Hakîkat Ltd.Şti.Yayınları

   
     

TAM İLMİHÂL

     
   

 SE'ÂDET-İ EBEDİYYE

   
 

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks

 
 

İKİNCİ KISM

 
     

47 - TEVEKKÜL

Süâl - İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler, şerî’atler gönderiliyor?

Cevâb - Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde şerî’at) denir ki, burada çok kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan, tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir kimse, ne kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa’îd), ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler, hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak, kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için, az birşey bildirelim:

Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr etdiği zemân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecekdir. Bu söz, ses ile olmıyacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem, mü’minin nûruna dayanamayıp sönecekdir. Şehvet ateşi de, akl nûru ile söner. Kıyâmetde, sana azâb için başka yerden birşey getirmiyecekler. Nitekim, (Cehennem, dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey değildir. Bunların, size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohmu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen, bunları görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki âyet-i kerîmenin meâli, (İlm-i yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz)dür.

Zehr insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fekat, zehr ve hastalık insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Miknâtis taşı, demir parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin, ya’nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işliyenlerin hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer.

[Allahü teâlâ, insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara ni’metler, râhatlıklar, iyilikler vereceğini va’d etdi. Va’d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr) ve (Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhıretde çeşidli mikdârlarda ni’metler verilecekdir. Ni’metlerin verileceği yere, (Cennet) denir. Allahü teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe edenleri veyâ şefâ’ate kavuşanları afv edeceğini, afv edilmiyenlerin kötü işlerine kıyâmetde, çok acı karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm) ve (Günâh) denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya’nî iyi şeyler denir. Beğenmediklerine (Seyyiât), kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât olduklarını, hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini va’d etdi. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyâmet günü, ni’met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]

İslâmiyyet niçin geldi? Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” neden gönderildi? Bu süâlin cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları cebr zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle Cennete çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu. İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri için, insanları bağlıyan bir kemenddir. Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden  tutup geriye çekiyorum) buyuruldu. Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri de, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları temizler. Akl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan dahâ iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzvları, irâdesine tâbi’ olduğundan, uzvlar âhıret için çalışmağa başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni zorla Cehennemden uzaklaşdırmış, Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara bulunsa, mağarada kurdlar olsa, çoban, mağara tarafında durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gönderilmesi de, buna benzer.

Cehennemlik olanın çalışması ne fâide verir, süâline gelince: Bu söz, bir bakımdan doğru, bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti, bu süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda tohm ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir. Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur diyen biri de, çalışmaz, elbette fakîr kalır. Se’âdet, zenginlik kaderi olan kimseye de, şöyle düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr edilenler, çalışır, kazanır). Bu düşüncesi, onu çalışmağa sürükler. Demek ki, bu düşünceler boş değildir. Ezeldeki yazı sebebi ile, kalbe gelir. O yazının meydâna çıkmasına sebeb olur. Bir insan ne iş için yaratıldı ise, o işin sebeblerini onun önüne getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak, o iş başına geçirmezler. Bunun içindir ki, (Çalışınız, herkes, ne iş için yaratılmış ise, o iş, ona kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu hâllerden ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri anlıyabilir. Derslerine çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf geçeceği, ileride mevkı’ sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine (Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini getirirler, o da çalışmaz boş vakt geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu anlamalıdır. İşte âhıretdeki hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim sûre-i Lokmandaki âyet-i kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi ve âhıretde tekrâr diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir) ve sûre-i Câsiyedeki âyet-i kerîmede meâlen, (Onların âhıretdeki hâlleri, dünyâdaki hâlleri gibidir) buyurulmuşdur. Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.

Tevekkülün temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm, hakîm, latîf olduğuna inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın, yavrusuna olan merhametinden dahâ çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan dahâ iyisi mümkin değildir. Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm bırakmamışdır. Yer yüzündeki akl sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa, Onun yaratdığı herhangi birşeyin, dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz. Herşeyin, olması gerekdiği gibi yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan birşeyin, en uygun, en kâmil şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık olur, yersiz olurdu. Çünki, çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini kimse bilemez, güzellik tatlı olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz şeylerin kıymeti bilinmez, kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs, birbiri ile ölçerek anlaşılır. Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan, baba olmaz. Böyle şeylerden, birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli olur. Ölçmek, iki şey arasında olur. İkilik olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde edilemez. Allahü teâlânın işlerinin fâidesini, insanlar anlıyamıyabilir. Fekat, en fâideli, en iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün kısası, dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik, hattâ günâhlar ve küfr, yok olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz, yersiz değildir. Hepsi, en uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı bir kimseye, en uygun şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi. Zengin yaratdığı da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize benzer. Çok kimse, bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes’elesi gibi anlaşılmaz ve anlatmağa izn yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna, söylediğimiz kadar îmân etmek yetişir.

Tevekkül, ne demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Tevhîde ve Allahü teâlânın lutf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle i’timâd etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir. Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden çekinmemesi ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmağa cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz. Sûre-i Âl-i İmrândaki âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar. Ondan başkası birşey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına i’timâd ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Ba’zı kimseler, buna inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî’atleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi’ olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri tatlıyı pis birşeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemiyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şübhe kalmaz. İ’timâd ve râhatlık tam olmadıkca, tevekkül tam olmaz. Çünki, tevekkül, kalbin, her işde, Allahü teâlâya i’timâd etmesi, güvenmesi demekdir. İbrâhîm aleyhisselâmın îmânı, yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için, (Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada bildirdiği gibi, (İnanmadın mı?) buyuruldukda, (İnandım. Fekat kalbim râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat, kalbinin, sükûnet, râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce his ve hayâle bağlı olup, sonra kalb de, yakîne tâbi’ olur ve artık açıkdan görmeğe muhtâc olmaz.

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks