47
-
TEVEKKÜL
3 -
Zararlardan sakınmakda tevekkül:
İnsanı zarardan
koruyan sebebler arasında da, te’sîri kat’î olan veyâ te’sîr ihtimâli çok olan
sebebleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye, evin
kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz. Tehlükeli yerde silâh taşımak,
düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir. Üşümemek için fazla giyinmek
de, tevekkülü bozmaz. Fekat, vücûdün ısınması için fazla kalori hâsıl olmak
için, çok yimekle kışın ısınmak gibi ince düşünmek, böyle sebeblere baş vurmak,
tevekkülü bozar. [Hasta olmamak için, sağlam insanı ateşle] dağlamak ve efsûn
yapmak da böyledir. [Doktorun hastayı dağlaması câizdir.] Tevekkül etmek için,
te’sîri kat’î olan ve herkesce bilinen sebebleri bırakmak lâzım değildir.
Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanına bir köylü
geldi. (Deveni ne yapdın?) buyurdu. (Allaha tevekkül edip, kendi hâline
bırakdım) deyince, (Bağla ve sonra tevekkül et!) buyurdu.
Bir insandan
gelen zararı önlemeyip buna sabr etmek, tevekküldür ve iyidir. Sûre-i Ahzâbda,
(Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine karşılıkda bulunma!
Ben onların cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü teâlâya
tevekkül et!) meâlindeki ve sûre-i İbrâhîmde, (Yapdıkları işkencelere
sabr ederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir)
meâlindeki âyet-i kerîmeler bunu bildiriyorlar.
Akreb, yılan,
yırtıcı hayvânların zarar vermesini önlemek lâzımdır. Tevekkülü bozmaz.
[Mikropların hastalık yapmasına sabr etmemeli, bunları her sûretle men’
etmelidir. Mikroplu hastalığa yakalanınca, antiseptik ilâcları, antibiyotikleri,
(penicilin ve benzerleri) kullanmalıdır.]
Düşmandan
sakınmak için silâh taşıyan bir kimse, kuvvetine ve silâhına güvenmezse,
tevekkül etmiş olur. Kapıyı kilidlemelidir. Fekat kilide güvenmemelidir.
Nitekim, hırsızlar, çok kilidleri kırmışdır. Tevekkül edenin alâmeti şudur ki,
evine gelip, eşyânın çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdîr
etmiş deyip, kazâya râzı olur. Kapıya kilid takarken, (Yâ Rabbî! Bu kilidi,
senin kazânı değişdirmek için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum.
Yâ Rabbî! Eğer malıma, birini musallat edersen, senin takdîrine râzıyım! Bu
malı, benim için mi yaratdın, yoksa başkası için yaratıp, bende emânet olarak mı
bırakdın bilemem) diye kalbinden geçirmelidir. Bir kimse, kapısını kilidleyip
gider ve gelince, eşyânın çalınmış olduğunu görüp de üzülürse, tevekkül sâhibi
olmadığını anlamalıdır. Fekat, bağırıp çağırmaz, ortalığı, gürültüye boğmazsa,
hiç olmazsa, sabr etmek derecesini kazanır. Eğer şikâyet eder, hırsızı
araşdırırsa sabr derecesinden de düşer. Tevekkül sâhibi olmadığını, sabr edici
olmadığını anlayıp da, kendini beğenmekden vaz geçerse, bu da, hırsızın sebeb
olduğu fâide ve kazancıdır.
Süâl -
Bu eşyâya muhtâc olmasaydı, kapıyı kilidlemez,
bunları saklamazdı. İnsan, ihtiyâcını gidermek için sakladığı şey çalınınca
üzülmemesi elinde midir?
Cevâb -
Allahü teâlâ, bu eşyâyı kendine verince, bunların
gelmesini, kendi için hayrlı bilmelidir. Allahü teâlânın verdiği herşeyde, bir
hayr vardır demelidir. Bunun gibi eşyâsının gitmesini de, kendi için hayrlı
bilmesi lâzımdır. Allahü teâlânın, vermesi gibi, alması da hayrlıdır. Verdiği
zemân, eşyânın bulunması hayrlı olduğu gibi, aldığı zemân da, eşyânın
bulunmaması hayrlıdır demelidir. Hayrlı olan şeylere sevinmek lâzımdır.
İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayrlı, fâideli olacağını iyi bilemez. Allahü
teâlâ, dahâ iyi bilir. Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb ise, babası
buna etli, tatlı verince sevinip, iyi olmasaydım, bana bunları vermezdi der.
Babası, etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. Hastalığımı tedâvî
etmek için bunları vermiyor der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine
böyle îmân olmadıkca, tevekkül sağlam olamaz.
Tevekkül
eden, malı korumakda, altı edebi gözetmelidir:
1) Kapıyı
kilidlemeli. Fekat başka tedbîrler almağa uğraşmamalı. Odaları, pencereleri
kilidlememeli, komşulara nöbet bekletmemeli. İş yerlerine bekci, kapıcı tutmak,
tevekkülü bozmaz. Mâlik bin Dînâr “rahmetullahi teâlâ aleyh”, kapısını ip ile
bağlardı. Hayvan girmiyeceğini bilsem, bunu da bağlamam buyururdu.
2) Kıymetli
eşyâyı, hırsızı çeken şeyleri evde bulundurmamalı, bir din kardeşinin, hırsızlık
günâhını işlemesine sebeb olmamalıdır. Mugayre, Mâlik bin Dînâra zekât gönderdi.
Alıp tekrâr geri gönderdi. Şeytân, hırsız çalar diye kalbime vesvese getirdi.
Vesvese etmeği ve bir müslimânın hırsızlık etmesine sebeb olmağı istemem dedi.
Ebû Süleymân-i Dârânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunu işitince, bu parayı geri
çevirmesi, sôfîlerin kalblerinin za’îf olmasındandır. O, zâhiddir, kalbinde
dünyânın yeri yokdur. Hırsız çalarsa, ona ne zararı olur buyurdu ki, Ebû
Süleymânın bu sözü, görüşünün keskin olduğunu göstermekdedir.
3) Evden
çıkarken, şöyle niyyet etmelidir ki; eğer, eşyâmı hırsız çalarsa, onun olsun,
ona halâl olsun! Hırsız belki fakîrdir. Bu eşyâ ile, bir hâcetini giderir. Eğer
zengin ise, bu eşyâ ile gözü doyar da, başkasının malını çalmaz. Benim eşyâm,
bir din kardeşimin cânının yanmasına mâni’ olur. Böyle niyyet etmekle, hem
hırsıza, hem de bütün müslimânlara şefkat etmiş olur. Zâten müslimânlık da,
mahlûklara şefkat etmekden ibâretdir. Böyle niyyet etmekle, Allahü teâlânın kazâ
ve kaderi değişmez. Fekat, eşyâ çalınsa da, çalınmasa da, kendisine, bir lirası
için, yediyüz lira sadaka vermiş gibi sevâb hâsıl olur. Bu niyyet, şuna benzer
ki, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, âilesi ile buluşdukda, azl
eylemez ise, ya’nî çocuk olmasına mâni’ olmazsa, çocuk olsa da olmasa da, bu
kimseye, şehîd oluncıya kadar cihâd eden bir yeğid sevâbı verilir). Çünki bu
kimse, elinden gelebilene yapışdı. Eğer çocuk cansız olarak dünyâya gelseydi, bu
kimseye, işinin sevâbı hâsıl olurdu.
4) Eşyâ
çalınırsa üzülmemeli, malın gitmesinin, kendisi için hayrlı olduğunu bilmelidir.
Eğer halâl ederse, malını aramamalı, geri verirlerse, almamalıdır. Fekat, geri
alırsa, kendi mülküdür. Niyyet etmekle mülkünden çıkmaz. Yalnız tevekkülü tam
yapmak için, geri alınmaz. Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anhümâ” devesi
çalındı. Çok aradı, bulamadı. Alana halâl olsun dedi. Mescide girip nemâz kıldı.
Biri gelip, deven şuradadır dedi. Na’lınlarını giyip oraya giderken, geri döndü
ve halâl etmişdim, artık alamam dedi. Büyüklerden biri, kardeşini rü’yâda gördü.
Cennetde idi. Fekat, üzüntülü idi. Sebebini sordukda: Kıyâmete kadar, böyle
üzüleceğim. Çünki, Cennetdeki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel derece
yokdu. Oraya gitmek istedim. Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için
bırakanlarındır diye bir ses işitdim. Allah için bırakmak nasıl olur dedim. Sen
birgün, bu malım Allah için halâl olsun demişdin, sonra sözünde durmamışdın. Sen
sözünde temâm dursaydın, burası da temâmen senin olacakdı dediler, dedi. Birisi
Mekke şehrinde uyumuşdu. Uyanınca, para cüzdanını göremedi. Büyüklerden biri
orada idi. Paramı sen aldın dedi. Bu zât, para sâhibini evine götürüp, paran ne
kadardı dedi. Söylediği kadar altını kendisine verdi. Sokağa çıkınca, bir
arkadaşının çantayı, şaka olarak almış olduğunu anladı. Geri dönüp altınları
geri verdi ise de, sâhibi almadı. Bu altınları verirken, Allah rızâsı için
sadaka niyyeti ile vermişdim dedi. Hepsini fakîrlere dağıtmasını söyledi. Bunun
gibi, eskiden meselâ, bir fakîre ekmek götürselerdi ve fakîri bulamasalardı, bu
ekmeği, eve geri getirmezler, başka bir fakîre verirlerdi.
5) Zâlime ve
hırsıza bed düâ etmemelidir. Bunlara fenâ düâ edince, hem tevekkülü bozulur, hem
de zühd bozulur. Çünki, elinden birşey gidince üzülen kimse, zâhid olamaz. Rebî’
bin Haysemin “rahmetullahi teâlâ aleyh” birkaç bin dirhem değerinde, kıymetli
bir atını çaldılar. (Çalınırken gördüm) dedi. (Göre göre, niçin ses çıkarmadın),
dediklerinde, (Ondan dahâ çok sevdiğim ile berâberdim. Ondan ayrılamadım) dedi.
Sonradan anladılar ki, nemâzda imiş. Hırsıza bed düâ etdiler. (Bed düâ
etmeyiniz! Atımı ona halâl etdim) dedi. Zâlimin biri, büyüklerden birine zulm
ederdi. Buna bed düâ et dediklerinde, o, bana değil, kendine düşmanlık
etmekdedir. Kendine yapdığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilâve edemem
buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,
(İnsan, kendine zulm edene bed düâ eder. Böylece, hakkını, dünyâda almış olur.
Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur).
6) Hırsıza
acımalı, günâh işleyip azâba düşeceğine şefkat etmelidir. Kendinin zâlim
olmayıp, mazlûm olduğuna şükr etmelidir. Dîninde noksân olacağına, malında
noksânlık olduğuna sevinmelidir. Bir kimse, din kardeşinin günâh işlediğine
üzülmezse, müslimânlara nasîhat ve şefkat etmemiş olur. Bişr-i Hâfînin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” eşyâsını çaldılar. Ağlamağa başladı. Fudayl bin Iyâd,
(Mal için ağlanır mı?) dedikde, (Mal için değil, hırsızın günâh işlediğini,
kıyâmetde, bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum) dedi.
4 -
Hastanın tedâvî olmasında ve ilâc kullanmasında
tevekkül:
İlâc üç
dürlüdür: Birinci kısm ilâcların te’sîri, fâidesi kat’îdir, meydândadır. Ekmeğin
açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir. [Kinin bileşiklerinin sıtmaya,
salicylatların rumatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamidlerin
de bakterilere karşı te’sîri böyledir. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi aleyh”
beşinci cild, 215. ci sahîfede diyor ki, (Ölmiyecek kadar ve nemâzı ayakda
kılabilecek kadar yimek, içmek farzdır. Bu kadar yimemek büyük günâhdır. İlâc
kullanmayıp ölürse, günâh olmaz. Çünki, ilâcın fâidesi kat’î değildir.)
Görülüyor ki, fâidesi kat’î olan ilâcları kullanmak farz olmakdadır. Te’sîri
kat’î olan sebeblere yapışmanın vâcib olduğu ve bunları kullanmayıp zarar
görmenin günâh olduğu, Muhammed Ma’sûm Fârûkînin “rahmetullahi aleyh”
yüzseksenikinci mektûbunda ve (Hadîka)nın üçyüzkırküçüncü sahîfesinde de
uzun yazılıdır.] Yangını su ile söndürmek de böyledir. Te’sîri muhakkak olan bu
gibi ilâcları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıkdır ve harâmdır.
İkinci kısm
ilâcların te’sîri kat’î olmadığı gibi, zan ile de değildir. Fâide ihtimâli
vardır. Efsûn ya’nî, fen yolu ile tecribe edilmemiş maddeler ve Kur’ân-ı
kerîmden olmayan, ma’nâsız yazılar kullanmak ve ateşle dağlamak ve fal bakarak,
uğurlu sanarak kullanılan şeyler böyledir. Tevekkül etmek için, bunları
kullanmamak lâzımdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, bunları kullanmak, sebeblere
fazla düşkün olmak alâmetidir. Bu üçünden, fâide ihtimâli çok olan [sağlam
insanı] dağlamakdır. [Falcılık hakkında (Bey’ ve şirâ) risâlesi sonunda
geniş bilgi vardır.]
Üçüncü kısm
ilâclar, birinci ve ikinci kısm arasında olanlardır. Bunların fâideleri kat’î
değilse de, fazla zan olunur. Damardan kan alma, deriden hacâmat yapmak, müshil
almak, te’sîrleri şübheli olan [piyasada mevcûd yüzlerce] ilâcı kullanmak
böyledir. Bunları kullanmamak, harâm değildir. Fekat, tevekkülün şartı da
değildir. Çok kimseler için, bunları kullanmak dahâ iyidir. Ba’zan da,
kullanmamak dahâ iyi olur. Tevekkül etmek için, bunları terk etmek lâzım
değildir dedik. Çünki Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ey
Allahın kulları! İlâc kullanın!) buyurdu. Bir kerre de, (Her hastalığın
ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yokdur) buyurdu. İlâc, kazâ ve kaderi
değişdirir mi dediklerinde, (Kazâ ve kader, insana ilâcı kullandırır)
buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bütün Meleklerden işitdim ki, ümmetine söyle,
hacâmat yapdırsınlar. Ya’nî kan aldırsınlar dediler) buyurdu. Bir hadîs-i
şerîfde, (Arabî ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmibirinci günleri
hacâmat olunuz ki, kan artarsa [ya’nî tansiyon yükselirse], ölüme sebeb
olur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın ölüme sebeb yapdığı
hastalıklardan birisi, kanın artmasıdır) buyurdu. Tansiyon artınca kan
aldırmak ve tansiyon düşürücü ilâc almak ve mikrop hastalıklarında,
antibiyotikler ve sülfamidler ve başka antiseptikler kullanmak ve dezenfekte,
ya’nî mikrop imhâsı yapmak ile, elbisedeki, yatakdaki akrebi, yılanı öldürmek ve
yangını söndürmek arasında bir fark yokdur. Çünki, hepsi insanı öldüren şeydir.
Tevekkül için, bunları terk etmek lâzım değildir. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü anh” için, fasd ya’nî damardan
kan aldırmasını emr buyurmuşdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” mubârek gözü
ağrıdığı zemân da, tâze hurma yimemesini, pancar yaprağı, yoğurt ve pişmiş arpa
yimesini söyledi. Suheyb-i Rûmînin “radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. Bunu hurma
yirken görüp, (Gözün ağrıdığı hâlde hurma yiyorsun) buyurdukda, ağrı
olmıyan tarafda çiğniyorum demiş ve Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
bu cevâba gülmüş idi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, her gece
sürme sürerdi. Her ay hacâmat olurdu. Her sene ilâc içerdi. Vahy geldiği zemân,
mubârek başı ağrırdı. Mubârek başına kına bağlardı. Bir yeri yara olsa, oraya
kına kordu. Birşey bulunmadığı zemân, temiz toprak tozu ekerdi. Dahâ nice ilâc
kullanmışdır. (Tıbbınnebî) ismindeki kitâblarda, bunlar yazılıdır. [Bu
kitâblardan birini imâm-ı Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”
yazmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde de, oldukça geniş
yazılıdır.]
Mûsâ
“aleyhisselâm” hastalanmışdı. İlâcını söylediler. İlâc istemem, Allahü teâlâ
şifâsını verir dedi. Hastalık uzadı ve ağırlaşdı. Bu hastalığın ilâcı meşhûrdur
ve tecribe edilmişdir, az zemânda iyi olursunuz dediler. Hayır, ilâc istemem
dedi ve hastalık artdı. O zemân vahy gelip, (İlâc kullanmazsan, şifâ ihsân
etmem) buyurulunca, ilâcı içdi ve iyi oldu. Fekat kalbine birşey geldi. Vahy
gelip, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi,
hikmetimi değişdirmek istiyorsun. İlâclara, fâideli te’sîrleri kim verdi?
Elbette ben yaratıyorum) buyurdu.
Peygamberlerden
biri “aleyhimüsselâm” za’îflikden şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Et yi ve süt
iç!) buyuruldu. Bir zemânın mü’minleri, çocuklarının çirkin olduğundan
Peygamberlerine “sallallahü teâlâ aleyhim ve sellem” şikâyet etmişdi. Vahy
gelip, (Ümmetine söyle, çocuğu olacak kadınlar, ayva yisin!) buyuruldu.
Hâmile iken ayva, çocuk olunca hurma yirlerdi.
Bütün bu
misâllerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, ilâcları, şifâ için sebeb yapmışdır.
Ekmek ile suyu doyurmağa sebeb yapdığı gibi, ilâcları da, hastalıkları gidermeğe
sebeb yapmışdır. Bütün sebebleri yaratan, bunlara te’sîr kuvveti veren, Allahü
teâlâdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ “aleyhisselâm”, Yâ
Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı
Hak, her ikisini de yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var
deyince, onlar, şifâ için yaratdığım
sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb
veririm, buyurdu).
Görülüyor ki,
tabîbe gitmeli, ilâc kullanmalıdır. Fekat, doktora ve ilâca güvenmemeli, şifâyı
Allahü teâlâdan istemelidir. İlâc içip de iyi olmıyan, ameliyyât masalarında
kalıp can veren az değildir.
FASL -
Ateşle dağlamak, ba’zı yerlerde âdet hâlini
almışdır. Hâlbuki, dağlamak, tevekkülü bozar. Hattâ islâmiyyet, bunu men’
etmişdir. Çünki, tehlükeli yaralara sebeb olabilir. Fâidesi de kat’î değildir.
Dağlamanın fâidesi, başka ilâclarla da, te’mîn olunabilir. İmrân bin Husayn
“radıyallahü anh” hastalandı. Dağlama yap dediler, yapmadı. Yalvardılar, dağladı
ve iyi oldu. Sonra buyurdu ki, önce nûr görüyordum. Sesler duyuyordum. Melekler
bana selâm veriyordu. Dağladıkdan sonra, bunlar olmadı. Çok tevbe ve istigfâr
etdi. Cenâb-ı Hakkın, bunları tekrâr kendisine ihsân eylediğini, Mutrif bin
Abdüllaha söylemişdi.
FASL -
Ba’zan, ilâc kullanmamak dahâ sevâb olur ve bu,
Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize uymamak olmaz.
Büyüklerimizden çoğu ilâc kullanmadı.
|