| 
 
18 - 
ŞEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM 
Süâl: 
Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, 
Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” öldüğü belli iken, hâlâ kabr 
ziyâreti ile ölülerden şefâ’at istemek olur mu? (Bütün şefâ’atler Allahın 
izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdiği kimse şefâ’at eder) ve
(Şefâ’at edicilerin şefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini okuduğumuz 
hâlde (Şefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, şirkin en çirkini değil midir? 
Cevâb: 
Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, şefâ’at 
olmadığını göstermek şöyle dursun, şefâ’at yapılacağını göstermekdedir. Arabî 
bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışırsa, böyle yanlış ve 
hattâ ters ma’nâ çıkarıp, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, 
belki de, küfre bulaşdığını anlamaz da, kendini doğru müslimân sanır ve doğru 
müslimânlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin 
ma’nâsı anlaşılabilseydi, Beyrutdaki arab hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi 
herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîmden 
hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır. 
Kur’ân-ı 
kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i 
bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi 
çeşidli ilmleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde 
derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı 
murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve 
kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl 
açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi 
tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle 
bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb 
talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına 
benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok 
okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler, tefsîrlere baş vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp 
yazdığı ma’nâları, tefsîrlerden anlamağa çalışmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve 
anlıyabilmek için de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, 
bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte 
diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa 
kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde 
açılması gibi, câhilce, ahmakca davranmış oluruz. 
Yukarıda sayılı 
ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla gösterilen 
büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-i 
şerîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde 
bulunan âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladığı gibi ma’nâ vermediler. Derin 
ilmleri ve keskin görüşleri ile, doğru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin 
hiç de öyle olmadığını bildirdiler. 
Tefsîr 
âlimlerinin başlarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî Beydâvî 
hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri olan 
tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye şöyle ma’nâ vermekdedir: 
Zümer 
sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler de 
ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblaşacaksınız. Senin 
haklı olduğun, müşriklerin, bâtıl, bozuk olduğu meydâna çıkacak) buyuruldu.
(Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, 
Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacağız 
diyorlardı. Allahü teâlâ da, evet, sen öleceksin. Fekat, o müşrikler de, elbette 
ölecekler. Kendileri elbet ölecek olan kimselerin, başkasının ölümünü 
beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor. Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin 
yanlış yolda olduklarını bildirmek için geldi. Yoksa, Resûlullah “sallallahü 
teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak olur gibi birşey 
bildirmediği gibi, bununla bir ilgisi bile yokdur. Ölmek, dünyâ hayâtından 
ayrılmak demekdir. Bundan, kabr hayâtının yok olması, rûhun da ölmesi 
anlaşılmaz. 
Zümer 
sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureyş kâfirleri, putların 
kendilerine şefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın izni 
olmadan, hiç kimse şefâ’at edemez) olarak tefsîr edilmekdedir. Putların, 
heykellerin şefâ’at edemiyeceklerini bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah 
şefâ’at edemez diye açıklamak çok yanlışdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve 
sellem” şefâ’at etmesi için izn verilecek. O da, dilediği mü’minlere şefâ’at 
edecekdir. Bekara sûresindeki Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle olduğunu 
bildirmekdedir. 
Müddessir 
sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Şefâ’at etmelerine izn 
verilenler, kâfirlere şefâ’at ederlerse, şefâ’atleri onlara fâide vermez) 
demekdedir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de 
yazılıdır. 
Görülüyor ki, 
âyet-i kerîmelerin hepsi, şefâ’at etmek için, mü’minlere yardım etmek için izn 
verileceğini, kâfirlere şefâ’at edilmiyeceğini bildirmekdedir. Resûlullahın 
mü’minlere şefâ’at edeceğini bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır: 
Hatîb-i 
Bağdâdînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere 
şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. Sevmek, yalnız lâfla olmaz! 
İmâm-ı Ahmedin 
“rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i şerîfde, 
(Ümmetimden, büyük günâh işliyenlere şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. 
Deylemî 
“rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde bildirilen hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma 
dil uzatanlardan başka, herkese şefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır. 
Yine Deylemînin 
bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere, nefslerine 
aldananlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. 
Hatîb-i 
Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, 
(Ümmetimden, günâhları çok olanlara şefâ’at edeceğim) buyurulmakdadır. 
İbni 
Ebî Şeybenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan 
ben olacağım ve en önce şefâ’at eden ben olacağım) buyurulmakdadır. 
İmâm-ı Müslimin 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, en önce 
ben şefâ’at edeceğim)  buyurulmakdadır. 
(Şir’at-ül-islâm)
şerhi, yirmisekizinci sahîfesindeki hadîs-i 
şerîfde, (Şefâ’atime inanmıyan, ona kavuşamaz) buyuruldu. 
Ahmed 
ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk hadîsinin sekizinci hadîs-i 
şerîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye şefâ’atim harâm oldu) 
buyurulmakdadır. Ya’nî, doğuşda mâlik olduğu îmânını bırakana, müslimân olmıyana 
şefâ’at etmem buyuruldu. 
(Buhârî)
ve (Müslim)de ve (Sünen) 
kitâblarında bildirilen hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret eden kimseye 
şefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır. 
Taberânînin 
“rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kabrimi ziyâret 
edenin şefâ’atcisiyim) buyuruldu. Bu iki hadîs-i şerîf, Resûlullahın kabr-i 
şerîfini ziyâret etmenin lâzım olduğunu göstermekdedir. 
Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çeşid çeşid şefâ’at edeceğini bildiren 
dahâ nice hadîs-i şerîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmışyedinci 
sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahın şefâ’at edeceğine ve kirâmen kâtibîn 
meleklerine ve Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz 
kılınmıyacağı (Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm arkasında 
nemâz kılmamalıdır. 
Ehl-i 
sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her Peygamber şefâ’at edecekdir. 
Sonra âlimler, sonra şehîdler, sonra sâlihler, sonra Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile, 
tegannî etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar şefâ’at 
edecekdir. Böyle olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Kurtubî tezkiresi) 
muhtasarında ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze 
nemâzını kılarken, (Yâ Rabbî! Bu çocuğu şefâ’atci eyle!) diye okunacağı, 
bütün fıkh kitâblarında yazılıdır. 
Kıyâmet günü, 
iyilerin, günâhlı olanlara şefâ’at edeceklerini bildiren hadîs-i şerîfler o 
kadar çokdur ki, bunlar karşısında inanmıyanın, yâ çok câhil veyâ islâmı yıkmak 
için uğraşanlara aldanmış bir zevallı olduğu düşünülebilir. Bunun için, 
yukarıdaki süâli soranın, şefâ’ate inanmadığını değil de, kabr ziyâretinin ve 
ölmüş bir kimseden birşey istemenin câiz olmadığını bildirmek istediğini 
sanıyoruz. 
Bugün ba’zı 
kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birşey istemek şirkdir diyorlar. Bir 
Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan şefâ’at istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân 
değil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit ile tevessülün câiz olduğunu, 
kelâm ve fıkh kitâblarında, çeşidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)da, 
cenâze nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri ziyâret etmenizi yasak 
eylemişdim. Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i şerîfini 
bildirmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir. İbni Âbidîn 
bunu açıklarken buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve bir gün 
sonra kendini ziyâret edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde ve Cum’a 
gününün, başka günlerden üstün olduğu buradan da anlaşılıyor demekdedir. İbni 
Ebî Şeybe, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Uhud 
şehîdlerinin kabrlerini her sene ziyâret etdiğini ve onlara, (Esselâmü 
aleyküm) dediğini haber verdi. Uzakda durarak da ziyâret mendûbdur. İbni 
Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan şeyler bulunsa da, meselâ erkekler arasına 
kadınlar karışsa da, Evliyânın mezârlarını ziyâreti terk etmemelidir) diyor. 
Çünki bir kimse, başkasının yapdığı günâh için ibâdetini terk etmez. Cenâze 
taşımak da, bu sebeble terk edilmez. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, 
Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret için Bakî’ 
kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm) derdi. Kabrin ayak 
ucunda durmak iyidir. Baş tarafında durmak da câizdir. Resûlullah “sallallahü 
aleyhi ve sellem”, bir mezârın baş tarafında Bekara sûresinin bir kısmını 
okuyup, geri kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, 
(Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları 
hafîfler. Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir). Bir hadîs-i 
şerîfde de, (Onbir ihlâs okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların 
sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu. 
(Hidâye) 
fıkh kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün 
ibâdetlerinin sevâbını başkasına hediyye etmesi câizdir). İbni Âbidîn, cenâze 
nemâzı sonunda diyor ki, [(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı anlatırken 
diyor ki, (Nâfile sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere verilmesi 
için niyyet etmesi çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün 
mü’minlere de sevâbı erişir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir). Hanefî 
ve Hanbelî mezheblerine göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız beden 
ile yapılan ibâdetlerin sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile mezhebi, 
hiçbiri hediyye edilemez dedi. Şâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri “rahmetullahi 
teâlâ aleyhim ecma’în”, Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite fâide vereceğini 
bildirdiler. Çünki, Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve bereket iner. Bu zemân 
yapılan düânın kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile ibâdetlerin sevâbı, 
ölülere ve dirilere gönderilebilir. İbâdeti yaparken, sevâbını başkasına niyyet 
etmek câiz olduğu gibi, ibâdeti kendi için yapıp, sonra sevâbını başkasına 
hediyye etmek de câizdir. Sevâb, hediyye edilenlere taksîm edilmeksizin, her 
birine bütünü kadar erişir. Her çeşid ibâdetin sevâbı, Resûlullahın mubârek 
rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah 
için ömre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıyyet etmemişdi. İbnis-Serrâc, Resûlullah 
“sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu 
için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle derecesi ve şerefi artar denildi]. 
Abdülhak-ı 
Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild, 
yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir 
ordusundan, yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. 
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi. 
Birkaçının ismini sayarak, (Rabbinizin ve Onun Resûlünün bildirdikleri 
azâblara kavuşdunuz mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere kavuşdum) buyurdu. 
Ömer “radıyallahü anh” bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden 
söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi siz onlardan dahâ iyi işitici değilsiniz! 
Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin 
sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf, ölülerin diriler gibi 
işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini gösteriyor. (Müslim-i şerîf)de 
bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra cemâ’at dağılırken, ölü, 
bunların ayak sesini işitir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve 
sellem”, Bakî’ kabristânını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, 
onlara söylerdi. İşitmiyen, anlamıyan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma 
söz olur. 
Süâl: 
Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, süâl 
meleklerine cevâb verinciye kadar işiteceğini gösteriyor. Bundan her zemân 
işiteceği anlaşılır mı? 
Cevâb: 
Hadîs-i şerîfde, süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli 
işitmesi ve cevâb vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir. 
Süâl: 
Meyyit, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ 
aleyhi ve sellem” sözlerini işitir. Bu ise, bir mu’cizedir. Herkesin sözünü 
işitir demek nasıl doğru olur? 
Cevâb: 
Hadîs-i şerîfde açıkca bildirilen birşeyi 
sınırlamak için veyâ başka dürlü anlatmak için, bu şeyin, açıkca bildirildiği 
gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, ölüye, kulaksız, 
sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir. 
Süâl: 
Fâtır sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin. Sen 
kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o 
hadîs-i şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” 
verilen cevâbda, (Dahâ iyi bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi 
işitici) şeklinde gelmiş olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden 
elbette dahâ iyi bilirler. 
Cevâb: 
Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gibi çok 
sağlam bir zâtın bildirdiği bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir 
müslimân düşünemez. Bu âyet-i kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin. 
Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü 
aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin îmân etmeleri için uğraşıyordu. 
İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme o zemân gelmişdi. Ölülere 
işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna kavuşduramazsın 
demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye benzetilmekdedir. 
Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin işitdiklerini ve 
anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi. 
(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna nasîhat) kısmını okuyunuz! 
Enfâl 
sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları 
Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın 
yapdığı şeyleri, insan yapmıyor demek, insandan birşey istemenin câiz 
olmıyacağını sanmak yanlışdır. Böyle olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni 
doyurdu, ilâc ağrıyı durdurdu, taş camı kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. 
Hâlbuki, böyle sözleri kendileri de söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin 
yapılmasına sebeb oldu, vâsıta oldu) demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb 
oldu demekdir. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan 
başka yaratıcı yokdur. İnsan birşeyi yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz 
olur. Fekat Allahü teâlâ, çok şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb 
kılmışdır. Âdeti böyledir. 
Bu âyet-i 
kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle tefsîr ediyor: (Yâ 
Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere atdığın o bir avuç toprağı, onların gözlerine 
sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında, Ubeyye 
ibni Halefe atdığın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ atdı). 
(Hüseynî) ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri, 
istemeleri ve sebeb olmaları bakımından, işleri insan yapdı denir. Yaratması 
bakımından da, Allah yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd, Câlûtu öldürdü) 
buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) 
buyuruyor. Böylece, Muhammed aleyhisselâmın derecesinin yüksek olduğunu 
bildiriyor). 
Nisâ sûresinin 
yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü 
teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ da, 
kötülüklerine karşılık olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü 
teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları, günâhlara cezâ 
olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için, ihsân olarak 
gönderiyor. İkinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] Görülüyor ki, Allahü teâlâ, 
çok şeyi sebeblerle yaratmakdadır. Sebeblere yapışmak, sebeblerden beklemek, 
istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden 
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’at istemek de, tabîbden ilâc istemek, 
bulutdan yağmur beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapışmak, Allahü teâlâya şirk 
olmaz. Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur. (Bana itâ’at etmek isteyen, 
Resûlüme itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. 
Mu’tezile 
fırkası, şefâ’at edileceğine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Dağlar gibi 
günâhları olanlara, iyiler şefâ’at edecekdir) beyti, şefâ’at olacağını 
bildirmekdedir. Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki şerhi İstanbulda 
neşr edilmişdir. 
Şarta bağlı 
olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmeğe yüzü yok 
bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir. Meselâ 
(Hastam iyi olursa veyâ şu işim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) 
hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek 
nezrim olsun) deyince, bu dileğin kabûl olduğu çok tecribe edilmişdir. Burada, 
Allahü teâlâ için Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse 
hazretlerine bağışlanmakda, onun şefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifâ 
vermekde, kazâyı, belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr başında kesmek harâmdır. 
Hiçbir mezârın yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine 
benzememelidir. İbni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmağı anlatırken 
bildirdiği hadîs-i şerîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği 
hâsıl etmez. Bu ibâdet, o dileğin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o 
ibâdetden dolayı veyâ sevdiği bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet 
ederek, o dileği kabûl ve ihsân etmekdedir. 
(Şerh-ı 
mekâsıd)da 
diyor ki: (Eski yunan felsefecilerine göre, eşyâyı tanımak için, bunların 
görüntülerinin, his organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. İnsan ölüp, rûh 
bedenden ayrılınca, his organları çalışmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Eşyâyı 
tanımak imkânsız oluyor. Birşeyin hâsıl olması için lâzım olan şart yok olunca, 
o şey de hâsıl olmaz diyorlar. Onlara deriz ki, eşyâyı tanımak için, his 
organları şart değildir. Çünki, eşyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların 
sûretlerinin, görüntülerinin hâsıl olması ile değildir. Bundan başka, görüntü, 
his organlarında hâsıl olmaksızın, doğruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz, 
kuru bir iddi’â olur. İslâm inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra, 
yeni bir anlayış, dirilerin hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımış oldukları 
kimselerin hâllerini anlamak kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı Velîlerin 
“kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kabrlerini ziyâret etmek ve onların 
mubârek rûhlarından istigâse etmek, ya’nî yardım dilemek ile, iyiliklere 
kavuşulmakda ve zarârlardan kurtulmak nasîb olmakdadır. 
Rûhun, bedenden 
ayrıldıkdan sonra, bedenle ve bedenin bulunduğu toprakla alâkası, ilgisi vardır. 
Bir kimse, bu toprağı ziyâret eder ve Velînin rûhuna teveccüh ederse, ikisinin 
rûhları buluşurlar ve birbirlerinden fâidelenirler). 
(Tefsîr-i 
kebîr)de 
diyor ki: (İnsanın rûhu, bedenden ayrılıp, dünyâ ilgisinden kurtulunca, melekler 
âlemine, kudsî makâmlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler kendinde hâsıl olur. 
Birçok şeyler yapabilirler. İnsan hocasını rü’yâda görüp, bilmediklerini sorup 
öğreniyor). Fahrüddîn-i Râzî (El-metâlib-ül-âliyye) kitâbının onsekizinci 
faslında da buyuruyor ki: (Rûhu olgun, nefsi pâk ve te’sîri kuvvetli bir Velînin 
kabri yanına gidip, bir zemân durulur ve o toprakdaki Velî düşünülür ise, rûhu o 
toprağa bağlanır. Meyyitin rûhu da, bu toprağa bağlı olduğu için gelen insanın 
rûhu ile Velînin rûhu buluşmuş olurlar. Bu iki rûh, karşılıklı iki ayna gibi 
olur. Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır. İkisi de çok 
fâidelenir). Alâüddîn-i Attâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri buyurdu ki: 
(Meşâyıhın kabrlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı mikdârca 
fâide hâsıl olur. Onların kabrlerinden, çok fâide alınır. Fekat, rûhlarına 
bağlanmak, [ya’nî râbıta yapmak] dahâ fâidelidir. Çünki, uzak ve yakın olmanın 
bunda bir te’sîri yokdur). Üçüncü kısm, altmışıncı maddeyi okuyunuz! 
                                                |