47
-
TEVEKKÜL
Süâl -
İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb
oluyor ve niçin dinler, şerî’atler gönderiliyor?
Cevâb -
Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde
şerî’at) denir ki, burada çok kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak,
ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb
olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden kurtulması, bu deryâya girmemeleri
sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara
acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan,
tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de
düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ
yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir kimse, ne kadar uğraşsa, bunu
değişdiremez. (Sa’îd), ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa
ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler, hep
câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak,
kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için, az
birşey bildirelim:
Sevâb ve azâb
nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana
kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği
için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse
yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde
çoğaldığı zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr
etdiği zemân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet
artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun
için, hadîs-i şerîfde, (Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir
parçadır) buyuruldu. Akl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini
söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem,
mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor)
diyecekdir. Bu söz, ses ile olmıyacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem,
mü’minin nûruna dayanamayıp sönecekdir. Şehvet ateşi de, akl nûru ile söner.
Kıyâmetde, sana azâb için başka yerden birşey getirmiyecekler. Nitekim,
(Cehennem, dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey değildir. Bunların,
size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohmu,
insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen,
bunları görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki âyet-i kerîmenin meâli, (İlm-i
yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz)dür.
Zehr insanı
hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fekat, zehr ve hastalık insana
kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu
hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi
gibi değildir. Miknâtis taşı, demir parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem
ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem
zebânîlerinin, ya’nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb
işliyenlerin hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer.
[Allahü teâlâ,
insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları
yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara ni’metler, râhatlıklar,
iyilikler vereceğini va’d etdi. Va’d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr)
ve (Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhıretde
çeşidli mikdârlarda ni’metler verilecekdir. Ni’metlerin verileceği yere,
(Cennet) denir. Allahü teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını
beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe
edenleri veyâ şefâ’ate kavuşanları afv edeceğini, afv edilmiyenlerin kötü
işlerine kıyâmetde, çok acı karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını
bildirdi. Bu acı karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların şiddetlerini,
çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm) ve (Günâh) denir. Allahü
teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya’nî iyi şeyler denir.
Beğenmediklerine (Seyyiât), kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi
işlerin Hasenât olduklarını, hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi.
Hasenât yapanlara sevâb vereceğini va’d etdi. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır.
Sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyâmet günü, ni’met ve azâb olarak, başka yerden
birşey getirilmiyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]
İslâmiyyet
niçin geldi? Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” neden gönderildi? Bu
süâlin cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları cebr
zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle Cennete çekilen
insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu. İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri
için, insanları bağlıyan bir kemenddir. Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi
ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum) buyuruldu.
Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri
de, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri
yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda
korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları
temizler. Akl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan
dahâ iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder.
İnsanın uzvları, irâdesine tâbi’ olduğundan, uzvlar âhıret için çalışmağa
başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni zorla Cehennemden uzaklaşdırmış,
Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, koyun sürüsünün çobanına
benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara bulunsa, mağarada
kurdlar olsa, çoban, mağara tarafında durup, sopa sallayıp, koyunları
korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte Peygamberlerin “aleyhimüsselâm”
gönderilmesi de, buna benzer.
Cehennemlik
olanın çalışması ne fâide verir, süâline gelince: Bu söz, bir bakımdan doğru,
bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin
felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti, bu
süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda tohm
ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş
olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide
vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir. Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve
açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur
diyen biri de, çalışmaz, elbette fakîr kalır. Se’âdet, zenginlik kaderi olan
kimseye de, şöyle düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr edilenler,
çalışır, kazanır). Bu düşüncesi, onu çalışmağa sürükler. Demek ki, bu düşünceler
boş değildir. Ezeldeki yazı sebebi ile, kalbe gelir. O yazının meydâna çıkmasına
sebeb olur. Bir insan ne iş için yaratıldı ise, o işin sebeblerini onun önüne
getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak, o iş başına geçirmezler. Bunun içindir
ki, (Çalışınız, herkes, ne iş için yaratılmış ise, o iş, ona
kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu hâllerden
ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri anlıyabilir.
Derslerine çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf geçeceği,
ileride mevkı’ sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet
bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine (Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar
çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini getirirler, o da çalışmaz boş vakt
geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu anlamalıdır. İşte âhıretdeki
hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim sûre-i Lokmandaki âyet-i
kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi ve âhıretde tekrâr
diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir) ve sûre-i
Câsiyedeki âyet-i kerîmede meâlen, (Onların âhıretdeki hâlleri, dünyâdaki
hâlleri gibidir) buyurulmuşdur. Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd
hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.
Tevekkülün
temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm, hakîm, latîf olduğuna
inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka yetişir.
Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın, yavrusuna olan merhametinden dahâ
çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar
çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan
dahâ iyisi mümkin değildir. Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm
bırakmamışdır. Yer yüzündeki akl sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa,
Onun yaratdığı herhangi birşeyin, dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz.
Herşeyin, olması gerekdiği gibi yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan
birşeyin, en uygun, en kâmil şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık
olur, yersiz olurdu. Çünki, çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini
kimse bilemez, güzellik tatlı olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz
şeylerin kıymeti bilinmez, kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs,
birbiri ile ölçerek anlaşılır. Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan,
baba olmaz. Böyle şeylerden, birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli
olur. Ölçmek, iki şey arasında olur. İkilik olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde
edilemez. Allahü teâlânın işlerinin fâidesini, insanlar anlıyamıyabilir. Fekat,
en fâideli, en iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün
kısası, dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik, hattâ günâhlar ve küfr,
yok olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz, yersiz değildir. Hepsi, en
uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı bir kimseye, en uygun
şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi. Zengin yaratdığı
da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize benzer. Çok kimse,
bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes’elesi gibi anlaşılmaz ve anlatmağa izn
yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna, söylediğimiz kadar îmân
etmek yetişir.
Tevekkül, ne
demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Tevhîde ve Allahü teâlânın
lutf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle
i’timâd etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir. Böyle bir
insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez.
Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir
kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde
avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı,
hîleyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden
çekinmemesi ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı
kurtarmağa cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi
ayrıca uğraşmaz. Sûre-i Âl-i İmrândaki âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlâ bize
yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ
yapar. Ondan başkası birşey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr
olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse,
Allahü teâlânın fazlına i’timâd ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr
edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi
büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Ba’zı kimseler, buna
inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki,
birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî’atleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve
hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara
tâbi’ olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri tatlıyı pis birşeye benzetirse
yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine
yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup
hareket edemiyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem
kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şübhe kalmaz.
İ’timâd ve râhatlık tam olmadıkca, tevekkül tam olmaz. Çünki, tevekkül, kalbin,
her işde, Allahü teâlâya i’timâd etmesi, güvenmesi demekdir. İbrâhîm
aleyhisselâmın îmânı, yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için, (Yâ
Rabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada
bildirdiği gibi, (İnanmadın mı?) buyuruldukda, (İnandım. Fekat kalbim
râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat, kalbinin,
sükûnet, râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce his ve
hayâle bağlı olup, sonra kalb de, yakîne tâbi’ olur ve artık açıkdan görmeğe
muhtâc olmaz.
|