44
-
İKİNCİ CİLD - 42.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, mirzâ
Hüsâmeddînin oğlu hâce Cemâleddîn Hüseyne yazılmış olup, nihâyetin, âfâk ve
enfüsün dışında olduğunu bildirmekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Âlemlere rahmet olarak
gönderdiği O büyük Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâ ve selâm
olsun. Onun kıymetli olan Âline, akrabâsına ve yüksek olan Eshâbına
“rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyâmete kadar düâ ve selâm olsun!
Bir sâlik niyyetini
düzeltdikden ve kendini dünyâ arzûlarından kurtardıkdan sonra, Allahü teâlânın
ismini zikr etmeğe başlar ve güc riyâzetler çeker [(Riyâzet) nefsin
arzûlarını yapmamak demekdir] ve şiddetli, ağır mücâhedeler yapar [(Mücâhede)
nefsin istemediği şeyleri yapmakdır] ve tezkiye hâsıl eder [ya’nî nefsi
temizlenir] ve kötü huyları iyi huylara döner ve günâhlarına tevbe eder ve
Allahü teâlâya dönmek nasîb olur, dünyâ sevgisi kalbinden çıkar ve sabr,
tevekkül ve rızâ hâsıl olur ve bu kazandıklarının ma’nâlarını, işâretlerini
yavaş yavaş ve sıra ile, âlem-i misâlde görmeğe başlar ve bu âlem-i misâl
aynasında kendini insanlığın kirlerinden ve insanlık sıfatlarının
aşağılıklarından temizlenmiş görürse, (Seyr-i âfâkî)yi [ya’nî kendinin
dışında ilerlemeği] temâmlamış olur. Ba’zıları, bu yolculukda ihtiyâtlı
davrandı. İnsanın yedi latîfesinden her birini âlem-i misâl aynasında, renkli
bir nûr olarak gördüler. Her latîfenin temizlendiğini, kendi nûrunun, âlem-i
misâlde görünmesiyle anladılar. Bu seyre [yürüyüşe] kalb ismindeki latîfeden
başladılar. Yavaş yavaş ve sıra ile, latîfelerin sonuncusuna ilerlediler. Meselâ
sâlikin kalbinin temizlendiğinin alâmeti olarak, (Âlem-i misâl)
aynasında, kırmızı nûrun görünmesini kabûl etmişlerdir. Rûh ismindeki latîfenin
temizliğinin alâmeti, sarı nûrdur. Böylece, beş latîfenin temizliğini gösteren
beş nûr vardır. Demek oluyor ki, seyr-i âfâkîyi temâmlıyan bir sâlik,
sıfatlarının ve ahlâkının değişmesini âlem-i misâl aynasında görüyor. Kendindeki
zulmetleri, kötülükleri, o âlem aynasında his ederek temizlendiğini anlıyor.
Sâlik bu yürüyüşde, her ân, hâllerindeki değişikliği, âlem-i misâlde görüyor.
Kendindeki değişiklikleri haber veren o âlemdeki değişiklikleri görüyor. Âlem-i
misâl âfâkdandır. [Ya’nî insanın dışında bulunan şeylerdendir.] Böylece insan,
âfâkda ilerlemiş oluyor. Evet sâlik, hakîkatde kendinde seyr etmekde, değişiklik
yapmakdadır. Ya’nî, onun sıfatlarında ve ahlâkında keyfî, kalitatif bir hareket
olmakdadır. Fekat, o, bu hareketini âfâkda görmekdedir. Kendinden haberi yokdur.
Bunun için, seyr-i âfâkî denilmişdir. Âfâkda olan bu seyr temâm olunca, seyr-i
ilallah temâm olmuş olur. Fenâ hâsıl olmuş olur demişlerdir ve bu seyr-i
ilallaha, (Sülûk) demişlerdir.
Bundan sonra olan seyre,
(Seyr-i enfüsî), (Seyr-i fillah) derler. Bu seyrde, (Bekâ-billah)
hâsıl olur derler. Bu makâmda, sülûkden sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.
Sâlikin latîfeleri, birinci
seyrde, tezkiye bulduğu, insanlık kusûrlarından temizlendiği için, bu latîfeler,
sâlikin rabbi [terbiye edicisi, yetişdiricisi] olan ism-i ilâhînin akslerini,
zıllerini, kendilerinde gösterecek bir ayna gibi olmuşlardır. Bu ismin çeşidli
kısmlarının tecellîsine, görünmesine ayna olmuşlardır.
İkinci seyre, enfüsî şunun
için denir ki, sâlikin enfüsü, ya’nî kendisi, ismlerin akslerine, zıllerine ayna
olmuşdur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekde değildir. Nitekim seyr-i âfâkîye
de, âlem-i misâl ayna olduğu için, Seyr-i âfâkî denmişdi. Yoksa, sâlik âfâkda
seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakîkatde, enfüs aynalarında ismlerin
zıllerinin, hayâllerinin seyridir. Hattâ bunun için, (Âşıkda ma’şûkun seyri)
demişlerdir. Fârisî beyt tercemesi:
Hareket eden, ayna değildir,
aynadaki sûretlerdir.
Bu seyre, seyr-i fillah da
denmesine sebeb, sâlik bu seyrde, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanır. Bir
sıfatdan bir sıfata geçer. Çünki, aynadaki sûretlerin sıfatlarının ba’zısından
aynanın da nasîbi olur. Bundan dolayı, sanki Allahü teâlânın ismlerinde seyr
etmiş gibidir.
İşte tesavvufcuların
sözlerinin ma’nâsı budur. Makâm sâhiblerinin hâli ve söz sâhiblerinin murâdı
herkesin anladığı gibi olmaz. Herkes anladığı kadar söyler. Bu sözden, başkaları
da anlayışı kadar ma’nâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile birşeyler anlatmak ister.
Dinleyenler, bu sözden başka şeyler anlıyabilir.
Tesavvufcuların seyr-i
enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillah demeleri ve çekinmeden Bekâ-billah ismini
vermeleri ve kavuşmak, yetişmek bilmeleri bu fakîre ağır geliyor. Bu sözlerine
doğru ma’nâ vermek, düzeltmek için güçlük çekiliyor.
Seyr-i âfâkîde, sanki,
kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır.
Çünki, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur. İyiliklere kavuşmak, Bekâ
makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti yok demişlerdir. İnsanın ömrü
sonsuz olsa, bu seyr bitmez sanmışlardır. Çünki, mahlûkun sıfatlarının nihâyeti
yok demişlerdir. Allahü teâlânın sonsuz sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında
tecellî etmekde, Onun kemâlâtından bir kemâl görünmekdedir. O hâlde, bu seyr
bitmez ve sonu gelmez.
Seyr-i âfâkîde hâsıl olan
Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl olan Bekânın ikisine birden, vilâyet [Evliyâ
olmak] demişler ve kemâlin, yükselmenin sonu buraya kadardır sanmışlardır.
Bundan sonra, seyr [yolculuk] olursa, geriye doğru olur ki buna (Seyr-i
anillah) demişlerdir. Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki, buna
da (Seyr-i fil-eşyâ) demişlerdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, başkalarını
kemâle getirmek ve irşâd etmek içindir. İlk iki seyr, vilâyeti hâsıl etmek
içindir, demişlerdir.
Hadîs-i şerîfde, (Allahü
teâlâ ile kul arasında, yetmişbin nûrdan perde ve yetmişbin zulmetden perde
vardır) buyuruldu.
Tesavvufculardan bir kısmına
göre, seyr-i âfâkîde yetmişbin perde aşılmakdadır. Çünki, yedi latîfeden her
birinde onbin perde geçilir dediler. Bu seyr temâm olunca, perdelerin hepsi
aradan kalkmış olup, sâlik, seyr-i fillah yapmağa başlar ve (Vuslat)
makâmına erişir sandılar.
İşte, Evliyânın seyr ve
sülûk dedikleri şeyler bunlardır. İnsanın kemâle gelmesi ve başkalarını da irşâd
etmesi böyle olur derler.
Allahü teâlânın lutf ederek,
ihsân ederek, bu fakîre bu bilgilerden zâhir etdikleri ve ne sûretle
yetişdirdiklerini, ni’meti bildirmek ve şükrünü yapmak maksadı ile, aşağıya
yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifâde eder.
Hak teâlâ, bî-çûn ve
bî-çigûnedir. Ya’nî hiçbirşeye benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Âfâkda
olmadığı gibi, enfüsde de bulunmaz. O hâlde, seyr-i âfâkîye, seyr-i ilallah
demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillah ismini vermek doğru olmaz. Bu her iki
seyr de, (Seyr-i ilallah) olur. Seyr-i fillah, âfâk ve enfüs ile ilişiği
olmıyan ötelerin ötesi bir seyrdir. Şaşılacak şeydir ki, seyr-i enfüsîye, seyr-i
fillah demişler. Bu seyri bitmez tükenmez bilip, sonsuz olarak seyr edilse,
temâmlanamaz sanmışlar. Hâlbuki, enfüs de, âfâk gibi mahlûk olduğundan,
mahlûklarda seyr etmiş oluyorlar. Böylece, büyük hatâya, sonsuz husrâna
düşüyorlar. Sonra, ebedî olarak Fenâ hâsıl olamayınca, Bekâ hiç hâsıl olmaz.
Vüsûl, kavuşmak, nasıl olur? Yaklaşmak ve kemâl nasıl elde edilir? Sübhânallah!
Tesavvuf büyükleri, böylece, serâbı su sanarak ve seyr-i ilallaha seyr-i fillah
diyerek, mahlûku Hâlık düşünerek ve zemânlı mekânlı olana, bî-çûn diyerek
kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüşleri kısa olanlardan şikâyet etmeğe
sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor da, enfüse Hak teâlâ diyorlar.
Hudûdü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar. Seyr-i enfüsîde sâlikin
latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları görünüyor diyorlar.
Hâlbuki, bu görünenler, ismlerin ve sıfatların akslerinden, zıllerinden bir
zıldir. İsmlerin ve sıfatların kendileri değildir. Burasını bu mektûbun sonunda
dahâ açıklayacağız, inşâallahü teâlâ.
Allahü teâlâ, bî-çûn ve
bî-çigûnedir. Anlaşılabilen, düşünülebilen herşey, Ondan uzakdır. O hâlde, âfâk
ve enfüs aynalarında yerleşemez. Bu aynalarda görülenler, zemânlı, mekânlı
şeylerin görünüşüdür. Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu, âfâk ve enfüsün ötesinde
aramak lâzımdır. Âfâk olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı, mahlûklar aynasına
yerleşmiyeceği gibi, ismleri ve sıfatları da, bunlara yerleşmez. Buralara aks
eden herşey, ismlerin ve sıfatların aksleri, zılleri ve misâlleridir. Hattâ,
ismlerin ve sıfatların zılleri ve nümûneleri de, âfâk ve enfüsün dışındadır.
Burada, kudretin görünmesinden başka birşey yokdur. Çünki, Allahü teâlânın
ismleri ve sıfatları da, kendisi gibi bî-çûn ve bî-çigûnedir. Benzerleri ve
nümûneleri yokdur. Âfâk ve enfüsden dışarı çıkılmadıkca, ismlerin ve sıfatların
akslerinin ve zıllerinin ne demek olduğu anlaşılamaz. Nerde kaldı ki, ismler ve
sıfatlar anlaşılmış olsun. Şaşılacak şeydir ki, bu fakîre bildirilenler,
gösterilenler, o büyüklerin tatdıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan
birini söylesem, kim inanır? Kim kabûl eder? Eğer söylemeyip saklasam, yanlışın
doğru ile karışmasına ve Hak teâlâya câiz olmıyan şeylerin söylenmesine göz
yummuş olurum. Onun için, ister istemez, doğrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi
yakışanı bildireceğim. Uygun olmıyanları red edeceğim. İster inansınlar, ister
inanmasınlar. Bunu düşünmüyorum ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, keşflerinden
şübhesi olan, başkalarının inanmamasından korkar. İşin doğrusu güneş gibi açıkda
olunca, keşflerin doğruluğu, ayın ondördü gibi meydânda olunca ve akslerden,
hayâllerden kurtulmuş ve misâllerin, nümûnelerin üstüne çıkarılmış olunca,
bilgilerde hiç şübhe olur mu? Hocam [Muhammed Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki,
(Hâllerin doğru olmasına alâmet, bunlara tam bir yakîn ve inanmakdır). Bundan
başka, Allahü teâlânın lutfü, ihsânı ile, bu büyüklerin söyledikleri hâllerin
herbiri, ayrı ayrı bu fakîre [ya’nî İmâm-ı Rabbânîye “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhîd, ittihâd, ihâta ve sereyân ma’rifetleri
gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin içyüzü hâsıl oldu.
İlmlerinin, ma’rifetlerinin incelikleri meydâna çıkarıldı. Bu makâmda çok zemân
kaldım. Bütün bunların, azına çoğuna kavuşdum. Bunlarda artık şübhe ve tereddüd
kalır mı?
Nihâyet Allahü teâlânın
lutfü ile anlaşıldı ki, bu görünenlerin, anlaşılanların hepsi, zıllerin,
akslerin, hayâllerin oyunlarıdır, görünüşleridir. Misâllere, hayâllere
kapılmakdan başka birşey değildir. Aranılan, bunların ötesindedir. İstenilen,
bunlardan başkadır. Bunu anlayınca, çâresiz, bu ma’rifetlerin hepsinden yüz
çevirdim. Bî-çûn olan Zât-ı ilâhîye teveccüh eyledim. Yeri, mikdârı ve sıfatı
olan herşeyden uzaklaşdım. Hâlim böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz
söyleyebilir mi idim? Bu ayrılık, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında
olmasaydı ve Allahü teâlânın takdîs ve tenzîhi için olmasaydı, bu büyüklere
uymayan sözü yine söylemezdim. Ağzımı açamazdım. Çünki, onlara ihsân olunan
ni’metlerin artıklarını toplayan bir dilenci gibi idim. Onların ni’met
sofralarını temizleyen bir hizmetciyim. Yine söylüyorum ki, bu fakîri [ya’nî
İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], lutf ederek terbiye eden,
yetişdiren onlardır. Katkat ihsânları ile fâidelendiren onlardır. Fekat, ne
yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olduğundan ve Onun mukaddes
cenâbına yakışmıyan kelimeler kullanıldığından, bunun karşısında susmak ve
başkalarının inanmamasından korkmak, dîne ve diyânete sığmaz ve kulluğa uymaz.
Vahdet-i vücûd ve benzeri
ba’zı bilgilerde, âlimlerin tesavvufculardan ayrılması, akl yolu ile ve istidlâl
iledir. Bu fakîrin ayrılması ise, keşf ve şühûd, ya’nî görmek iledir. Âlimler,
tesavvufcuların bilgilerinin çirkin olduğunu söylüyor. Bu fakîr ise, güzel
olduğunu, fekat maksadın, arzûnun bunlar olmadığını, bunları bırakıp ilerlemek
lâzım geldiğini söylüyorum. Şeyh Alâüddevle “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”
de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildiği gibi, çirkin biliyor.
Buna şaşılır. Çünki, onun bilgisi, keşf yolu iledir. Keşf sâhibi, bu bilgileri
çirkin bilmez. Çünki, vahdet-i vücûdda garîb hâller, şaşılacak ma’rifetler
vardır. Bu bilgiler, çirkin değildir. Fekat bu bilgilere saplanıp kalmak da
güzel değildir.
Süâl:
Bu sözlerden, tesavvuf
büyüklerinin bâtıl bir yolda bulundukları ve hakîkatin, onların keşf ve
buluşlarından başka olduğu anlaşılıyor.
Cevâb:
Bâtıl, hiçbir hakîkate
dayanmıyan şey demekdir. Hâlbuki, bu hâller ve ma’rifetler, muhabbetin fazla
olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor
ki, başka şeylerin ismi ve cismi hâtırlarına gelmiyor. Başka birşey görmiyorlar.
İster istemez, sevmek serhoşluğu ile, üzerlerini bu hâlin kaplaması ile, başka
şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka birşey görmüyorlar. Bu hâle bâtıl
denir mi? Burada bâtıl yokdur. Bunları, hak kaplamışdır. O büyükler, Allahü
teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her şeyi yok etmişlerdir. Bâtıl,
bunların yanına yaklaşabilir mi? Bunlar temâmen haklıdır ve hak içindirler.
Yalnız görünüşü bilen âlimler, bunların hakîkatini anlayabilir mi? Görünüşde
uygunsuzlukdan başka ne anlarlar? Onların büyüklüğünden ne elde edebilirler?
Sözün doğrusu şudur ki, bu
hâllerin ve ma’rifetlerin ötesinde, başka kemâller ve üstünlükler vardır ki, o
kemâlâtın yanında bu hâller ve ma’rifetler, okyânus yanındaki bir damla su gibi
kalır. Fârisî beyt tercemesi:
Gök, Arşa bakınca, aşağıdır,
fekat, toprağa nazaran çok
yüksekdir.
Yine sözümüze dönelim!
Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki, seyr-i âfâkîde nûrlu ve zulmetli
perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakîre göre, bu sözleri de yerinde değildir.
Hattâ, temâmen başka dürlü anlıyorum. Görüyorum ki, zulmetli perdelerin kalkması
için mahlûkların hepsini aşmak, ya’nî seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi
temâmlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de, Allahü teâlânın
ismlerinde ve sıfatlarında seyr etmek lâzımdır. Ya’nî ismleri, sıfatları,
şânları ve i’tibârları hiç görmemelidir. Ancak bu zemân, nûrdan perdelerin hepsi
kalkarak, (Vasl-ı uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i
âfâkîde, zulmetden olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nûrdan perdeler
hiç kalkar mı? Perdeler çok çeşidlidir. Onun için şaşırmışlardır. Meselâ,
nefsin perdelerinin zulmeti, kalbin perdelerinin zulmetinden çokdur. Zulmeti az
olan perdeler, nûrânî perde gibi görünmüşdür. Görüşü keskin olanlar, zulmânî
perdeyi nûrânî perde ile karışdırmaz. Zulmete nûr demez. Bu, öyle bir ni’metdir
ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
Bu fakîri [ya’nî İmâm-ı
Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] yetişdirmek için
şereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk vardır. Latîfeleri [insanların
kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın sıfatları ile doldurmak, bir
aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu yolda berâberdir. Seyr-i
enfüsîde, seyr-i âfâkî dahî yapılmış olur. Tasfiye içinde, tezkiye de hâsıl
olur. Cezbe, sülûkü de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün içinde bulunur. Fekat,
latîfeleri temizlemek cezbeden önce ve tasfiye, tezkiyeden öncedir. Bu yolda,
göz önünde olan enfüsdür. Âfâk değildir. Bunun için, bu yol ile çabuk varılır.
Hattâ, diyebilirim ki, bu yol, elbette kavuşdurur. Kavuşdurmamak ihtimâli
yokdur. Allahü teâlâdan istikâmet ve fırsat dilemek lâzımdır.
Bu yol, elbette kavuşdurur
dedim. Çünki, bu yolun başlangıcı cezbedir ki, elbette kavuşdurur. Sâlikleri
yolda bırakan, yâ sülûk konaklarıdır veyâ sülûkü bulunmayan kuru cezbelerdir. Bu
mâni’lerin ikisi de, bu yolda yokdur. Çünki, sülûk, cezbeye bağlıdır. Cezbe ile
berâber, cezbenin içinde hâsıl olur. Burada, hâlis sülûk olmadığı gibi, kuru
cezbe de yokdur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol, Peygamberlere
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs olan caddedir. Bu büyükler, çeşidli
derecelerine göre, bu yoldan vâsıl olmuşlardır. Âfâkı ve enfüsü bir adımda
geçmişler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine koymuşlardır. Sülûk ve
cezbeyi geride bırakmışlardır. Çünki, sülûkün nihâyeti, Seyr-i âfâkînin sonuna
kadardır. Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna kadardır. Seyr-i âfâkî ve
enfüsî temâm olunca, sülûk ve cezbe de temâm olur. Bundan sonra ne sülûk kalır
ne cezbe. Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sâhibleri anlıyamaz. Çünki, onlara göre,
âfâk ve enfüsün üstünde yol yokdur. İnsanın ömrü sonsuz olup, hep seyr-i enfüsî
yapsa, yine temâmlıyamaz. Bu büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî beyt
tercemesi:
Eğer bütün ömrünce yürüse de insan,
Kendinden dışarı çıkmağa bulmaz imkân.
Bu yolu bana gösterenler o
kadar büyükdür ki, Onların sâyesinde gözümü açdım. Onların sâyesinde bunları
söyliyebiliyorum. Tesavvufun elifbâsını Onlardan öğrendim. Mevleviyyet
derecesine Onların teveccühü ile kavuşdum. Eğer ilmim varsa, Onların ilm
deryâlarından birkaç damladır. Eğer ma’rifet sâhibi isem, Onların iltifâtlarının
eseridir. Nihâyetin başlangıcda yerleşmiş bulunduğu yolu Onlardan öğrendim.
Kayyûmluk cihetine çeken ipin ucunu Onlardan aldım. Onların bir bakışı ile, öyle
şeylere kavuşdum ki, başkaları kırk gün çile çekmekle göremez. Onların sözünden
öyle şeyler edindim ki, başkaları senelerle çalışmakla ele geçiremez. Fârisî iki
beyt tercemesi:
Şemseddînin bir bakışına Tebrîzde kavuşan
kişi,
Çile çıkaranlara güler, ayblar dâim herkesi.
Nakşibendiyye, nasıl kâfile sürücüdür?
Kâfilesini gizlice maksada götürür.
Bu büyükler, yola, seyr-i
enfüsîden başlıyor. Seyr-i âfâkîyi bununla berâber yapmış oluyor. Bu hâle,
(Sefer der vatan) sözü ile işâret ediyorlar.
Bu büyüklerin yolu pek
kısadır. Maksada çabuk ulaşdırır. Başkalarının yolunun sonu, bu yolun
başlangıcına varır. Bunun içindir ki, (Biz, nihâyeti, başlangıca yerleşdirdik)
buyurmuşlardır. Velhâsıl, bu büyüklerin yolu, başka tesavvuf yollarından çok
yüksekdir. Diyebilirim ki, bunların huzûru ve âgâh olmaları [Allahü teâlâ ile
her ân beraber olmaları], Onların çoğunun huzûrunun üstündedir. Bunun içindir
ki, (Bizim bağlılığımız, bütün bağlılıkların üstündedir) buyurmuşlardır. Fekat,
âfâk ve enfüsün dışında ve sülûk ve cezbenin üstünde Evliyâya yol olmadığı için,
bu büyükler de, ister istemez âfâk ve enfüsün ötesinden konuşmamışlar. Cezbe ve
sülûkün dışından haber vermemişler. Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak, (Evliyâ,
Fenâ ve Bekâdan sonra herşeyi kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar)
buyurmuşlardır. Kendilerinde seyr etdikleri için, Zâriyât sûresinin
(Kendinizde bulunmakdadır, niçin görmüyorsunuz?) meâlindeki âyet-i
kerîmesine uymuşlardır.
Allahü teâlâya hamd ve
şükrler olsun ki, bu büyükler, enfüsün dışından haber vermedi iseler de, enfüse
bağlanıp kalmış da değildirler. Enfüsü de, âfâk gibi (Lâ) deyip yok etmek
istiyorlar. Allahü teâlâdan başka olan herşey gibi, onu da yok biliyorlar.
Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Her gördüğün, her
işitdiğin ve her bildiğin, O değildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken, yok
etmek lâzımdır). Fârisî beyt tercemesi:
Nakşibenddirler fekat, her nakşa
bağlanmazlar,
insanlar, şaşkınlıkdan, başka nakş ararlar.
Başka şeyleri yok etmek
başkadır. Başka şeylerin yok olması başkadır.
Evliyâlıkda cezbe ve
sülûkdan ve âfâk ve enfüsden dışarı çıkılamaz dedik. Çünki, vilâyetin bu dört
temelinin üstünde, (Kemâlât-i nübüvvet) başlar. Evliyâlık, buraya
ulaşamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Eshâbının çoğu ve Eshâb
olmıyanlardan pek az bahtiyârlar, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”
tam uydukları için, bu devlete kavuşmuşdur. Cezbe ve sülûkü içinde bulunduran bu
yoldan seyr ederek ilerlemişler, sülûk ve cezbenin dışına çıkmışlardır.
Zıllerden, hayâllerden kurtulmuşlar, enfüsü de, âfâk gibi, geride
bırakmışlardır. Burada, başkalarına şimşek gibi çakıp biten (Tecellî-yi Zâtî)ler,
devâmlı olmuşdur. Hattâ bunların işi, ister şimşek gibi olsun, ister devâmlı
olsun, bütün tecellîlerin üstündedir. Çünki, bütün tecellîlerde [görünüşlerde]
az da olsa, zıl, aks bulunur. Hâlbuki, bu büyüklere, nokta kadar zıl, büyük dağ
gibi gelir. Bu büyüklerin kazanclarının başlangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve
sevgisidir. Cenâb-ı Hakkın lutfü ile, bu sevgi her ân artarak, başka şeylerin
sevgisi yavaş yavaş azalır. Başka şeylere bağlılık, yavaş yavaş yok olur. Bir
se’âdetli kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak, başka herşeyin sevgisi kalmayınca
ve Allah sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerleşince, onun aşağı sıfatları ve
bütün kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeylere, uzun bir sülûke
ve sıkı riyâzetlere ve çetin mücâhedelere lüzûm kalmadan kavuşur. Çünki, sevmek,
sevgiliye, itâ’at etmeği ister. Sevgi son haddini bulunca, itâ’at da temâm olur.
Sevgiliye, insan gücünün yetişebildiği kadar, tam bir itâ’at hâsıl olunca
(Makâmât-i aşere) ele geçer. [Makâmât-i aşere: Tevbe, zühd, vera’, sabr,
fakr, şükr, havf, recâ, tevekkül ve rıdâ olduğu (Neşrül-mehâsin)de
yazılıdır.] Bu (Seyr-i mahbûbî) ile, seyr-i âfâkî gibi, seyr-i enfüsî de
temâmlanmış olur. Çünki, hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm” (İnsan, sevdiği ile berâberdir) buyurdu. Sevgili, âfâk ve
enfüsün dışında olduğundan seven de Onunla berâber olacağından âfâk ve enfüsün
dışına çıkar. Böylece, seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmış olur. Berâberlik
devletine kavuşur. İşte, bu büyükler, muhabbet devleti sâyesinde, âfâk ve enfüs
ile uğraşmazlar. Âfâk ve enfüs, onlara tâbi’ olur. Sülûk ile cezbe, bunların
işlerine bağlı bulunur. Bu büyüklerin sermâyesi, muhabbetdir. Muhabbet,
sevgiliye itâ’at etmeği ister. Sevgiliye itâ’at ise, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla
olur. Çünki, sevgilinin beğendiği şey, yol, ahkâm-ı islâmiyyedir. O hâlde,
muhabbetin çok olmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeye çok uymakdır. (Ahkâm-ı
islâmiyye)ye uymak, farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demekdir.
Ahkâm-ı islâmiyyeye tam uyabilmek ise, ilm, amel ve ihlâs ile olur. Her sözde,
her işde, her hareketde, her duruşda, kendiliğinden hâsıl olan ihlâs, muhlas
olan kimseye nasîb olur. Muhlisler, bu mu’ammâyı anlıyamaz. (Muhlisler, büyük
tehlükededir) buyuruldu.
Yine sözümüze dönelim! Seyr
ve sülûkden maksad ve cezbe ve tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan
ve çirkin sıfatlardan temizlemekdir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün
olmak ve onun arzûlarına, isteklerine tutulmakdır. O hâlde, Seyr-i enfüsî
lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzûmlu
değildir. Maksad, gâye bu seyre bağlı değildir. Çünki, âfâka düşkünlük, nefse
düşkün olmakdan ileri gelir. İnsan, herşeyi, kendini sevdiği için sever.
Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifâde edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde,
insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekden kurtulduğu
için evlâd ve mal sevgisi de, bununla berâber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî
muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, bununla berâber müyesser
olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i
enfüsî idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de,
ara yerde, hiç durmadan, devâmlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir. Fekat,
arada takılıp kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen fâidesiz olur.
İstenilen gâyeye mâni’ olan şeylerden biri sayılır.
Seyr-i enfüsî ne kadar
ilerlerse, o kadar kârlı olur. Bu seyri temâmlıyarak enfüsden dışarıya çıkmak,
çok büyük ni’metdir. Enfüsdeki değişiklikleri âfâk aynasında görmeğe, kendindeki
değişmeleri âfâkda görmeğe ne lüzûm var. Kalbin temizliğini âlem-i misâlde
anlamak ve bu temizliği, âlem-i misâlde kırmızı nûr olarak görmek de böyledir.
Niçin kendi vicdânına bırakmıyor ve değişikliklerini ve temizliğini kendi
firâseti ile anlamıyor. Meşhûrdur ki, birisi oniki sene tabîbe muhtâc olmamış,
hâllerindeki değişikliği kendi vicdânı ile anlamışdır. Sıhhatini ve hastalığını
kendi firâseti ile bilmişdir. Evet, seyr-i âfâkîde, ilmler, ma’rifetler,
tecellîler ve zuhûrlar çok olur. Fekat, bunların hepsi zıllerin görünüşüdür.
Misâllerle, hayâllerle avunmakdır. Ba’zı mektûblarda bildirdiğimiz gibi, seyr-i
enfüsî zıllere, akslere bağlıdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî, zıllerin zılline bağlı
olur. Çünki, âfâk, enfüsün zılleri gibidir ve enfüsü gösteren ayna gibidir.
Enfüsdeki değişiklikleri, âfâk aynasında görmek ve latîfelerin temizlenmesini ve
sıfât-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını âfâk aynasından anlamak, insanın rü’yâda,
âlem-i misâlde kendini pâdişâh görmesine veyâ zemânın kutbu görmesine benzer.
Hâlbuki, ne pâdişâhdır, ne de kutb olmuşdur. Bu rü’yâdan, onun, hâricde, uyanık
iken de pâdişâh ve kutb olabileceği anlaşılır. Tezkiye [latîfelerin
temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i âfâkîde görülen bu tezkiyenin kâbil
ve mümkin olmasını haber verir. Seyr-i enfüsîde kendini temiz görmedikce ve
vicdânı ile, kendini temizlenmiş bulmadıkca, Fenâ hâsıl olmaz. Makâmât-i aşereye
kavuşamaz. Yedi hâlden eline ancak hava girer. Görülüyor ki, Seyr-i enfüsî de,
Seyr-i ilallahın içindedir. Seyr-i ilallahın temâmlanması ile, Fenânın hâsıl
olması, Seyr-i enfüsînin temâm olmasına bağlıdır. Seyr-i fillah, Seyr-i
enfüsîden çok sonra hâsıl olur.
Ey mes’ûd insan! Seyr-i
enfüsîde, insanın kendine olan bilgisi ve sevgisi kalmadığı için, kendine
bağlılığı da kalmaz. Bunun sonucu olarak, başkalarına bağlılığı da yok olur.
Çünki, kendine bağlı olduğu için, başkalarına da bağlanmışdır. O hâlde, Seyr-i
âfâkî, Seyr-i enfüsînin altında yapılmakdadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi
yapınca, hem kendine bağlılıkdan, hem de başkalarına bağlanmakdan kurtulur. İşte
bu söylediklerimizden, Seyr-i enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin ma’nâsı kolayca
anlaşıldı. Çünki, enfüsde seyr, âfâkda da seyrdir. Kendine olan bağlılıkları
yavaş yavaş ortadan kaldırmak, enfüsde seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, âfâka
olan bağlılıkların çözülmesi de, seyr-i âfâkîdir. Hâlbuki başkalarının anlatdığı
seyr-i âfâkî ve Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçdür. Evet, doğru olan şeylerde
güçlük olmaz.
Seyr-i enfüsîde, sâlikin
latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları görünüyor diyorlar.
Buna tahliyeden [boşaltmakdan] sonra doldurmak diyorlar. Bu görünenler,
hakîkatde ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüşüdür. Önce
ismlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıl, tâlibin aynasında görünür. Onun
zulmetlerini ve kötülüklerini temizler. Ya’nî, tasfiye ve tezkiye yapar. Bu
tasfiye ve tezkiye, Seyr-i enfüsî temâm olunca hâsıl olur. Latîfeler tahliye
olup, ismlerin ve sıfatların görünmesine elverişli olur. Seyr-i enfüsîde elde
edilen (Tahliye), tasfiye ve tezkiyenin temâm olmasına bağlıdır. Seyr-i
âfâkîde görünen tahliye, hakîkî tahliye değildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde
ismler ve sıfatlar görülmez. Demek oluyor ki, zılle kavuşmak, sevgiliden başka
herşeyden ayrılmakdan önce olur. Ya’nî, sevgilinin zıllerinden bir zıl, sâlikin
aynasında görülmedikce, sevgiliden başka şeylerden kesilmek olamaz. Fekat,
sevgiliye kavuşmak, başkalarından kesilmekden sonra hâsıl olur. Şu hâlde,
tesavvuf büyüklerinden, kavuşmak [peyvesten] öncedir diyenler, bir zılle
kavuşmağı demek istemişlerdir. Kavuşmak sonradır diyenler ise, asla kavuşmağı
bildirmişlerdir. Böylece, her iki tarafın ayrılığı, yalnız kelimededir. Şeyh Ebû
Sa’îd-i Harrâz “kuddise sirruh” burada başka dürlü söylüyor ve (Kurtulmadıkca
bulamazsın ve bulmadıkca kurtulamazsın! Hangisi önce olduğunu bilmiyorum)
demişdir. Anlaşılıyor ki, zılli bulmak, kurtulmakdan öncedir. Aslı bulmak
kurtulmakdan sonradır. Burada şübhe edecek birşey yokdur. Nitekim sabâh vakti
güneş doğmadan evvel, güneş ışınlarının zılleri görünüp, yer yüzünü karanlıkdan
temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye buldukdan sonra, güneşin kendi
doğar. Burada da, güneşin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir ve
güneşin doğması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır.
Fekat, burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalığın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan
önce olmuyor.
|