25 -
İKİNCİ CİLD - 99.MEKTÛB
(İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî)
Süâl:
Dedikodu yapan bir kimse, (Sâlikin, fitne ve
fesâda sebeb olacak hâlini açığa çıkarmasına ne lüzûm var?) derse:
Cevâb:
Tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim
ecma’în”, böyle hâllerini çok bildirmişdir. Hattâ, âdet olmuşdur. Bu hâllerini,
iyi niyyetlerle, doğru maksadlarla açığa vurmuşlardır. Buna sebeb, ba’zan,
şübheli olan hâllerinin, doğru olup olmadığını anlamak için mürşidlerine
bildirirler. Ba’zan da, tâlibleri, gençleri teşvîk için söylemişlerdir. Ba’zan
da, şu veyâ bu, hiçbir sebeb olmıyarak, tarîkat serhoşluğu ile, ağzından
kaçırır. Böyle hâlleri şöhret için, kendini beğendirmek için söyleyen
yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarârdır, istidrâcdır.
Süâl:
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve
Velîler “aleyhimürrıdvân”, hep derd ve belâ içinde yaşadı. Hattâ (Belâlar,
mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere
gelir) buyuruldu. Hâlbuki, Şûrâ sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen,
(Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin cezâsıdır) buyuruldu. Bu âyet-i
kerîmeye göre, derdlerin çokluğu, günâhın çokluğunu gösterir. Peygamber ve Velî
olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına, neden derd, belâ
veriyor? Düşmânları râhat ve ni’metler içinde, dostları mihnetler, belâlar
içinde nasıl olur?
Cevâb:
Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret,
bunun için yaratılmışdır. Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini
sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebeb olur. Ya’nî, birinde zevk aramak,
ötekinde elem çekmeğe sebeb olur. O hâlde, dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok
olanlar, [bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı
çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden sakındığı, çalışdığı hâlde] çok
acı çeken mü’min, âhıretde çok lezzete kavuşacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin
uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu,
sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek,
sonsuz ni’metlere kavuşmaları için, dünyâda birkaç gün sıkıntı çekdiriyor.
Düşmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere
sürüklüyor.
Süâl:
Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhıretde de sıkıntı
çekiyor. Bunun dünyâda çekdiği sıkıntılar âhıretde lezzete kavuşmasına niçin
sebeb olmıyacak?
Cevâb:
Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb
görmesi lâzımdır. Dünyâda, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik,
lezzet demekdir. Hattâ, bunun için hadîs-i şerîfde, (Dünyâ kâfirlerin
Cennetidir) buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla
iyilik etdikleri gibi, ayrıca ni’metler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise,
yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep,
hikmetleri, fâideli sebebleri vardır.
Süâl:
Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem
dünyâda, hem de âhıretde ni’metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdiği
lezzetler, âhıretde, bunların elem çekmesine sebeb olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı
idi?
Cevâb:
Bunun çeşidli cevâbları vardır:
1. ci cevâb:
- Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi,
Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî ni’metlerin kıymetini
bilmezlerdi. Açlık çekmiyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmiyen, râhatlığın
kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artdırmak
içindir. Bu elemler, bir ni’met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere
verilen ni’metler, elem olarak gösterilmekdedir. Yabancılara elem şeklinde
gösterilen, dostlar için ni’metdir.
2. ci cevâb:
- Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de,
bu büyüklere, sevdiklerinden gelen herşey, tatlı olmakdadır. Ni’metlerden lezzet
aldıkları gibi, belâlardan da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin
arzûsu olup, kendi istekleri karışmadığı için, dahâ tatlı gelir. Ni’metlerde bu
lezzet bulunamaz. Çünki, ni’metlerde, nefslerinin istekleri de vardır. Belâ
gelince, nefsleri ağlamakda, inlemekdedir. Bu büyükler, belâyı ni’metden dahâ
çok sever. Belâ, bunlara, ni’metden dahâ tatlı gelir. Bunların dünyâdan
aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmekdedir. Dünyâda derd ve belâ
olmasaydı, bunların gözünde, dünyânın hiç değeri olmazdı. Dünyânın acı
hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. Fârisî nazm tercemesi:
Seni sevmekden maksadım,
derdi ve gammı tadmakdır.
Böyle olmasaydı arzûm,
dünyâda başka tat çokdur.
O hâlde, Allahü
teâlânın dostları, dünyâda da, âhıretde de lezzetli ve sevinclidir. Derdlerden
aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebeb olmaz. Âhıret
lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına
nasıl ihsân yapıyorsun ki, başkalarına verdiğin ni’metler, bunlara da rahmetdir.
Onlara derd, elem olanlar da, bunlara ni’metdir. Başkaları ni’met gelince
sevinir. Derd gelince üzülür. Bu büyükler, ni’metde de sevincli, derdde de
sevinclidir. Çünki bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri
yapanın güzelliğine bakmakdadırlar. O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan
sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakda ve tatlı gelmekdedir. Bu dünyâda,
herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, derd ve zarâr verse de, bunlara,
istedikleri ve sevdikleri şey olmakdadır. Kendilerine tatlı gelmekdedir. Yâ
Rabbî! Bu nasıl lutf ve ihsândır ki, bu gizli ve kıymetli ni’metleri,
yabancılara sezdirmeden, dostlarına gönderiyorsun! Bunları, her ân, kendi arzûna
râzı bulundurup, zevk ve lezzet içinde tutuyorsun! Başkalarına derd, ayb,
aşağılık olarak gönderdiklerin, bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor. Bunların
arzûlarını, arzû edilmiyen şeyler içine yerleşdirdin. Dünyâ lezzet ve
zevklerini, başkalarının tersine olarak, âhıret derecelerinin, lezzetlerinin
artmasına sebeb eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Dilediğine ihsân
eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
3. cü cevâb:
- Bu dünyâ, imtihân yeridir. Burada hak, bâtıl
ile; haklı, haksız ile karışıkdır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar
vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu.
İmtihânın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki, gayba îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve
âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden inanmağa bağlıdır. Hadîd sûresi,
yirmibeşinci [25] âyetinin meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ, Peygamberlerine,
gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...) olup, bu hâl
bildirilmekdedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının
gözünden sakladı. Dünyâ, imtihân yeri oldu. Dostları, görünüşde belâda,
hakîkatde ise, zevk ve lezzetdedir. Düşmânlar, böylece zarâr, ziyân etmekdedir.
Peygamberlerin,
muhârebelerde düşmânlarla döğüşmesi de böyle olurdu. Bedr gazâsında müslimânlar,
Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmişdi. Allahü teâlâ bu hâli, Âl-i İmrân sûresi,
yüzkırkıncı [140] âyetinde bildirmekdedir.
4. cü cevâb:
- Evet, Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına
hem dünyâda, hem de âhıretde râhatlık verebilir. Fekat, âdeti böyle değildir.
Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeği sever. İşlerini, yaratmasını,
sebebler altında gizlemişdir. O hâlde, dünyâ âhıretin aksi olduğundan,
dostların, âhıret ni’metlerine kavuşmak için, dünyâda sıkıntı çekmeleri
lâzımdır. [Allahü teâlânın dostları, derdlere, belâlara, tehlükelere karşı
tedbîr alır. Bunlardan kurtulmağa çalışır. Dayanılamıyacak şeylerden kaçınmak,
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sünnetidir. Tedbîrlere,
çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden zevk almak,
yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı işdir.]
Asl cevâb:
- Dertlerin, belâların gelmesine sebeb, günâh
işlemekdir. Fekat, belâlar, sıkıntılar, günâhların afv edilmesine sebeb olur. O
hâlde, dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günâhları
kalmasın. [Allahü teâlâ, sevdiklerinin günâhlarını afv etmek için, onlara derd,
belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince de, günâhlar afv olur. Derd ve belâ
gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş derdler de gider. O hâlde, derd ve belâdan
kurtulmak için, çok (istigfâr) okumalıdır.] Dostların günâhını,
düşmanların günâhları gibi sanmamalıdır. (İyilerin, iyilik etmek olarak
bildikleri şeyleri, dostlar, günâh işlemek bilirler) buyuruldu. Bunlardan günâh
ve kusûr sâdır olsa da, başkalarının günâhları gibi değildir. Yanılmak ve
unutmak gibidir. Niyyet ederek, karâr vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi,
yüzonbeşinci [115] âyetinde meâlen, (Âdeme önce söyledik. Fekat unutdu. Azm
ile, karâr ile yapmadı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme Âdem “alâ nebiyyinâ ve
aleyhisselâm” içindir. O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların,
musîbetlerin çok olması, günâhların çok afv edildiğini gösterir. Günâhların çok
olduğunu göstermez. Dostlarına çok belâ vererek, günâhlarını afv eder, temizler.
Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Fâtıma “radıyallahü anhâ”,
babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için ve Peygamber “sallallahü aleyhi ve
sellem”, (Fâtıma, benden bir parçadır) buyurmuş olduğu için, o da
sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî etmek için,
(Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!)
buyurdu.
Cehennemdeki
çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günâhların
temizlenmesi için dünyâda sebebler gönderilmesi ne büyük ni’metdir. Dostlara bu
mu’âmele yapılırken, başkalarının günâhlarının hesâbını âhırete bırakıyorlar. O
hâlde dostlara, dünyâda çok derd ve belâ vermesi lâzımdır. Başkaları, bu ihsâna
lâyık değildir. Çünki, büyük günâh işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve
Ona sığınmazlar. Günâhları sıkılmadan işlerler ve kasd ile, plânlıyarak
işlerler. Hattâ inâd edercesine işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile
alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklüğüne göre
değişir. Günâh küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ
derdleri ile afv olunabilir. Fekat, günâh büyük, ağır olur ve suçlu inâdcı,
saygısız olursa, bunun cezâsı âhıretde sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl
sûresi, otuzüçüncü [33] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara zulm etmez.
Onlar, kendi kendilerine zulm edip, ağır cezâları hak etdiler) buyuruldu.
[(Günâh),
Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, yasak etdiklerinden sakınmamakdır. Emr
ve yasaklar, müslimânlaradır, îmânı olanlaradır. Îmânı olmayanları, kâfirleri,
emr vermekle, ibâdet etdirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her
istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh
işledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her dürlü ni’mete kavuşurlar.
İstediklerini, çalışdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara
eziyyet verenleri, dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emr verilmiş,
onlardan yalnız birşey istenilmişdir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslimân
olmalarıdır. Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş
oluyorlar. Fekat bu suç, en büyük suçdur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve
sonsuzdur. Dünyâda böyle cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhıretde,
Cehennemde verilecekdir].
Diyorsunuz ki,
câhiller, ahmaklar, [nemâz kılanlarla, oruc tutanlarla, islâmiyyete uyanlarla]
alay ediyor. [Bunlara gerici diyor.] Allah, dostlarına niçin derdler, belâlar
gönderiyor? İyilikler, ni’metler vermiyor? [Biz Onun emrlerini yapmıyoruz. Bize
cezâ verse yâ? Oh! Biz râhat, istediğimiz gibi zevk, safâ ediyor, keyf sürüyor,
hîle ile, yalan ile, dünyânın tadını çıkarıyoruz. Sizler, nemâzla, orucla vakt
geçiriyor, dünyâ zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu
sıkıntılar yetişmiyormuş gibi, Rabbiniz, derdleri, belâları da size veriyor.
Müslimânlık se’âdet yolu olsaydı, siz bizden dahâ râhat, dahâ tatlı, dahâ mes’ûd
yaşardınız diyorlar]. Böyle bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.
Kâfirler,
insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkan sûresi, yedinci [7] âyetinde
meâlen, (Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? “sallallahü aleyhi ve sellem”.
Bizim gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine
melek gelirdi. Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile
korkuturlardı. Yâhud, Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bağçeleri,
çiftlikleri olur, istediğini yirdi dediler...) buyuruldu. Bu gibi sözler,
âhırete, Cennete, Cehenneme inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir.
Cennet ni’metlerinin, Cehennem azâblarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyânın
birkaç günlük belâlarına, sıkıntılarına hiç ehemmiyyet verir mi? Bu derdlerin,
sonsuz se’âdete sebeb olacağını düşünerek, bunları ni’met olarak karşılar.
Câhillerin sözlerine aldırış etmez. Derdler, belâlar, sıkıntılar, muhabbetin,
sevginin, şaşmıyan şâhidleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne ehemmiyyeti
olur. En iyisi, böyle câhillerle konuşmamalı, [radyolarını dinlememeli,
filmlerini, gazetelerini ve kitâblarını görmemelidir].
6. cı cevâb:
- Belâ, kemend-i mahbûbdur [sevgilinin, âşıkını
kendine çekmek için gönderdiği kemenddir]. Âşıkları, sevgiliden başka şeylere
bakmakdan koruyan bir kamçı gibidir. Âşıkları, sevgiliye döndürür. O hâlde,
derdlerin, belâların dostlara gönderilmesi lâzımdır. Belâlar, dostları,
sevgiliden başka şeylere düşkün olmak günâhından korur. Başkaları, bu ni’mete
lâyık değildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler. İstediklerini derd ve belâ
ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş
bırakırlar. Bunların içinden, se’âdet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru
yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle yapmıyan, başına
gelecekleri düşünsün!
Görülüyor ki,
seçilenlere, belâ çok gelir. Çalışanlara, uğraşanlara o kadar çok gelmez. Bunun
içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâcı olan
Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Benim çekdiğim acı
gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!) buyurdu. O hâlde, derd ve belâlar, öyle
usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşdurur. Sevgiliden başkasına
bakmakla onu lekelemekden korur. Ne kadar şaşılır ki, âşıklar, hazînelere,
milyonlara mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden
haberi olmıyan, derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.
Süâl:
Ba’zan, dostlar, derd ve belâ gelince, üzülüyor.
İstemediği anlaşılıyor. Bunun sebebi nedir?
Cevâb:
O üzüntü ve isteksizlik, görünüşdedir. Tabî’atden,
maddesindendir. Bu isteksizliğin fâideleri vardır. Çünki, bu isteksizlik olmasa,
nefs ile cihâd, düşmanlık edilemez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
vefât edeceği zemân, görülen sıkıntısı, nefs ile cihâdın son parçaları idi.
Böylece, son nefesi de düşman ile mücâdelede geçmiş oldu. Ölüm ânında en
şiddetli mücâdeleyi yapdı. İnsanlık sıfatları, tabî’at istekleri kalmadı.
Mubârek nefsini tâm itâ’ate, hakîkî itmînâna getirdi.
O hâlde, belâ,
aşk ve muhabbet pazarının dellâlıdır. Muhabbeti olmıyanın dellâl ile ne işi
olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve bunun gözünde dellâlın ne kıymeti vardır?
7. ci cevâb:
- Belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları,
dost görünen yalancılardan ayırmakdır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır,
sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî
acı duymaz. Acı duyması görünüşdedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır.
Bunun içindir ki, (Velî “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Velîyi tanır)
buyurmuşlardır.
Süâl:
Ayrıca, soruyorsunuz ki, adem, her bakımdan yok
demekdir. Vücûd ile ilişiği olmaz. O hâlde adem, zihnde, ilmde nasıl bulunuyor?
Zihnde bulunan birşey hayâlden dışarı nasıl çıkabilir?
Cevâb:
Evet adem, yok demekdir. Fekat, bütün bu
mahlûklar, ondan yapılmışdır. Herşeyin vücûde gelmesi, onun ayna olması
sâyesindedir. Allahü teâlânın ismlerinin, ilm-i ilâhîdeki görünüşleri, adem
aynasında aks ederek, onu ademlere ayırmışlar. İlmde var olmasına sebeb
olmuşlardır. Böylece, adem, her bakımdan yok olmakdan kurtulmuş, mahlûklara
başlangıç [menşe’] olmuşdur. Bu mahlûklar, ilmden dışarıda da vardır. His ve
vehm mertebesindedirler. Fekat, his ve vehmin yok olması ile, yok olmazlar.
Hattâ hâricde mevcûddurlar denilebilir. Ademin böyle terakkî etdiğine, niçin
şaşıyorsunuz? Bu kâinâtın bütün olayları, hep adem üstüne kurulmuşdur. Allahü
teâlânın kudretinin büyüklüğünü anlamalı ki, bu kâinâtı adem üzerine kurmuşdur.
Vücûdün [varlığın] kemâllerini, onun kusûrları vâsıtası ile meydâna çıkarmışdır.
Ademin terakkî sebebi meydândadır. Çünki, Allahü teâlânın ismlerinin,
sıfatlarının, ilm-i ilâhîdeki sûretleri [görünüşleri] onun odasında oturmakdadır.
Onunla bir yatakda, onun koynundadırlar. Sûretleri, zılleri, asla, hakîkate
kavuşduran bir yol bulmuşdur. Kör olan kalbler, bunu görmez. (Bizim
vazîfemiz, Rabbine yol bulmak istiyenlere, yol göstermekdir). Vehm ve hayâl
kelimeleri sizi şübheye düşürmüş. Ademin terakkî etmesine şaşmayınız! Çünki, bu
âlemdeki her vak’a, her iş, ilmin, hayâlin dışında değildir. Fekat, hayâlden
hayâle fark vardır. Hayâl mertebesinde var olmak başkadır. Vehmde, hayâlde
meydâna gelmek başkadır. Hayâl mertebesindeki varlık, hakîkî varlıkdır. Hattâ,
dışarda olan bir varlıkdır denilebilir. Hâlbuki, hayâlde meydâna gelen varlık,
böyle değildir. Böyle devâmlı olmaz. Ademin ba’zı hünerlerini yazmışdım. Bir
sûretini emîr Muhibbullah götürmüşdü. Merâk ediyorsanız, oradan okuyunuz!
Süâl:
Fenâ ve Bekâyı soruyorsunuz.
Cevâb:
Bunları, çeşidli mektûblarımda ve risâlelerimde
yazmışdım. Anlaşılmıyan yerleri kaldı ise, bunları iyi anlamak için, görüşmek,
berâber bulunmak lâzımdır. Bunların hakîkati, yazıya sığmaz. Sığsa da, yazmak
doğru olmaz. Çünki, kim kavrar, kim anlar? Fenâ ve Bekâ, şühûdîdir. Vücûdî
değildir. [Ya’nî Fenâ, kendini yok görmekdir. Yok olmak değildir. Bekâ da
böyledir.] Birşey olmıyan kul, Rab olmaz. Hak teâlâ ile birleşmez. Kul, hep
kuldur. Rab, hep Rabdır. Fenâ ve Bekâyı, vücûdî sanarak, kulların te’ayyün-i
vücûdlerini ortadan kaldırıp, te’ayyünlerden ve benzemekden münezzeh olan asl
ile birleşmeği ve kendisi yok olup, Rabbi ile sonsuz var olacağını söyliyen,
zındıkdır. Bir damla su, yerinden yok olup, denize damlaması gibi, kaydlardan,
bağlardan kurtulup, kaydsızla birleşmeği söylemek zındıklıkdır. Böyle kötü
i’tikâddan, inanışdan Allahü teâlâya sığınırız. (Fenâ) demek, Allahü
teâlâdan başka herşeyi unutmak, başkasına bağlanmamak ve bütün isteklerinden
kalbini temizlemek demekdir. Kulluk da, bundan ibâretdir. (Bekâ) da,
kulun, Rabbinin irâdesine uyması, Allahü teâlânın isteklerini, kendi isteği
yapmasıdır.
Süâl:
Enfüsün üstündeki seyri [yürüyüşü]
bildiriyorsunuz. Bu hangi seyrdir? Âlem-i halkın ve Âlem-i emrin on mertebesinde
seyr ve hey’et-i vahdânînin seyri, enfüs içinde seyrdir. O hâlde, enfüsün
dışındaki seyr, hangi seyrdir? Hangi yolculukdur?
Cevâb:
Enfüs de, âfâk gibi, ismlerin zılleri,
hayâlleridir. Allahü teâlânın ihsânı ile zıl kendini unutarak, aslına dönerse ve
aslını sevmeğe başlarsa, (Herkes sevdiği ile berâber olur) hadîs-i şerîfi
gereğince, kendini, kendinin aslı bulur. Varlığını, aslının varlığı görür. Bu
aslın da aslı vardır. Birinci asldan, bu asla geçer. Kendini bu asl bulur.
Böylece, asldan asla ilerler. Bu seyr, âfâk ve enfüsün üstünde bir yolculukdur.
Ba’zıları Seyr-i enfüsîye, (Seyr-i fillah) demişdir. Bizim bildirdiğimiz
seyr, onların dediği seyrden başkadır. Çünki, onların seyri, husûlîdir. Bu ise,
vusûlîdir. Husûl ve vusûl arasındaki farkı, çeşidli mektûblarda bildirmişdik.
Süâl:
Allahü teâlânın zâtının, sıfatlarının ve
ismlerinin çok yakın olduğunun açıklanmasını soruyorsunuz?
Cevâb:
Bu sorunun cevâbı konuşmağa, buluşmağa bağlıdır.
Yazmak uygun değildir. Yazılırsa, kapalı olur. Anlaşılabileceği belli değildir.
Karşılıklı anlatılırsa, çok fâideli olur. [Birinci kısm, kırkbeşinci maddeyi
okuyunuz!].
Süâl:
Kemâlât-i nübüvveti soruyorsunuz. Fenâ ve Bekâ ve
tecellî ve mebde’iyyet-i te’ayyünün hepsi üç vilâyetin [Evliyâlığın]
kemâlâtındandır. Kemâlât-i nübüvvetde seyr, ne ile belli olur diyorsunuz?
Cevâb:
Urûc ederken, ilerlerken birbirinden ayrılıklar
bulunursa ve bir asldan, başka asla geçiliyorsa, böyle kemâlâtın hepsi,
Evliyâlıkdadır. Aralarında fark kalmaz, ayrılık gider, hep bir olursa,
Peygamberlik mertebesinin kemâlâtına başlanmış olur. Bu mertebede de vüs’at
varsa da, bu başka genişlikdir. Ayrılık da varsa da, başka ayrılıkdır. Bundan
fazla ne yazılır ve ne de anlaşılır.
Nemâzın
ba’zı sırlarını soruyorsunuz. Bunun cevâbını başka zemâna bırakıyorum. Şimdi
vakt pek azdır.
Zemânımız
insanlarından şikâyetinize ba’zı şeyler yazdım. Dahâ fazla sormayınız. Bu fakîre
acıyınız!
Yâ Rabbî!
Günâhlarımızı ve emrlerini yapmakda kusurlarımızı afv eyle! Bizi doğru yoldan
ayırma! Kâfirlerin karşısında yardımcımız ol, yâ Rabbî! Âmîn.
Aldın mı kalb yoluyla, yektâ haberini sen,
duydun mu hem Yûsüf ve Züleyhâ haberin sen?
Kalbini nice yıllar, ağlatmadı mı bu aşk,
alsan n’olur doğruca, Leylâ haberini sen?
Dağlar dahî duramaz, onun yüzüne karşı,
âlime sor Tûr ile, Mûsâ haberini sen!
Sular gibi yüzünü, yere sür, durma yüksek,
alçaklarda bulursun, deryâ haberini sen!
Âlemde nice yüzbin kişi, aşkdan bahseder,
sorma o mecnûnlara mevlâ haberini sen!
Bülbüle bakma sakın, âşık olayım dersen,
pervâneden al gizli, sevdâ haberini sen!
|