43
-
İKİNCİ CİLD - 98.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, gizli
bilgilerin hazînesi oğulları Muhammed Sa’îd ve Muhammed Ma’sûma “rahmetullahi
aleyhimâ” yazılmış olup, Allahü teâlânın mahlûklara yakın olmasını açıklamakda,
ademin ve iblîsin kötülükleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd ederim.
Onun seçdiği kullarına selâm ederim!
Süâl:
Âlimler diyor ki, Allahü
teâlâ, bu âlemin içinde değildir. Dışında değildir. Âleme bitişik değildir. Ayrı
değildir. Bunun açıklanması nasıl olur?
Cevâb:
İçinde, dışında olmak,
bitişik ve ayrı olmak gibi şeyler, var olan iki şey arasında düşünülebilir.
Hâlbuki süâlimizde, iki şey mevcûd değildir ki, bunlar düşünülebilsin. Çünki,
Allahü teâlâ vardır. Âlem, ya’nî Ondan başka herşey vehm ve hayâldir. Âlemin var
görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile devâmlı olup, vehm ve hayâlin kalkması
ile yok olmuyor. Âhıretdeki sonsuz ni’metler ve azâblar bunlara oluyor. Fekat,
âlemin varlığı vehm ve hâyaldedir. [Ya’nî dışarda var olmayıp, vehme ve hayâle
var görünmekdedir.] Vehm ve hayâlin dışında bir varlık değildirler. Allahü
teâlânın kudreti, vehm olunan, hayâl olan bu görünüşleri devâm etdirmekdedir.
[Hâricde varmış gibi, yok olmakdan korumakdadır.] Var gibi göstermekdedir.
Görünüşe aldanan, varlıkda kaldıklarını görerek, var sanır. Var olan ikidir der.
Bunun üzerinde, başka mektûblarda geniş bilgi verilmişdir.
Hayâlde bulunan birşey,
dışarda var olan birşeyle bitişikdir, onun içindedir denemez. Fekat, var olan,
mevcûd olan birşey, hayâlde olan şeyin içinde değildir, dışında ve ayrı da
değildir, bitişik de değildir denilebilir. Çünki, mevcûdün bulunduğu yerde,
hayâldeki şey yokdur ki, birbirine göre yerleri söylenebilsin. Bu sözümüzü bir
misâl ile açıklıyalım: Taş, demir gibi küçük birşeyi, bir ipe bağlayıp
[parmağımızda zinciri döndürür gibi] elimizin etrâfında çevirelim. Bir dâire
üzerinde dönen bu küçük cisme (Nokta-i cevvâle) denir. Nokta-i cevvâle,
hızlı döndüğü için, uzakdan, bir dâire olarak görünür. Hâlbuki, hâricde mevcûd
olan, noktadır. Hâricde dâire yokdur. Dâirenin varlığı vehmdedir. Dâirede,
noktanın varlığı gibi bir varlık yokdur. Nokta, dâirenin içinde veyâ dışındadır
denilemez. Birbirlerine bitişik ve ayrı da değildirler. Noktanın bulunduğu
yerde, dâire yokdur ki, birbirlerine göre yerleri söylensin.
Süâl:
Allahü teâlâ, âleme yakınım,
ihâta ediyorum buyuruyor. Bu nasıl oluyor?
Cevâb:
Bu kurb ve ihâta, cismin
cisme yakın olması ve kaplaması gibi değildir. Bilinmiyen, anlaşılamıyan bir
kurb ve kaplayışdır. Allahü teâlânın yakın olduğuna ve ihâta etdiğine inanırız.
Fekat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Ona, âlemin içindedir, dışındadır, bitişikdir,
ayrıdır demeyiz. Çünki, islâmiyyet, bu dördünü bildirmemişdir. Misâlimizde
nokta-i cevvâle, mevhûm olan dâireye yakındır. Onu kaplamışdır ve onunla
berâberdir diyebiliriz. Fekat nasıl olduğunu bilemeyiz. Çünki, mevcûd olan
yalnız noktadır. Bitişikdir, ayrıdır, içindedir, dışındadır deriz. Fekat bunlar
nasıl olur bilinmez de diyebiliriz. Çünki, iki taraf arasında bulunan hâlin
nasıl olduğu bilindiği zemân, iki tarafın da hâricde varlıkları lâzımdır. İki
taraf arasında bulunan hâlin nasıl olduğu bilinmediği zemân, iki tarafın da var
olması lâzım gelmez. Bilinmiyen şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak yanlışdır.
Başka bir sözle (Gâibi, şâhide kıyâs etmek, bâtıldır).
Tenbîh:
Âlem mevhûmdur, hayâldeki
varlıkdır dedik. Bunun ma’nâsı, âlem, vehm ve hayâl mertebesinde yaratılmışdır
demekdir. His olunan ve idrâk edilen fekat hâricde bulunmıyan bir varlıkdır.
Meselâ, dışarda bulunmayıp, yalnız hayâlde bulunan dâire, bu hâlde devâmlı
durdurulabilse ve vehmler, hayâller yok olunca da, o hâlde kalsa, bu dâire,
hâricde bulunmadığı hâlde, hâricde varmış gibi olur. Hâlbuki hâricde nokta
bulunmazsa, dâire de olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
Ne hoş olur, güzellerin edâsı,
başkaların sözünde yer alması.
Dâire, noktanın görünmesini
örtüyor denirse yeri vardır. Dâire, noktanın varlığını gösteren bir ayna gibidir
denirse, yine doğru olur. Eğer noktanın varlığına alâmetdir denirse, yine olur.
Noktayı örtüyor demek, câhillerin sözüdür. Aynadır demek Evliyâlığa uygundur ve
buna (Îmân-ı şühûdî) denir. Alâmet ve işâret olduğunu söylemek,
(Îmân-ı gaybî)ye mahsûsdur. Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden dahâ kuvvetli,
dahâ kıymetlidir. Çünki, şühûdde zıl [hayâl] görülür. Gaybde ise, bu hatâ
yokdur. Îmân-ı gaybîde, ele birşey geçmez. Fekat vâsıldır, kavuşmuşdur. Şühûdde,
ele birşeyler geçerse de, vâsıl değildir, başka şeye, zıllere, hayâllere
bakmakdadır. Sözün kısası, şühûd, noksânlıkdır. Vüsûl ise kemâldir. Bu sözümüzü
tesavvufcu geçinen herkes anlıyamaz. Bunlar, şühûdü, vüsûlden dahâ üstün sanır.
Yunân felsefecilerinden, sôfistâiyye [Sophiste] denilen kimseler, âleme, hayâl,
vehm dedi. İnsanın hayâlinde, bir görünüşdür. Vehm ve hayâl değişirse, bu
görünüşler de değişir dedi. Meselâ, vehm, birşeyi tatlı görürse tatlı olur.
Başka bir zemânda bu şeye acı derse, acıdır dediler. Ne kadar câhil, ne kadar
aklsızlar ki, Allahü teâlânın yaratmasını göremediler. Hattâ inanmadılar.
[Âlemin varlığının], hâricdeki varlığa olan yakınlığını anlamadılar. Böylece
hâricdeki varlığa yakışan işlerin bu âlemde bulunduğuna ve böylece sonsuz azâb
ve ni’metlere inanmadılar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık [hep doğru söyleyici]
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunları haber verdi. Elbet olacakdır. Bu
felsefeciler, şeytânın askeridir. Mücâdele sûresinin, ondokuzuncu âyetinde
meâlen, (Şeytânın askeri elbette mağlûb olacak, ziyân edecekdir)
buyruldu.
Süâl:
Vehmde ve hayâlde olsa bile,
âlemin varlığı, devâmlı olduğu ve bu varlığa sonsuz ni’metler ve azâblar olacağı
hâlde, âleme niçin var denmiyor ve mevcûd bilinmiyor?
Cevâb:
Tesavvufculara göre vücûd,
en şerefli, en kıymetli şeydir. Vücûd [ya’nî var olmak], bütün hayrların,
üstünlüklerin başlangıcıdır. Herşeyden kıymetli olan vücûdü, Allahü teâlâdan
başkasına yakışdıramıyorlar. Çünki, Ondan başka herşey noksân ve kötüdür. En
kıymetli şey, kötüye verilebilir mi? Tesavvufcuların bu sözleri, keşfe ve
firâsete dayanmakdadır. Keşflerine göre, vücûd, yalnız Allahü teâlâya mahsûsdur.
Mevcûd [var] yalnız Odur. Ondan başkasına mevcûd demeleri, O varlığa, bilinmiyen
bir bağlılıkları olduğu içindir. Gölge aslı sâyesinde durabildiği gibi, herşey O
varlıkla durmakdadır. Vehm mertebesinde bulunan sübût [görünüş], O vücûdun
zıllerinden bir zıldir. [Türkçede, vücûd deyince, beden sanıyoruz. Hâlbuki
vücûd, madde, cism, beden demek değildir. Vücûd, var olmak demekdir. Ya’nî bir
sıfatdır.] O vücûd, hâricde mevcûd olduğundan, Allahü teâlâ, hâricde mevcûddür.
Devâm verilen vehm ve hayâl mertebesine de, hâric mertebesinin zıllerinden bir
zıl dersek, ikisi de zıl olunca, vehmdeki sübûta, (Vücûd-i hâricî) demek
uygun olabilir. Bu bakımdan, âleme de, hâricde mevcûd denebilir. Görülüyor ki,
mümkin [ya’nî mahlûk] herneye mâlik ise, vücûd mertebesinden gelmekdedir. Ona,
zıl olması düşünülmeden, hâricde var demek, doğru olmaz. Allahü teâlâya, vücûd
sıfatında ortak edilmiş olur. Bu fakîr [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ
sirrehül’azîz”], âleme hâricde mevcûd demiş isem, bu ma’nâda anlamak lâzımdır.
Kelâm âlimleri, vücûd ile sübût aynıdır diyor ki, iki kelimenin lügat ma’nâsı
aynı demekdir. Yoksa, vücûd nerde, sübût nerde? Keşf ve şühûd sâhiblerinden çoğu
ve âlimlerden çoğu, (Allahü teâlânın kendisi, vücûddür) dedi. Sübût ise, nazarî,
aklın düşündüğü birşeydir.
Fâide:
Vücûd, her hayr ve kemâlin
kaynağı ve her güzelliğin başlangıcı olduğu gibi, bunun karşılığı olan adem de,
elbette her kötülüğün, her kusûrun kaynağı ve her çirkinliğin ve bozukluğun
başlangıcıdır. Günâhlar, ondan hâsıl olmakda, yoldan çıkmağa, o sebeb
olmakdadır. Buna karşılık, hünerleri, güzellikleri de vardır. Vücûd karşısında,
kendini tâm yok etmek en büyük meziyyetidir. Vücûdun karşısında bulunarak,
kötülükleri, kusûrları kendinde toplamak, hüneridir. Vücûde ayna olarak, onun
kemâlâtını göstermek ve bu kemâlâtı, ilmin dışında, birbirlerinden ayırmak,
onları icmâlden tafsîle getirmek, onun güzel sıfatıdır. Kısaca, vücûdun
hizmetlerini görmekde, vücûdun hüsn-i cemâli, onun, kötülük, çirkinlik ve kusûr
aynasında meydâna çıkmakdadır. Vücûdün gınâsı, bunun ihtiyâcından, onun izzeti
bunun zilletinden, onun yüksekliği, bunun alçaklığından, onun efendiliği bunun
köleliğinden anlaşılmakdadır. Fârisî beyt tercemesi:
Hocamı üstâd yapan, ben oldum,
beği âzâd eden köle, ben oldum.
Her bozukluğun, her
sapıklığın sebebi olan mel’ûn İblîs, ademden dahâ fenâdır. Ademde bulunan
hünerlerin, onda hiçbiri yokdur. A’râf sûresi, onikinci âyetindeki, (Ben
ondan dahâ hayrlıyım) sözü, ondaki iyilik sıfatlarını, söküp çıkarmış, onu
herşeyden kötü yapmışdır. Adem, hiçbirşeye varamadığı, yok olduğu için, vücûde
alâmet, güzelliklere ayna olmuşdur. Mel’ûn ise, varlık ve iyilik iddi’âsı ile,
karşı gelerek tard edilmişdir. Güzel karşılamağı ademden öğrenmeli ki, varlığı
yoklukla karşılamakda, kemâl karşısına, kusûr ile çıkmakdadır. İzzet ve celâl
görününce zül ve inkisârını göstermekdedir. İblîs mel’ûnu, kibr ve inâd etdiği
için, ademdeki kötülükleri sanki kendisine çekmiş, ademde iyilikden başka, sanki
birşey kalmamış gibidir. Elbet iyiliğe ayna olabilmek için, iyi olmak lâzımdır.
(Sultânın eşyâsını taşımak şerefi, ancak kendi hayvânlarına mahsûsdur) sözü
meşhûrdur. İblîsin, kıymetli vazîfesi vardı. Mahlûkları kötülükden temizliyordu.
Fekat, kendini beğendiği, büyük sandığı için, hizmetlerinin fâidesini göremedi.
Dünyâda da, âhıretde de ziyân etdi. Adem ise, kusûrlu, kötü olduğu hâlde,
yokluğu sâyesinde, mahrûm kalmadı. Vücûda ayna olmakla şereflendi. Fârisî beyt
tercemesi:
Kamış boşum dedi, şekerlendi,
ağaç, yükseldi, baltayı yidi.
Süâl:
İblîse bu kötülük nereden
geldi? Ademden başkası vücûddür. Bunda ise, kötülük yokdur. O hâlde, kötülük
nereden geldi?
Cevâb:
Adem, vücûda ayna olup, onun hayrı ve kemâlini gösterdiği gibi, vücûd de, ademin
aynasıdır ve onun kötülüğünü ve kusûrlarını göstermekdedir. [İblîs de, her
mahlûk gibi adem ile vücûddan yapılmışdır.] İblîs kendi ademindeki kötülükleri
aldığı gibi, vücûdüne ademden aks eden kötülükleri de almışdır. Hem kendinde
olan hem de hâricden gelen kötülükleri yüklenmişdir. Kötülükleri aks etdiren
vücûdünün kuruntuları, ademin iyi sıfatlarından olan yokluğunu, ona göstermedi.
Vücûdün aynasında görünen kötülükler de meydâna çıkınca, sonsuz ziyâna girdi. Yâ
Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi, düşmanlarının tarafına
kaydırma! Bizlere merhametini bol eyle! Lutf, ihsân sâhibi ancak sensin!
Kalbini, Cennet bağı yap, çeşme-i tevhîd
ile,
rûh bağçeni gülşen eyle, gonca-i tevhîd ile.
Hem mekânsız, hem zemânsız, nihâyetsiz
yolları,
kat’ider gönül erbâbı, kuvvet-i tevhîd ile.
Her ne kadar, yüz karası, yapdıysa ısyân
sende,
temizlenir her yerin, sâbûn-i tevhîd ile.
İns ve cin âlemlerini, aşarak arşa çıkar,
kim ki mi’râc eylediyse, cezbe-i tevhîd ile.
Ey Niyâzi! Ârif-i billah gönülden kaldırır,
yetmiş bin perdeyi hep, bir lem’a-i tevhîd
ile.
|