelâm ve kelimatının hususiyetleri hep
hikmete müstenit bir ihtiyar eseri olacağından meselâ tarik demeyip te sırat
demesi, müstevî demeyip te müstakim demesi, re'sen düşünülecek ve manaları ona
göre tasavvur olunacak birer hikmeti dahi tazammun ederler. Kur’ân ise bir
kitabı hakîmdir (........) bunun için
evvelâ kelimelerin mefhumlarını iyice tesbit
etmek, saniyen mevkilerinde lâfzan veya manen
alâkadar olabileceği kelimat ve meanisi ile mukayese eylemek,
salisen tarzı terkiplerini, siyak-u sibaklarını
mülâhaza etmek, rabian bunlardan asıl manayı
murat ile tezyinâtını temyiz eylemek lâzımdır. Manayı muradın tayininde dahi iki
haysiyet vardır. Birisi kelimenin aslında veya
makamındaki mefhumi zihnîsi, diğeri de onların vakideki mütenavelleri,
masadaklarıdır ki, tamim, tahsıs, itlâk, takyit gibi hususat bu ikisi arasında
cereyan eder, ve istinbatı ahkâmda bunların ehemmiyeti büyüktür. Tefsirlere
baktığımız zaman (........) den murat ne olduğu
hakkında şu rivayetleri görürüz: Sıratullah, tarikı hak, şebili mutedil,
kitabullah, iman ve tevabii iman, islâm ve şeriati islâm
Peygamberimizin ve eazımı eshabının
tarikı, sünen, tarikı sünnet ve cemaat, tarikı Cennet cisri Cehennem, nihayet
bunları telhıs eden muhakkıkînin tarikı hak ve milleti islâm tefsiri.
Şimdi senetleriyle beraber eslâfa ve eshaba
kadar giden bu mütenevvi ifadeler, «lâm»ın ahdiyyeti veya cinsiyyeti
mülâhazalarına nazaran bir kısmı mefhum ve ekserisi masadak üzerinde deveran
eden beyanattır, cisri Cehennem istisna edilirse obirleri vakide ayni medlûlün
evsafından birile ifadesinden başka bir şey olmadıkları halde mefhum ile masadak
farkını bilmiyenler, bunlardan ne kadar ihtilâflara düşebilirler. Filvaki
muhakkikinin tariki hak ve milleti islâm fezlekesi de bu iki haysiyete
muntabıktır. Tariki hak mefhum, milleti islâm masadaktır. Bu iki farka bizzat
nassı kur'anda tenbih için sırat iki def'a zikredilmiştir. «Sıratallezine»
essırattan bedeldir -bedeli kül veya bazolabilir- ve kelâmda kasd-ü irade asıl
bedele müteveccihdir. Mübdelü minih te külliyen metrûk ve matruh olmıyarak bu
maksudun bir haysiyeti zahiresini temhit eder ve bu suretle her bedelde kısmen
bir şerh-ü beyan ve kısmen te'kidi andıran bir kuvveti mana hasıl olur. Bu
bedelde ise sıratı müstakimin hem zatını ve hem vasfını şerh-ü tavzıh eden
kayitler vardır ki, birincisi sıratın muzafü
ileyhi olan (........) ismi mevsul ve sılası,
ikincisi bu mavsulün sıfatı olan
(........) üçüncüsü
de buna matuf olan (........) kayitleridir.
İşte (........)
den murat olan mana ve masadak, bunların heyeti mecmuası mülâhaza edildikten
sonra taayyün edecektir. Bunun için de evvelâ
kendindeki mefhumunu tesbit etmeğe ihtiyaç vardır. Vaz'ı lûgat itibariyle bu
mefhum, müstakim cadde demek olduğunu görmüştük. Fakat bu mefhum bize
evvelâ vakide yol dediğimiz bir mahsûsü
gösterir. Halbuki sevki kelâm istianenin ve meunetin beyanı idi. Bu ise gayrı
mahsûs bir mânadır. Binaenaleyh bu karinei kat'iye ile biz anlarız ki, bu yol
mânevî yoldur ve hiç olmazsa manevî yola da şamil bir mecazı sarihtir ve daha
açıkcası bir istiarei temsiliyedir.
Evvelâ
söylediğimiz gibi mahsûsattan işlek, büyük, vazih, düz, doğru bir yol tasavvur
ediyoruz ve bunu hey'etiyle zihnimizde ahzediyoruz.
Saniyen
bizim temayülâtımızın, efkâr-ü harekâtımızın cereyanına bir esas teşkil ederek
bizi doğruca ve selâmetle hayırlı muratlarımıza götürecek ilmî, amelî, vazih ve
şümullu ve Hak teâlânın vaz'ı olan bir
kanuni hak tasavvur ediyoruz bunu da hey'etiyle vicdanımıza alıyoruz.
Salisen
bu manevî hey'eti vüzuh ve îcaz ile anlatmak için evvelki mahsûs hey'ete mevzu
olan sıratı müstakim lafzını istiare edip zikreylediğimiz karineye istinaden
bunda kullanılıyor ve «ihdina» ile de buna bir teşrih yapıyoruz. Bu suretle bu
mefhumun hasılı Hak teâlânın vaz'ı olup
matlubi hayra hakkiyle götüren ve batıl olmıyan manevî yol olduğundan
muhakkikinin tarikı hak tefsirleri, sıratımüstakımin mefhum ile manayi müradını
beyan olduğu anlaşılır. Şimdi de masadakını bulalım: Yani tarikı hak ıtlâkına
seza olan her tarık, matlup olan tarikı müstakime dahil midir? değil midir?
burası cayi nazar ve az çok müphemdir.
Evvelâ
«nestain» de ilk hedefimiz meuneti ilâhiye oluyor ve sevki nazım bize iptida
meuneti ilâhiyenin ehemm-ü akdemini talep etmemizi telkin ediyor. Bundan da
alelumum meuneti ilâhiyeyi isticlâp eden bir tarikı vazıha hidayet talebi,
istianelerin ehemm-ü akdemi, ona hidayet ihsan etmek te meunetlerin ehemm-ü
akdemi olduğu anlaşılıyor. Halbuki tarikı hakkın bütün hususiyatı bir meuneti
Hak ise de bu meunetlerin akdem-ü ehemmi olan hangisidir?. Burası cayi teemmül
olur.
Saniyen
hidayet hayra masruf olur. Ve acaba manayi ammiyle tarikı hak içinde şerrolanlar
yok mudur? doğrusu vardır. Çünkü olmasaydı şerre yol bulunamaz, hiç bir şey
yapılamazdı, gerçi her tarikı hak, zatında hayrı mahızdır ve onun vaz'ı aslîsi
rahmeti ilâhiyenin tecellisini göstermektir. Fakat âlemde mahlûkatın
hususiyetine izafetle nef-u dar, hayr-ü şer hiçbir gaye tasavvur olunmaz ki,
onun bir tarikı hakkı bulunmasın. Bunların her birisi için de hakkın bir
sünneti, bir kanunu vardır. Ona sülûk eden doğru gâyesine gider. Hatta
denilebilir ki, bunların hepsi de Allah tealâya götürür, lâkin birisi rızasına
götürür, biri de gadabına götürür. Binaenaleyh tarikı hak,
Hak teâlânın rızasına götüren tarik diye
tefsir edilmedikçe burada matlup olmamak lâzım gelir, Filvaki «الصِّرَاطَ
الْمُسْتَقِيمَ» nazmı celili bize
alelıtlâk tarikı hak mefhumundan daha ehas ve daha vazif bir manâ telkin ediyor.
İşte bütün bu ibhamları izale için bedelin tezyiliyle mefhumun mütenaveli tefsir
veya tahsis olunmuş ve dini islâmın bir hadditam ile tarifine muntabık bir
surete ifrağ edilmek için (........) ilah...
buyurulmuştur. Bu bize evvelâ her matlapta
Hak teâlânın bir tarikı müstakimi
bulunduğunu gösteriyor ve «ihdina» onu talep etmemizi telkin ediyor ve bu
suretle ehemm-ü akdem meunet te iptida onun tarikı müstakimine hidayet olduğunu
anlatıyor, Filvaki Allah tealâ rabbülâlemîn olduğundan âlemlerin hepsinde onun
kanunları caridir. Kanunlar kâh vâzılarına ve kâh mevzularına, müteallâklarına
nisbet olunur. Meselâ Solon kanunu vâzıına nisbet olduğu gibi Akar kanunu da
mevzuuna, mahkûmlarına nisbettir. Tabiat dahi Hak kanunlarının mahkûmu olmak
itibariyle bunların irade kanunundan madasına kavanini tabiiye namı dahi
verilir. Lâkin hepsinin vazıı Hak teâlâ
olduğundan bunlara kavanini hak ve sünneti ilâhiye demek elbette daha doğrudur.
Bu kanunları bilmeğe ilm-ü fen denildiği gibi onların hayra götürenlerine de
din, millet, şeriat ıtlâk olunur. Vaz'ı ilâhi ve kanuni hak haricinde din aramak
batıldır ve bununla beraber her kanuni hak da din değildir. Meselâ beynine
kuvvetli bir tabanca sıkanın ölmesi bir kanunı haktır.
Hak teâlânın hususî bir iradesi mani
olmazsa o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir hayır, bir din
değildir, ısyandır, şerdir, kendi milki olmıyan binai hakkı tahriptir. Bunun
gibi insanların ef'alinden hangisi alınsa onun bir ciheti hayır veya şer ile
muntabık olacağı bir kanuni Hak vardır. Hayır cihetiyle muntabık olduğu kanunı
hak din, şer cihetiyle muntabık olduğu kanunı Hak, hilâfı dindir. İki cihetten
de kanuni Hakka tatbik olunmıyan fiil, şer ve batıldır. Hasılı her kanunı hak
bir vaz'ı ilâhî olduğundan müstakimdirler. Vaz'ı beşerî olan kanunlar ne ilim,
ne din hiç biri olamazlar, bunlar ilim noktai nazarından batıl, din noktai
nazarından şer teşkil ederler ve gayri müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı
gerek ilimde ve gerek dinde kanun vazetmek değil Hakkın kanunlarını arayıp
bulmak ve keşf-ü ızhar etmektir. Arşimit, muvazenei mayiat kanununu, Nevtun,
cazibe kanununu, Aristo, tenakuz kanununu vazettiler demek doğru olmadığı gibi
Ebuhanîfe Hazretleri de kıyası fıkhî kanunlarını vazetti demek doğru değildir.
Bunlar onların vaz'ı olsa idi eğri ve yalan olurlardı, doğru olmaları kanunı
Hakkın keşfine mazhar olmalarından naşidir. Bunun için ulema, mucit değil kâşif
ve muzhirdirler. Zira kanunı Hakkın hafî olanları da vardır.
(........) ise vazılı manasını dahi tazammun
ettiğinden bunları ızhara vesile olacak vazıh ve işlek bir tarikı esasîyi ifham
ediyor ve kanunı Hak olmıyan, meuneti ilâhiye ile hiç alâkası bulunmıyan eğri
büğrü yolların hepsinden ihtiraz ettirdiği gibi hidayet de hayra masruf
olacağından doğrudan doğru şerre götürmekte hak olan kanunlardan dahi ihtiraz
edilmiş oluyor. Fakat bu son ihtirazda bir kaydi haysiyet aramak lâzım gelir?
Çünkü şerden ihtiraz ettirmek için onu tanımak ve tanıtmak ta bir hayırdır.
Yılanı bilmiyen ondan nasıl sakınır. Binaenaleyh hidayet kelimesindeki hayriyyet
manası, sıratı müstakim, tarikı hak mefhumundan şer kanunlarının alelıtlâk
tard-ü ıhracını değil, belki hayır kanunlarını evamir olarak müsbet ve şer
kanunlarını nevahi olarak menfî bir haysiyetle takyit etmeği icap edecektir.
İşte akıbinde bedel tarikiyle (........)
ayetleri bu menfı ve müsbet haysiyetleri de ibraz ediyor. Demek ki, «essıratal
müstakim» lâmı aht ile dini hakkın haddi tammıdır. Mabadi de bunun şerhidir.
İn'am, nimet vermek, nimeti isal etmektir. Aslında müteaddidir. Lâkin tafdıl
manasını tazammun ile mün'imin ulviyetini ve nimetin isti'lâsını ima için
(........) ile sılalanır. Nimet aslında insanın
telezzüz ettiği halet, yani haleti hasenedir ki, hazzı saadet demektir. Bundan
alınarak bu telezzüze sebep olan şeylere ıtlâk olunmuştur. Aslı yumuşaklık demek
olan nüumet ile alâkadardır. Arapça evvelki manada daha ziyade feth ile na'met
kullanılır. Nitekim (........) denilmiştir.
Yani nice nimet sahibi vardır ki, tena'ümü yoktur. Meselâ ekmeği vardır yiyemez,
yirse tadını bulamaz. İn'amı ilâhî asıl bundadır.
Allahü teâlânın nimetleri ise sayılamaz
(........)
Fakat başlıca Dünyevî ve Uhrevî olmak üzere
iki menba'da mülâhaza olunabilir. Niami Dünyeviye iki kısımdır: Vehbî, kesbî.
Vehbî ya ruhanî veya cismanîdir, tabiri aharle ya manevî veya maddîdir. Ruhanî
olanlar nefhı ruh, işrakı akil ve zekâ ve bunlara tabi olan fehim, fikir, nutuk,
selâmeti vicdan gibi, cismanî olanlar beden ve echizei bedeni ve bunlardaki
kuvaı asabiye ve adaliye, hazmiye vesair kuvayı maddiyeyi, halât-ü heyeti
hasılayı halk-u tekmil gibi şeyler. Kesbî olanlarda nefsi rezailden tasfiye,
ilm-ü marifet, ahlâkı seniye ve melekâtı fadıla ile tahliye eylemek, bedeni
hey'âtı matbua ve şemaili müstahsene ile tezyin etmek, câh, yani mevki ve
haysiyeti içtimaiye mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir. Niamı uhreviye,
Dünyada vaki olan ifrat-ü tefrıtlarını mağfiret ederek rızasına erdirmek, ve
melâikei mukarrebin ile beraber âlâyı illiyinde ebedel'âbat huzurü istikrara
nail kılmaktır ki, bu da vehbî ve kesbî, ruhanî ve cismanîye münkasim olur.
Bunların hepsi başlı başına ve filhal mülâhaza edildikleri zaman şüphesiz birer
nimettirler. Fakat her biri âtisine ve mabadına nisbetle mülâhaza edilince
iptida nimet zannedilen birçok şeylerin hakikatte nikmet ve belâ çıkdığı da
muhakkaktır. Bilakis iptida elem ve nıkmet görünen bazı musıbetlerin bilahare
büyük bir nimet-ü saadete vesile olduğu da muhakkaktır. Ve safadan sonra cefa ne
kadar acı ise cefadan sonraki safa da o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddî ve
hakikî olan nimet-ü saadet âkıbeti her halde salim olanlardır. Binaenaleyh
matlûbi aslî sadece iptidai nimet değil, âkıbete selâmetle yetiştiren nimetler
olmak lâzım gelir. İslâm kelimesinin dahi ilham ettiği bu haysiyet
(........) vasfiyle ifade ediliyor. Bu suretle
«en'amtealeyhim» de nimet ve in'am umumı istiğrak ile lafzıam olmamakla beraber
mefhumen ıtlâkiyle her türlü nimete muhtemel ve şamil olabileceğinden mütenaveli
tahsıs olunmak için gadabü dalâlden selâmet kaydiyle takyidedilmiş ve tam
manasile nimet ifade edilmiştir ki, bu da niami uhreviye ve ona vesile olan
vehbî, kesbî, ruhanî, cismanî niami Dünyeviye demektir. Bunların başı da hakkı
hayat, hakkı hurriyet, iman, selâmeti vicdan, hüsni ahlâk, salâhi içtimaî, ilmi
nafi, ameli salihtir. Lisanı islâmda hürriyet, hukukuna malikiyet diye tarif
olunur, [Keşfi pezdevî] ki, bunun zıddı hukukuna başkasının malik olması demek
olan esaret ve rıkkiyettir. Aslı hukuk ise vaz'ı ilâhidir. Binaenaleyh her hangi
bir ferdin vaz'ı beşerî ile tebdil, tagyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa o
artık yalnız Allah’ın kurulu değildir. Ve onda bir hissei esaret vardır. Ve
artık onun vecaip-ü vezaifi mahzı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf-ü
iradesine tabidir. Binaenaleyh Hak teâlâyi
tanımiyan kimse de hukukuna malikiyet manâsına hakkı hürriyet farzetmek bir
tenakuz olduğu gibi, Hak teâlâdan
başkasına kul olanlarda da hürriyet farzetmek imkânsızdır. Ve bunun için zâmanı
hürriyet yalnız Allah’a ubudiyettedir. Ve sıratı müstakimin mebdei bu ubudiyet
ve ilk gayei dünyeviyesi de nimeti uzma olan bu hakkı hürriyettir. Bunun başı da
niamı vehbiyeden hayat, niamı kesbiyeden imandır. İşte bu ikisi usuli niamdır.
Bunların mebdei de meunet ve hidayeti ilâhiyedir. İstenen tarik de bu meunetin
tarikı müstakimdir. Ve işte nimeti islâm bu tarikı mustakimdir.
(........) de iki vecih mümkindir.
Birisi bervechibalâ hiçbir mef'ul gözetmiyerek
(........) alelıtlâk fili in'amı ika ettin yani
onları mes'ut kıldın manâsı, diğeri de (........)
gibi mef'ulübih bir zamir takdir etmektir. Sahip keşşaf evvelkini, İbniceriri
Taberî ikinciyi tercih etmişlerdir. Haziften
selâmet itibariyle evvelkisi evlâ ve beliğ ve fakat bir kinâye mahiyetindedir.
Bu sebeple fi'lin muktezası olan ikincisi
zahirdir. Ancak İbn-i ceriri Taberî bu
mefulü (........) karinesiyle tâat ve ibadete
irca ederek «sen onlara tâat ve ibadetini in'am ettin» suretinde göstermiştir.
Fehmi acizaneme göre bu takdirde zamiri sırate irca ile «sen onlara o sıratı
in'am eyledin» mânasını vermek daha zahirdir. Ve en doğrusu burada zamiri takdir
etmeksizin in'am fili mutlâkını, in'amı sırattan, yani
(en'amte) yi (en'amtebih) ten kinaye
yapmaktır ve İlmi meanide malûm olan mef'uli mahsusa taallûktan kinaye uslubu
burada pek beliğdir. Ve bunda in'amı sıratın in'amı mutlâk ve hatta in'amı kül
mesabesinde olduğu anlaşılır. Bunda calibi dikkat üç nokta vardır:
Evvelâ,
bizzat tarik ve sıratın ehemmi niam olan bir nimeti uzmâ olduğu anlaşılır.
Saniyen,
in'amı sırat, ehemmi meunet olduğu anlaşılır.
Salisen,
onlara izafe kılınan bu sırat kendi vazıları olmayıp, vazı ve in'amı ilâhî
olduğu ve onların sıratı olması mazheriyet ve sulûkları itibariyle bulunduğu
anlaşılır. Ve bu evsaf ile Allah’a müzaf olan ve doğru niam ve meuneti ilâhiyeye
götüren sıratı müstakime intibak eder. Filvaki nimeti tarik, âzamı niamdır.
Çünkü her hangi bir nimetin tarikıne, kanununa nail olmak, o nimete bir kerre
değil, daima nail olmayı intaç eder. Ulûm-u fünununun ehemmiyeti de bundandır.
Birisinden on liralık bir iane istemekle, daima
on lira getirecek bir tarik, bir sebep istemek arasında ne kadar fark vardır.
Cenâb-ı Allahtan «yarab bana iane et de
fülan nimeti ver» diye dua ve istianede bulunmak pek küçük bir talep olur. Hattâ
«her nimeti ver» demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin
her zaman devam-ü istimrarı te'min edilmiş olmaz. Fakat «fülan nimetin tarikını
in'am et ve o tarikte sebat nasip eyle» diye taleb-ü taharride bulunulacak
olursa bu dua kabul olunduğu zaman o nimet bir kerre değil bin kerreler ve ilâ
nıhaye elde edilmiş olur. Tarîkın en büyüğü de meuneti ilâhiyenin tarikı
vurududur. Bunun en kısası da müstakim olan tariktır. Bu bulununca tarikı
nimetin hepsi bulunur. Tarikı nimet bulununca nimetlerin hepsine aleddevam
erilir ve burada iptida bize nimet ver denmeyipte
(........) duasiyle doğru yol istemenin ta'lim buyrulması bu manayı ne
güzel te'yit eder. Fatihaya (ta'limi mes'ele)
isminin verilmesinde de bu nüktenin büyük bir hissesi olduğunu hatırlamalıyız.
Halbuki bu taallûkı mahsus mülâhaza edilmediği takdirde bu manaları istihraç
müşkil olacak ve sıratın onlara in'amı ilâhî olduğu hafi kalacaktır. Bu cihetle
evvelki takdirdeki ıtlâkı nimetin belâgati bile bunun madununda demektir. Gerçi
onda sıratın gayesi nimeti mutlâka olduğuna zahir bir ima vardır. Ve bu mâna
avam için cazibelidir. Lâkin iptida kelâmın sevkinde gayei matlûbenin meuneti
ilâhiye olduğu aşikâr ve bu münasebetle sıratın gayesi de o ve daha doğrusu
bizzat Allahteala olmak mütebadirdir. Bütün niam da buna müteferrı'dir ve işte
asıl siratı müstakim, tarikı hak bu manada alem gibidir. Çünkü bir nimetin bir
tarikı bilinir ve sulûk de edilir de yine bizzat meuneti ilâhiye, tevfikı hak
bulunmazsa bir mani zuhur eder, matlûp hasıl olmaz da tali böyle imiş denilir.
Binaenaleyh her şeyden evvel bu meunet ve tevfike ermek için bütün metalibi
aguşuna almış, büyük, açık, doğru, düz bir yol istemek zarurîdir.
Bu yol (........) ahdinde sebat
ile yürüdecek olan bir din ve millettir. Her hakikati ve matlebi aguşuna almış,
bir din ve millet, bir sıratı müstakim istemek sade bir tasavvur ve hayalden
ibaret bir istemek de değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her
muradına nail olmuş, hem de kemali selâmet ve saadetle nail olmuş ehli nimet,
tarihi beşerde inkâr olunamıyacak surette sabit ve böyle bir matlûp asarı
müşahede ve tecribe ile bilfiil görülmüş bir emri vakidir. Ve işte
(........) den sonra
(........) buyrulması bunu da bilhassa göstermektir. Şimdi bunların
kimler olduğunu anlamıya çalışalım. Bunların heyeti mecmuası bize ahdi haricî
ile gösteriliverecek bir cemaati mahdude değildir. İptidai beşeriyetten bu ane
kadar peyderpey gelmiş ve terbiyei hak ile devir devir ızharı kemal etmiş
mütevaliyen münteşir ve gayri mahsur zevat ve cemaatlerdir. Biz bunları yalnız
«mün'amün aleyhim - yani niamı ilâhiyeye ermiş olanlar» unvanile tanır ve
vasılîn, erenler diye mülâhaza ederiz ve bu cinsin âlemde vücudunda hiç şüphe
etmeyiz. Bu nokta yakinîdir. Ve alelıtlâk bunların sıratını talep etmek te bu
yakin ile harekettir. Fakat tafsılâtına ve bu cinsin efrat ve envaından bir
nümune almak için hariçte tayinlerine gelince: Bunu nimetin manasını takdirimiz
nisbetinde bir ahdi zihnî ile mütalea edebiliriz. Bunun için
(........) de ya tarifi cinsî veya ahdi zihnî
melhuzdur. Cins olduğuna göre (........) bedel,
ahdi zihnî olduğuna göre de sıfat olmak zahirdir. Binaenaleyh bunları iptidaen
ahdi zihnî ile tasavvur edip bu evsafı haiz bir cemaati mes'ude arayacağız, ve
Allahü teâlâdan onların yoluna hidayet
talep edeceğiz ve muvaffak olduğumuz ande bizde o yolda o cinsten âleme nümunei
imtisal olacak bir zümrei cemaat teşkil etmiş bulunacağız. Kur’ân bize bu
cinsten birçok cemaatler gösterecektir ki, (........)
ayeti bu bapta en cemiyetli olan ayetlerden biridir. Yani tam manasiyle mün'amün
aleyhim olan süadâi hakikiye enbiya, sıddikîn, şüheda, salihin ve bunlara refik
olan ehli imandır. Fakat bu izah iptidai islâma nazarendir. Bize gelince: Bu
numunenin bütün iphamlarından ari bir ahdi haricîsi vardır ki, o da
Hatemülenbiya Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizle eshab-ı
kiramıdır. Az zaman içinde bunlarda tecelli eden nimeti muvaffakiyetin, saadeti
dünyeviye ve uhreviyenin bir misalini daha tarihi beşer bugüne kadar
kaydetmemiştir. Tarihi umumîyi okuyunuz ve bugün Dünyadaki akvama da bir ircai
nazar ediniz. Bakınız, bunların içinde meselâ bir Hazret-i Ömer siyretinin
nazîri olabilecek hiçbir misal bulabilecekmisiniz, bir taraftân fütuhat elektrik
sür'atile şark-u garbe yayılırken diğer taraftan bütün adaleti ilâhiye yerleri
gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde zevki hakka müstağrek olan Ömerin
sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne Kisraların, Kayserlerin tacı
haşmetlerinden çok yüksek bir hissi ibtihaç saçıyordu. Fakat dünyanın bu
teveccühü içinde hiçbir gün şaşırmiyan, metanetini zayi etmiyen Hazret-i Faruk
vefati peygamberî günü farukiyetini gaybeder gibi göründüğü zaman, Hazret-i
Sıddik bütün sıddikiyetile ibrazı vücut ederek onu ve herkesi irşat etmiş ve
cemaatı kemafissabık sıratı Muhammedîde yürütmüştü. Daha evvel hicret günü
müsahabeti nebeviyye ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına
uğradıkları zaman Hazret-i Sıddika da hüzn-ü fütur ârız olmuş iken
(........) diye onu tesliye ve tatmin bir ahdi
zihnî mahiyetinde olan o cemaati mesude bütün beşeriyete ekmel bir nümunei
imtisal olmak üzre taayyün etmiş olduğundan bize nazaren
(........) ahdi haricî ile malumdur. Bunun için
eslâf-ü ahlâftan birçok müfessirin (........)
ayetini Hazret-i Muhammedin bu eshab-ı kiramının tarikı, sünneti ile tefsir
etmişlerdir. Fakat mebde ve münteha beraber mülâhaza edildiği zaman bu manâ da
mün'amün aleyhim cinsinden bir cemaat diye ahdi zihnî mahiyetinde olmuş olur.
(........)
Ellezinenin sıfatıdır. Ve islâmdaki hasleti
tekvanın menşeini gösterir. Arapçada sıfat ile mevsuf arasında tarif veya tenkir
cihetinden dahi mutabakat şarttır. Halbuki gayr kelimesi, elalimü gayrülcahil,
elhareketü gayrüssükûn tarzında bir zıddıkâmiline müzaf olmakdıkça marifetlik
iktisap edemiyeceği gibi ellezine ismi mevsulüde marife olduğundan ahdı zihnî
manasına mahmul olmadıkca nekire ile tevsıf olunamaz. Binaenaleyh bunun sıfat
olması, mevsulün ahdi zihnî manasına bir karinei zahiredir. Çünkü magdubialeyhim
ve dâllîn vasıflarının alelıtlâk mün'amün aleyhim vasfına zıddıkâmil olması cayi
nazardır. Mün'amün aleyh görünenler içinde hakikatta mahkûmi gadep veya dahlolan
nice kimseler de bulunur. Ve âlemde nimetler içinde yüzer gibi görünen bir çok
eşhas ve cemaât buna misal de gösterebilir. Bu itibar ile gayr sıfati gadep ve
dalâli nefyederek mün'amün aleyhi bunların maadasına tahsıs ediyor ve o halde
niamı salime ile mütena'im olanlar, bunların zıddıkâmili olurlarsa da alelıtlâk
mütena'im olanlar böyle değildirler. Binaenaleyh in'am itlâkile mülâhaza edilir,
ve ellezine de bu sıla ile cinsen veya ahdi haricî ile marife tanılır ise gayr
ona sıfat olamaz, belki bedel olabilir, Keşşaf
ve ona tebean Kazı ve saire bu bedeliyyeti tecviz etmişlerdir. Fakat Ebussuut
tefsirinde bunu bihakkın reddeylemiştir. Çünkü bedel, kelâmdaki nisbette maksudi
aslı olur. Mübdelü minih bilkülliye mühmel ve metrûk halinde olmamakla beraber
kelâmda hedefe maksat olarak da kalmaz. O halde gayr bedel ise sırattan maksadı
aslî, nimet değil, gadep-ü dalâletin intifası olmuş olacaktır. Ve bu surette
mün'amün aleyhim demek Allah’ın gadabından ve dalâletten salim olanlar demek
olacağını Sahip Keşşaf tasrih de etmiştir.
Gerçi def'i mazarrat, celbi menfeatten evlâ ise de maksadı aslî sade def'i
mazarrat değil, o mazarrattan salim olan nimet ve menfeattir, Bu ise bedelin
değil ancak sıfatın manası olabilecektir. Binaenaleyh hedefi kelâm en'amte
aleyhimdedir. Ve gadab-ü dalâlin nefyi ona tebean maksuttur. Ve mün'amü aleyhim
demek, nimeti mutlâka ile gadap ve dalâlden selâmeti cami olanlar demek olur ki,
islâm da budur. Ve filhakika islâmdaki takva budur, Ve Ebussuut tamamen
haklıdır. Binaenaleyh gayirde sıfat ve ellezinede ahdi zihnî manası zahirdir.
Maamafih nimeti mutlâkadan nimeti salime veya söylediğimiz gibi nimeti sırat,
nimeti islâm kastedilirse gayir bunun zıddı kâmiline muzaf olmuş ve binaenaleyh
tarif iktisap etmiş olacağından cins veya ahdi haricî suretinde sıfat
olabilecektir. Gadab nefsin bir mekruh karşısında iradei intikam ile heyecanıdır
ki, rızanın zıddıdır. Lisanımızda öfke, bir fark ile hiddet, hışım dahi denilir.
Cenâb-ı Allah’a nisbet edildiği zaman
gadab infialâtı nefsaniyeden tecrit ile münteha ve gayesinde istimal edilir de
iradei intikam veya inzali ukubet manası murat olunur. Bu da rububiyeti
rahimiyenin lâzımıdır. Yani gadab alelıtlâk rahmetin zıddı değildir. Meselâ
zalime gadab, mazluma rahmetin muktezasıdır. Elmağdubi aleyh tabirinde bu unvan
kendilerine adeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, gadaba mahkûm, gadap
altında kalmış gitmiş demek olur. Binaenaleyh bazan bir ukubete uğramak, magdubu
aleyh olmak değildir ve hele hakikatte bir takım niamı âtiye ve müstakbelenin
mükaddimesi ve vesilesi olan elemler hiç bir zaman ukubet ve gadap değildir.
(........) çünkü her işte itibar akıbetedir.
Dalâl ve dalâlet, doğru yoldan amden veya hataen sapmaktır ki, hüdanın
mukabilidir. Lisanımızda sapmak, sapıklık, sapkınlık dahi denilir. Dalâl bazan
gafletten, şaşkınlıktan neş'et eder. Ve ekseriya da şaşkınlık onu takip eyler ve
sonra yitmeğe ve daha sonra telef olmağa müncer olur. Bu münasebetlerle dalâl,
gaflet, hayret, gaybubet, helâk manalarında da kullanılır. Esasında mahsûs ve
maddî yoldan sapmaktır. Ve sonra maneviyat ve makulâtta da mütearef olmuştur. Ve
biz alelekser dalâlet ve sapkınlığı sade dinde, dalâl ve sapıklığı da akilde ve
sözde istimal ederiz. Binaenaleyh «dâllîn» tam manasiyle sapkınlar demektir.
Burada gerek (........) ve gerek
(........) deki harfi tariflerin istiğrak veya
cins için olduğu zahirdir. Çünkü nimetin selâmeti kâmilesi bundandır. Bir çok
müfessirin de böyle nefyi cins suretinin tefsirlerini ihtiyar etmişlerdir ki, bu
surette nimet ve istikametin zıddı olan gadab-ü dalâl, kitaplı ve kitapsız,
müşrik ve gayri müşrik bütün ehli küfrün yollarından sarahaten ihtiraz edilmiş
olur. Maamafih harfi tariflerin akdem olan ahdi haricî manasına hamillerinde
dahi ayni manayı dolayısile istihsal mümkindir. Ve bunda ayrıca bir belâgat de
vardır. Zira magdubu aleyhim ve dallîn vasıfları müteyakkan olan edna ve
ekallerine masruf olursa bunlardan ihtiraz obirlerinin hepsinden ihtirazı
evleviyyetle müstelzim olur. Bu da milleti islâmın ağyarı beyninde bir tefavütü
göstermek belâgatini haizdir. Aceba her ikisinin ekal mertebesiyle böyle bir
ahdi haricî var mıdır? Evet, gerek kur'anda ve gerek ehadisi nebeviyyede ve
umumiyetle şeriati islâmiyede buna dair deliller mevcuttur. Ve bunlar ehli kitap
olan Yehud-ü Nasaradır. Gerek müşrik ve gerek gayri müşrik cemii küffar hakkında
kur'anı azımüşşanda (........) ayetinde olduğu
gibi gadabı ve
(........)
ayetinde olduğu gibi de dalâli tamimen tasrih etmiş olmakla beraber Yehud
hakkında ekseriya (........)
gibi gadabı, Nasara hakkında da
(........) gibi dalâli tasrih buyurmuştur. Ve bununla beraber Yehud ile
Nasaranın kesdiklerini yemek, ve kızlarını nikâh edebilmek gibi yakin muamelâtta
diğer ehli şirkten farklarını da göstermişdir. Bunlardan anlaşılırki ehli kitap
olan Yehud ve Nesârâ gadab-ü dalâlde diğer müşriklerden, dinsizlerden ve sair
edyanı batıla erbabından ehvendir. Ve bunlar islâmın zıddı karibidirler.
Binaenaleyh Fatihada magdubi aleyhimden mürat ahdi harcî ile Yehud, dâllînden
müratta Nasaradır, diye tefsir olunursa «gayir» ve «lâ» ile evvelen ve bil'ibare
bunların tarikı nefyedilmiş ve dolayisiyle bil'evleviyye yani dâl biddelâle
olarak da bütün sairlerinden ihtiraz olunmuş olur. Ve bu tefsirin naklinde
tarikleri kuvvetlidir. İbniceriri Taberî bir
hayli âsâr nakletmiştir. Dürrimensurun beyanı veçhile İbniebi
Hâtim demiştir ki, «mağdubu aleyhimin, Yehud
ve dallînin Nasara ile tefsirinde beynelmüfessirin hilâf bilmiyorum» Nitekim
İbnihibban ve hâkim bu baptaki hadîslerin sıhhatına, tirmizî de hüsnüne
hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisin tahriç eylemişlerdir. [Şihap]. Nassın
zahirdeki bu umumunu iki nev'a hasredecek veçhile takyit etmek usul noktai
nazarından caiz olmiyacağı mülâhazasiyle bazı müfessirin buna ilişmiş ve nassın
umumiyet üzere ipkasiyle Yehud ve Nasarayı birer misal olarak telâkki etmeği
muvafık görmüştür. Yehud ve Nasara ehven ve ednaı müteyakkan olarak tasavvur
edilmiyecek olursa bu itiraz bihakkın varittir. Çünkü ihtirazı onlara kasretmek
manâsı islâmda hem akla ve hem nukuli kat'iyeye muhalif olduğundan böyle bir
ahdi haricîye imkân yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar ednayi müteyakkan olarak
tasavvur edilirse diğerlerinden ihtirazi âm bil'evleviyye sabit olacağı cihetle
tahsıs, medfu ve mahzuru mündefidir ve zaten (.......)
de şirkleri zahir olan müşrikini saireden vazıban ve bunlara nisbetle hafif olan
Yehud ve Nasaradan da zımnan ihtiraz edilmiş olduğu cihetle burada da bunlardan
vazıhan ve obirlerinden dolayisiyle ihtiraz edilm
(........) iş olmasında da belâğat vardır. Binaenaleyh bu baptaki
hadîslerden de bir nebze bahsedelim: aleyhissalâtü
ves-selâm Efendimizin «Yehud
magdubi aleyhim, Nasara de dullâldır» buyurduğunu
Tirmizî sahibinin babı tefsirinde meşhur Hatimi taînin oğlu Hazret-i
Adiden senediyle bir hadîsi hasen olmak üzere rivayet eylemiştir ki, meali
şöyledir. «Adiy bini Hatim radıyallahü anh
demiştir ki, «Resuliekrem sallalahü aleyhi veselleme gittim,
mescidinde oturuyordu. Cemaat işte bu
Adiy bini Hatimdir dediler. Ben ise emansız, mükâtebesiz gelmiştim, hemen
huzuruna atıldım, derhal elimi tuttu «mukaddemada Allahtan ümit ederim ki, onun
elimi benim elime koyacak» buyurmuştu. Akibinde kalktı o sırada bir kadın
beraberinde bir sabi ile huzuruna geldiler ve bizim sana bir hacetimiz var
dediler, onlarla beraber kalkıp hacetlerini bitirdi, sonra elimden tutup beni
hanei saadetine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yasdık koydu ve üzerine cülus
buyurdu ben de huzurunda oturdum. Binaenaleyh Allah’a hamd-ü sena etti ve şöyle
buyurdu «lâilaheillâllah» demekten neye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı
biliyorsun? Ben hayır dedim. Badehu biraz konuşduktan sonra «sen herhalde
«Allahuekber» denilmesinden kaçıyorsun, demek Allahdan daha büyük birşey
biliyorsun» buyurdu ben yine hayır dedim, buyurdu ki,
(........)
yani Yahudîler gadaba uğramış, magdubu aleyhim olmuşlar, Nasara da sapıtmış,
dalâlete düşmüşler bunun üzerine ben de «ben müslüman oldum geldim» dedim ve
baktım ki, veçhi saadeti ferahından inbisat ediyordu. Bil'ahare emretti,
Ensardan bir zatin nezdine verildim, akşam sabah hep huzuruna gelir dururdum.
Yine bir akşam yanında idim. Bir kavm geldiler, üzerlerinde yün elbise vardı.
Resulullah kalktı, namaz kıldı, badehu
onları tergibe başladı. Diyordu ki, «velev bir sâ' velev yarım sa' velev bir
tutam velev bir tutam parçası olsun bununla her biriniz yüzünü Cehennemin -yahut
ateşin- hararetinden vikaye ede, hatta velevse bir hurma danesi velevse yarım
hurma danesi olsun. Her biriniz Allah’a varacak o da ona şu söyliyeceğimi
söyliyecektir: Ben size göz kulak vermedim mi? Evet verdin der, mal ve evlât
vermedim mi? Evet verdin der, o zaman Allahü teâlâ
o halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der» ve insan işte o
vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da Cehennemin hararetinden yüzünü
koruyacak hiçbir şey bulamaz, her biriniz yüzünü ateşten vikaye etsin de velev
yarım hurma ile olsun, bunu bulamazsa velev kelimei tayyibe ile -tatlı sözle-
olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakr-ü fakadan korkmam, zira Allah
yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu nihayet Medine ile
Hiyre arasında kârban giderken bindiğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla
değildir» buyurdu. Adiy bini Hatim Hazretleri bunu rivayet ettikten sonra şunu
da ilâve etmiş: «Bunu dinlerken ben gönlümden bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası
nerede? diyordum» demiştir. Fakat Yehud mağdubü aleyhimdir demekle elmağdubi
aleyhim Yahuddur demek arasında büyük fark vardır. Binaenaleyh bu ve emsali
hadîslere nazaran Yahudîlerin ve Nasaranın Fatihadaki «mağdubi aleyhim ve
dallînden» birer misal oldukları anlaşılırsa da mantukun bunlardan ibaret olduğu
anlaşılmaz. Maamafih ikinci suretle dahi rivayeti mazbuta vardır. Harfı tarifin
en mukaddem manası olan ahdi haricîye hamli izahı sabık ile ehveniyyet
dairesinde mümkin olunca mütevatir olmıyan hadîslerle takyidi nas mahzuru varit
olmıyacağı cihetle bu hadîslerin dahi i'mali vacip olur. Binaenaleyh iki tefsir
arasındaki fark birisinde yani cinste ihtirazı küllînin mantukan ve bil'ibare
diğerinde de fehva ile biddelâle olmasındadır. Evvelkine göre nazarı islâmde
müşrikin ile ehli kitap arasındaki fark Fatihada ifade edilmemiş, ikincide ise
bu fark dahi gösterilmiş olur ki, biz bunu siyakı kur'ana daha muvafık
buluyoruz. Bunda bizi düşündürecek pek mühim noktalar vardır. Acaba,
Resulullah Efendimiz Yehud mağdubu
aleyhim, Nasara dullâldır buyurduğu zaman, bunlar ne halde idiler, Yahudiler
daha nice zaman evvel hubbi Dünya ve hodbinlik ile ahkâmı Tevratı ihmal ve
tahrif ederek Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve binnetice nice Enbiyaı
kirama ve bilhassa, Zekeriyya, Yahya, İsa aleyhimüsselâme olan haksızlıklariyle
de hem hakkın gadabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı ve çoktan hürriyeti
siyasiyelerini bütün bütün zayi etmişler ve darma dağınık olmuşlardı ve bu
suretle zayi ettikleri cemaati zahireleri yerine ta Süleyman
aleyhisselâm zamanındanberi takip edegeldikleri
cem'iyyâtı hafiyye ile uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri
kuşkulandırmışlar ve âlem nazarında içleri dışlarına uymıyanların pişuvası
sayılmışlardı ve bununla beraber esasında Dünyayı tenvir etmiş bir kitaba,
havarık ile dolu bir tarihe mensup olduklarından binnisbe münevver ve lâakal
mazileri ile halleri beynindeki nisbet itibariyle de pek ziyade şayanı ehemmiyet
idiler. Mazide Hakka istinadı hasebiyle feyyaz olan dinlerini halde kavmiyyet
çenberile bağlıyarak daima hakkın üzerine çıkmak istiyorlar ve istedikçe sukut
eyliyorlardı. Nasaraya gelince: O zaman bunlar Romanın varisi, İstanbulun sahibi
olarak yer yüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta
birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran idi. Yani o günkü
Nasraniyetin âlemdeki mevki'i bugünkü Nasraniyetten çok yüksek idi. Zahir
nazarla bakıldığı zaman bunlar mün'amün aleyhim zannedilebilirlerdi. Halbuki
hakikatte böyle değil idiler, fena bir akibete yürüyorlardı, akibetleri,
ahiretleri cidden hatarnâk idi. Gerçi bunlar Yehudiler gibi kavmiyyet çenberine
sıkışmış değildiler fakat mıkyası hakkı zayi etmişlerdi. Evvel emirde tevhidi
Hakka bedel, akidei teslise saplanmışlar, ve en adî müşrikler gibi putlar içinde
kalmışlardı. Gerçi Mâneviye ve Seneviyyeye nazaran bu teslisin başında bir peder
ılâh tanıdığı cihetle az çok bir manâi tevhit yok değildi. Lâkin bu teslis
İskenderiye felsefesinin muhtelif eşhası selâseden mürekkep ekanimi selâsesi
yerine eşhası selâsenin ittihadına müstenit bir ekanimi selâse idi. o suretleki
hem bir, hem üç idi, böyle aklın tenakuz kanununuda çiğneyen bir akidei teslis
artık inkişafı aklîye meydan bırakmamış ve varis oldukları bütün ulum-ü fünunu
çığırından çıkarmış ve tarikı isbattan ayrılıp sadece zevki kalbîye ve müstakim
bir tarik takip etmiyen temayülâtı mahzaya istinat ederek dini keyfe mettefak
ilcamı nasa bir vesil gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan
mantıkın tatbikatını atup münhasıren İlmiruhun temayülât ve ihtisasat fasliyle
kulûbi avammı cezb için uğraşmışlar ve nice ifratlara sapmışlardı. Diğer
taraftan fikri hukukîyi temamiyle çiğnemişlerdi. Nazarlarında hak, şeriat
mefhumunun hakikatle alâkası yoktu, bunlar, ilmî, hakikî ve ilâhî bir mefhum
değil idi. Nitekim elhâletü hâzihi Hıristiyan lisanlarından hukuk manâsına
kullanılan kelimelerin hakk-u hakikat maddesiyle alâkası yoktur.
(Druva) başka,
(Verite) başkadır ve ayni zamanda sabık Romada olduğu gibi bir vaz'ı adî
de değil idi. Binaenaleyh iradei halka da mütevakkıf değil idi, Hukuk sadece
ruhanîlerin ve mecalisi ruhaniyenin vaz'ı idi. Ve bunlar hak üzerinde bir fikri
ilmî ve ictihadî ile değil bir fikrî iradî ile temamen vazıı kanun sıfatile
hareket ediyorlardı ve mamafih akidei teslisin neticesi olarak bunda lâhut ile
nâsutun anlaşılmaz bir tedahülü vardı. Hukuki nasın böyle vaz'ı hakka istinad
etmiyen vâzıların elinde istenilen şekle konulabilmesi ve tatbikatında da
hüsniniyyet ile değil keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve esasen
Hıristiyanlardan madasına hiçbir suretle hakkı hayat tanımaması hey'eti
içtimaiyeyi büyük sukutlara ihzar ediyordu. Çünkü insanlar âlemde zevkı şairane
ile muvakkat zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk, zevkı hakkı çiğnemiye
başladığı zaman derhal sönmeğe mahkûmdur. Hukuki nase nefsel'emirde sabit hiçbir
kıymet atfedilmediği zaman melekûti ilâhiyenin hiçbir manâsı kalmaz ve
temayülâtı kalbiyeyi tehyiç edecek diğer vesaitin hepsi hakkın karşısında akim
kalır. Burada akideden neş'et etmiyen ve akide hilâfında vaki olan fisk-u
fücurdan bahse lüzum görmiyoruz. Çünkü onlar mahiyeti diniyeye müzaf değildir.
Bu suretle teslis, takimi ukul, saydi kulup, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve
hasılı bir kelime ile hakk-u hakikatten tebâüt, işte Hıristiyanlığın o zamanki
evsafi barizesi bunlar idi. Bu ise caddei enbiya olan tarikı hakdan udul idi ve
dalâletin akibeti de elbette nıkmet olacaktır. Bunun için o sıradaki
devletleriyle beraber Nasarâ zahiren mün'amü aleyh sayılsalar bile vicdanları,
atileri salim değil idi. Dünyada inhitata ve Ahirette bu haksızlıkların ıkabına
namzed ve dallîn idiler ve filhakika öyle de oldu ve Cenabıallah kullarına böyle
şaibelerden, tehlikelerden âri ve salim ve istikbalde selâmeti kâmile ile nimeti
ilâhiyeye musıl olan dini islâmı, tarikı hakkı ihsan buyurdu ve pek azbir zaman
içinde de bununla tedeyyün edenlere vad ve in'amı ilâhî şekk-ü şüpheden azâde
olarak tahakkuk etti ve bunlar cihanın en son ve en mütekâmil nümunei dinîsi
oldular ve bu sıratı mustakimde sabit olanlar için ayni netice biavnihi tealâ
ilel'ebet tahakkuk edecektir. İşte (........)
misakile (........) bu hakikati natıktır.
HULÂSA
Sûrei Fatiha baş tarafında mebde ve
meade müteallık bütün metalibiyle mebhasi marifetullahi, İlmi kur'anin ve Dini
islâmın mevzuunu, mebadisini, vasatında İlmi kur'anın mevzuı hassı ve gayesi ve
diyaneti islâmiyenin mebdei olup en büyük kanunı fıtrat bulunan nisbeti ilâhiye
ile bütün esrarı içtimaiye ve mebadii hukukiyeyi tebliğ ve tescil ettikten sonra
üç ayette de tarikı hakkın, Dini islâmın efradını cami, ağyarını mani bir haddi
tammını tasvirine doyulmaz bir belâgat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini
başındaki bir (........) cümle-i baligasına
derc edip mer'iyyetini namı ilâhî ile ilân eylemiştir. Dini islâmın bu tarifi şu
oluyor: Gadaba uğratmadan, dalâlete düşürmeden doğruca ve selâmetle Allah’a ve
Allah’ın nimetlerine götürüp elhamdülillâh dedirten ve bu safi nimetlere kemali
selâmetle ermiş, hakikaten mes'ut ve mahmut, gayri mağdub ve gayri dal zevat
tarafından takip edildiği tarihen meşhut ve tecribeten ma'lûm bulunan büyük,
aşikâr, düz, doğru, hak yolu, istikamet yolu. Bu din ile tedeyyünün, diyanetin
mebdei evvelâ
Allahü teâlâyı tanımak ve ona (........)
diye kemali tevhit ile ahd-ü misak ve ondan sonra da kemali sebat ve ıhlâs ile
icabını icra için hukuk-u vezaifin bütün hudutunu bildiren ve üzerinde sühulet
ve selâmetle yürünmek mümkin olan müstakim bir caddei şeriate hidayet yani ilmen
irşat ve amelen tefvik talep eylemektir ki, bu şuurlu talebin cevabı surei
Bakarenin başından başlıyacaktır. Demek ki, talep ve diyanet bizden, din,
şeriat, hidayet Allahtandır ve bu hidayet iki nevidir. Biri ilmî olan irşat,
diğeri fi'lî olan tefiktir. Kur’ân’ı azîm irşadı ilmî talebinin cevabıdır.
Tevfikı fi'lî talebinin cevabı da bu irşadı kabul ile diyaneti tafsıliyede her
an ve her lâhza vaki olacaktır. İşte Dini islâm böyle bir kanunı haktır. Fatiha
bunu tarif ederken mazmununu isbat için bidayetteki irşadatı akliye ve
kalbiyeden sonra müşahede ve tecribeyi şehadeti tarihiyeyi gösterivermiş ve
başkaca huccet ve burhane bile hacet bırakmamıştır. Bunda şüphe edenler misali
şuhudî ve tecribîsini Hatemülenbiya Muhammed Mustafa
sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimizle eshab-ı kiramının bu sayede
mazhar oldukları ni'ami ilâhiyenin azamet ve kudsiyetini tarihte gözleri kamaşa
kamaşa okuyabilirler. Elhamdüllillâh kitabı ilâhî bir harfine bile halel
gelmeksizin aynen mevcut ve süneni Nebeviyye mahfuz olduğundan Dini islâmın
hakikatine hiçbir inhiraf hiç bir dalâl arız olmamıştır. Bunun için Kur’ân
mucizatı Muhammediyenin en bahiri, tarih de onun hakkiyetine sıdkı davasına
şahittir. Ve bu suretle bizim için ilmi din akıl ve nakil ile memzuçtur. Bunları
sıdk-u ıhlâs ile tatbik edecek olan heyeti içtimaiyelerin bittecribe sabit olan
ayni netaici elde edeceklerinde şüphe etmek için hiç bir hak yoktur. İlm-ü fen
namına böyle bir şüphe dermiyan etmek dün beni tenvir eden güneşin yarın tenvir
edemiyeceğini iddia etmek gibi kanunı istikrayı inkârdır. Fakat ilm-ü fende,
tecribe ve istikraye pek büyük ehemmiyet atfeden Avrupalılar bu istikrayı
yerinde yapmiyarak teşvişi efkâr ediyorlar. Çünkü Dini islâmın künhünü, esasında
ve bihakkın diyanetini haiz olan menabi'de teharri ile istıkra yapmiyorlar da
şimdiki inhitat içinde yuvarlanan müslümanlarda arıyorlar. Halbuki hakikat, hâl
ile mazi beynindeki iki istıkrarın mukayesesinden çıkacaktır. O zaman görülür
ki, o tarikı müstakim üzerinde cidden yürüyenlerle cidden yürüyemiyenler
arasında büyük fark vardır ve bu fark bir terakki ile bir tedenni farkıdır.
Demek ki, sadıklar müterekki, gayri sadıklar mütedennidirler. Demek ki, din
kanuni hak lâkin diyanet natamam ve gayri sadıktır. İlm-ü fendeki her kanuni hak
da böyle değil midir? Meselâ iyi hısap bilen bir adam muamelâtında o hısabı
yapmağa üşenir de tatbik etmezse kabahat İlmi hısabındır denebilir mi? Ve meselâ
pis mikropların mazarratlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği pabuçlarla
oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi itiyat ederse binnetice maruz
olacağı felâketten mikrop ve hıfzısıhhat ilmini muahezeye hak kazanabilir mi?
İnsanlar kendilerini kanuni hakka uydurmakla mükellef iken o kanuni hakkı
kendilerine uydurmağa çalışırlarsa kusur o kanunun değil o insanın olur ve
zararına mahkûm olan da insandır. Gadabı ilâhî evvelâ
bunu bilerek yapanlar içindir. Bilmiyerek yapanlar da dallîndirler,
bunlar da binnetice o akibete
mahkûmdurlar. Maatteessüf asrı hazır insanlarında din hususunda kanunı hakkı
kendilerine uydurmak sevdası galip görünmektedir. Ulûm-ü fünun ve sanayideki bu
kadar terakkiyata rağmen bütün âlemde ıztırabatı beşeriyenin sureti umumiyede
gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu ıztırabatı ancak tarikı hakka sülûk
kat'edebilir.
"Allah’ım! Bize doğru yolu göster.
Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların
ve sapmışların yolunu değil." Âmin, icabet et, kabul et manasına bir ismi
fiildir âmin demeğe de te'min denilir. Bu, nazmı kur'andan cüz değildir. Bunun
için Mushafa yazılmaz. Lâkin Buharî ve
Müslimde dahi tahriç olunduğu üzere aleyhissalatü vesselâm Efendimiz buyurmuştur
ki, «iman veleddallîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin
derler. Âmin demesi, melâikenin âminine tevafuk edenin geçmiş günahları mağfiret
edilir». Diğer bir hadîsi mevkufta «ehli arzın saflarını ehli semanın safları
velyeder. Binaenaleyh yerdeki âmin gökteki âmine tevafuk ederse abit mağfur
olur». Binaenaleyh âmin sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından
sirren yapılamalıdır. İmam gibi münferit olan dahi sirren söyler.
|