47
-
TEVEKKÜL
Süâl -
İlâc kullanmamak kemâl olsaydı, Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” ilâc kullanmazdı. Hâlbuki kullanmışdır.
Cevâb -
İlâc kullanmamak için altı sebeb vardır:
1) Bir kimse,
kalbi uyanık, keşf sâhibi olur. Ecelinin geldiğini anlar. İlâc kullanmaz.
Nitekim doktorlar da, çabuk öleceği belli hastaya, ilâc ve perhîz vermiyor.
Halîfe-i müslimîn, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hasta olunca, (Tabîb getirelim)
dediler. (Tabîb beni gördü ve ben, irâde etdiğimi yapacağım dedi) buyurdu.
2) Hasta âhıret
korkusu içindedir. İlâc düşünmez ve istemez. Ebüdderdâ “radıyallahü anh” hasta
olunca inledi. Sebebini sorduklarında, günâhlarımı düşünüp, inliyorum buyurdu.
Birşey istiyor musun dediler. Allahü teâlânın rahmetini istiyorum buyurdu. Tabîb
çağıralım mı dediler. Beni tabîb hasta yapdı buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârînin
“radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. İlâc yapmaz mısınız dediklerinde, ondan dahâ
mühim işim var buyurdu. Bunların hâli, birini i’dâm etmeğe götürürlerken buna,
yolda, yiyecek birşey ister misin diye sormağa benzer ki, aç olsa bile yimek
acabâ hâtırına gelir mi? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterîye, gıdân nedir dediler.
Hayy ve kayyûm olanın zikridir dedi. Sana, kuvvetini nerden alıyorsun diyoruz,
dediler. İlmden dedi. Gıdân nedir dediler. Fikr ve zikrdir dedi. Vücûdü besliyen
gıdâ maddesini soruyoruz dediler. Vücûdü düşünmeyip, rızkı göndereni düşünmekdir
dedi.
3) Sebebi
bilinmiyen müzmin bir hastalık olup, hasta, tesellî ilâclarını kullanmak
istemez. Tıb bilgisi olmıyanlar, birçok ilâcları böyle sanır.
4) Ba’zısı da,
hastalığın sevâbından mahrûm kalmamak için, iyi olmak istememiş, sabr etmek
sevâbına da kavuşmak istemiş, ilâc kullanmamışdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,
(Şübhe edilen altını, ateşle mu’âyene etdikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları
derd ile, belâ ile imtihân eder. Ba’zısı, belâ ateşinden hâlis olarak çıkar.
Ba’zısı da, bozuk olarak çıkar). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, hastalara ilâc verir, kendisi ise kullanmazdı. Hastalığa sabr
ederek, oturarak kılınan nemâz, sağlam olanın, ayakda kıldığı nemâzdan dahâ
kıymetlidir, derdi.
5) Günâhı
çokdur. Hastalık çekmekle günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki, (Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu
dânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ “aleyhisselâm”
buyurdu ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete uğrayıp da, günâhları afv olacağı
için sevinmiyen kimse, âlim değildir). Mûsâ “aleyhisselâm”, bir hastayı görüp:
(Yâ Rabbî! Bu kuluna merhamet et!) dedikde, Allahü teâlâ: (Rahmetime
kavuşması için, gönderdiğim sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet
edeyim. Çünki, onun günâhlarını, bu hastalıkla afv edeceğim. Cennetdeki
derecesini, bununla artdıracağım) buyurdu.
6) Sıhhatin hep
yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmağa, Ona ısyân etmeğe, harâm işlemeğe sebeb
olacağını düşünüp, hasta kalmağı ister. Allahü teâlâ, acıdığı kullarını derd
ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu
ki, (Mü’minlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet ya’nî fakîrlik, ıllet ya’nî
hastalık, zillet, ya’nî i’tibârsızlık) ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ
buyurdu ki: Hastalık benim kemendim, tuzağımdır ve fakîrlik zındânımdır.
Buralara sevdiklerimi sokarım). Sıhhat, günâh işlemeğe sebeb olur. Âfiyet
hastalıkda olur. Alî “radıyallahü anh”, bir kalabalığı eğlence içinde görüp
sordukda, bugün bayramımızdır dediler. Günâh işlemediğimiz günler de, bizim
bayramımızdır buyurdu. Büyüklerden biri, rast geldiği birine, nasılsın dedikde,
âfiyetdeyim dedi. O da, âfiyetde olduğun, günâh işlemediğin gündür. Günâh
işlemekden dahâ tehlükeli hastalık yokdur buyurdu. Fir’avnın, herkesin kendine
tapınmasını istemesine sebeb, dört yüz sene yaşamışdı. Bir kerre başı ağrımamış,
ateşi olmamışdı. Bir kerre başı ağrısaydı, o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir
kimse, hasta olup tevbe etmezse, Azrâîl “aleyhisselâm” der ki, ey gâfil! Sana
kaç def’a haberci gönderdim. Aklını başına toplamadın. Büyükler buyurur ki,
mü’mine kırk gün içinde, her hâlde üzüntü veyâ hastalık veyâ korku yâhud malına
ziyân gelir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hanımı nikâh ile
alacakdı. Bu kadın hiç hasta olmamışdır diye medh etdiler. Almakdan vaz geçdi.
Birgün baş ağrısını söyliyordu. Bir köylü: Baş ağrısı nasıl olur? Benim başım
hiç ağrımadı deyince, (Benden uzak ol! Cehennemlik görmek istiyen, buna
baksın) buyurdu. Âişe “radıyallahü anhâ”, şehîdlerin derecesine yükselen
olur mu? deyince: (Hergün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîdlerin
derecesini bulur) buyurmuşdu. Şübhesiz, hastalar, ölümü çok hâtırlar. İşte,
bu altı sebebden dolayı, ba’zıları ilâc kullanmamışdır.
Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere muhtâc olmadığı için ilâc
kullanırdı.
(Dürr-ül-muhtâr)da
ve bunu açıklıyan (İbni Âbidîn)de (Sular) kısmı sonunda buyuruyor
ki: (Harâm olan şeylerin ilâc olarak içilmesi, bunun hastaya iyi geleceği
bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa, câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i
şerîfde, (Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde, size şifâ yaratmamışdır)
buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı, şifâsı olduğu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc
için halâl olur, demekdir. Nitekim, susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden
kurtaracak kadar şerâb içmek halâl olur. Harâm olan şeyde, şifâ bulunması,
mütehassıs olan müslimân bir doktorun söylemesi ile anlaşılır. Yalnız, domuz eti
ve yağı, şifâsı bulunsa da, ilâc olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-i ledünniyye) şerhi, sekizinci
maksadda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, tedâvî olunuz buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe
göre, ölüme veyâ bir farzı terk etmeğe mâni’ olacak tedâvî ve kalb
hastalıklarının tedâvîsi farzdır. Başka hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)
(Tâtârhâniyye)de
diyor ki, (Başka çâre olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât olmak
câizdir.)
Son söz olarak
deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak, tevekküle mâni’ değildir. Halîfe Ömer
“radıyallahü anh”, Şâma gidiyordu. Şâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalığı] olduğu
işitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Şâma girmiyelim dedi. Bir kısmı da,
Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü teâlânın
kaderinden, yine Onun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı
ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın
takdîri ile göndermiş olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü anh”
çağırıp, sen ne dersin? buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”
işitdim. (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere
gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!) buyurmuşdu, dedi. Halîfe de, elhamdü-lillâh,
benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu deyip, Şâma girmediler. Vebâ bulunan
yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara
bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu
hava, vebâ basilleri], herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıkdan
kurtulamaz [ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaşdırmış olurlar]. Hadîs-i
şerîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede
kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise
sirruh” (Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde,
(Belâlardan, tehlükelerden, gücünüz yetdiği kadar sakınınız. Çünki, tâkat
getirilemiyen, dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir)
buyurmakdadır. Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm
hastasının istigfâr okuması, hastalığın veca’larını gidereceği (Mektûbât-ı
Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak
Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]
(Redd-ül-muhtâr)
beşinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı yerde
iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).
|