37
-
BİR TESAVVUF MÜTEHÂSSISININ
MEKTÛBU
Tesavvuf,
kalbi sâf yapmak, temizlemek demekdir. Bu da, zikr-i ilâhî ile olur. Bütün
insanların se’âdet-i ebediyyeye, ya’nî dünyâ ve âhıret iyiliklerine kavuşması,
hakîkî sâhibimiz olan Allahü teâlânın ismini çok zikr etmekle hâsıl olur. Şu
kadar var ki, zikri, bir Velîden veyâhud onun izn verdiği, ahkâm-ı islâmiyyenin
ve hakîkatin edeblerini değişdirmiyen, bid’at karışdırmıyan, ona, doğru
bağlanmış bulunan bir zâtdan öğrenmesi, ondan izn alması lâzımdır. Böyle
öğrenmeksizin yapılan zikrin fâidesi pekaz olur, belki de hiç olmaz. Çünki, izn
alarak yapılan zikr, mukarreblerin işidir. İznsiz zikr ise, ebrârın işidir.
Bunun için, (Ebrârın ibâdetleri, iyilikleri, mukarreblere günâh, kusûrdur)
buyurulmuşdur. [İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” yüzdoksanıncı ve
Abdüllah Dehlevî doksandokuzuncu mektûbunda buyuruyorlar ki, (Zikrin fâideli
olması ve te’sîr edebilmesi için ahkâm-ı islâmiyyeye uymak şartdır. Farzları ve
sünnetleri yapmak ve harâmlardan ve şübheli olan şeylerden sakınmak lâzımdır.
Bunları da sâlih olan Ehl-i sünnet âlimlerinden [veyâ bunların kitâblarından]
öğrenmelidir). Zikri, bizim kitâblarımızda bildirdiğimiz gibi yapan kimse, izn
alarak yapmış olur.]
Zikri merâk
etdiğinizi biliyorum. Bunun için açık yazıyorum.
Zikr,
arabî bir kelimedir. Türkçede hâtırlamak, anmak demekdir. Hâtırlamak da, kalb
ile olur. Söylemekle olmaz. Şimdi üç dürlü zikr bilinmekdedir:
1- Dil ile söylemekle
yapılan zikrdir. Söylerken, kalb birlikde hâtırlamaz. Yalnız dil ile söylenen
zikrin kalbi temizlemekde fâidesi pek az olur. İbâdet sevâbı hâsıl olur. Zümer
sûresinde, meâli, (Kalbleri Allahü teâlâyı zikr etmiyenlere azâb vardır)
olan yirminci âyetinde bildirilen azâb bunlar içindir.
2- Yalnız kalb ile yapılan
zikrdir. Dil söylemez. İşte bizim yolumuza mahsûs olan zikr budur. A’râf sûresi
ellidördüncü [54] âyetinde, (Rabbinizi, yalvararak ve gizli ve sessiz
çağırınız) ve Ra’d sûresi, otuzuncu [30] âyetinde, (Biliniz ki, kalbler,
yalnız Allahü teâlâyı zikr etmekle râhat bulur) ve A’râf sûresi
ikiyüzdördüncü [204] âyetinde, (Rabbini, içinden zikr et!) ve başka
birçok âyet-i kerîmede ve sayısız hadîs-i şerîflerde ve din büyüklerinin
kitâblarında bu zikr bildirilmekdedir.
3- Dil ile kalbin birlikde
yapdığı zikrdir. Allah adamları, Evliyâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”,
yükseklere erişdikden sonra, böyle zikri yapabilirler.
Kalb
ile yapılan zikr, en önce Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” hicret
gecesinde, Sevr dağındaki mağarada, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh”, diz
üstüne oturtup, gözlerini kapamasını emr ederek sessiz yapdırdığı zikrdir.
Büyüklerin yolda bulunanlara
öğretdikleri râbıta, Tevbe sûresinin yüzyirminci âyetinin, (Hep sâdıklarla
birlikde bulunun!) ve En’âm sûresinin elliikinci âyetinin, (Rablerini
istiyenlerle berâber olmağa çalış!) meâllerinde emr olunan berâberlikdir ve
(Allahü teâlânın sevdiklerini hâtırlamak, rahmet etmesine sebeb olur)
hadîs-i şerîfine uymakdır. Bunlar gibi, başka âyet-i kerîmeler ve hadîs-i
şerîfler de vardır. Asyada, Mâverâ-ün-nehr ve Buhârâda, oniki asrdan beri gelmiş
bulunan Hanefî âlimlerinin büyükleri de, talebesine böyle yapdırmışlardır.
Hergün âdet ederek, sabâh
veyâ akşam nemâzından sonra, yâhud uygun gördükleri bir zemânda, abdestli, temiz
bir yerde, yalnız olarak, kıbleye karşı oturulurdu. Gözler kapanırdı. Dil ile
yirmibeş kerre (Estagfirullah) denir, herbirini söylerken, (Günâhlarıma
pişmân oldum. Bir dahâ yapmamağa söz veriyorum. Günâhlarımı afv eyle!) diye
düşünülürdü. Sonra:
Bir Fâtiha ile üç İhlâs
okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Muhammed
Behâeddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânînin “kaddesallahü teâlâ
esrârehümül’azîz” rûhlarına hediyye edilir ve kalb ile düşünerek, rûhlarından
yardım istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında bulundurunuz diye
yalvarılırdı.
İhlâs-ı şerîf okumadan,
yalnız bir Fâtiha dahâ okur, sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”
ile imâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve mevlânâ
Hâlid-i Bağdâdî “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ”nin rûhlarına hediyye eder,
bunların da rûhlarına kalb ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden,
mensûblarından saymalarını ricâ ederlerdi.
Yalnız bir Fâtiha dahâ
okunur. Sevâbını Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid Abdüllah
ve seyyid Tâhâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder,
bâtınlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.
Bir Fâtiha dahâ
okuyarak, Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile seyyid Muhammed Sâlih ve
seyyid Fehîm-i Arvâsînin “kaddesallahü teâlâ esrârehümâ” rûhlarına hediyye eder,
rûhlarından kalb ile yardım ve feyz isterlerdi.
Bundan sonra, kısaca
(Tezekkür-i mevt) ederlerdi. Ya’nî, kendini ölmüş ve teneşir tahtası
üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezâra gömülmüş olarak
düşünürlerdi. Mezârda olduğu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesîle ve vâsıta
olan zâtı [meselâ, yukarıda rûhlarına Fâtiha okuduğu Velîlerden birini]
karşısında görür gibi, hayâline getirir, nûrlu alnına, ya’nî iki kaşı arasına
edeb ile bakar gibi olurlardı. Herşeyi unutarak, dünyâ işlerini düşünmiyerek,
sevgi ve saygı ile, onun mubârek yüzünü hayâlinde veyâ gönlünde durdururlardı.
Buna, (Râbıta) demişlerdir. Mâide sûresi, otuzbeş [35]. ci âyetinde,
(Ona kavuşmak için, vesîle, vâsıta arayınız!) emri ile ve başka âyet-i
kerîmeler ve hadîs-i şerîflerle ve islâm âlimlerinin kitâblarında
bildirilmişdir. Tesavvufun bütün yollarında ve ençok büyüklerimizin yolunda en
değerli ilerletme vâsıtası olduğu bildirilmişdir. Bu râbıta, en az onbeş dakîka
sürer. Dahâ az olursa, te’sîri de az olur.
Râbıtasız zikr etmek, insanı
ilerletmez. Zikr etmeden râbıta yapmak, ilerletir buyurmuşlardır. Râbıta, her
işde yardımcıdır. Zikr etmeğe yardımı ise, pekçokdur. Allahü teâlânın evi olan
kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytânın aldatmasından temizler. Zikrin
yerleşmesi için kalbi hâzırlar. Râbıta, üç kısmdır:
1 - Velînin yüzünü,
karşısında bulunuyormuş gibi, hâtırlamakdır. Böyle râbıta, zikre başlarken
yapılırdı.
2 - Yüzünü kendi kalbinde
bulundurmakdır. Böyle râbıta, zikr ederken, kendiliğinden hâsıl olunca, kalbde
durduğunu düşünerek, zikr etmek olurdu.
3 - Kendisini, Velînin
şeklinde, kıyâfetinde görmek, ya’nî böyle râbıta yapmakdır. Kur’ân-ı kerîm
okurken ve dinlerken, ders, va’z dinlerken, nemâz kılarken, her ibâdeti
yaparken, kendini o kıyâfetde düşünür. Bunları yapan, kendi değil, odur der.
Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet duyulurdu.
Râbıta yapmakla çabuk
ilerlerdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşurdu. Üçüncü kısma (Tam râbıta)
denirdi.
Tam râbıta yapan, kendi
kalbini düşünürdü. Kalb, ya’nî gönül, sol memenin altında ve iki parmak aşağıda,
yürek denilen bir parça etde bulunan nûrdan bir kuvvetdir. Yürek, yumurta veyâ
kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberî) denir. Burada bulunan nûrdan
kuvvete, (Kalb-i hakîkî) denir. Kalb-i sanevberî, kalb-i hakîkînin yuvası
gibidir.
Kendine sıkıntı vermeden,
nemâzda oturur gibi edeble otururlardı. Başını ve vücûdünü azıcık kalbe eğer.
Gözlerini yumar, ya’nî kaparlardı. Çünki göz, kalbin kılavuzu gibidir. Göz ne
ile meşgûl olur ise, kalb de onunla meşgûl olur. [Bütün his organları da
böyledir.] Bunun için, duygu organlarının hiçbiri birşey duymamalıdır. Hiçbir
uzvunu oynatmazlardı. Dudaklar birbirine yapışırdı. Dil damağa değer, (Allah)
kelimesini, hayâli ile, düşünerek, o (nûrdan kuvvet) üzerinden geçirir. Hayâl
ile, zevk, şevk, saygı ile, (Onun gibi, hiçbirşey yokdur) âyet-i
kerîmesine uyarak, hiçbirşeye benzemeyen bir zâtın ismi olan Allah, Allah, Allah
derlerdi. Söylerken, hiçbir sıfatını düşünmez. Hattâ hâzır ve nâzır olduğunu
bile hâtırlamazlardı. Tesbîhi alıp, sağ elinin baş parmağı ile Allah, Allah
diyerek, tesbîh dânelerini atar. Kalbine bir düşünce gelmemesi için uygun
göreceği gibi çabuk veyâ ağır ağır zikr ederlerdi. Zikrin, kalbin yakınında
olması lâzımdır. Zikr günde, en az beşbindir. Ramezân-ı şerîfde onbeşbin, başka
aylarda yedibin, mümkinse her zemân onbeşbin olurdu. Zikr, bu kadar
anlatılabilir. Yapınca anlaşılır. İyi yapmak çok yapmakla olur. (Ölüm gelmeden
önce zikr et! Çünki, kalbin temizliği zikr ile olur. Allahü teâlânın zikrinden
başka, her ne olursa olsun, can çıkarmakdır) sözü meşhûrdur.
Tesavvuf bilgilerinin
mütehassısları, (Zikr etmekle kalb temizlenir. Zikr etmekle, Allahın sevgisi
elde edilir. Zikr etmekle, ibâdetin tadı duyulur. Zikr etmekle, îmân
kuvvetlenir. Zikr etmekle, nemâz kılmak hevesi artar. Zikr etmekle, ahkâm-ı
islâmiyye kolaylıkla yapılır. Zikr etmekle, taklîdcilikden kurtulup, vicdânîliğe
kavuşulur. Kur’ân-ı kerîmdeki (Allahü teâlâyı çok zikr ediniz!) emri bunu
göstermekdedir) derlerdi. [Zikrin nasıl yapılacağı, Muhammed Ma’sûm
hazretlerinin, cild 2, 113.cü mektûbunda yazılıdır. Bu mektûbun tercemesi,
(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbı 165.ci sahîfede vardır.]
Tesavvuf yolunda ilerlemek
için, önce tevbe, sonra istihâre yapılırdı. Tevbe yapmak için kısaca, (Yâ Rabbî!
Bulûğum ânından şimdiye kadar yapdığım günâhlara pişmân oldum. Şimdiden sonra
da, inşâallahü teâlâ hiç günâh işlememeğe söz veriyorum) denir. Günâhlar ayrı
ayrı sayılmaz. Sonra gusl abdesti alınır. Guslden sonra, o gece (İstihâreye
niyyet etdim) diyerek iki rek’at nemâz kılıp, yatılırdı. Birinci rek’atde
(Kâfirûn), ikinci rek’atde (İhlâs) sûresi okunurdu. Hergün, böyle zikr
ederlerdi. Tevfîk Hak teâlâdandır derlerdi.
İmâm-ı Birgivînin (Kırk
hadîs)i, yirmibirinci hadîsine göre, her mü’minin istihâre yapması
sünnetdir. İbni Âbidînde diyor ki, (İstihâre nemâzından sonra şu düâ okunur:
Allahümme innî estehîrüke bi-ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve es’elüke min
fadlikel’azîm fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta’lemü velâ a’lemü ve ente
allâmül-guyûb). Yedi gece böyle istihâre yapılır. Sonra, kalbe gelen şey
yapılır. İstihâreden sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rü’yâda
beyâz veyâ yeşil görmek hayra alâmetdir. Siyâh veyâ kırmızı görmek şerre
alâmetdir denildi. İstihâre nemâzını başkasına kıldırmak sünnet değildir.
İstihâre yapmasını öğrenmeli, bu sünneti kendisi îfâ etmelidir. Bedenle yapılan
ibâdetleri başkasına yapdırmak câiz değildir.
31 Mayıs 1339
[1923] Zil-ka’de 1341
Esseyyid Abdülhakîm
Resûlullahın vârisi,
müceddid-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid,
tesavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne,
nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce
imâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli,
şer’a uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihânı,
oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar,
hem kumandan, hem de vâlî,
Ömer Fârûk soyundandır,
buna şâhid oldu adlî.
|