40 -
HALÂL, HARÂM VE ŞÜBHELİ ŞEYLER
3 - Halâl ve
harâmlar: Çok kimseler, dünyâ malını, hep harâm sanır. Ba’zısı da, dünyâdaki
şeylerden çoğu harâmdır der. Burada, insanlar üç dürlüdür: Bir kısmı vera’da
ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yiriz der.
Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yiriz, hiçbirşey ayırd
etmeyiz der. Üçüncü kısm, herşey yimeli ammâ, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de
yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; (Halâl meydândadır. Harâm meydândadır.
Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir). Nitekim, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur.
Dünyâ malından
çoğu harâm diyen yanılıyor. Evet, harâm çokdur. Fekat, dahâ çok değildir. Çok
başkadır, dahâ çok, başkadır. Nitekim, hasta çokdur, tüccâr çokdur, asker çokdur.
Fekat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çokdur. Ammâ mazlûmlar dahâ çokdur.
(İhyâ) kitâbımızda, bunu uzun bildirdik.
Şunu iyi
bilmelidir ki, insanlara, (Muhakkak halâl olan, Allahü teâlânın halâl bildiği
şeyleri yiyiniz!) diye emr olunmadı. Bunu kimse yapamaz. Belki, (Halâl
olduğunu bildiğinizi yiyiniz!) denildi. Harâm olduğu meydânda olmıyan
şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Ömer
“radıyallahü anh”, hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”,
kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek
harâmdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şerâblı olur.
Hepsi leş yir. [Ya’nî, Besmelesiz kesilen veyâ kesilmeyip başka sûretle
öldürülen hayvânları yirler.] Fekat, pisliği görülmedikce, temiz diyip yirlerdi.
Aldıkları kâfir şehrlerinde, kitâblı kâfirlerden et, peynir satın alır, yirlerdi.
Hâlbuki, o şehrlerde müslimân olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve
dünyâya gönül bağlıyan yok değildi. Bu bakımdan insanlar altı kısmdır:
Birinci kısm
-
Yabancıdır. Sâlih mi, fâsık mı belli değildir.
Meselâ, bir köye gidince, herkesle alış veriş etmek câizdir. Herkesin elinde
bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Harâm olduğunu gösteren bir
nişân bulunmadıkca, halâl bilmeli ve satın almalıdır. Böyle kimselerle alış
veriş etmeyip, sâlih bildiği birisini aramak vera’ olur. Fekat vâcib değildir.
İkinci kısm
-
Sâlih bildiğin kimselerdir. Bunların malını yimek
câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yimediğin için, o kimse
incinirse, yimemek günâh olur. Sâlih kimselere sû’i zan, ya’nî kötü gözle bakmak
günâhdır.
Üçüncü kısm
-
Zâlim kimselerdir. Yol kesiciler, hırsızlar,
sultân adamları gibi kimselerden, malının hepsi veyâ çoğu harâmdan olan
kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, halâl olduğu bilinen veyâ halâl
alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur.
(Hadîka)
sonunda buyuruyor ki, (Vera’) ya’nî halâle, harâma dikkat etmek abdeste
ve necâsete dikkat etmekden dahâ mühimdir. Fekat zemânımızda halâl ve harâmı
gözetmek, hattâ Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok
güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun halâl olduğu sanılan kimsenin verdiği
hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu halâl
olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünki, harâm olduğu bilinen mal
elden ele geçince, harâmlığı yok olmaz. Harâm mâl vârise kalınca, buna halâl
olur denildi ise de, bu kavl za’îfdir. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, (Zemânımızda,
şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Şimdi, müslimânların, harâm olduğunu
iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir). Şimdi ise, iş dahâ güc oldu. Çünki
hadîs-i şerîfde, (Her yıl, kendinden önceki yıldan dahâ kötü olacakdır)
buyuruldu. Bunun için, bugün vera’ ve takvâ, kalbi, dili ve bütün uzvları
harâmdan korumakdır ve insanlara zulm yapmamakdır ve insanlara ve hayvânlara
işkence yapmamakdır ve işçinin ücretini hemen vermekdir. Gönül rızâsı olmadan
talebesine bile iş yapdırmamakdır.
Herkesin elinde
bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harac ve
hıyânet yollarından biri ile [ve alkollü içki satarak] ele geçdiği açıkca
bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Bunu ondan almak, kullanmak, yimek halâl
olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak harâm olmaz.
Harâmdan topladığı malları, kendi halâl malı ile, yâhud birbirleri ile
karışdırsa, (Mülk-i habîs) denir. Bu habîs karışımdan verince, harâm
olduğunu tanımadığı malı, parayı almak câiz olur. Çünki, imâm-ı a’zam Ebû
Hanîfeye göre, böyle harâmdan gelen [ve emânet olarak alınan] paraları kendi
halâl malı ile veyâ birbirleri ile karışdırıp da ayıramazsa, hepsi habîs mülkü
olur ve kendi halâl malından sâhiblerine tazmîn etmesi, ödemesi lâzım olur.
Tazmînden sonra, bu habîs mülkünü kullanması câiz olur. Fâsid akd ile habîs mülk
olan malı kullanmak ise, hiç câiz değildir. (Bezzâziyye)de, nemâz sonunda
diyor ki, (Fakîrlere zekât vermek için, zenginlerin vekîli olan kimse, topladığı
zekâtları birbirleri ile karışdırınca, hepsi kendi mülkü olur. Fakîrlere kendi
malından sadaka vermiş olur. Zenginlerin zekâtları verilmiş olmaz. Zenginlerden
aldıklarını onlara ödemesi lâzım olur. Fakîrler, önceden bu kimseye izn vermiş
olsalardı, onların vekîlleri olarak toplamış olur, fakîrlerin mallarını
birbirleri ile karışdırmış olurdu ve zekâtlar verilmiş olurdu). (Câmi’ul-fetâvâ)da
diyor ki, (Bey’ ve şirâ’ bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak halâl olmaz. Her
tâcirin bir fıkh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden
ve fâsid alış verişden kurtulması lâzımdır).
İmâm-ı Kerhî
fetvâsında, (Harâm semeni göstermeden satın alınan mebî’ müşteriye halâl olur.
Eğer, söz kesilirken, harâm olduğu bilinen semen hâzır olup, buna işâret edilir
ve bâyı’a bu semen verilirse, müşteri mebî’e habîs olarak mâlik olur). (Hadîka)da
el âfetlerinin sonunda diyor ki, (Gasb edilmiş veyâ hırsızlık, hıyânet gibi
harâm yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka, mebî’, semen
ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak halâl değildir. Yalnız vârisin, mal
sâhiblerini bilmediği zemân, mîrâs kalan böyle malları alması halâl olur. Malın
böyle harâm olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur).
Dördüncü
kısm -
Malının çoğu halâl olup, harâm da karışık bulunan
kimsedir. Meselâ köylü, sultâna da hizmet edip birşey almış ise veyâ tüccâr,
sultân adamları ile de mu’âmele etdi ise, bunların malı halâldir. Bunlarla alış
veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Abdüllah ibni Mübârekin
vekîli, Basradan yazdı ki, sultân adamları ile mu’âmele yapan kimselerle alış
veriş ediyoruz. Cevâbında buyurdu ki, başkaları ile mu’âmele etmiyorlar ise,
bunlardan birşey almayınız. Başkaları ile de mu’âmele ediyorlar ise, mu’âmele
yapınız!
Beşinci kısm
-
Zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fekat
üzerinde zâlimler alâmeti bulunan, onların kıyâfetini taşıyanlardır. Ellerindeki
malın halâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir.
Altıncı kısm
-
Zâlim kıyâfeti bulunmıyan, fekat fısk alâmeti
bulunan kimselerdir. Meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veyâ sâat gibi harâm
kullanır. İçki içer. Yabancı kadınlarla konuşur. Yapdıklarının günâh olduğuna
inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla mu’âmele harâm olmaz. Çünki,
günâh işlemekle malları harâm olmaz. Ancak, günâhdan kaçmıyan, harâm maldan da
kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına harâm denilemez. Zâten, kimse
günâhsız değildir. Günâh işleyip de, kul hakkından korkanlar çokdur.
[Halâli, harâmı
ayırd etmiyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyyet vermiyen mürted
olur. Bununla alış veriş edilmez. Malı, mülkü, onun olmaz. Nikâhı sahîh olmaz.
Müslimânlardan, mîrâs alamaz. Kelime-i şehâdet getirse, nemâz kılsa, ben
müslimânım dese de, müslimân olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz.
Dinden çıkmasına sebeb olan şeye pişmân olması, buna tevbe etmesi lâzımdır. (Dürr-ül-muhtâr)
sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, karı koca mürted olup, Dâr-ül-harbe
[ya’nî Amerika gibi, kâfir memleketine gidip] yerleşseler, orada çocukları ve
torunları olsa, hepsini esîr alsak, kendileri ve çocukları müslimân olmazsa,
katl olunur. Torunları ise esîr edilir. Çünki, çocukları, babaları gibi
mürteddir. Torunları, dedeye tâbi’ olmaz. Kâfir oğlu kâfir olurlar].
İşte, buna göre
alış veriş etmek lâzımdır. Bunlara dikkat etdiği hâlde harâma düşen kimse,
günâhlı olmaz. Nitekim, necâsetle kılınan nemâz kabûl olmaz. Fekat, necâset olup
da, bilmese kabûl olur. Necâset olduğunu nemâzdan sonra anlasa, kazâ etmek lâzım
gelmez de demişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, nemâz içinde,
na’lınını çıkardı. (Cebrâîl) “aleyhisselâm”, (Na’lının kirli olduğunu
haber verdi) buyurdu ve nemâzı kazâ etmedi.
(Bu maldan
kaçınmak lâzım değilse de, kıymetli vera’dır) dediğimiz yerlerde, bu malı
nereden aldın demek câiz olur. Fekat, sorunca o kimse incinirse, sormak harâm
olur. Çünki vera’, ihtiyâtlı olmakdır. Müslimânı incitmek ise harâmdır. O hâlde,
güzellikle sormalı. İkrâm ediyorsa, bir behâne ile yimemelidir. Çâresiz kalırsa,
incitmemek için yimelidir. Başkasına da sormamalıdır. Çünki, kendisi işitirse
dahâ çok üzülür. Tecessüs ve gıybet ve sû’i zan olur ki, hepsi harâmdır.
İhtiyâtlı davranmak için halâl olmazlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
müsâfir olduğu zemân, ne verseler kabûl buyururdu. Nerden aldınız diye sormazdı.
Hediyye de kabûl eder, sormazdı. Ancak şübheli olduğu meydânda ise, meselâ,
Medîne-i münevvereye yeni teşrîf buyurduğu zemân, getirdikleri şeylere, hediyye
mi, sadaka mı diye sorardı. Çünki, o zemân şübheli idi. Sorunca, kimse
incinmezdi.
Bir yerde,
yağma edilmiş, çalınmış şeyler ve hayvânlar satılıyorsa, çoğunun harâm olduğunu
bilen kimse, buradan birşey satın almamalıdır. Eğer ihtiyâcı çoksa, nereden
aldın diye sormalı. Halâlden olduğu anlaşılanı almalıdır. Çoğunun harâm olmadığı
biliniyorsa, sormadan almak câiz ise de, sormak vera’ olur.
İnsan
necâsetini yalnız başına satmak ve insandan ayrılan herşeyi satmak harâmdır.
Hepsini gömmek lâzımdır. İnsan necâsetini yalnız başına da kullanmak câizdir.
Toprak veyâ başka şeyle karışık satmak ve kullanmak sahîhdir. Hayvân gübresi,
yalnız olarak da satılır ve kullanılır. Diğer üç mezheb imâmı “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în” hayvan gübresi satmak da câiz değildir dedi.
Mekke-i
mükerreme şehrinde, binâ, arsa, tarla satmak câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin
vakf erâzî üzerine yapdığı binâ mülkü olur. Bunu satması câiz olur. Mekkedeki
binâları hac zemânında, hâcılara kirâya vermek harâmdır. Onlara ücretsiz olarak
ikrâm olunur. (Bedâyı’)de, beşinci cild, 146. cı sahîfede diyor ki, (Mekkedeki
evleri, hac zemânında, hâcılara kirâ ile vermek mekrûhdur).
Şerâb
yapan müslimâna üzüm ve şirâ satmak câizdir. Müslimânların şerâb satması ve
bundan aldığı para harâmdır. Hattâ borcunu ödemek için, müslimân şerâb satsa,
alacaklının, bu parayı alması harâmdır. Zimmîdeki borcunu, şerâb parasından
alması halâldir. Fekat, tenzîhen mekrûhdur. [İkinci kısmda, kırkıncı ve üçüncü
kısmda, altıncı maddelere bakınız!]
İbni
Âbidîn, hayvân zekâtının sonunda ve Kâdî-zâde Ahmed efendi, (Birgivî
vasıyyetnâmesi şerhi)nde diyor ki, (Bir kimse, elindeki kat’î harâm olan
maldan sadaka verse, sevâb umsa, alan fakîr, harâmdan olduğunu bilerek, verene
Allah râzı olsun dese, veren de veyâ başka bir kimse de âmîn dese, hepsi kâfir
olur). İbni Âbidîn, burada buyuruyor ki, (Harâm olduğu bilinen belli mal ile
câmi’ yapdırmak ve başka hayr yapdırmak ve bunlara karşılık sevâb beklemek de
küfrdür).
İbni
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruyor
ki, kendisine ve bakması vâcib olanlara lâzım olandan fazla malı bulunan
kimsenin sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vâcib olan kimsesi muhtâc iken,
bunun sadaka vermesi günâhdır. Sıkıntıya sabr edemiyecek kimsenin, kendi muhtâc
olduğu malı, parayı sadaka vermesi câiz değildir. Tahrîmen mekrûhdur. Sadaka
veren kimsenin, sadaka sevâbını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
efendimize ve bütün mü’minîn ve mü’minâta göndermeğe niyyet etmesi iyi olur.
Çünki, kendi sevâbı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevâb verilir.
(Hadîka)
sonunda diyor ki, (Bir kimse, sultândan hediyye, sadaka alsa ve bunun, birinden
zulm ile alınmış olduğunu bilse, sultân, bu malı, kendi halâl malı ile veyâ
başkasından zulm ile aldığı mal ile karışdırmış ise ve birbirlerinden ayrılamaz
ise, alması câiz olur. Yalnız o malı verirse, alması câiz olmaz. Çünki, başka
mal ile karışdırınca, hepsi sultânın mülkü olur. Sâhibinin o malda hakkı kalmaz.
Sâhibine tazmîn etmesi, ya’nî malın benzerini, benzeri yoksa, aldığı gündeki
kıymetini vermesi lâzım olur. Tazmîn etmeden kullanması halâl olmaz. Başka mal
ile karışdırmazsa, mülkü olmaz. Sultân, zulm ile aldığı mal ile, gıdâ maddesi
satın alıp, fakîre yidirse, yimesi halâl olur. Zulm ile aldığını bilmiyen
kimsenin, zulm ile toplanan maldan yimesi câiz olup, bilmemesi özr olur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (İstemeden verilen
şeyi alınız! Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır). Hükûmet adamlarından
hediyye almak câizdir. Bir kimse, bir ta’âm çalsa, zorla alsa, eline geçirmesi
harâm ise de, malın sıfatı değişince de mülkü olur. Böyle bir ta’âmı pişirdikden
sonra, tazmîn etmek şartı ile, yimesi, satsa veyâ hediyye etse, alanın da yimesi,
câiz olur. Kıymetini vermeden satması, hediyye, sadaka vermesi harâm ise de,
nâfiz [ya’nî sahîh] olur. Fâsid bey’ ile satın aldığı malı kullanmasına benzer.
Satsa, bedeli halâl olur.) Hâlbuki, mırdar eti, ya’nî leş eti ve domuz eti ve
şerâb gibi kendileri kat’î, açık delîl ile harâm olanlar, hiçbir zemân halâl
olmaz. Sâhibi satsa, hediyye etse, halâl etse de, yimek câiz olmaz. Bunlara
halâl diyen, yirken bilerek Besmele çeken kâfir olur. Kat’î harâmların hepsi
böyledir. Meselâ, nikâhı harâm olan kadınlarla evlenmeğe halâl diyen kâfir olur.
İbni
Âbidîn, beşinci cildde buyuruyor ki, (Âlimlerin çoğuna göre, müslimân ölüp,
şerâb parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması halâl olmaz. Gasb edilmiş
mal ve zulm ile alınan ve rüşvet, çalgı, tegannî ücretleri, kumâr paraları da
böyledir. Vârislerin, bu paraları sâhiblerine geri vermesi, sâhibi bilinmiyorsa,
fakîrlere dağıtması lâzımdır. Kullanması harâm olur. Ölenin harâm kazandığını
bilir, fekat hangi malın harâmdan geldiğini ayıramazlarsa, mîrâsın hepsi halâl
olur ise de, fakîrlere vermeleri iyi olur. Kullanmaları harâm olan malı vererek
satın aldıklarını yimeleri ve kullanmaları halâl olur. Sâhibleri bilinmiyen
harâm malın vârislere halâl olacağı da bildirildi. Tegannî, çalgı ücretleri,
pazarlıkla olmayıp, parasız okursa, hediyye olarak aldıkları para habîs olmaz.
Halâl olur. Dilencinin birikdirdiği para ve mal habîsdir. Bir kimse, harâm
olarak edindiği malı başkasına verse, o da, başka birine verse, harâmdan
geldiğini bilenlerin bunu alması harâm olur. Fâsid satış müstesnâdır. Zevce,
kocasının harâm para ile satın aldığını, harâm karışık malını yirse, kullanırsa,
câiz olur. Günâh kocasına olur.
Herşey
ile yarış etmek ve bilmece çözmek halâldir. Bunları kumâr ile yapmak harâmdır.
Koşarak veyâ at ile ve silâh ile, ok ile hedefe atmak gibi harbde kullanılan
şeylerle yapılan yarışlarda, bir tarafdan mal şart etmek de câiz olur. Ya’nî iki
kişiden yalnız biri, sen kazanırsan, ben sana vereceğim. Ben kazanırsam, sen
bana vermiyeceksin derse veyâ bir üçüncü kimse, yarışa katılan cemâ’at arasından
kazanana ben vereceğim derse, câiz olur. Fekat harbe hâzırlık için yapılmaları
lâzımdır. Oyun, gösteriş, övünmek için yapılan her yarış mekrûh olur. Nemâza
mâni’ olacak kadar devâm ederse, harâm olurlar. Harbde kullanılan şeyleri
öğrenmek mendûbdur. 2. ci kısmda, 16. cı ve 31. ci maddelerin baş taraflarına
bakınız! İki tarafın da mal vermesi şart edilirse, (kumâr) olur. Kumâr
oynamak harâmdır. Bir üçüncü kimse de yarışa katılıp, ikisini de geçerse,
ikisinden de alması, ikisini de geçemezse, ondan birşey alınmaması şartı ile,
ikisinden geride kalanın, geçene mal vermesini şart etmek câiz olur. Kıbleye
karşı atış mekrûhdur.
İki ilm
adamının bir konuda münâkaşa edip, bir taraflı mal şart etmeleri de câizdir.
Birçok ilm adamından sözü doğru olana, hâricden birinin mal vermesi de câizdir.
Fekat münâkaşaya katılanların birbirlerine mal vermeleri kumâr olur). Ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun, sahîh ve câiz olan satışlarda, sözkesilirken, müşteriye satın
aldığı maldan başka bir şey de vermek şart edilmezse, satıcı tarafından hediyye
olarak sonradan vermek câiz olur ve bunun için, müşteriler arasında kur’a çekmek
harâm olmaz. Müslimân, ikrâmiyyeli mal satın almağı değil, ucuz ve iyi mal satın
almağı düşünmelidir. Üçüncü kısmda, 4. cü madde sonuna ve 6. cı maddede, (Fâsid
satışlar)a bakınız!
(İbni
Âbidîn),
imâm seçimini anlatırken diyor ki, (Ahkâm-ı
islâmiyyeye uygun olan şartlara müsâvî olarak mâlik olanlar arasından birini
seçmek için, (Kur’a) yapılır). [Bir mekânın, bir malın, buna müşterek
mâlik olan ortaklar arasında kur’â ile taksîm edileceğini de, (kısmet)
bahsinde uzun bildirmekdedir. Kur’â çekmek câizdir ve sünnetdir. Mülk
sâhiblerinin haklarının mikdârlarını değişdirmek veyâ ortaklardan birinin
hakkını yok etmek yâhud hakkı olmıyana pay vermek için yapılan kur’â
(piyango) harâm olur. İki veyâ çok kimse, aralarında para toplayarak bir
emânetçiye bırakıp, aralarından seçdikleri birinin veyâ vekîlinin, bunu
fakîrlere, hayr kuruluşlarına dağıtması câiz olduğu gibi, fakîrler arasında
kur’â çekip kazananlarına dağıtması da câizdir. Kendi aralarında piyango çekip
kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumâr olur. Geri kalan
kısmı hayr yere bağışlamaları, bu piyangoyu kumârlıkdan kurtarmaz. Herbirinin,
kendi verdiğini geri alması câizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediyye
edebilir. Emânetcinin ücretini, paraları oranında öderler. Emânetci emânet
parayı kullanamaz. Bankaya yatıramaz. Banka emânetci olabilir. Kendilerinden
biri de emânetci olabilir. Kumâr, yarışlarda olduğu gibi, tavla ile, dama
taşları ile, iskambil kâğıdları ile yapılan her oyunda, futbol oyunlarında da
olur. Bunların hepsinde ve ilm adamları arasındaki kumârda, sözleri, tahmînleri
yanlış çıkanlar, tahmînleri doğru çıkanlara mal, para vermekdedir. Kumâra
katılanların herbirinde, hem almak hem de vermek ihtimâli vardır. Kumâr
oynatmak, yarışmak demek değil, tahmînde yanılıp yanılmamak demekdir. Bunun
için, oynıyanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, yarışanlardan
kazanacakları önceden tahmîn edenler arasında da kumâr olur. Hattâ yalnız bir
kişinin yapdığı işin başarılı olup olmıyacağını, tahmîn edenler arasında da
olur. Kumârda, sonu tahmîn edilen işin oyun olması, kazanclı, başarılı olması
veyâ zararlı olması arasında fark yokdur. Canbazın düşüp düşmiyeceğini, geminin
batıp batmıyacağını tahmîn edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri
de kumâr olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumârcıların ismleri
veyâ para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen
numara sâhiblerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veyâ bir mikdârını
dağıtmak kumâr olur. Çünki, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının
çekileceğini ümmîd etmekdedir. Bu tahmînleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların
önceden vermiş oldukları paralardan almakdadırlar. Aldıkları para ile, önceden
bilete verdikleri paranın farkını, tahmînleri yanlış çıkanlardan almış
olmakdadırlar. Tahmînleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı için ve
bunlar önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden
bilet ücreti ismi altında para toplanmakda, tahmîni doğru çıkanların vermiş
oldukları, sonra kendilerine iâde edilmekdedir. Önceden toplanan paraların
hepsini piyango sâhibi almakda, bundan aslan payını kendine ayırıp, geri
kalanını tahmînleri doğru çıkanlara vermekdedir. Piyango sâhibi, kumâra iştirâk
etmese bile, harâma sebeb olduğu için, büyük günâh işlemekde ve piyangoya
iştirâk edenleri soymakda, sömürmekdedir. Harbe ve ilme yarayan mubâh yarışların
ve hayr ve yardım işlerinin ve diğer mekrûh oyunların çoğu, kumâr veyâ başka
harâmların karışmaları sebebi ile harâm olmakdadır. Spor-toto oynamak böyledir.]
Bilerek Besmele
çekerse denildi. Bundan maksad, yidiği şeyde, yapdığı işde, harâm bulunduğunu
bilmesidir. Bunu bilmezse, ma’zûr olup, afv olur. İslâm memleketlerinde, hattâ
bugün için, dünyânın her yerindeki müslimânların, ahkâm-ı islâmiyyeyi, ya’nî
islâmiyyeti öğrenmesi kolay olup, lüzûmlu şeyleri öğrenmemek, bilmemek özr
değil, suç olur. Fekat, tatbîkatde, yanlış yapmak, bilmiyerek yapmak özr olur.
Meselâ, şerâb içmenin harâm olduğunu bilmek lâzımdır. Bilmemek özr değil, suçdur.
Fekat, içinde şerâb karışık hoşafı veyâ ilâcı veyâ şerbeti, karışık olduğunu
bilmiyerek içmek, günâh olmaz. Karışık olduğunu bilmemesi özr olur. Domuz etinin
harâm olduğunu bilmemek özr değildir, suçdur. Koyun, sığır eti ile pişdi
sanarak, domuz eti ile pişmiş yemeği yimek özr olur, afv olur. (Şir’at-ül-islâm)
ikiyüzkırkaltıncı sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, (Allaha ve Âhıret gününe
inanan kimse, şerâb içilen sofraya oturmasın!) buyuruldu. Arkadaşlarının
gönlünü hoş etmeği niyyet ederek oturup, şerâb içmemek câiz olur demek ve
(Amel niyyete göre değerlenir) hadîs-i şerîfini söylemek, doğru değildir.
Çünki niyyet, ibâdetlere ve mubâh işlere te’sîr eder. Harâm işler, iyi niyyet
ile câiz olmaz. Yeğitlik göstermek veyâ para, mal kazanmak için gazâ eden kimse,
cihâd sevâbı kazanmaz. Mubâhlar iyi niyyet ile yapılınca, hayr olup sevâb
kazanılır. Fekat, mü’min kardeşinin gönlünü hoş etmek niyyeti ile harâm işlemek
câiz olmaz ve (Mü’mini sevindireni, Allahü teâlâ sevindirir) hadîs-i
şerîfine uyulmuş olmaz. Ancak zarûret ve fitne uyandırmamak için, içmemek şartı
ile oturabilir ise de, önceden bundan sakınmak lâzımdır.
Dâr-ül-harbde [ya’nî,
İtalya, Fransa gibi kâfir memleketinde] îmâna gelen kimse, farzı, harâmı
işitince, Dâr-ül-islâmda îmâna gelen veyâ bâlig olan da, o ânda, farzları
yapması, harâmlardan kaçınması lâzım olur. Dâr-ül-islâmda farz olduğunu
öğreninceye kadar, kılmadığı nemâzları ve tutmadığı orucları kazâ etmesi lâzım
olur. Bilmemesi, terk etmek günâhından kurtulması için özr olur. Öğrenmeği terk
etdi ise, hiç özr olmaz. İkinci kısm, 16. cı madde sonuna bakınız!
İbni
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede
buyuruyor ki, (Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren,
geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fekat alanın geri vermesi
vâcib olur. Bir âlime, kendine şefâ’at etmesi veyâ zulmden kurtarması için,
önceden verilen şey rüşvet olur. Fekat sonra verilen hediyyesini alması câiz
olur. Önceden istemesi harâmdır. Önceden verilen hediyyeyi alması câizdir,
denildi. Hocanın talebesinden hediyye alması da câiz denildi. Dînine, malına,
cânına zarâr gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi câizdir. Dînini, malını
ve cânını, zâlimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için birşey
vermek rüşvet olmaz. Alana günâh olur). Hac bahsinde bildirildiği gibi, farzları
yapabilmek ve harâmlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz.
Bunları almak günâh olur. Dördüncü cild, üçyüzüncü sahîfede hâkimin rüşvet
alması harâm olduğunu anlatırken, rüşveti dörde ayırmakdadır: Müftî, hâkim, vâlî
olmak için rüşvet vermek ve birinin, haklı dahî olsa, me’mûra, hâkime rüşvet
vermesi ve bunların almaları harâmdır. Çünki zâten vâcib olan şeyi yapmak için
birşey almak câiz değildir. Bu işleri yapdıkdan sonra, istemeden verilen hediyye,
rüşvet olmaz. Me’mûrların zulmünden kurtulmak veyâ hakkını almak, malını,
cânını, dînini, ırzını korumak için me’mûra veyâ aracıya vermek câizdir.
Bunların alması harâmdır. Zulm yapılması için vermek ve almak harâmdır.
Bir kimse,
halâl mülkü olan mâlından hediyye verse, istenmeden verilen bu hediyyeyi kabûl
etmek sünnetdir. (Hediyyeleşiniz, sevişiniz!) hadîs-i şerîfi, (Künûz-üddekâık)da
yazılıdır. (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye), ikinci cildinin otuzyedinci
mektûbunda diyor ki, (Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Ömere
hediyye gönderdi. Kabûl etmedi. Geri göndermesinin sebebini sordu. (İnsan için
hayrlı olan, kimseden birşey almamakdır) buyurdunuz deyince, (İsteyip de
almak için demişdim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızkdır.
Onu alınız!) buyurdu. Ömer de, (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden
birşey istemiyeceğim ve istemeden verileni alacağım) dedi. Hediyye kabûl etmenin
tevekküle mâni’ olmadığı, (Makâmât-ı Mazheriyye)nin yirmisekizinci
mektûbunda uzun yazılıdır.
Hükûmetin
piyasaya narh, [fiyât] koyması câiz değildir. [Hiçbirşeyin satışında kâr haddi
yokdur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir.] İbni Âbidîn “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, beşinci cildde buyuruyor ki, (Enes bin Mâlik “radıyallahü anh”
buyurdu ki, Medîne-i münevverede, pahâlılık oldu. Yâ Resûlallah “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Fiyâtlar yükseliyor. Bize (Si’r) ya’nî kâr haddi
koyunuz denildi. (Fiyâtları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten,
daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim)
buyurdu. (Dürr-ül-muhtâr)daki hadîs-i şerîfde, (Kâr haddi koymayınız!
Fiyât koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnâfın hepsi fiyâtları, fâhiş olarak
[mal oluş fiyâtının iki misline] artdırdığı, millete zarar ve zulm hâline
geldiği zemân, hükûmetin, tüccârlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması
câiz olur). [Hükûmetin koyduğu bu fiyâta uymak vâcibdir. Bunun gibi, adâleti,
milletin haklarını, hürriyyetlerini koruyan kanûnlara uymak lâzımdır. Bunları
korumak için, hükûmete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı yapmamalıdır.
Dâr-ül-harbde, kâfir hükûmetlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.]
İbni
Âbidîn, beşinci cild, ikiyüzellinci sahîfede diyor ki, (Küçük çocuğun muhtâc
olduğu şeylerin, meselâ gıdâsının, elbisesinin, süt anne ücretinin fazlasını,
çocuğu evinde beslemekde olan annesinin ve erkek kardeşinin, amcasının ve
sokakda görerek alıp evinde besliyen kimsenin, çocukdan kendileri için satın
almaları ve kendilerinin böyle mallarını çocuğa satmaları câizdir. Bunlardan
yalnız annesi, evinde beslediği küçük çocuğunu, ücret ile çalışmağa da
verebilir. İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zî-rahm mahrem akrabâsından olan kadın veyâ
erkek de, ecr-i misl ile verebilir). Hayreddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, fetvâsında bu kavli tercîh etmişdir.
(Dürer)de
ve (İbni Âbidîn)de satışda îcâb ve kabûlü anlatırken ve Alî Haydar beğin
“rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mecelle) şerhi 167, 263, 365 ve 974. cü
maddelerinde diyor ki, fâsık, müsrif olmıyan baba, baba ölmüş ise babanın
vasîsi, bu da ölmüş ise, ölürken vasıyyet etdiği kimse, bu ikinci vasî de yoksa,
babanın âdil olan babası, bu da yoksa, dedenin vasîsi veyâ vasîsinin vasîsi,
birinci derece velîdirler. Çocuk yanlarında olmasa dahî, çocuğun menkûl
mallarını her zemân, binâları ise zarûret olunca, herkese, hattâ kendilerine
satmaları, kirâya vermeleri ve herkesden ve kendi mallarından çocuğun parası
ile, çocuk için satın almaları ve çocuğun malı ile ticâret yapmaları ve ticâret
yapması için ona izn vermeleri, ücret ile ve ücretsiz çalışmağa vermeleri
câizdir. Kardeş ve amca, çocuk kendi yanlarında olup bakdıkları zemân, ancak
çocuğun muhtâc olduğu şeyleri, ona alıp satabilirler. Vasî olmadıkları zemân,
çocuğun malı ile çocuğun menfe’ati için, ticâret yapamazlar ve çocuğa ticâret
yapması için izn veremezler. Çocuğa gelen hediyyeleri, çocuk için alırlar.
Babanın, (Şu malımı küçük çocuğuma şu kadar liraya satdım) yâhud (Filân küçük
çocuğumun malını şu kadar liraya kendim için satın aldım) demesi lâzımdır. Hem
satması, hem alması için bir kimseyi vekîl edemez. (Oğlum ......nın malından
bildiğini, dilediğin fiyât ile dilediğine satmak için) diyerek, birini vekîl
eder.
Vakf
câmi’, binâ harâb olunca, işe yaramıyan parçaları satılıp, kendi ta’mîrine,
tamîri mümkin değilse, yakın bulunan bir vakf binânın ta’mîrine, onun ihtiyâcına
sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez. Üçüncü kısmda, altıncı maddeye
bakınız!
(İhtiyâr)
kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Tesbîh, tahmîd, tekbîr ve
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ve fıkh kitâbı okumak sevâbdır. Ahzâb sûresinin
otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Allahı çok zikr eden erkeklerin ve kadınların
günâhları afv olur ve çok sevâb verilir) buyuruldu. Tüccârın, malını
müşteriye gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhîd, salevât okuması
günâhdır. Bunları, para kazanmağa âlet etmek olur). İbni Âbidînin beşinci
cildinde ve (Dürer)de diyor ki, (Bakkala borc para verip, o para
bitinceye kadar ondan mal satın almak harâmdır. Çünki, istifâde etmek şartı ile
ödünc vermek fâiz olur. Parayı bakkala emânet olarak vermelidir. Emânet verilen
para helâk olursa, bakkal ödemez).
Aşkın bağında açan güllere, bülbül olan,
islâmın hasret ile, beklediği kahramân,
ma’şûkunun aşkından yanıp yanıp kül olan,
ağlasa yeri vardır, seni görmiyen zemân!
İlmîle, irfânîle, sâhib olan (Sıla) ya,
iki temel bilgiyi, vasleden bir araya,
dalıp ucsuz bucaksız, o mu’azzam deryâya,
ve bu Zikr deryâsından en büyük payı alan!
Kimi sâhile gider, ve bu bana yeter der;
kimi uzakdan görür, mest olur, başı döner;
kimi yalnız seyreder, kimi bir katre içer;
bir sensin, bu deryâdan, içip içip de kanan!
Kur’ândan, hadîslerden sonra, gelir eserin,
rûhlara şifâ olan, o mübârek sözlerin,
baş kumandanısın sen, velîlerin, erlerin!
ve (Müceddid-i elf-i sânî) adını alan!
Bize seni duyuran, fıtraten dostun olan,
ve cihânda bir tekdir, senin izinde kalan,
(Seyyid Abdülhakîm) O, senin aşkınla yanan,
hurmetine nasîb et, bize şefâ’atından!
Eserinle cihânı, yeniden tenvîr eden,
sihirli bir kuvvetle, bizi kendine çeken,
ondördüncü yüzyılın, zulmetini gideren,
(Arvâs)ın ışığıdır, gerisi hayâl, yalan!
Biz onun talebesi, o sizin tâlibiniz,
muhakkak aks yapar, o nûrlu kalbleriniz,
belli, birbirinize, âşıksınız ikiniz,
ve size âşık olur, (Mektûbât)ı anlıyan!
|