| 
 
47 
- 
TEVEKKÜL 
FASL -
Tevekkül etmek için, hastalığını herkese 
bildirmemek lâzımdır. Bildirmek ve şikâyet etmek mekrûhdur. Yalnız fâidesi 
olacaklara, [meselâ, doktora söylemek] veyâ aczini, zevallılığını bildirmek için 
söylemek mekrûh olmaz ve tevekkülü bozmaz. Nitekim Alî “radıyallahü anh” 
hastalanmışdı. Nasılsın, iyi misin dediklerinde, hayır dedi. Şaşıp birbirlerine 
bakışdılar. (Allahü teâlâya aczimi gösteriyorum) buyurdu. Bu söz onun hâline 
lâyık idi. O cesâret ve kuvveti, yeğitliği ile, aczini biliyordu ve (Yâ Rabbî! 
Bana sabr ihsân et!) derdi.  
Peygamberimiz 
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. 
Belâ istemeyiniz!). Hastalığı herkese söyleyip, hâlinden şikâyet etmek 
harâmdır. Şikâyet niyyeti ile değilse harâm olmaz. Fekat, söylememek iyidir. 
Çünki, çok söyleyerek, şikâyet şeklini alabilir. 
Hindistânda 
bulunan islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Bâkîbillah buyuruyor ki, 
(Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tenbel oturmak değildir. Çünki, böyle olmak, 
Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Müslimânın, meşrû’ olan bir sebebe 
yapışması lâzımdır. Sebebe yapışdıkdan, çalışmağa başladıkdan sonra tevekkül 
edilir. Ya’nî istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. 
Çünki, Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşdurmak için, bir kapı gibi 
yaratmışdır. Birşeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebebsiz olarak 
gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, 
edebsizlik olur. Allahü teâlâ, ihtiyâclarımıza kavuşmamız için kapıyı yaratmış 
ve açık bırakmışdır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip 
beklemekdir. Sonrasını O bilir. Çok zemân kapıdan gönderir. Dilediği zemân da 
pencereden atarak verir). Bâkî-billahın bu sözü (Berekât) kitâbında 
yazılıdır. Görülüyor ki, çalışmayıp, boş oturup, tevekkül ediyorum demek câiz 
değildir. Tesavvuf büyükleri, çalışmağa, sebebe yapışmağa başlayıp, bundan sonra 
tevekkül etmeli demişlerdir. 
Hindistânın 
büyük âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, onüçüncü mektûbunda 
diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok şey yazdılar ise de, insanın 
zihnine yine şübheler gelmekdedir. Çünki akl, din bilgilerinden ba’zılarını 
anlıyamıyor. Eğer anlasaydı, insanların işlerinin fâideli ve iyi olması için, 
Peygamberlere vahy gönderilmesine lüzûm ve ihtiyâc olmazdı. İnsanda tam ihtiyâr 
vardır demek, ya’nî insan her dilediğini yapar demek ve insanın elinde birşey 
yokdur, kazâ ve kaderde olanı yapmağa mecbûrdur demek, kitâba ve sünnete 
inanmamak olur. Çünki, insanların amellerini de, cesedlerini de, ya’nî 
maddelerini de, işlerini, hareketlerini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Böyle 
olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir mi? Cebr ile, zorla yapdırılan iş için 
hesâba çekmek de zulm olur. Allahü teâlâ zulm yapmaz. O hâlde, insan mecbûrdur 
demek, nasıl doğru olabilir? İnsanların işlerinin bir titreme gibi cebren 
yapılmadığı meydândadır. İlm, irâde ve kudretimiz ile yapılmakdadırlar. İnsanın 
ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl olmakdadır. Fekat, insanda bu 
üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile değildir. Allahü teâlâ dilediği zemân, 
bunları insana gönderir. Cebr de, bu kadardır. İnsanda tam ihtiyâr ve tam cebr 
olmadığı için, insanın hareketleri, bu ikisinin arasında hâsıl olmakdadır. 
İşlerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. İnsanın kesb etdiği işlerinde bu 
kadarcık ihtiyârın bulunması, Allahü teâlânın teklîflerine [emr ve yasaklarına] 
sebeb olmuşdur. İhtiyârımız za’îf, az olduğu için de, teklîfler hafîf olmuş, 
Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadab 
sıfatını aşmışdır. Diğer sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini aşmış değildir. 
Allahü teâlânın fî’lleri de, ilmi, irâdesi ve kudreti ile olduğu için, bu 
bakımdan kulların işlerine benzemekdedir. Böyle işlerden dolayı, kullarını 
hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez. 
                                                |