Hakîkat Ltd.Şti.Yayınları

   
     

TAM İLMİHÂL

     
   

 SE'ÂDET-İ EBEDİYYE

   
 

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks

 
 

İKİNCİ KISM

 
     

17 - VEHHÂBÎLİK NEDİR?

(Şevâhid-ül-hak) kitâbında, Ebul’ Abbâs Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini savunan üç kitâbdan parçalar almakda, bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle çürütmekdedir. Bu üç bozuk kitâb, İbni Kayyım-ı Cevziyyenin (İgâset-ül-lehfân) ve İbni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî) ve Nu’mân Âlûsî Bağdâdînin (Cilâ-ül-ayneyn fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile İbni Hacer-i Mekkîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” karşı yazdığı kitâblardır.

(Şevâhid-ül-hak)da, Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak diyor ki, (İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünki, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmuş olur. İmâm-ı Münâvî, İbni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki, Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zemânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler. İşim çok, bunu yapacak vaktim yok diyerek, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.

Şimdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur’ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymakdadırlar. Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara aldanmamalıdır. Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp, birbirine karışdırmağa (Telfîk) denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. [İhtiyâc olduğu zemân, bir iş için câiz olur.] Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle câhile (Mezhebsiz) denir. Anlıyamıyor ki, Nass ile açık bildirilmiş şeylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir şeyde ictihâd yapılmaz demek değildir. İctihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe hazretleri, za’îf hadîs ile bildirilen şey üzerinde bile ictihâd yapmazdı. Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaşdıkları zemân, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, (İcmâ’-ı ümmet)de ararlardı. İcmâ’da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına (Kıyâs) ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün müslimânlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır. Hepsi, müslimânlara, Kitâb ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, müslimânların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünki, bir câhil, bir mezheb imâmını “rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar.

Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı Gazâlîden alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi, arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sâhibi. [Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmak büyük günâhdır. Bunun için bid’at sâhibi olan Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Çünki bid’atin zulmeti kalbi karartır.]) Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.

Zemânımıza, asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de doğru değildir. Tefsîr âlimleri, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbından gelen haberleri yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her asra uygundur ve kâfîdir. Kur’ân-ı kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için aynıdır. Önceki asrlar için başka, sonraki asrlar için başka ma’nâsı yokdur. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak istiyen bir müslimân, her aradığını, mevcûd tefsîrlerde bulur. İslâmiyyete uymıyan kimse, bozuk isteklerini, bu tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve asrın isteklerine uygun tefsîr yapmak câiz değildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa aklları ile yeni tefsîr yaparız diyorlar. Tefsîr yapabilmek için çok şart vardır. Bu şartların başında, (Zemânların en iyisi, benim zemânımdır. Ondan sonra hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır. Sonra da, ondan sonra gelen asrdır) hadîs-i şerîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak lâzımdır. [Tefsîr âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulunduğu, (Hadîka)nın üçyüzellibeşinci sahîfesinde yazılıdır.] Şimdi, kendi görüşleri ile tefsîr kitâbı yapanlarda bu şartların hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet âlimlerine karşı geliyorlar. Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk inanışlarını her yere yayıyorlar. Ehl-i sünnet olan din adamları bunları okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Ehl-i sünnet olmadıklarını müslimânlara anlatıyorlar. Fekat câhiller, iğriyi doğrudan ayıramayıp aldanmakdadırlar). (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm oldu. (Hadîka)da, el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından çok zarâr görecekdir) hadîs-i şerîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir.

(Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir başında ve altmış sonunda buyuruyor ki, sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze nemâzlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dışında değildir. Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler).

İbni Âbidîn, (Fetâvâ-ı Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye) ismini vermiş, bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım olduğunu uzun yazmışdır.

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor ki, (Bir kişinin haber verdiği hadîsleri veyâ kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl etmiyen, beğenmiyen kâfir olmaz ise de, doğru yoldan sapmış olur. Bid’at ehli olur. Cehenneme girmesi muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de yapmıyan, fâsık olur. Vâcibi terk etmiş olur. Te’vîl etdiği için, ya’nî zannî delîlden bir başka ma’nâ çıkardığı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz).

(Vehhâbîler şimdi yumuşadılar. Eskiden müslimânların mallarına, canlarına saldırıyorlardı. Şimdi böyle vahşet yapmıyorlar. Hattâ, Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar) diyenler işitiliyor. Evet, açık Nassları değişdirmiyenleri için bu söz doğrudur. Bunlar her müslimân ile kardeşdirler. Fekat, şimdi bütün dünyâdaki müslimânların dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden müslimânların dünyâlarını yok ediyorlardı. Şimdi, âhıretlerine, ebedî hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları ebedî felâkete sürüklemek için bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Medîne-i münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk kitâbının türkçesini hâcılara dağıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmeğe çalışıyorlar. 5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla cevâb vermiş, müslimânları büyük tehlükeden kurtarmışdır. (Râbitatül’âlemil-islâmî) isminde bir merkez kurdular. Her islâm memleketinde bunun şu’belerini açdılar. Dinleri ve ilmleri çürük olan din adamlarını bol para ile satın alarak, bunları mezhebsizliği yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki din adamlarına ve din talebesine onların dillerinde bozuk kitâbları parasız olarak dağıtıyorlar. Bu yolda her sene, milyonlarla altın sarf ediyorlar. İngiliz siyâseti ile elli seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmış olan dünyâ müslimânları, bunlara aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i şerîfler ile medh ve senâ edilmiş olan Ehl-i sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok oluyor. Hak gidip, her yere bâtıl yerleşiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar için bundan dahâ kötü, bundan dahâ zarârlı bir felâket, bir musîbet olamaz.

Ba’zı kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlış inanışları varsa da, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlıyorlar. Belki bid’at ehli oluyorlar ise de, bid’at ehlinin bu ümmetden oldukları hadîs-i  şerîflerde bildirildi. Bunlar da müslimândır. Ehl-i kıbledir. Müslimânları sevmemiz, vehhâbîleri de kardeş bilmemiz lâzım değil mi?) diyorlar. Böyle düşünmek elbet doğrudur. Fekat bid’at sâhiblerini sevmek, onlara nasîhat vermekle olur. Yukarıda ismlerini bildirdiğimiz kırk kitâbı insâf ile okuyan ve anlıyan kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve şübhesi kalmaz. Meselâ Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn) kitâbında diyor ki, (Taberânînin ve başkalarının bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmağa yardım etmiş olur) buyuruldu). Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemeği, onları aşağılamağı emr etmekdedir. Onlara saygı göstermek harâmdır. İslâm âlimleri kitâblarında, meselâ (Şerh-i mekâsıd) kitâbında (Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları aşağı tutmak, onları red etmek lâzımdır) demişlerdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i Ma’sûmiyye) kitâbının ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete uymakda gevşek davranan [meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını, kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına yaklaşma! Onların sözlerini işitme! Hattâ onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla kalbin onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır. Şeytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı ve zarârının çoğaldığı zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-i sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmış olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği zemânda, hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî doğru yolu bildiği hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika) kitâbının başında yazılıdır ve Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-Câmi’)inde bulunduğu bildirilmekdedir. [Bid’at ehli, bid’at sâhibi demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların îmânlarını, ibâdetlerini bozmak için uğraşan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara aldanarak bid’at işliyeni sevmemek değil, ona acımak, nasîhat vermek lâzımdır.] [Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki, müslimânlara kâfir dedikleri (Se’âdet-i Ebediyye)de yazılıdır. Böyle diyene, Resûlullah, la’net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerle ingilizlerdir.]

(Edille-i şer’ıyye) dörtdür. Birincisi, Kur’ân-ı kerîmdir. İkincisi, hadîs-i şerîflerdir. Bu iki delîlin herbiri (Kat-î) veyâ (Zannî) olur. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, zannî ya’nî şübheli olan [birkaç ma’nâ çıkarılabilen] delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlış (te’vîl) ediyorlar. Ya’nî şübheli âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflere, açık ve meşhûr olmıyan yanlış ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin askerinden ayrılarak, ona karşı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla büyük günâh işledi. Büyük günâh işleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb etmelerine bu yanlış te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Bunlara (Hâricî) denir. 1150 [m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan Abdülvehhâb oğlu Muhammede tâbi’ olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Kendileri gibi inanmıyanlara müşrik diyorlar. Onları öldürmek, mallarını, kadınlarını ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denilmekdedir.

Vehhabîliği ingilizler hâzırladığı ve yaydığı gibi, Hicâzı Osmânlılardan alarak Süûdî devletini kuran da, ingilizlerdir. (Müncid)de diyor ki, (İngiliz câsûsu Lavrence, 1914 de vehhâbî emîri Faysala yardım ederek, Osmânlı devletinden ayrılmasına sebeb oldu). Şübheli delîlleri yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılanlara, fıkh âlimleri kâfir demediler. (Bâgî), (âsî), (bid’at ehli) olduklarını söylediler. Türkçede sapık denilmekdedir. Kat’î, [açık olarak] anlaşılan tek bir ma’nâsı olan delîllere inanmıyan ise kâfir olur. Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrâr dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî ilâhdır, Cebrâîl vahy getirirken yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler, şübheli delîlleri yanlış te’vîl ederek, ictihâd ile anlaşılan ma’nâlar değildir. Hazret-i Âişeyi kazf eden ve babasının sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur. Çünki ikisi de, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli inkârdır. Hazret-i Ebû  Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın te’vîli varsa, kâfir olmaz. Müslimânların mallarına, canlarına saldırmak gibi, kat’î açık olan harâmlara, te’vîl yaparak, halâl diyen kâfir olur. Kitâbdan ve sünnetden, şübheli bir delîli te’vîl ederek söyleseydi, kendince islâmiyyete uymuş olup, kâfir olmazdı).İbni Âbidînin kelâmı temâm oldu.

Görülüyor ki, müslimân olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, ya’nî (Ehl-i kıble) denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma’nâsı açık olan kat-î bir delîli inkâr olursa, te’vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid) denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şübheli olan bir delîlin muhtelif ma’nâlarından açık ve meşhûr olanını inkâr olursa ve te’vîli varsa, küfr olmaz. Bid’at olur. Te’vîlden haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ile veyâ nefsine uyarak, dünyâ çıkarları için ise, yine küfr olur.

İster Ehl-i sünnet olsun, ister bid’at sâhibi olsun, dînini dünyâ çıkarlarına âlet eden, ya’nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren câhillere (Yobaz) denir. Hiçbir dîne inanmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek, islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimân görünüp küfre sebeb olan şeyleri isbât etmek için delîlleri yanlış te’vîl edene (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Bid’at sâhiblerine ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil taklîdcilere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler ve îmân hırsızları olan zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya çıkmakdadırlar.

İcmâ’ delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, şî’îler, vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, küfre sebeb olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olurlar.

İbnî Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” vitr nemâzını anlatırken diyor ki, (Vitr nemâzının aslını, ya’nî ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delîlini te’vîl ederek veyâ delîlinde şübhe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki, vitr nemâzı dinde zarûrî olarak bilinen bir ibâdetdir ve böyle olduğu (İcmâ’-ı ümmet) ile sâbitdir. İcmâ’-ı ümmet ile bildirilmiş olan zarûrî ibâdete te’vîlsiz olarak inanmamak, hanefî âlimlerine göre, küfr olur. Dinden olduğu zarûrî olarak bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demekdir. Beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mîrâsın altıda birini alacağını inkâr etmek böyledir).

İbni Melek, (Menâr) şerhinde diyor ki, (İcmâ’) birleşmek demekdir. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veyâ fi’l olabilir. İctihâd lâzım olmıyan şeylerde, bir asrda bulunan müslimânların hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veyâ aynı işi yapmakdır. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veyâ yapar, diğerleri işitince susarlar, red etmezlerse, hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur. Şâfi’îde, buna icmâ’ denmez. İctihâd işlerinde icmâ’ sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin ve nemâz rek’atlarının ve zekât mikdârının ve ekmeği ödünc almanın ve hamâma gitmenin bizlere nakl edilmesi gibi, ictihâda lüzûm olmıyan şeylerin icmâ’ında müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi şeylerde, müctehid olmıyanların icmâ’ları da mu’teberdir. Fekat, bid’at sâhibi ve fâsık olmamaları lâzımdır. [Bunun için, şî’îlerin ve vehhâbîlerin kitâblarında yazılı bozuk şeyler icmâ’ olamaz. Halâl, harâm ve farzlar için delîl olamaz.] Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından olmaları da şart değildir. Medîne ehâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre, selefin ihtilâf etdiği bir mes’elede, sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfde ve müctehidin kıyâs etmesi ile bulunan hükmde icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhûr olan hadîsden açıkca anlaşılan hükmde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş olan icmâ’ları mütevâtir hadîs gibidir. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını öğrenmemiz ve amel etmemiz lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, nemâzın ve orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilm [ve îmân] vâcib değildir. Öğle nemâzından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir.

İcmâ’ın dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, açıkca ve her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden kâfir olur. Eshâb-ı kirâmdan ba’zısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût etdikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise de, inkâr eden kâfir olmaz. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etmedikleri bir hükmde, sonraki asrların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhûr olan haber gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etdikleri bir hükmde, sonra gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf gibidir. Bununla amel vâcib olup, îmân vâcib değildir. Bir asrda bulunan müslimânlar, bir mes’elede ihtilâf edince, sonra gelenlerin, bu ihtilâflı sözlerden birine uymayan hükmleri bâtıl olur. Bu sözlerden başka bir söz söylemeleri câiz olmaz.

(Kıyâs), birşeyi başka şeye benzetmek demekdir. Fıkhda, hükmü nassdan anlaşılamıyan birşeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demekdir. Kıyâsın delîl olduğu aklen ve naklen bilinmekdedir. (Ey ilm sâhibleri! İ’tibâr ediniz!) âyet-i kerîmesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyâs ediniz!) demekdir. Çünki, i’tibâr, benzetmek demekdir. Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene gidince, ictihâd edeceğini bildirdiği zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olup hamd etmesi, kıyâsın huccet olduğunu göstermekdedir. Kıyâsın şartları, rüknü, hükmü ve def’i vardır. Müctehidin bunları hâiz olması lâzımdır. (Menâr) şerhinden terceme temâm oldu.

 

Se’âdet istersen eğer, ey civân,

sarıl islâmiyyete, yavrum her zemân.

 

Farz ve vâcib, sünnetü mendûbunu,

emr-i bilma’rûfunu, mecmû’unu.

 

Dâimâ icrâ edip, terk eyleme,

bu küçükdür, bu büyükdür söyleme.

 

Hem mekrûh ve harâmdan kaçınmak gerek,

hele kul hakkına çok dikkat gerek.

 

Ehl-i sünnet olandan öğren hemân,

âmil ol ilminle, fevtetme zemân.

Birinci Kısm - İkinci Kısm - Üçüncü Kısm - İndeks