| 
 
23 - 
İKİNCİ CİLD - 96.MEKTÛB  
                      
                      (İmâm-ı Rabbânî Ahmedî Fârûkî Serhendî) 
Altıncı 
önsöz - 
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” 
Eshâb-ı kirâmına iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve 
alâ âlihissalâtü vesselâm” asrının olduğunu ve Peygamberlerden “salevâtullahi 
teâlâ aleyhim ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en yükseğinin, Eshâb-ı 
kirâm olduğunu bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden 
başka, bütün insanların en iyisi olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü 
aleyhi ve sellem” vefât edince, yanlış, bozuk bir şeyde sözbirliği 
yapmıyacakları ve fâsıkları, kâfirleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve 
sellem” yerine geçirmiyecekleri anlaşılmış olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, 
insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden 
dahâ üstün olduğunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Bu ümmetin en üstünü ise, 
onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine yükselemez. O hâlde, biraz 
insâf etmeli ve iyi düşünmeli! Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâğıd 
getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin en müttekîsi olduğu, Kur’ân-ı 
kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine halîfe seçer mi idi? 
Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birliği ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki, 
Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir. Hepsinden 
râzı olduğunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir. Bunlar, onu 
Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü 
aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve şübhelerden 
kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın 
sohbetine ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin, 
kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu 
sâhibin sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin çirkinliğini iyi 
düşünmek lâzımdır. Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse, Allahü teâlânın 
Peygamberine inanmamış olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
Eshâb-ı kirâmın şânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdiği için sever. 
Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı 
kirâmı sevmek, Onu sevmek demekdir. 
Bu altı önsöz 
anlaşılınca, bu gibi şübhelere meydân kalmaz. Hattâ çeşidli cevâblar te’mîn 
edilmiş olur. Bu önsözler, düşünmeğe bile lüzûm kalmadan insanı şübheden 
kurtarır. Zâten böyle şübhelerin bozuk olduğu âşikârdır. Bu önsözler, bu 
şübhelerin bozukluğunu anlatmak için değil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak 
içindir. Bu fakîre göre, böyle şübheler şuna benzer ki, bir zekî kimse, 
ahmakların yanına gelip, önlerinde duran bir altının taş olduğunu, çeşidli 
yalanlarla isbât etse, o zevallılar, bu sözlerin yalan olduğunu anlamayıp, bozuk 
taraflarını meydâna çıkaramadıklarından, şübheye düşerler. Hattâ altını, taş 
sanırlar. Gördüklerini unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça 
gördüğüne inanıp, buna uymıyan sözlerin yanlış olduğunu anlar. Burada da, üç 
halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” 
büyüklüğünü, yüksekliğini, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, güneş gibi 
meydâna çıkarmış, herkese göstermişdir. Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri 
kötülemeğe çalışmak, göz önündeki altını, taş olarak tanıtmağa benzer. Yâ Rabbî! 
Bize doğru yolu gösterdikden sonra, kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere 
acı! Merhameti bol ancak sensin! 
Din 
büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları 
kötülüyorlar? Fâsık ve kâfir olduğu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini 
bile kötülemek, ibâdet ve fazîlet değildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir 
sebeb değildir. O hâlde, dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil 
uzatmanın hiç fâidesi olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın 
“sallallahü aleyhi ve sellem” büyük düşmanlarına sövmenin bile ibâdet olacağı, 
islâmiyyetde bildirilmemişdir. Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ 
uygundur. 
Allahü teâlâ 
Feth sûresi son âyetinde meâlen, (Onlar, birbirine, her zemân ve çok iyilik 
edicidir) buyurdu. O hâlde, bu büyükleri birbirine düşman bilmek, kin 
taşıyorlardı sanmak, Kur’ân-ı kerîme inanmamak olur. Birbirlerine düşman 
olduklarını, kin taşıdıklarını söylemek, her iki tarafı da kötülemek, 
güvenlikden düşürmek olur. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” 
sonra, insanların en kıymetlisi olanları, insanların en fenâsı yapmak olur. 
Asrların en iyisi, en kötüsü yapılmış olur. Çünki, o asrın insanları, birbirine 
kin, düşmanlık taşıyorlarmış. Îmânı olan, böyle söz söyler mi ve böyle birşey 
düşünür mü? Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” medh etmek için üç halîfenin buna 
düşman olduklarını ve bunun da, üç halîfeye kin taşıdığını söylemek, her iki 
tarafı da kötülemek olur. Niçin birbirlerini sevmesinler? Bunların hiçbiri, 
halîfe olmağa özenmiyordu ki, bu yüzden düşman olsunlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, 
(Beni halîfelikden afv edin) ve Ömer-ül-Fârûk, (Satın almak istiyen olsa, bu 
hilâfeti, bir altına satarım) demişdir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. 
[İmâm-ı Rabbânî 
“rahmetullahi aleyh”, (Redd-i Revâfıd) adındaki kitâbında buyuruyor ki: 
Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfeliğini seve seve kabûl etmişdi. 
Bunu herkes iyi bildiği için, (İstemiyerek kabûl etdi), demekden başka söz 
bulamadılar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, 
Eshâb-ı kirâm, defnden önce, halîfe ta’yînine başladı. Bu işi vâcib, lâzım 
bildiler. Çünki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, suçlulara, dînin emr 
etdiği cezânın verilmesini, savaşa hâzır bulunmağı ve hükûmetin yapacağı diğer 
şeyleri emr buyurmuşdu. Bu vâcibleri yerine getirecek vekîlin seçilmesi vâcib 
idi. Bunun için, hazret-i Ebî Bekr “radıyallahü anh” kalkıp, (Muhammed 
aleyhisselâma ibâdet ediyorsanız biliniz ki, O vefât etdi. Allahü teâlâya ibâdet 
ediyorsanız, O ölmez, hayâtı sonsuzdur. Onun emrlerini yerine getirecek birini 
seçmelisiniz. Düşünün, bulun, seçin!) dedi. Herkes, doğru söylüyorsun dedi. Ömer 
“radıyallahü anh” hemen kalkıp: (Seni isteriz, yâ Ebâ Bekr!) dedi. Bulunanların 
hepsi, seni seçdik dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa 
bakdı. Zübeyri göremiyorum. Onu çağırın, dedi. Zübeyr geldi. Ebû Bekr, Zübeyre (Müslimânlar 
beni halîfe seçdi. Bunların söz birliğinden ayrılmak ister misin?) dedi. Zübeyr: 
(Ey Resûlün halîfesi! Bu söz birliğinden ayrı değilim) dedi. Elini uzatıp kabûl 
etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Alîyi 
göremedi. Çağırın dedi. Emîr gelince, ona da, böyle söyledi. O da: (Ayrılmam) 
deyip elini uzatarak müsâfeha ve kabûl buyurdu. Hazret-i Alî ve Zübeyr 
“radıyallahü anhümâ”, seçime geç geldikleri için halîfeden özr dilediler ve 
(Bize önce haber vermedikleri için gelmedik. Bunun için de üzüldük. İçimizde 
halîfe olmağa lâyık Ebû Bekr olduğunu görüyoruz. Çünki, o, Resûlullahın 
“sallallahü aleyhi ve sellem” mağaradaki arkadaşıdır. En şereflimiz, en iyimiz 
odur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, içimizden onu imâm seçdi. 
Arkasında nemâz kıldı) dediler. Hazret-i Ebû Bekr, halîfeliğe lâyık olmasaydı, 
hazret-i Alî “radıyallahü anh” onu istemez, benim hakkımdır derdi. Nitekim, 
hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” halîfe olmasını kabûl etmedi. Kendisi 
halîfe olmak için uğraşdı. Hâlbuki, hazret-i Mu’âviyenin ordusu, kuvveti çok 
idi. Bu yüzden çok kimselerin ölmesine sebeb oldu. Böylece güç durumda hakkını 
istediği hâlde, hakkı kendinde görseydi, hazret-i Ebû Bekrden istemesi dahâ 
kolay idi. Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi. Alî “radıyallahü anh”, Ebû 
Bekri “radıyallahü anh” seçdiğini bildirip bî’at etdikden sonra, minberin önünde 
oturdu. Sonraki konuşmalarda, halîfenin süâllerine te’sîrli cevâblar vererek 
halîfeyi destekledi. 
SôÊfiyye-i 
aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan, gavs-i a’zam, seyyid Abdülkâdir-i 
Geylânî “kuddise sirruh”, talebesine ve bütün gençliğe, dîn-i islâmı öğretmek ve 
i’tikâdlarını düzeltmek için yazdığı, (Gunyet-üt-tâlibîn) ismindeki 
kitâbının, Mısrda [1322] senesi baskısı, seksendördüncü ve türkce tercemesinin 
İstanbulda [1303] baskısı yüzondördüncü sahîfelerinden başlıyarak buyuruyor ki: 
(Ehl-i sünnete 
göre, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka Peygamberlerin ümmetlerinden dahâ 
üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona îmân ederek mubârek yüzünü görmekle 
şereflenen Eshâb-ı kirâmdır ki, hepsi Ona tâbi’ olmuş, Onun için harb etmiş, 
Onun uğruna cânlarını, mallarını fedâ etmişdir. Onun emrini yapmak, birinci 
vazîfeleri olmuş, herşeyde Onun yardımcısı olmuşlardır. Bu Eshâbın da en üstünü 
Hudeybiyede, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile bî’at edip, Onun için 
ölmeğe hâzır olduklarını söz veren kahramanlardır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi. 
Bunların da en üstünü, Bedr muhârebesinde bulunanlardır ki, bunlar Tâlûtun 
askeri gibi üçyüzonüç kişi idi. [İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının birinci 
cüz’ünde de üçyüzonüç mektûb vardır.] Bunların da üstünü, ilk müslimân olan kırk 
kişidir ki, kırkıncısı, Ömer “radıyallahü anh”, bunların otuzdördü erkek, altısı 
kadındır. Bunların da üstünü (Aşere-i mübeşşere), ya’nî Cennete 
girecekleri müjdelenen on kişidir. Bunlar, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî, Talha, 
Zübeyr bin Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d ibni Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Ebû 
Ubeyde bin Cerrâhdır. Bunların da üstünü Hulefâ-i râşidîn, ya’nî dört halîfe 
olup, bunların da üstünü Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra 
Alîdir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu dördünden hazret-i Ebû Bekr, iki sene 
dört ay, hazret-i Ömer on sene, hazret-i Osmân oniki sene, hazret-i Alî altı 
sene Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” halîfesi oldu “radıyallahü anhüm”. 
Bundan sonra, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ondokuz sene ve birkaç ay 
halîfe oldu. Ömer “radıyallahü anh”, dahâ önce, bunu Şâma vâlî ta’yîn etmişdi. 
Orada yirmi sene vâlîlik etmişdi. Dördünün hilâfeti, bütün Sahâbenin arzûsu ve 
oy birliği ile ve her birinin, zemânının en üstünü olması ile idi. Zor ile, 
kuvvet ile ve kendinden dahâ üstün olanın hakkını almak sûreti ile değildi. Ebû 
Bekr-i Sıddîk, Muhâcirlerin ve Ensârın söz birliği ile halîfe oldu. Şöyle ki, 
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince, Ensâr-ı kirâm, sizden bir 
emîr, bizden bir emîr olsun demişdi. Ömer “radıyallahü anh” ayağa kalkıp, ey 
Ensâr! Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Ebû Bekre, (Eshâbıma imâm 
ol!) diye emr buyurduğunu unutdunuz mu? deyince, biliyoruz yâ Ömer, dediler. 
Hazret-i Ömer, devâm ederek, içinizde Ebû Bekrden üstünü var mı? dedi. Ensârın 
hepsi, kendimizi Ebû Bekrden üstün sanmakdan Allahü teâlâya sığınırız, dedi. 
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” 
ta’yîn etdiği makâmdan Ebû Bekri azl etmeği hanginiz hoş görür, deyince, bütün 
Ensâr, hiçbirimiz hoş görmeyiz. Onu azl etmekden Allahü teâlâya sığınırız, 
dediler. Muhâcirler ile elbirliği yaparak Ebû Bekri halîfe yapdılar. Hazret-i 
Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” da, sonra oraya geldi. İkisi de halîfeyi 
kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, üç def’a ayağa kalkıp, 
(Beni halîfe kabûl etmekden vaz geçeniniz var mı?) dedi. Önde duranlar arasında 
bulunan Alî “radıyallahü anh”, ayağa kalkıp, (Hiçbirimiz vaz geçmeyiz. Vaz 
geçmeyi hiçbir zemân hâtırımızdan geçirmiyeceğiz. Resûlullah “sallallahü aleyhi 
ve sellem” seni, hepimizin önüne geçirdi. Kim, seni geriye çekebilir?) buyurdu. 
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” halîfe olmasını istiyerek, en 
te’sîrli söz söyliyenin Alî “radıyallahü anh” olduğunu kuvvetli, sağlam 
haberlerle anlamış bulunuyoruz. Meselâ, Deve vak’asından sonra, Abdüllah bin 
Kevâ’, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” gelip, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve 
sellem” hilâfet için, sana birşey söylemedi mi? dedikde: Biz, önce dindeki 
vazîfemize bakarız. Dînin direği ise nemâzdır. Allahü teâlânın ve Resûlünün 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, dinde, bizden beğendikleri şeyleri, dünyâlık 
olarak beğenir, seçeriz. Bunun için Ebû Bekri “radıyallahü anh” halîfe yapdık, 
buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” son günlerinde, hasta iken, 
nemâz kıldırmak için, Ebû Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” kendi yerine imâm 
yapmışdı. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü anh” her ezân okuduğunda, (Ebû Bekre 
söyleyiniz, nâsa imâm olsun!) buyururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve 
sellem”, kendinden sonra, hazret-i Ebû Bekrin halîfe olmağa, herkesden dahâ 
lâyık olduğunu gösteren ve Ömer, Osmân ve Alîden “radıyallahü anhüm” her birinin 
de, kendi zemânlarındaki insanlardan, hilâfete en lâyık olduklarını bildiren çok 
şeyler söylemişdir). 
Abdülkâdir-i 
Geylânî “kuddise sirruh”, kitâbında, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî ve Hasenin 
“radıyallahü anhüm” üstünlüklerini gösteren hadîs-i şerîfleri ve hilâfetlerini 
uzun uzadıya bildirdikden sonra, diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” şehîd 
olunca, imâm-ı Hasen “radıyallahü anh” müslimân kanı dökülmemesi ve râhat 
etmeleri için hilâfeti bırakmak istedi. Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm 
eyledi. Onun emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren Mu’âviyenin “radıyallahü 
anh” hilâfeti hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi 
ve sellem” haber vermiş olduğu, (Bu benim oğlum seyyiddir. Ya’nî büyükdür. 
Allahü teâlâ, onun ile, mü’minlerden, iki büyük fırka arasını bulur. Ya’nî 
barışdırır), hadîs-i şerîfinin ma’nâsı meydâna çıkdı. Görülüyor ki, imâm-ı 
Hasenin “radıyallahü anh” tâbi’ olması ile, Mu’âviye “radıyallahü anh”, 
islâmiyyete uygun halîfe olmuşdur. Böylece, müslimânlar arasındaki bütün 
anlaşmazlık sona ermişdir. Tâbi’în ve Tebe-i Tâbi’în ve dünyâdaki bütün 
müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” 
halîfe olarak tanımışdır. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe olduğun zemân, yumuşak ol veyâ güzel 
idâre et!) buyurdukları gibi, diğer bir hadîs-i şerîfde: (İslâmiyyet 
değirmeni, otuzbeş sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir) buyurmuşdur. 
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab 
buyurmasının sebebi, dindeki kuvveti ve sağlamlığı bildirmek içindir. Bu 
müddetin otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen ile “radıyallahü anhüm” 
temâmlandıkdan sonra, geri kalan beş veyâ yedi senesi, Mu’âviyenin “radıyallahü 
anh” hilâfeti zemânıdır. Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü burada 
temâm oldu. 
(Mevâhib-i 
ledünniyye) 
ikinci cildinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gelecekde olacak 
şeylerden verdiği haberleri bildirirken diyor ki: İbni Asâkir bildiriyor ki, 
Resûlullah, Mu’âviyeye: (Benden sonra, ümmetimin üzerine hâkim olursun. O 
zemân, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, afv eyle!) buyurdu. Yine 
İbni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mu’âviye, 
hiç mağlûb olmaz) buyurmuşdur. Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde: 
Bu hadîs-i şerîf hâtırıma gelseydi, Mu’âviye ile harb etmezdim, demişdir. 
[Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” için Allâme Abdül’Azîz Ferhârî 
Hindînin “rahmetullahi aleyh” arabî (En-nâhiyetü an ta’nı emîrül-mü’minîn 
Mu’âviyete) kitâbında geniş bilgi vardır. (En-nâhiye) kitâbı, Hakîkat 
Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.] 
Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” göstererek: 
(Biliniz ki, benim şu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, yakın zemânda, 
müslimânlardan iki büyük askeri, bu oğlum sebebi ile, barışdırır) buyurdu. 
Alî “radıyallahü anh” şehîd olunca, kırkbinden ziyâde kimse, hazret-i Haseni 
“radıyallahü anh” halîfe yapdı. Irâkda ve Horâsânda, yedi ay, halîfe oldu. 
Sonra, büyük bir ordu ile, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” üstüne yürüdü. İki ordu 
karşılaşınca, hazret-i Hasen “radıyallahü anh”, iki tarafdan birinin çoğu 
ölmeyince, diğer tarafın gâlib olamıyacağını düşünerek, müslimânların kanı 
dökülmemesi için, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü teâlâ anh” mektûb yazdı. 
Ba’zı şartlarla, hilâfeti ona bırakdı. 
İmâm-ı Beyhekî 
diyor ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve 
sellem” işitdim, buyurdu ki: (Ümmetimden ba’zı kimseler meydâna çıkacak, 
Eshâbımı kötüliyeceklerdir. Bunlar, müslimânlıkdan ayrılacaklardır). (Mevâhib-i 
ledünniyye)nin yazısı burada temâm oldu]. 
Hazret-i Alînin 
“radıyallahü anh” hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ile muhârebe etmesi [târîhcilerin 
sandığı gibi] halîfelik için değildi. Bâgî ile [itâ’at etmiyenler ile] muhârebe 
etmek farz olduğu için idi. Isyânı basdırmak içindi. Hucürât sûresi, dokuzuncu 
âyetinde meâlen, (Isyân edenler ile harb edip, bunları itâ’ate getirin!) 
buyuruldu. Bununla berâber, ısyânlarının şer’î sebebi olduğu için ve herbiri 
ictihâd sâhibi âlimler oldukları için, yanlış ictihâd etdikleri hâlde bile, 
hiçbirine dil uzatılamaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Fâsık ve kâfir 
denilemez. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” âsîler için “radıyallahü teâlâ anhüm 
ecma’în”, (Kardeşlerimiz bize âsî oldu. Bunlar, kâfir veyâ fâsık değildir. Çünki, 
Kur’ân-ı kerîmden anladıklarını yapıyorlar) dedi. [Ofset baskısı yapılarak 
İstanbulda neşr edilen (Minhat-ül-vehbiyye) ve (Ulemâ’ül-müslimîn vel-vehhâbiyyûn) 
ismlerindeki iki arabî kitâbda ictihâd üzerinde geniş bilgi verilmişdir.] 
İmâm-ı Şâfi’î 
“rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara 
bulaşmakdan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaşdırmıyalım!). Ömer bin 
Abdül’azîz de “rahmetullahi aleyh” böyle söylemişdir. 
Yâ Rabbî! Bizi 
ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi afv eyle! Mahlûkların en kıymetlisi 
olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve temiz olan Âline ve Eshâbının 
hepsine “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bizlerden kıyâmete kadar düâ ve selâmlar 
olsun! Âmîn. 
[TENBİH: 
Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâm hakkında, müslimânlara nasîhat olarak pek 
çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan otuzikisinin ismleri ve yazarları, 
(Müjdeci Mektûblar Tercemesi) kitâbının sekseninci mektûbunun sonunda 
bildirilmişdir]. 
                                                |