| 
 
50 
- 
KAZÂ VE KADER 
Bu risâleyi, 
Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp 
Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) 
kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır: 
Din bilgisi 
kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları, 
kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki 
içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun 
için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ 
ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde 
ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü 
teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette 
meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette 
meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî 
kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna 
gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ 
aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini 
ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, 
sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ 
verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim 
Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) 
adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) 
meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber 
veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu 
ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân 
etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb 
eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye 
kalmıyor. 
Günâh işliyen o 
âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi 
yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. 
O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara 
sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!) 
meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde 
küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın 
her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, 
onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket 
ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ 
“aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti 
ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni 
Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem 
“aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar 
hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) 
deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, 
(Benim Cennetde hatâ edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) 
dedi. Âdem “aleyhisselâm” da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını 
yapdım) diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru 
olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? 
Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu? 
Cevâb: 
Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe 
mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye 
inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, 
günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader 
elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr 
olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır. Cevâb şöyle 
verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın 
iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. 
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün 
ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son 
günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh 
işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü 
teâlânın  bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe 
mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, 
son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine 
niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, 
kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını 
Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini 
kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr 
olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek 
demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, 
olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, 
olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu 
içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü 
teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde 
haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân 
etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın 
bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği 
için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da 
irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi 
yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları 
ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir 
olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek 
değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân 
etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına 
da, îmân etmeleri lâzım gelsin. 
İrâde ile 
yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O 
arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın 
irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her 
ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, 
yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da 
istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi 
demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ 
“aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, 
neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve 
ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve 
bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana 
yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. 
  
O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde 
değil, 
eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil? 
  
Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem, 
niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil? 
  
Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden, 
niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil? 
  
Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi, 
niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde 
değil? 
                                                |