51
-
İKİNCİ CİLD - 33.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Bu mektûb,
Muhammed Sâlih-i Gülâbîye yazılmış olup, sevgilinin her işi sevileceği, hattâ
sevgilinin eziyyetleri, iyiliklerinden dahâ tatlı olduğu ve (Hamd)in, (Şükr)den
dahâ üstün olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya
hamd olsun. Onun seçdiği kullarına selâm olsun!
Kıymetli
kardeşim, mevlânâ Muhammed Sâlih! Biliniz ki, sevilen, sevenin gözünde, hattâ
aslında, her zemân ve her hâlinde sevgilidir. İncitirse de sevilir. İyilik
ederse de sevilir. Sevmek ni’meti ile şereflenenlerin, sevmenin tadını alanların
çoğu, sevgilinin iyiliklerine kavuşunca, sevgileri artar. Yâhud incitmesinde de,
iyiliğinde de, sevgileri değişmez. Hâlbuki, sevenler içinde pek azı vardır ki,
sevgilinin incitmesi, sevgilerini artdırır. Bu en kıymetli ni’mete kavuşmak
için, sevgiliye hüsn-i zan etmek, iyimsemek lâzımdır. Hattâ, sevgili, bıçağını,
sevenin buğazına dayasa ve her uzvunu parça parça etse, seven, bunun kendi için
hayrlı olduğunu bilmeli, bunu büyük iyilik ve se’âdet görmelidir. İşte, böyle
hüsn-i zan ele geçerse, sevgilinin hiçbir hareketi çirkin gelmez ve
(Muhabbet-i zâtiyye) ile şereflenir. Arada hiçbir sıfat, hiçbir nisbet,
hiçbir i’tibâr [kayd, bir bakımdan] olmaksızın, yalnız Zât-ı ilâhiyyeyi
[kendisini] sevmek, Habîb-i Rabbil’âlemîne “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
mahsûsdur. Böyle sevmekle şereflenenlere, sevgilinin verdiği elemler,
iyiliklerinden dahâ çok lezzet verir ve ferâhlandırır. Sanıyorum ki, bu makâm,
Rızâ makâmından dahâ üstündür. Çünki, Rızâ makâmında olan, sevgilinin yapdığı
elemi çirkin görmez. Bu makâmda ise, elemden lezzet almakdadır. Mahbûbun cefâsı
artdıkca, sevenin ferâhı ve sevinci artmakdadır. Bu ikisi birbirine benzer mi?
Sevgili, sevenin gözünde, belki aslında, her zemân ve her hâlde, sevgili olduğu
için, sevenin gözünde, belki aslında mahbûb olur. Her zemân ve her hareketinde
medhedilir, hamd olunur. Seven, onun elemini de, ni’metini de, hep medh eder.
Bunun için, sâdık olan âşıkların, (Elhamdülillâhi Rabbil’âlemîn alâ küll-i
hâl) demeleri doğru olur. Sıkıntılı ve neş’eli zemânlarında hep hamd eden,
hâmidlerden olur. Hamd etmenin, şükr etmekden dahâ kıymetli olmasının sebebi
belki de budur. Çünki, şükr etmekde, sevgilinin ni’metleri göz önündedir ki,
sıfatlarından, hattâ işlerinden meydâna gelmekdedir. Hamd ederken ise,
sevgilinin hüsn-i cemâli, ya’nî kendisi göz önündedir. Ya’nî zâtı da, sıfatları
da, işleri de, ni’metleri de, elem vermesi de, hep sevilmekde, medh
olunmakdadır. Çünki, Allahü teâlânın verdiği elemler, ni’metleri gibi güzeldir.
Görülüyor ki, hamd, senâ etmenin, övmenin en üstün şeklidir ve hüsn-i cemâli, en
toplu olarak göstermekdedir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamd
edilmekdedir. Şükr ise, ni’met zemânlarında olup, devâmlı değildir. Ni’met
kalmayınca, ihsân bitince, şükr de kalmaz.
Süâl:
Ba’zı mektûblarda, rızâ derecesinin, sevmekden ve sevgi derecesinden üstün
olduğunu bildirmişdiniz. Şimdi ise, sevmek makâmının rızâ derecesinden üstün
olduğunu söyliyorsunuz. Bu iki söz arasını bulmak nasıl olur?
Cevâb:
Şimdi bildirdiğimiz muhabbet makâmı, o
mektûblarda, yazmış olduğumuz muhabbet makâmından başkadır. O sevgide, az da
olsa, çok da olsa, başka bağlılıklar ve görüşler de vardır. O sevgiye de, herne
kadar, muhabbet-i zâtiyye diyorlar ve yalnız kendisini sevmekdir biliyorlar ise
de, yalnız zâta, kendine sevgi değildir. Çünki, o sevgi makâmında bulunan
bağlılıklardan başka şeyler de görmekden kurtulamıyor. Bu makâmda ise, hiçbir
bağlılık, hiçbir başka görüş yokdur. Ba’zı mektûblarda, Rızâ makâmının üstünde,
ancak, Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllinissalâtü
vesselâm” yol vardır. Başka kimse buradan ileri geçemez demişdik. Herşeyin
doğrusunu, özünü, Allahü sübhânehu bilir.
Şunu bilmelidir
ki, herhangi birşeyin, zâhire [nefse, bedene] çirkin gelmesi, bâtının, kalbin
beğenmemesi demek olmaz. Görünüşde acı olması hakîkatde tatlı olmasına mâni’
olmaz. Çünki, olgun olan bir ârifin şeklini, görünüşünü, herkes gibi
bırakmışlardır. İnsanlık sıfatlarını, ondan almamışlardır. Böylece, onun
kemâlini, başkalarının gözünden örtmüşlerdir. Dünyânın, tecribe, imtihân yeri
olmasını sağlamışlardır. Doğru yolda olan ile, yoldan çıkan, birbirine
karışmakda, benzemekdedir. Kâmil olan ârifin, görünüşü ve şekli yanında, içi ve
özü tıpkı bir insanın, üzerindeki elbisesine bağlılığı gibidir. İnsanın kıymeti
yanında, elbisenin ne kıymeti vardır? Onun sûretinin, hakîkati yanındaki kıymeti
de böyledir. Câhiller, ârifin sûretini, dağ gibi görür. Kendi hakîkatsiz, özsüz
sûretleri, görünüşleri gibi sanır. Bunun için, bu büyükleri inkâr eder,
inanmazlar. Bunlardan istifâde edemez, mahrûm kalırlar. Allahü teâlâ, doğru
yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” izine
yapışanlara selâmet versin! Âmîn.
[Yukarıdaki
mektûb, Vehhâbîlere tam bir cevâb vermekdedir. (Feth-ul-mecîd) adındaki
vehhâbî kitâbının birçok yerinde, meselâ beşyüzüçüncü sahîfesinde diyor ki,
(Peygamberden, hattâ her diriden istişfâ’ etmek, ya’nî düâ istemek câizdir.
Ölüye de düâ edilir. Fekat ölüden düâ istemek yasak edilmişdir. Allahü teâlâ,
(İşitemiyenden ve cevâb vermiyenden istemek şirk olur!) buyurdu. Ölüler ve
uzakda olanlar işitmezler ve cevâb vermezler. Eshâbdan ve âlimlerden hiçbiri,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kabrine gelip birşey istemediler)
diyor.
Bu sözlerin
yanlış ve iftirâ olduğu, ikinci kısmın onyedinci maddesinde uzun yazılıdır.
(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının, (Müslimâna nasîhat) kısmında da,
misâller ve vesîkalar ile isbât edilmişdir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bütün
Evliyâdan dahâ yüksek idi. Hepsi, zât-ı ilâhînin sevgisine kavuşmuşdu. Allahü
teâlânın kazâ ve kaderinden râzı idiler. Başlarına gelen acı, sıkıntılı
şeylerden de zevk alırlardı. Bunun için kendilerine sıkıntı veren şeylerden
kurtulmak için, ölüden de, diriden de düâ, şefâ’at istemezlerdi. İbâdete,
cihâda, çalışmağa mâni’ olacak hastalıkdan şifâ için düâ ederlerdi. Hazret-i
Ömer, Osmân ve Alî ve Hasen, Hüseyn “radıyallahü anhüm” şehîd olurlarken, Allahü
teâlânın bu takdîrinden zevk aldıkları için, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” mubârek rûhundan yardım istemediler. İsteselerdi, Resûlullah elbet
işitir, düâ ile veyâ kendisi hemen kurtarırdı. Kabrde işitdiğini hadîs-i
şerîfleri bildiriyor. Vefâtından sonraki mu’cizelerini de, Eshâb-ı kirâm haber
veriyor.
Allahü teâlâ,
kullarına acıdığı zemân, Peygamberlerini “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve
Evliyâsını tanımaları için ve bunlara inanarak, severek, saygı göstererek feyz
almaları, se’âdete kavuşmaları için, mu’cize ve kerâmetler yaratdı. Eshâb ve
Tâbi’în zemânlarında, kalbler temiz, parlak olduğu için, müslimânlar, Evliyâyı
hemen anlıyor, feyz alıyorlardı. Kerâmet yaratılmasına lüzûm kalmıyordu.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânından uzaklaşınca, bid’atler,
fısk, fücûr artarak, zulmetleri kalbleri karartdı. Evliyâsını tanıtmak için, bol
kerâmetler yaratdı. Ancak, kullar böylece gafletden uyanıp, Evliyâdan feyz
alabildiler. Bir Velîde kerâmetin çok görülmesi, dahâ yüksek olduğunu
bildirmez].
Şunlar kim, burada, gönüller yapar,
zekâtını verir, hem, fakîre bakar.
Alışda-verişde sünnete uyar,
İslâmiyyeti gözeten eller yanar mı?
Hevâ ve hevesden kendini kurtaran,
Allah korkusundan benzi sararan,
Nemâzın dünyâda tadını alan,
Secdeye bükülen beller yanar mı?
|