30
-
İKİNCİ CİLD - 94.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb, Abdülkâdir-i
Enbâlîye yazılmış olup, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Âlemlerin, her mahlûkun
rabbi olan Allahü teâlâya hamd ederim. Peygamberlerin seyyidine “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem”, en üstününe, salât, düâ ederim!
Bu fakîrin anladığına göre,
mahlûkların hakîkatleri, aslları, ademler ile ismlerin ve sıfatların, ilm-i
ilâhîdeki sûretleri, görünüşleridir. Bu sûretler, ademlere aks etmiş, onlarda
görünmüşdür. [Adem, yok demekdir.] Her kötülük, her kusûr ademlerden hâsıl olur.
Bu ademler, felsefecilerin dediği Heyûlâ gibidir. Bunlara aks eden sûretler de,
felsefecilerin sûret dediklerine benzer. Ademler, birbirlerinden, üzerlerine aks
etmiş olan sûretler ile fark olunur, ayrılır. Bu akslerin, ademlerle birleşmesi,
sûretin heyûlâda yerleşmesi gibidir. Bu aksler de, ademlerle birleşdikleri için,
birbirlerinden farklı olmuşdur. Bunların birleşmesi, sıfatların cism ile
birleşmesi gibi değildir. Sûretin, heyûlâ ile birleşmesi gibidir. Heyûlâ, sûret
vâsıtası ile tanınabilmekdedir. Sâlik, zikr ve murâkabe vâsıtası ile, cenâb-ı
Hakka teveccüh edince ve başka şeylerden her ân yüzçevirince, Allahü teâlânın
ism ve sıfatlarının ilmde bulunan bu sûretleri, her ân kuvvetlenir. Arkadaşları
olan ademlere gâlib gelmeğe başlar. Öyle bir hâl alır ki, bu akslerin aslı ve
heyûlâsı gibi olan ademler, örtülmeğe, gayb olmağa başlar. Ya’nî sâlik, bunları
göremez olur. Çünki, aynanın gayb olması lâzımdır. Bu hâle, (Fenâ makâmı)
denir ve çok kıymetlidir. Fâni olan bu sâlike, Bekâ da ihsân ederek, bu âleme
geri indirirlerse, kendi ademini, bedenini koruyan, sıkı elbise gibi görür.
Ademden o kadar ayrılmışdır ki, bir elbise gibi ayrı görür ve kendinden başka
bilir. Hâlbuki, adem ondan ayrılmamışdır. Kendisine (ben) dediği zemân, ona da
işâret etmekdedir. Ancak, asl, öz, temel olmakdan çıkmış, tâbi’ olmuşdur. Hattâ,
önce kendisi ile durmakda olan, akslerle durabilecek hâle düşmüşdür. Bu fakîr,
bu makâmda senelerce kaldım. Kendi ademimi, kıldan bir palto gibi, kendimden
ayrı gördüm. Fekat, Allahü teâlânın lutf-ü ihsânı imdâda gelince, o mağlûb
hâldeki adem, büsbütün eriyip gitdi. O aksler sâyesinde olan görünüşü, temâmen
yok oldu. Sanki, hakîkî ademe, aslına karışdı. Meselâ, alçıyı kalıba koyup, şekl
verirler, alçı sertleşip o şekli muhâfaza edebilecek hâle gelince, kalıbı
kırarlar. Kalıp yardımı ile o şeklde durmasına son verip, yalnız kendisini o
şeklde durdururlar. Burada da, aksler, adem ile duruyordu. Şimdi, kendi
kendilerine, hattâ kendi aslları ile durduklarını anlarlar. Bu zemân, (ben)
deyince, yalnız bu aksleri ve bunların asllarını görür. Ademinin kendisi ile
sanki bir ilişiği yokmuş gibi olur. Bu makâmda, Fenânın hakîkati hâsıl olur.
Önceki fenâ, sanki bu fenânın sûreti idi. Bu makâmdan bekâya getirirler ve âleme
geri döndürürlerse, vaktîle parçası iken ve gâlib ve hâkim iken, sonra ayrılmış
olan ademi, yine getirirler, arkadaş yaparlar. Fekat, şimdi kendinden ayrıdır ve
(ben) deyince, işe karışmaz. Ba’zı fâideler için, kıldan bir palto gibi,
dışarıya giyilmiş bir hâlde bulunur. Adem geri gelmiş ise de, ismlerin ve
sıfatların aksleri şimdi ona muhtâc değildir. Hattâ adem, onların sâyesinde
durabilmekdedir. Nitekim, birinci bekâda da böyle olmuşdur. Oradaki bekâda bu
hâl olunca hakîkî olan bu bekâda şübhesiz, dahâ temâm, dahâ mükemmel olur.
Elbise giyilince insana te’sîr eder. Elbise sıcak ise, insan ısınır. Soğuk ise,
insan üşür. Bunun gibi, bu adem de, elbise gibi, te’sîr eder. Te’sîri bütün
bedende görülür. Fekat bu te’sîrlerin, dışardan geldiği, içerden olmadığı
anlaşılır. Bu adem sebebi ile olan şer ve kusûrlar da, dışardan ve sonradan
gelmekdedir. Kendinden değildir, sıfatın sıfat ile bulunmasıdır. Sıfat da, madde
de, devâmlı değildir. Bu makâmda bulunanlar, insanlıkda, başkaları gibidir ve
insanlık sıfatlarını gösterir. Fekat, bunların bu sıfatları, dışardan
gelmekdedir. Kendilerinden değildir. Başkalarının sıfatları ise
kendilerindendir. Aralarında çok fark var. Câhiller, bunları kendileri gibi
görünce, büyükleri, hattâ Peygamberleri “aleyhimüsselâm” kendileri gibi sanır ve
inanmaz, karşı koyarlar. Bunun için, o büyüklerden mahrûm kalırlar. Nitekim,
Tegâbün sûresi, altıncı âyetinde meâlen, (Bizim gibi bir insan mı bize yol
gösterecek, diyerek kâfir oldular) ve Furkân sûresinde, yedinci âyetinde
meâlen, (Bu nasıl Peygamberdir? Bizim gibi yiyor ve sokaklarda dolaşıyor
dediler) buyruldu ki, bunların hâlini göstermekdedir. Allahü teâlânın büyük
ni’meti, ihsânı ile, temâmen ayrıldıkdan sonra, yine yaklaşan ademin sıfatlarını
kendimde hiç göremiyorum. Allahü teâlâya sonsuz şükrler olsun!
Ademin komşuluğundan hâsıl
olan bu sıfatların insanda görünmesi, kırmızı elbise giyen kimsenin kırmızı
görünmesine benzer. Ahmaklar, elbisenin kırmızılığını, insanın kırmızılığı
sanır. Fârisî nazm tercemesi:
Hikâye olarak dinleyen seni,
bulur ancak, hikâye te’sîrini!
Sözün özünü anlarsa bir kişi,
fayda verir ona her dinleyişi.
Berrak olarak akan Nil nehri,
çingenenin gözüne kan göründü.
Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti,
Nil-i mubâreki, kan değil, su
gördü.
Yâ Rabbî! Bize doğru yolu
gösterdikden sonra, ayağımızın kaymasından koru! Sonu olmıyan rahmetinden,
bizlere de serp! Merhamet ve ihsân sâhibi, ancak sensin! Doğru yolda gidenlere
bizden selâm olsun!
|