| 
 
54 -  
RÛHLARIN HÂZIR OLMASI HAKKINDA MEKTÛB 
Bu mektûb, 
seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmış olup, Evliyâ 
rûhlarının, her yerde yardıma geldiklerini bildirmekdedir. 
İki cihân 
kardeşim Alî beğefendi! 
Son mektûbunuzu 
aldım. İştibşâr etdim. Hayrlı düâlarıma selâmlarımı terdif etdim. Mektûbunuzun 
sonunda, pek edeble birşey soruyorsunuz. 
Süâl: 
(Halebî) 
kitâbının tercemesi olan (Baba dağı)nda ve
(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde [ve (Bezzâziyye) fetvâsında] (Bir 
kimse, Evliyânın rûhları, burada hâzırdır, dese kâfir olur) diyor. Hâlbuki, 
tesavvufcular arasında, (Pîrimizin rûhu hâzırdır, nâzırdır) sözü de meşhûrdur. 
Bu iki sözün arasını bulmak nasıl olur? 
Cevâb:
Efendim! Bu iki kitâbın dediği doğrudur. İki kitâb 
da kıymetlidir. Kâdî-zâde Ahmed Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Birgivî 
vasıyyetnâmesi) şerhinde, (Ervâh-ı meşâyıh hâzırdır, bilirler dese kâfir 
olur dediler) sözünü açıklarken, (Zîrâ, rûhların hâzır olması gaybdır. Gaybe 
hükm etdiği için kâfir olur) diyor. Görülüyor ki, küfre sebeb olan şey, rûhların 
hâzır olacağına inanmak değil, rûhların hâzır olduğunu söylemekdir. Ya’nî 
rûhların hâzır olduklarını bilmediği hâlde, hâzırdır diyerek, gaybden haber 
verdiği için kâfir olmakdadır. Allahü teâlâ hâzırdır ve nâzırdır. Böyle olduğunu 
bildirmek için, Allahü teâlâ, her zemânda ve her yerde hâzır ve nâzırdır derler. 
Hâlbuki, Allahü teâlâ, zemânlı değildir ve mekânlı değildir. O hâlde, bu söz, 
görünüş üzere kalmaz, mecâz olur. Ya’nî zemânsız ve mekânsız, ya’nî hiçbir yerde 
olmıyarak, hâzırdır [ya’nî bulunur] ve nâzırdır [ya’nî görür] demekdir. Böyle 
olmazsa, Allahü teâlâyı zemânlı ve mekânlı bilmek olur. 
Allahü teâlâ, 
hayy, alîm, kadîr ve mütekellim olarak ve sonsuz zemânlarda, hep hâzır ve 
nâzırdır. Hayât, ilm, kudret ve kelâm sıfatları zemânsız ve mekânsız olduğu 
gibi, hâzır ve nâzır olması da, zemân ile ve mekân ile değildir. Allahü teâlânın 
sıfatlarının hepsi böyledir. Böylece, hiçbirşey, Onun gibi değildir. Allahü 
teâlânın sıfatları, hep vardır. Önleri ve sonları, yokluk değildir. Meselâ, 
hâzırdır ve bu hâzır olmakdan önce, gâib değil idi. Bundan sonra, bir 
hayâtsızlık, ya’nî ölüm, câhillik olmıyacağı gibi, gâib olmak da, olmaz. Çünki 
sıfatları da, kendi gibi ezelî ve ebedîdir. Ya’nî, hep vardır. Hiçbir kimsenin 
sıfatları, Onun sıfatlarına benzemez. 
Melekler ve 
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın rûhları ve sâlih mü’minlerin 
rûhları, herkim nerede ve ne zemânda ve her ne hâlde çağırırsa, orada bulunur, 
yardım ederler. Hızır aleyhisselâmın, sıkıntıda olanların imdâdına yetişmesi 
böyledir. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinin her birine, 
hele ölüm zemânında, imdâda yetişmesi de böyledir. Azrâil aleyhisselâm, rûh 
[cân] almak için her ânda, her yere gelmesi de, böyledir. Her Mürşid-i kâmilin, 
talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zemânlı ve mekânlıdır. Ezelî ve 
ebedî olarak değildir. Devâmlı da değildir. Hâzır olmalarından önce, yok idiler. 
Bir zemân sonra da, oradan tekrâr yok olurlar. Allahü teâlânın hâzır olması ile, 
rûhların hâzır olması arasında çok fark vardır. Allahü teâlânın hâzır olması 
gibi, kimse hâzır değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi de böyledir. Ne 
bir melek, ne bir nebî ve ne de resûl ve velî ve sâlih, cenâb-ı Hakkın hiçbir 
sıfatına ortak değildir. 
Evliyâlık 
ilminin derecelerine yükselmemiş olana, büyüklerin rûhları, her nerede ve her ne 
zemân çağrılırsa, imdâda yetişir diye öğretilirdi. Rûh, orada hâzır olmadan 
önce, yok idi. Bir zemân sonra, orada yine bulunmaz. Cenâb-ı Hak, rûhların hâzır 
olduğu gibi hâzır olmaz. Çünki, böyle hâzır olmak, zemânlı ve mekânlıdır. Rûhlar 
da, Allahü teâlânın hâzır olduğu gibi hâzır olamaz. Çünki, cenâb-ı Hakkın hâzır 
olması, zemânlı ve mekânlı değildir, ezelîdir, ebedîdir. 
(Birgivî 
vasıyyetnâmesi) 
ve benzeri kıymetli kitâblar demek istiyor ki: 
Bir kimse eğer, 
benim üstâdım, dâimî ve ezelî ve ebedî olarak hâzır ve nâzırdır dese, kâfir 
olur. Fekat, bunlar diyor ki, Allahü teâlâ, benim üstâdımın rûhuna öyle bir 
kuvvet vermişdir ki, her nerede ve ne zemânda çağırır isem, imdâdıma hâzır olur. 
Görülüyor ki, 
Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, yeryüzünün her tarafında, o zemândan 
bugüne kadar, ümmetinden herhangi biri ve hele, keşf, şühûd sâhibleri çağırınca, 
imdâdlarına yetişir. Hızır aleyhisselâmın rûhu, çağıranlardan ba’zılarının 
imdâdlarına geliyor. Melekler, rûh [can] almak için, bir ânda, istediği zemânda 
ve yerde bulunuyor. Şâziliyye yolunun reîsi, Ebül-Hasen Alî Şâzilînin “kuddise 
sirruh” (Her ân ve zemân, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek 
yüzü, gözümün önündedir) buyurduğu, (Mîzân-ı kübrâ)da yazılıdır. 
[Evliyânın 
rûhları çağrılınca, işiteceklerini ve çağrılan yerde hâzır olacaklarını, Allahü 
teâlâ, birinci kısmın kırkaltıncı maddesi sonunda yazılı hadîs-i kudsîde açıkca 
bildirmekdedir.] 
Kitâbların 
yazdığı doğrudur. Fekat, tesavvufcuların sözü, başkadır. Ya’nî, Evliyânın 
rûhları, Allahü teâlâ gibi hâzırdır demek küfrdür. Allahü teâlânın âlim, kâdir 
ve mütekellim ve hâzır olması gibi, hiç kimse, âlim, kâdir ve mütekellim ve 
hâzır değildir. Allahü teâlânın ilmi ve hayâtı ve kudreti ve kelâmı ve hâzır 
olması ve başka bütün sıfatları, Allahü teâlâya yakışan bir hayât, ilm ve kelâm 
ve kudret ve huzûrdur. Mahlûkların hayâtı, ilmi ve kudreti ve kelâmı ise, 
kendileri gibi, sonradan olma ve zemânlı ve mekânlı ve çabuk geçip biten ve 
çeşidli şeylere bağlıdır. Bununla berâber, Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve 
Evliyâ “aleyhimürrıdvân” ve âlimler “aleyhimürrahme” ve bütün mü’minler “esle 
ha-hümüllah” âlimdir, haydır, kâdirdir, hâzırdır ve mevcûddur denir. Bunlar, 
Allahü teâlânın âlim, hay, kâdir, hâzır ve mevcûd olması gibi demek değildir. 
Allahü teâlânın hâzır olması ile Evliyânın rûhlarının hâzır olması arasında, çok 
fark vardır. O kitâbların yazıldığı zemânda, câhil tarîkatcılar, böyle sözler 
söylüyordu. Kendilerini tesavvuf adamı göstermek için, pîrimiz hâzır ve nâzırdır 
diyorlardı. Din âlimleri, fıkh kitâblarını yazanlar, bu büyük günâhın 
yayılmaması için, böylece yazarak önlemişlerdir. Bununla berâber, bunlardan dahâ 
büyük olan din imâmlarımız, bu işi dahâ umûmî, dahâ etrâflı ve gereği gibi 
anlatmışdır. Allahü teâlânın sıfatlarına, kimse şerîk değildir. Bunların hepsi
(Lâ ilâhe illallah) kelimesinin içine girmekdedir. Ya’nî, ilâh olmağa, 
ibâdet olunmağa hakkı olan kimse yokdur. Ancak, hiçbir sıfatında şerîki 
bulunmıyan Allahü teâlâ vardır. Bu ma’nâ iyi ve derin düşünülürse, iş kökünden 
çözülmüş olur. 
Efendim! Bu 
cevâbı böyle uzun ve açık yazdım. Çünki, bu mes’ele, çok kimseleri şübheye 
düşürmüşdür. Tesavvuf büyüklerinin âlim olması lâzımdır ki, böyle şübheleri 
herkesin anlıyabileceği şeklde çözebilsin. Son zemânlarda, tekkeler câhillerin 
eline düşdü. Dinden, îmândan haberi olmıyanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, 
bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak, dîne hurâfeler karışmışdır, islâm 
dîni bozulmuşdur dedi. Hâlbuki tarîkatcıların sözlerini, işlerini, din sanmak, 
bunları tesavvuf büyükleri ile karışdırmak, çok yanlışdır. Dîni bilmemek, 
anlamamakdır. Dinde söz sâhibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o 
büyüklerin kitâblarını okuyup, iyi anlıyabilmek ve bildiğini yapmak lâzımdır. 
Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydânı boş bulup, din adamı şekline 
girer. Va’zları ile, kitâbları ile, genclerin îmânını çalmağa saldırarak, 
milleti, memleketi felâkete götürür. 
  
Gel aldanma bu dünyâya, sonu virân olur, 
birgün, 
senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur, 
birgün. 
                                                |