17 -
VEHHÂBÎLİK NEDİR?
(Şevâhid-ül-hak)
kitâbında, Ebul’ Abbâs Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini savunan üç kitâbdan
parçalar almakda, bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle
çürütmekdedir. Bu üç bozuk kitâb, İbni Kayyım-ı Cevziyyenin (İgâset-ül-lehfân)
ve İbni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî) ve Nu’mân Âlûsî Bağdâdînin
(Cilâ-ül-ayneyn fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile İbni Hacer-i Mekkîye
“rahmetullahi teâlâ aleyh” karşı yazdığı kitâblardır.
(Şevâhid-ül-hak)da,
Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak diyor ki, (İslâm âlimleri sözbirliği ile
bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek
âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine
uymaları lâzımdır. Çünki, şimdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp
bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek,
Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmuş
olur. İmâm-ı Münâvî, İbni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki,
Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi bir âlim müctehid
olduğunu söyleyince, zemânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki
âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan,
bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler. İşim çok, bunu
yapacak vaktim yok diyerek, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor
ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın
imkânsızlığını anlamalıdır.
Şimdi ba’zı
câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd
ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarmağa kalkışıyorlar.
Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb
imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar
zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur’ân-ı
kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymakdadırlar.
Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den ma’nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu
ahmaklara aldanmamalıdır. Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı
ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araşdırıp,
birbirine karışdırmağa (Telfîk) denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk
yapmak yasakdır. [İhtiyâc olduğu zemân, bir iş için câiz olur.] Din adamı
geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası
gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve
nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din
adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle
câhile (Mezhebsiz) denir. Anlıyamıyor ki, Nass ile açık bildirilmiş
şeylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir şeyde ictihâd yapılmaz demek değildir.
İctihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe hazretleri, za’îf hadîs ile bildirilen şey
üzerinde bile ictihâd yapmazdı. Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile
karşılaşdıkları zemân, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı. Kur’ân-ı
kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde
bulamazlarsa, (İcmâ’-ı ümmet)de ararlardı. İcmâ’da da bulamayınca, bu
soruya benzeyen başka sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına
(Kıyâs) ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden
beri bütün müslimânlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine
uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen
mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin
hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamışdır.
Hepsi, müslimânlara, Kitâb ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri,
müslimânların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir
olmak veyâ bid’at sâhibi olmak gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar.
Çünki, bir câhil, bir mezheb imâmını “rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse,
delîlsiz kalarak yoldan çıkar.
Hâce
Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı
Gazâlîden alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz:
Birincisi, arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük
bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlış
anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sâhibi. [Ehl-i
sünnet i’tikâdından ayrılmak büyük günâhdır. Bunun için bid’at sâhibi olan
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz. Çünki bid’atin zulmeti kalbi karartır.])
Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı
kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.
Zemânımıza,
asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de doğru değildir. Tefsîr âlimleri,
Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbından gelen haberleri
yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her asra uygundur ve kâfîdir.
Kur’ân-ı kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için aynıdır. Önceki asrlar için
başka, sonraki asrlar için başka ma’nâsı yokdur. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak
istiyen bir müslimân, her aradığını, mevcûd tefsîrlerde bulur. İslâmiyyete
uymıyan kimse, bozuk isteklerini, bu tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve
asrın isteklerine uygun tefsîr yapmak câiz değildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa
aklları ile yeni tefsîr yaparız diyorlar. Tefsîr yapabilmek için çok şart
vardır. Bu şartların başında, (Zemânların en iyisi, benim zemânımdır. Ondan
sonra hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır. Sonra da, ondan sonra gelen
asrdır) hadîs-i şerîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak lâzımdır. [Tefsîr
âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır. Kur’ân-ı
kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulunduğu, (Hadîka)nın
üçyüzellibeşinci sahîfesinde yazılıdır.] Şimdi, kendi görüşleri ile tefsîr
kitâbı yapanlarda bu şartların hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet
âlimlerine karşı geliyorlar. Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk
inanışlarını her yere yayıyorlar. Ehl-i sünnet olan din adamları bunları
okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Ehl-i sünnet olmadıklarını
müslimânlara anlatıyorlar. Fekat câhiller, iğriyi doğrudan ayıramayıp
aldanmakdadırlar). (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm oldu. (Hadîka)da,
el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından çok zarâr
görecekdir) hadîs-i şerîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir.
(Mîzân-ül-kübrâ),
sahîfe ellibir başında ve altmış sonunda buyuruyor
ki, sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb
imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini
açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i şerîfler
olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede
okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze nemâzlarının nasıl kılınacağını, zekât
nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukûk bilgilerini, hiçbir âlim,
Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız
Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at
olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömere, farzların seferde kaç rek’at
kılınacağını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, (Allahü teâlâ, bize,
Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı,
Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek’at farzları iki
rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde
diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dışında değildir. Çünki
herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler).
İbni
Âbidîn, (Fetâvâ-ı Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye)
ismini vermiş, bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım olduğunu uzun
yazmışdır.
İbni
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor ki,
(Bir kişinin haber verdiği hadîsleri veyâ kıyâs ile anlaşılan bilgileri kabûl
etmiyen, beğenmiyen kâfir olmaz ise de, doğru yoldan sapmış olur. Bid’at ehli
olur. Cehenneme girmesi muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de
yapmıyan, fâsık olur. Vâcibi terk etmiş olur. Te’vîl etdiği için, ya’nî zannî
delîlden bir başka ma’nâ çıkardığı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz).
(Vehhâbîler
şimdi yumuşadılar. Eskiden müslimânların mallarına, canlarına saldırıyorlardı.
Şimdi böyle vahşet yapmıyorlar. Hattâ, Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar)
diyenler işitiliyor. Evet, açık Nassları değişdirmiyenleri için bu söz doğrudur.
Bunlar her müslimân ile kardeşdirler. Fekat, şimdi bütün dünyâdaki müslimânların
dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden müslimânların dünyâlarını yok
ediyorlardı. Şimdi, âhıretlerine, ebedî hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları
ebedî felâkete sürüklemek için bütün kuvvetleri ile çalışıyorlar. Medîne-i
münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk
kitâbının türkçesini hâcılara dağıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmeğe
çalışıyorlar. 5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla
cevâb vermiş, müslimânları büyük tehlükeden kurtarmışdır. (Râbitatül’âlemil-islâmî)
isminde bir merkez kurdular. Her islâm memleketinde bunun şu’belerini açdılar.
Dinleri ve ilmleri çürük olan din adamlarını bol para ile satın alarak, bunları
mezhebsizliği yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki din adamlarına ve din
talebesine onların dillerinde bozuk kitâbları parasız olarak dağıtıyorlar. Bu
yolda her sene, milyonlarla altın sarf ediyorlar. İngiliz siyâseti ile elli
seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmış olan dünyâ müslimânları, bunlara
aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i şerîfler ile medh ve senâ edilmiş olan Ehl-i
sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok oluyor. Hak gidip, her yere bâtıl
yerleşiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar için bundan dahâ kötü, bundan
dahâ zarârlı bir felâket, bir musîbet olamaz.
Ba’zı
kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlış inanışları varsa da, âyet-i
kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden böyle anlıyorlar. Belki bid’at ehli
oluyorlar ise de, bid’at ehlinin bu ümmetden oldukları hadîs-i şerîflerde
bildirildi. Bunlar da müslimândır. Ehl-i kıbledir. Müslimânları sevmemiz,
vehhâbîleri de kardeş bilmemiz lâzım değil mi?) diyorlar. Böyle düşünmek elbet
doğrudur. Fekat bid’at sâhiblerini sevmek, onlara nasîhat vermekle olur.
Yukarıda ismlerini bildirdiğimiz kırk kitâbı insâf ile okuyan ve anlıyan
kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve şübhesi kalmaz. Meselâ Hindistânın büyük
âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn) kitâbında diyor
ki, (Taberânînin ve başkalarının bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibine
hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmağa yardım etmiş olur) buyuruldu).
Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemeği, onları aşağılamağı emr etmekdedir. Onlara
saygı göstermek harâmdır. İslâm âlimleri kitâblarında, meselâ (Şerh-i mekâsıd)
kitâbında (Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları aşağı tutmak, onları red etmek
lâzımdır) demişlerdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i Ma’sûmiyye)
kitâbının ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde
bulunma! Gâfil din adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke
şeyhlerinden kendini koru! İslâmiyyete uymakda gevşek davranan [meselâ, Ehl-i
sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını, kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan
mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına yaklaşma! Onların sözlerini işitme! Hattâ
onların bulunduğu şehrden uzak ol ki, zemânla kalbin onlara kaymasın! Onlara
uymamalıdır. Onlar din adamı değil, din hırsızlarıdır. Şeytânın tuzaklarıdır.
Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan kaçar gibi,
yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldığı ve zarârının çoğaldığı
zemân, bunu red etmek, bunun kötülüğünü müslimânlara duyurmak farzdır. Hattâ,
farzların mühimlerinden olduğunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-i sâlihîn ve
bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmış
olur. Hadîs-i şerîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldığı ve Eshâbım kötülendiği
zemânda, hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî doğru yolu
bildiği hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün
insanlar la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile
ibâdetlerini kabûl etmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika)
kitâbının başında yazılıdır ve Hatîb-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”
(El-Câmi’)inde bulunduğu bildirilmekdedir. [Bid’at ehli, bid’at sâhibi
demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların îmânlarını, ibâdetlerini
bozmak için uğraşan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara aldanarak bid’at işliyeni
sevmemek değil, ona acımak, nasîhat vermek lâzımdır.] [Bugün, bütün dünyâdaki
müslimânlar, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan
hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve
(Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı
kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık
fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî)
ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd şehrinde
meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki,
müslimânlara kâfir dedikleri (Se’âdet-i Ebediyye)de yazılıdır. Böyle
diyene, Resûlullah, la’net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan,
yehûdîlerle ingilizlerdir.]
(Edille-i
şer’ıyye)
dörtdür. Birincisi, Kur’ân-ı kerîmdir. İkincisi, hadîs-i şerîflerdir. Bu iki
delîlin herbiri (Kat-î) veyâ (Zannî) olur. İbni Âbidîn, bâgîleri anlatırken
diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, zannî ya’nî şübheli olan [birkaç ma’nâ
çıkarılabilen] delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlış (te’vîl)
ediyorlar. Ya’nî şübheli âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i şerîflere,
açık ve meşhûr olmıyan yanlış ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin askerinden
ayrılarak, ona karşı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i
Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla büyük günâh
işledi. Büyük günâh işleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb etmelerine bu
yanlış te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler.
Bunlara (Hâricî) denir. 1150 [m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan
Abdülvehhâb oğlu Muhammede tâbi’ olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân
olduklarını söylüyorlar. Kendileri gibi inanmıyanlara müşrik diyorlar. Onları
öldürmek, mallarını, kadınlarını ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî)
ve (Necdî) denilmekdedir.
Vehhabîliği
ingilizler hâzırladığı ve yaydığı gibi, Hicâzı Osmânlılardan alarak Süûdî
devletini kuran da, ingilizlerdir. (Müncid)de diyor ki, (İngiliz câsûsu
Lavrence, 1914 de vehhâbî emîri Faysala yardım ederek, Osmânlı devletinden
ayrılmasına sebeb oldu). Şübheli delîlleri yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnet
i’tikâdından ayrılanlara, fıkh âlimleri kâfir demediler. (Bâgî), (âsî), (bid’at
ehli) olduklarını söylediler. Türkçede sapık denilmekdedir. Kat’î, [açık
olarak] anlaşılan tek bir ma’nâsı olan delîllere inanmıyan ise kâfir olur.
Âlemin yok olacağına, ölülerin tekrâr dirileceklerine inanmamak böyledir. Alî
ilâhdır, Cebrâîl vahy getirirken yanıldı diyen de kâfir olur. Çünki bu sözler,
şübheli delîlleri yanlış te’vîl ederek, ictihâd ile anlaşılan ma’nâlar değildir.
Hazret-i Âişeyi kazf eden ve babasının sahâbî olduğuna inanmıyan da kâfir olur.
Çünki ikisi de, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirilen delîli inkârdır.
Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömeri seb eden ve halîfeliklerine inanmıyanın
te’vîli varsa, kâfir olmaz. Müslimânların mallarına, canlarına saldırmak gibi,
kat’î açık olan harâmlara, te’vîl yaparak, halâl diyen kâfir olur. Kitâbdan ve
sünnetden, şübheli bir delîli te’vîl ederek söyleseydi, kendince islâmiyyete
uymuş olup, kâfir olmazdı).İbni Âbidînin kelâmı temâm oldu.
Görülüyor ki,
müslimân olduğunu söyleyip, ibâdetlerini yapan, ya’nî (Ehl-i kıble)
denilen bir kimsenin, Ehl-i sünnete uymıyan bir inanışı, ma’nâsı açık olan kat-î
bir delîli inkâr olursa, te’vîl ile olsa da, olmasa da küfr olur. Buna (Mülhid)
denir. Bu inanışı, açık olmayıp, şübheli olan bir delîlin muhtelif
ma’nâlarından açık ve meşhûr olanını inkâr olursa ve te’vîli varsa, küfr olmaz.
Bid’at olur. Te’vîlden haberi olmayıp, bid’at sâhibi olan âlimleri taklîd ile
veyâ nefsine uyarak, dünyâ çıkarları için ise, yine küfr olur.
İster Ehl-i
sünnet olsun, ister bid’at sâhibi olsun, dînini dünyâ çıkarlarına âlet eden,
ya’nî dünyâlığa kavuşmak için dîninden veren câhillere (Yobaz) denir.
Hiçbir dîne inanmadığı hâlde, müslimânları aldatarak îmânlarını yok etmek,
islâmiyyeti içerden yıkmak için, müslimân görünüp küfre sebeb olan şeyleri isbât
etmek için delîlleri yanlış te’vîl edene (Zındık) ve (Fen yobazı)
denir. Bid’at sâhiblerine ve mülhidlere ve bunların yolunda olan câhil
taklîdcilere (Mezhebsiz) denir. Mezhebsizler ve îmân hırsızları olan
zındıklar, (Dinde reformcu) olarak ortaya çıkmakdadırlar.
İcmâ’
delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Hâricîler, şî’îler,
vehhâbîler böyledir. Bunların icmâ’a muhâlif sözleri küfr olmaz. Fekat, küfre
sebeb olan diğer inanışlarından dolayı kâfir olurlar.
İbnî
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” vitr nemâzını anlatırken diyor ki, (Vitr
nemâzının aslını, ya’nî ibâdet olduğunu inkâr eden kâfir olur. Eğer delîlini
te’vîl ederek veyâ delîlinde şübhe ederek inkâr ederse, kâfir olmaz. [Bid’at
ehlinden olur.] Bütün vâcibler ve sünnetler de böyledir. Çünki, vitr nemâzı
dinde zarûrî olarak bilinen bir ibâdetdir ve böyle olduğu (İcmâ’-ı ümmet)
ile sâbitdir. İcmâ’-ı ümmet ile bildirilmiş olan zarûrî ibâdete te’vîlsiz olarak
inanmamak, hanefî âlimlerine göre, küfr olur. Dinden olduğu zarûrî olarak
bilinmek demek, dinden olduğunu câhillerin de bildiği din bilgileri demekdir.
Beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmak böyledir. Yalnız âlimlerin bildiği din
bilgilerini inkâr eden, kâfir olmaz. Ceddenin [büyük annenin] mîrâsın altıda
birini alacağını inkâr etmek böyledir).
İbni
Melek, (Menâr) şerhinde diyor ki, (İcmâ’) birleşmek demekdir. Bir
asrda bulunan müctehidlerin bir işin hükmünde birleşmeleridir. Bu iş, söz veyâ
fi’l olabilir. İctihâd lâzım olmıyan şeylerde, bir asrda bulunan müslimânların
hepsinin birleşmeleri lâzım olur. Birleşmek, aynı sözü söylemek veyâ aynı işi
yapmakdır. Bir asrda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veyâ yapar,
diğerleri işitince susarlar, red etmezlerse, hanefî mezhebinde, yine icmâ’ olur.
Şâfi’îde, buna icmâ’ denmez. İctihâd işlerinde icmâ’ sâhibi olmak için, müctehid
olmak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin ve nemâz rek’atlarının ve zekât mikdârının ve
ekmeği ödünc almanın ve hamâma gitmenin bizlere nakl edilmesi gibi, ictihâda
lüzûm olmıyan şeylerin icmâ’ında müctehid olmak lâzım değildir. Bu gibi
şeylerde, müctehid olmıyanların icmâ’ları da mu’teberdir. Fekat, bid’at sâhibi
ve fâsık olmamaları lâzımdır. [Bunun için, şî’îlerin ve vehhâbîlerin
kitâblarında yazılı bozuk şeyler icmâ’ olamaz. Halâl, harâm ve farzlar için
delîl olamaz.] Eshâb-ı kirâmdan ve Ehl-i beyt evlâdlarından olmaları da şart
değildir. Medîne ehâlisinden olmaları da şart değildir. Âlimlerin çoğuna göre,
selefin ihtilâf etdiği bir mes’elede, sonra gelen âlimlerin icmâ’ yapmaları
câizdir. Bir müctehid hilâf ederse, icmâ’ hâsıl olmaz. Haber-i vâhid ile
bildirilmiş olan hadîs-i şerîfde ve müctehidin kıyâs etmesi ile bulunan hükmde
icmâ’ olur. Âyet-i kerîmeden ve meşhûr olan hadîsden açıkca anlaşılan hükmde
icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delîldir. Selef-i sâlihînin, ya’nî Eshâb-ı
kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bizlere, her asrın icmâ’ı ile gelmiş
olan icmâ’ları mütevâtir hadîs gibidir. Ya’nî, Eshâb-ı kirâmın böyle icmâ’larını
öğrenmemiz ve amel etmemiz lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu,
nemâzın ve orucun, zekâtın farz oldukları böyledir. Bir sâlih kimsenin
bildirdiği icmâ’ları ise, haber-i vâhid ile bildirilmiş olan hadîs-i şerîfler
gibidir. Bunlar ile yalnız amel etmek vâcib olup, ilm [ve îmân] vâcib değildir.
Öğle nemâzından evvel dört rek’at sünnet kılmak böyledir.
İcmâ’ın
dereceleri vardır. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, açıkca ve
her asrın icmâ’ı ile haber verilmiş olan icmâ’ları, âyet-i kerîme ve mütevâtir
olan hadîs-i şerîf gibi kuvvetlidir. İnkâr eden kâfir olur. Eshâb-ı kirâmdan
ba’zısının icmâ’ edip, diğerlerinin sükût etdikleri icmâ’ da, kat’î delîl ise
de, inkâr eden kâfir olmaz. İcmâ’ın üçüncü derecesi, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf
etmedikleri bir hükmde, sonraki asrların icmâ’larıdır. Bunlar, meşhûr olan haber
gibidir. Bundan sonra, Eshâb-ı kirâmın ihtilâf etdikleri bir hükmde, sonra
gelenlerde hâsıl olan icmâ’ olup, haber-i vâhid ile bildirilen hadîs-i şerîf
gibidir. Bununla amel vâcib olup, îmân vâcib değildir. Bir asrda bulunan
müslimânlar, bir mes’elede ihtilâf edince, sonra gelenlerin, bu ihtilâflı
sözlerden birine uymayan hükmleri bâtıl olur. Bu sözlerden başka bir söz
söylemeleri câiz olmaz.
(Kıyâs),
birşeyi başka şeye benzetmek demekdir. Fıkhda,
hükmü nassdan anlaşılamıyan birşeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin
hükmünden anlamak demekdir. Kıyâsın delîl olduğu aklen ve naklen bilinmekdedir.
(Ey ilm sâhibleri! İ’tibâr ediniz!) âyet-i kerîmesi,
(Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyâs ediniz!) demekdir. Çünki, i’tibâr,
benzetmek demekdir. Mu’âz “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene gidince, ictihâd
edeceğini bildirdiği zemân, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” râzı olup
hamd etmesi, kıyâsın huccet olduğunu göstermekdedir. Kıyâsın şartları, rüknü,
hükmü ve def’i vardır. Müctehidin bunları hâiz olması lâzımdır. (Menâr)
şerhinden terceme temâm oldu.
Se’âdet istersen eğer, ey civân,
sarıl islâmiyyete, yavrum her zemân.
Farz ve vâcib, sünnetü mendûbunu,
emr-i bilma’rûfunu, mecmû’unu.
Dâimâ icrâ edip, terk eyleme,
bu küçükdür, bu büyükdür söyleme.
Hem mekrûh ve harâmdan kaçınmak gerek,
hele kul hakkına çok dikkat gerek.
Ehl-i sünnet olandan öğren hemân,
âmil ol ilminle, fevtetme zemân.
|