47
-
TEVEKKÜL
TEVEKKÜLÜN
DERECELERİ -
Tevekkülün üç derecesi vardır:
Birinci
derecede olan, gayretli, açık konuşan, cesûr ve merhametli bir avukata güvenen
bir kimse gibidir.
İkinci derecede
bulunan kimse, bir çocuğa benzer. Çocuk kendine verilen herşeyi, annesi gönderdi
sanır. Acıkınca annesini arar. Korkunca annesine sığınır. Çocuğun bu hâli,
kendiliğinden olup, başkasının öğretmesi ile, zorla değildir. İhtiyârı ile
değildir. Bu derecede bulunan kimsenin, kendi tevekkülünden haberi olmaz. Çünki,
vekîlini kendinden ayrı bilmez. Birinci derecede bulunan ise, tevekkülünü bilir
ve zor ile, ihtiyârı ile tevekkül eder.
Üçüncü derecede
bulunan kimse, yıkayıcının elindeki, ölüye benzer. Kendisini, Allahü teâlânın
kudreti ile hareket eden bir ölü gibi görür. Derd ve acılarla karşılaşırsa,
kurtulmak için düâ bile etmez. Hâlbuki bebek, cânı acıyınca anasını çağırır. Bu,
öyle bir çocuğa benzer ki, annesini çağırmaz. Çünki annesinin, hep ona
bakdığını, imdâdına koşmağa hâzır olduğunu bilir.
Bu üçüncü
derecede bulunanların da ihtiyârları ellerinde değildir. Fekat, ikinci
derecedekiler vekîle koşar, yalvarır. İhtiyâr, birinci derecede vardır ve
vekîlin istediği âdetlere, sebeblere yapışmakdır. Meselâ, avukatın âdeti, bu
bulunmadıkca ve dosya hâzır olmadıkca, mahkemeye gelmez ise, bu sebebleri
hâzırladıkdan sonra işi avukata bırakır. Bundan sonra, herşeyi vekîlden bekler.
Dosyayı hâzırladığını da, vekîlden bilir. Çünki, onun âdeti ve işâreti ile
hâzırlamışdır. O hâlde, birinci derecede bulunanlar, ticâret, çiftçilik yapar.
Bir san’at öğrenir. Allahü teâlânın âdeti olan sebeblere yapışır. Fekat,
tevekkülü bırakmaz, çalışmasına güvenmeyip, Allahü teâlânın fadlına, keremine,
ihsânına güvenir. Kendisini, baş vurduğu sebeblerle, maksada irişdirmesini,
Ondan bekler. Nitekim, ticâreti, çiftçilik sebeblerini de, O gönderdi der.
Sebeblere yapışıp eline geçeni Allahü teâlâdan bilir. İşte, sûre-i Kehfdeki
âyet-i kerîmede meâlen, (Herşeye kuvvet veren, ancak Allahü teâlâdır)
buyruldu. Çünki havl, hareket demekdir. Kuvvet de, kudret [enerji] demekdir. Bir
insan, kuvvetinin, kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratdığını bilirse,
herşeyi Ondan bekler. Hulâsa, işlerin meydâna gelmesinde, sebebleri arada
görmiyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden birşey beklemez, tevekkül etmiş
olur.
Tevekkülün en
yüksek derecesini, âriflerin sultânı, Bâyezîd-i Bistâmî haber veriyor. Şöyle ki:
Ebû Mûsâ Dîneverî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, tevekkülün ne olduğunu
Bâyezîde sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki, (Sağın, solun, her
tarafın yılan, akreb dolu olsa, kalbine birşey gelmemesi tevekküldür) dedim.
Buyurdu ki, bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül (Kâfirlerin hepsini
Cehennemde azâb içinde, mü’minlerin hepsini Cennetde ni’metler içinde görüp de,
ikisi arasında hiç ayrılık bulmamakdır) buyurdu. Ebû Mûsânın dediği, tevekkülün
yüksek derecesidir. Fekat bu, zarardan sakınmamak demek değildir. Ebû Bekr
“radıyallahü anh” mağarada, yılanın deliğine mubârek ayağını dayıyarak, ondan
korundu. Hâlbuki, onun tevekkülü dahâ üstündü. Fekat o, yılandan korkmuyordu.
Yılanı yaratandan, Onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden korkuyordu.
Herşeyin kuvveti ve hareketi, ancak Allahü teâlâdan olduğunu görüyordu.
Bâyezîdin sözü, tevekkülün aslı olan îmânı göstermekdedir ki, Allahü teâlânın
adâletine, hikmetine, rahmetine ve ihsânına îmândır. Her yapdığının yerinde
olduğuna îmândır. Böyle îmân sâhibi, azâb ile ni’met arasında fark görmez.
|