41
-
ÜÇÜNCÜ CİLD - 90.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, Muhammed
Hâşim-i Keşmîye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” yazılmış olup, âriflerin,
kalbleri ile Allahü teâlâyı nasıl gördükleri anlatılmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!
Süâl:
Tesavvuf büyüklerinden
ba’zıları, kalb gözleri ile, Allahü teâlâyı gördüklerini söylemişdir. Meselâ,
Şeyh-ul’ârif “kuddise sirruh” [Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî]
(Avârif-ül-me’ârif) kitâbında, (Allahü teâlâ, kalb gözü ile müşâhede olunur)
diyor. Hâlbuki, Ebû İshak Gülâbâdî “kuddise sirruh” Sôfiyye-i aliyyenin
eskilerinden ve reîslerindendir. (Te’arrüf) ismindeki kitâbında diyor ki,
(Büyüklerimiz, söz birliği ile dedi ki, dünyâda Allahü teâlâ, baş gözü ile de,
kalb ile de görülemez. Ancak, kalbde bir yakîn, kanâ’at hâsıl olur). Bu iki
sözün arasını bulmak nasıl olur?
Cevâb:
Bu mes’elede, bu fakîr,
(Te’arrüf) kitâbının sözünü beğenmekdeyim. Bu dünyâda, kalblerin Allahü
teâlâdan nasîbi, yakîn hâsıl olmakdan başka değildir. Buna, ister rü’yet
desinler, ister müşâhede desinler. Kalb göremeyince, göz elbette göremez. Bu
dünyâda gözün Allahü teâlâyı görmesi mümkin değildir. Kalbde hâsıl olan yakîn,
Âlem-i misâlde, rü’yet şeklinde görülmekdedir. Çünki, Âlem-i misâlde her
düşüncenin, her ma’nânın bir şekli vardır. Bu dünyâda, insana en iyi yakîn hâsıl
eden şey, rü’yetdir. Kalbdeki yakîn de, âlem-i misâlde, rü’yet şeklinde
görünüyor.
Kalbde hâsıl olan yakîn,
rü’yet şeklinde görüldüğü için, yakîn hâsıl olunan şey de (görünen şey) şeklinde
oluyor. Sâlik, bu yakîni, âlem-i misâl aynasında görünce, âlem-i misâlin ayna
olduğunu unutarak, sûreti [görünüşü] hakîkat [asl] sanıyor. Rü’yet hâsıl oldu
diyor. Yakînin sûretini gördüğünü anlıyamıyor. Bu hâl, tesavvufcuların meşhûr
olan hatâlarından biridir. Âlem-i misâldeki sûreti görmek kuvvetlenirse, sâlik,
gözümle gördüm zan ediyor. Hâlbuki göz ile de, kalb ile de görülemez. Sôfiyye-i
aliyyenin çoğu, böyle yanılarak, kalb ile gördük sanmışlardır.
Süâl:
Kalbde kendisine yakîn hâsıl
olan şeyin âlem-i misâlde sûreti bulununca, Allahü teâlânın sûreti, görünüşü
olmak lâzım gelmez mi?
Cevâb:
Allahü teâlânın misli
yokdur. Fekat, misâli vardır dediler. Âlem-i misâlde sûret görünür dediler.
Nitekim (Füsûs) kitâbının sâhibi [Muhyiddîn-i Arabî] “rahmetullahi aleyh”
Cennetde görmeği de, âlem-i misâldeki sûret olacak demişdir. Âlem-i misâldeki
sûret, Allahü teâlânın âlem-i misâldeki sûreti değildir. Kalbde yakîn hâsıl olan
şeyin sûretidir. Kalbde yakîn hâsıl olan, keşf olan ise, Zât-ı ilâhî değildir.
Zât-ı ilâhînin, nisbetleri, i’tibârlarıdır. Ârifin işi, Zât ile olunca, böyle
hayâller meydâna çıkar. Hiç rü’yet ve mer’î yokdur. Çünki, Zât-ı ilâhînin âlem-i
misâlde sûreti yokdur. Yakînin sûretini, rü’yetin sûreti sanmışlardır.
Âlem-i misâlde maddelerin,
zâtların sûreti olmaz. Ma’nâların sûreti olur. Âlemler [mahlûklar], Allahü
teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Zâtlıkları, kendi varlıkları
yokdur. Bunun için, âlemin hepsi, ma’nâ demekdir. [Âlemde madde yokdur.] Onun
için, âlemin, âlem-i misâlde sûreti vardır. Allahü teâlânın ismleri ve sıfatları
da, Zât-ı ilâhî ile durabildiği için, ma’nâ gibidirler. Bunların âlem-i misâlde
sûretleri olabilir. Fekat, Zât-i ilâhînin hiç sûreti olamaz.
Sûret, hudûdlü olur ve
kaydlı olur. Âlemler, Onun mahlûkudur. Hiçbir mahlûk, Onu hudûdlayamaz. Bir kayd
ile bağlıyamaz. Allahü teâlânın misâli var demek, yalnız zât-ı ilâhînin değil
ba’zı bakımlardan, ba’zı cihetlerden misâli olur demekdir. Fekat, Zât-ı ilâhînin
değil, ba’zı i’tibârlarla, ba’zı bakımlardan misâli olur demek, bu fakîre ağır
geliyor. Belki, zıllerinden uzak bir zıllin misâli olabilir. Tekrâr edelim ki,
âlem-i misâlde, sıfatların ve ma’nâların sûreti vardır. Zâtın sûreti yokdur. O
hâlde, (Füsûs) kitâbının sâhibinin (Allahü teâlâ, Cennetde, âlem-i
misâldeki sûreti olarak görünecekdir) demesi, Onu rü’yet değildir. Hattâ,
sûretini bile rü’yet değildir. Çünki, Zât-ı ilâhînin sûreti yokdur ki
görülebilsin. Âlem-i misâldeki sûret, Onun zıllerinden uzak bir zıllin
sûretidir. Bunu görmek, Zât-ı ilâhînin rü’yeti değildir. Muhyiddîn-i Arabî
“kuddise sirruh”, Cennetde Allahü teâlânın görünmesine inanmamakda, mu’tezileden
ve felsefecilerden geri kalmamakdadır. Cenâb-ı Hakkın görünmesini, öyle bir
şeklde isbât etmiş oluyor ki, isbâtından, görülemiyeceği anlaşılıyor. Ya’nî
görülemiyeceğini mükemmel isbât etmiş oluyor. Çünki, kinâye söz, açık sözden
dahâ mükemmel anlatır. Fekat, mu’tezile ile felsefeciler, akllarına uyuyorlar,
Muhyiddîn-i Arabî ise, yanlış olan keşfine uymakdadır. Belki de felsefecilerin
ve mu’tezilenin delîlleri, şâhidleri, Muhyiddîn-i Arabînin hayâlinde yerleşerek,
keşfinin yanlış olmasına ve onlara uymasına sebeb olmuşdur. Fekat, Ehl-i
sünnetden olduğu için, bu keşfini, rü’yeti isbât olarak göstermişdir.
(Te’arrüf)
kitâbı sâhibinin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (söz birliği) demesi,
zemânındaki tesavvufcuların söz birliği olsa gerekdir. Herşeyin doğrusunu Allahü
teâlâ bilir.
İlâhî nedir bu aşk, yakdı cismü cânımı?
bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz.
Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,
seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!
Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar,
ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar.
Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar,
derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz.
Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile,
bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile!
Her bülbül âşık olur, böyle vefâlı güle,
kim demiş zemherîrde, ılık bir behâr olmaz.
Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi,
senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi.
Ey! Cihânın şu ânda, bir teki, bir dânesi!
biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr
olmaz!
|